Osmanlı Son Savaşına Aslında Niye Girdi

Tarihte Neler Oldu | | Eylül 18, 2015 at 3:15 pm

Özetle Rusya Komünistlerinin dünyaya deşifre ettiği İtilaf emperyalistlerinin dünyayı paylaşım mutabakatı, ittihatçı yazının iddia ettiği gibi savaşın öncesine ve Osmanlı’nın tarafsız oldugu günlere uzanmaz. Savaşın öncesinde İtilaf Bloğu açısından amaç, İttifak Bloğu’nun aksine, Alsace-Loraine hariç yeni topraklar ele geçirmek değil, egemeni olduğu mevcut statükoyu Almanya’ya karşı korumaktı. Osmanlının paylaşım anlaşmalarına konu olması ise, ittihatçıların, ne yazık ki Alman işbirlikçiliğiyle Turan için Rusya’ya saldırmasının bedeli olarak gündeme gelecekti.

a) Osmanlı Sorununa Yanlış Reçete: Pantürkizm

Biriken sorunlarının çözümü umuduyla gerçekleşen 1908 Devrimi sonrasında Osmanlı, birbirini izleyen travmalar yaşayacaktı. Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı, 1909’da 31 Mart (13 Nisan) ayaklanması, Adana’daki Ermeni katliamı, 1911’ de İtalya’nın Libya’yı işgali, ardından Yunan, Bulgar, Sırp ve Karadağlılardan oluşan Balkan Koalisyonu’nun 8 Ekim 1912 saldırısı sonucunda tüm Balkanların kaybedilmesi, 26 Mart 1913’te Edirne’nin düşmesi, Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanması, Girit’in Yunanistan’la birleşmesi.

Tüm bu gelişmeleri birer travma olarak yaşayan İttihatçılar, halkların birliği ve meşrutiyet amaçlarına yabancılaşarak kendi zıtlarına dönüşeceklerdi. Bir dizi gelgitten sonra 23 Ocak 1913’te darbe ile iktidara tümden el koyduklarında ise, Abdülhamit’i bile aratacak bir diktatörlük ve Almancılık çizgisine oturacaklardı.

Bu süreçte İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), her ne pahasına olursa olsun yeni toprak kayıplarını engellemek, bunun için farklı ulusal kimlikleri Türkleştirmek veya bu topraklardan atmak kararlılığı edinecekti. Daha 1910’dan başlayarak İTC, haklar ve meşrutiyet eksenli bir gelecek tasarımından, tüm Osmanlı tebaasını Müslüman bir Türklükte eritmek ve kendi otoritelerine sadakati dayatmak çizgisine dönüşecekti. 1910 Ağustosu’nda Manastır’daki İngiliz Konsolos vekilinin Meclisi’nde şöyle konuştuğu iddia edilir:

  “Meşrutiyet’in şartlarıyla Müslüman ve gâvurun eşitliğinin teyit edildiğinden haberdarsınız: fakat siz ve herkes bunun gerçekleştirilemez bir ideal olduğunu biliyor ve hissediyorsunuz. Şeriat, bütün geçmiş tarihimiz, yüz binlerce Müslüman’ın duyguları ve hatta kendilerini Osmanlılaştırmak için yapılan bütün teşebbüslere inatla direnmiş olan bizzat gavurların duyguları, gerçek eşitliğin kurulmasına aşılmaz bir engel teşkil etmektedir. Biz gâvuru sadık bir Osmanlı yapmak için başarısız kalan teşebbüsler yaptık; Balkan yarımadasındaki küçük bağımsız devletler) Makedonya sakinleri arasında ayrılıkçı fikirleri yaymak mevkiinde kaldıkları sürece bütün bu çabalar kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkûmdur. Bundan dolayı) İmparatorluğu Osmanlılaştırma görevimizi başarıncaya kadar( … ) eşitlik söz konusu olamaz.”  

Aktaranların rezervine karşın bölüm boyunca da göreceğimiz gibi gelişmeler bu raporu doğrulamaktadır. Nitekim daha ilk adımda 23 Ağustos 1910 tarihli Cemiyetler Kanunu, “etnik veya ulusal gruplara dayanan veya onların adını taşıyan siyasal dernekler kurulmasını yasaklayacak ve bunu hemen Rumeli’deki Rum, Bulgar ve diğer azınlık kulüp ve derneklerin kapatılması izleyecekti.”11912’ye gelindiğinde ise İttihatçı ideologların 1908 devriminin çoğulcu ve Osmanlıcı ruh haliyle açıktan açığa alay ederek reddetmeye başladıkları görülecektir. Örneğin Ömer Seyfettin, Milli Tecrübelerimizden Çıkarılmış Ameli Siyaset başlıklı yazısında şöyle diyecekti:

  10 [24] Temmuz’dan sonra geçen bir ay dengesiz bir sarhoşluktan başka şey değildir. Her sokak başında bir nutuk irat olunuyor, herkes ‘uhuvvet (kardeşlik), müsavat (eşitlik)’ şiarlarına gerçek nazariyle bakarak söylediğinin manasını pekiyi bilmeyen hatipleri bütün kuvvetiyle alkışlıyorlardı. Mazi, tarih, örf muhit, din, adet, anane, temayül vesaire tamamıyla ihmal olunuyor.  

Bu yeni siyasal vizyon, daha o aşamada Araplar dışındaki tüm diğer Müslümanları, devletçe inşa edilen Türkleştirmek, Müslümanlaştırmak (Sünni/Hanefileştirmek) ve çağdaşlaştırmak eksenli yeni resmi kimlik içinde erimeye zorlanıyorlardı. Ö. Seyfettin bu vizyonu, “Türk vilayetlerinde [bütün Osmanlı] Türkçe konuşmaya, Türkçe okumaya Türk beldesinin adetlerini kabul ve Türk mefkûresini [ideal, ülkü] takip etmeye mecburdur. Ne Boşnaklar ne Arnavutlar Türkiye’de kendi milliyetlerini iddia edemezler” diye yansıtacaktı. Yani sadece Rum ve Ermenilerin değil Boşnak, Arnavut, Kürt, Çerkez, Laz, Gürcü, vb, Müslümanların da kimliksel haklarını savunmaları, İttihatçıların tasavvur ettikleri yeni Osmanlı’da artık yasaktı.

Böylece Enver Bey’in ağzından, “hasta adamı iyi ettik (…) bundan böyle artık Bulgarlar, Rumlar, Eflâklar ve Yahudiler ya da Müslümanlar yok. Hepimiz Osmanlı olmaktan aynı derecede gurur duyan kardeşleriz” diyerek çıkılan meşrutiyet yolu, artık terk edilmişti. 31 Mart ayaklanmasının bastırılıp farklı inanç ve kimliklerden kurbanların aynı mezara saygıyla gömüldüğü törende de yine Enver Bey’in ağzından, “Müslümanların ve Hıristiyanların, yaşarken ve ölürken, bundan böyle hiçbir ırk ve inanç ayırımı tanımaksızın, yurtsever arkadaşlar olduklarının nişanesi olarak yan yana yattıklarını ( … ) önemle” belirten 1908 ruhu, tektipleştirmeci ve yayılmacı yeni ruhla yer değiştirmişti.

  Başlangıçta tamamen Abdülhamit sistemine liberal bir alternatif niteliğinde iken (H. W. Neulen), Türk olmayan halk gruplarının entegrasyonu konusunda bir rota değişikliğine girilecekti. Bu milliyetçi ve merkeziyetçi eğilim sadece Türkiye’deki Hıristiyanlar için değil, aynı zamanda Araplar ve Kürtler gibi Müslüman fakat Türk olmayan halk kesimleri için de geçerliydi.  

Bu gelişim içinde İtalya’nın kendi halkını “savaşçı bir ırk haline getirmek amacını, hırslı bir milliyetçilik seferberliğine bağlayarak, ilk emperyalizm serüvenini Osmanlı Afrika’sından başlattığı” 1911 yılı, bu dönüşüm bağlamında “Osmanlı İmparatorluğu için de önemli bir yıl olacaktı. İTC’nin Osmanlıcılık programı zayıflamış, Türkçülük ve milliyetçilik akımı yoğunluk kazanmıştı. Birkaç yıl sonra ‘Turan’ ülküsüne dökülecekti. Böylece ‘ati’yi (geleceği) Türkçülükte ve onu manen güçlendireceği düşünülen ‘mazide” (Cengizlerde, Oğuz’larda, Ergenekon’larda) arayan bir kültürün topluma hâkim kılınması sağlanacaktı,

1911 Kongresi’nden sonra da açıktan telaffuz edilmemekle birlikte Türkçülük, İTC örgütlerinde ve devlet kurumlarında belirgin yükselişe geçecektir. İTC’deki bu değişim ise, diğer milletlerin Osmanlı devletine karşı içine girdiği yabancılaşmayı daha da derinleştiren bir işlev görecektir. Gayrimüslim halkların Osmanlı’ya yabancılaşmasını sağlayan Abdülhamit Panislamizmi ve despotizmine karşı, “ittihad-ı anasır” (unsurların birliği) ve demokrasi amacıyla 1908 Devrimi’ni gerçekleştirenlerin 1911’de belirginleşen bu Türkçü değişimi, sadece kendi devrimci ideallerini terk etmek değil, aynı zamanda Osmanlı’yı Abdülhamit’inkinden bile daha dar bir elbisenin içine sıkıştırmaya çalışmak demekti. Abdülhamit’in İslamcılığı ile kıyaslarsak İttihatçılığın Pantürkçülüğü, çok daha küçük bir nüfusun kimliğini Osmanlı’ya egemen kılma girişimi olarak hem çok daha mutlak bir diktatörlüğü hem de daha yoğun bir bağımlılığı getirecekti.

İttihatçı zihniyet İmparatorluğun yıkılmasıyla yok olup bitmedi. Çeşitli biçimleriyle Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da ortaya çıkan devletlerde ırkçı, otoriter dinci askercil devletçi varlığını sürdürdü. Bu zihniyetin genç Türk Cumhuriyetindeki otoriter iktidarı Mayıs 1937’de Dersim’i imha ve yok etme kararı almış ve bu kararı yoksul halkına karşı büyük bir vahşetle uygulatmıştı.

Bu kritik ortamda İTC Genel Merkezi’nin İslami temel üzerinde Türkçülükten yana aldığı kesin tutum, zaten milli kimlikler etrafında başlamış olan çözülmeyi derinleştirirken Osmanlılığı iyice imkânsızlaştıracaktı. Milli kimliği oluşmamış diğer Müslümanlar, devletin yeni Türkçü politikası çerçevesinde eritilip Türk-İslam sentezi kamusal alanın tek kimliği haline getirilirken, diğer milletlere kendi kaderlerini tayin arayışı ve buna yardımcı olacak dış güçlere bel bağlamaktan başka bir çare bırakılmayacaktı.

Tercih bu yönde şekillenince, yürütülen diplomasi de içeride baskıcı dışarıda yayılmacı politikaya destek olabilecek bir ittifak bulma ekseninde şekillenecekti. Bu ise kendi doğallığında Alman emperyalizmi ile entegrasyonu kaçınılmaz kılarken, Osmanlıyı Alman nüfuz alanı kılmak ve savaşa sürüklemek gibi çok ağır sonuçlar üretecekti.

Dönemin popüler aydını Yahya Kemal Beyatlı, Osmanlı’yı kendisine kurban eden bu yayılmacı politikanın ardındaki gerçek amacı, “Merkez-i Umumi havasıyla konuşan, hiç şüphesiz, konuştuğu muktedirlerin aynen fikrini söyler” dediği Celal Sahir’den şöyle aktarır:

  Biz Mısır’ı ve Kafkasya ‘yı almaksızın kalıcı olamayız, parçalanırız! Mısırı almakla İslam alemine, Kafkas’ı almakla Türklük alemine dayanmaya yüzde yüz mecburuz. Mısır’ın pamuğu ve Bakü’nün petrol kuyularını almaksızın ise bütçemizi düzeItmek imkanı Yoktur. Borçlanma çaresi kalmamıştır, Cavit’ e son borçlanma işinde edilen muameleyi görmediniz mi? Artık borçlanma mümkün değil, eh olmayınca … Bu memleketi nasıl imar edeceğiz? Bize mutlaka Mısır ve pamuk, Kafkasya ve petrol lazımdır!…  

Aktarımını şöyle sürdürür Yahya Kemal: “O zamanki ruh hallerini, doğru söyler bir tarihçi ve romancı bir gün aktarırsa, unutmasın ki ortada biri negatif, diğeri pozitif iki iddia dolaşıyordu. Negatif iddia; ‘Boğazları açamayız, çünkü İtilaf devletlerine güvenimiz yoktur. Boğazlar’dan girerlerse bir daha çıkmazlar ve bizi dipdiri Rusya’ya peşkeş çekerler’ mantığı idi. Pozitif iddia ise ‘Mısır ve Kafkasya’yı almaksızın bu devlet kalıcı olamaz. Birinin pamuğu, ötekinin petrolü… ila-ahirihi (sonuna kadar)’ sözü idi. Lakin daha çok bu melun ikinci iddia işitiliyordu ve başımıza gelmesi mukadder olan bütün belalar, iki milyon gencin ölümü, vatanın her taraftan nihayet Polatlıya, ta bağrına kadar istilası hep bu fikirden çıktı. Enver pozitif bir harp istiyordu. Negatif bir harp, yani devletlere yalnız Boğazlar da karşı koymaktan ibaret bir harp yapsaydık, telefatımız 200 bin kişiyi geçmez, herhalde 1918’ e kadar doğu ve güney cephelerindeki badirelere uğramazdık, Lakin Enver’ e göre bu kadarcık bir hareket manasız olurdu.”

İşte bu emperyalist amaçtır ki İTC’nin hem dini ve milli hassasiyetleri kışkırtmasını hem de Alman emperyalizmine eklemlenmesini pekiştirecekti. Bu süreçte gerek Türkçülük, gerekse de önceki dönemin hâkim ideolojisi olan İslamcılık, sadece İttihatçı hâkimiyetin değil, aynı zamanda Alınanların genişleme ve Osmanlı’yı kendi nüfuz alanı yapma siyasetinin ideolojik aracı olacaktı.

Özellikle Balkan felaketinden sonra İttihatçıların, Osmanlı resmi ideolojisi gereği tarihi boyunca aşağılanmış olan “Türkleri bir imparatorluk ulusu olarak ele alması [ve onunla) yeni imparatorluk projeleri geliştirmesi ( … ) yönetici zümreyi ırkçılığa, çılgın maceralara ve katliamlara sürükleyecekti.

İTC’ye hükmedenler, eski fetih günlerinin Osmanlı için artık imkânsızlaştığını anlayamayan bir yaklaşım içindeydi. Yayılmacı siyasetin, her halükarda insanlığa karşıt olduğu bir yana, bunu yapabilecek maddi (sınaî, askerî, teknolojik, vb.) koşullardan bütünüyle yoksun bir devletin bu işe soyunması da, gerçeklikten kopuş demekti.

İçinde bulunduğu koşullarda Osmanlı’nın; 1) dıştan gelebilecek saldırılara karşı savunma önlemleri geliştirmek, 2) iç parçalanma nedeni olan milli/dini sorunları en kısa zamanda çözerek emperyalizmin Osmanlı’nın içiyle oynamasını engellemek, 3 ) ekonomik olarak kendine yeter hale gelmeye yönelik bir yeniden yapılandırma programı uygulamaktan başka seçeneği yoktu. Ne ki Osmanlı’nın muktedirleri, tam tersine; 1) içeriyi tektipleştirme, bunun için etnik andırma dâhil her türlü yola başvurma, 2) buna karşı çıkmayıp destek olacak Almanya’ya imtiyaz dağıtma ve 3) ona bağlanarak Turan’ı Rusya’dan. Mısır’ı İngiltere’den koparmak için savaş yönelimine girmişti.

Üstelik tüm bunları, ilerde göreceğimiz gibi kendi halkına bir ‘mefkûre’ olarak aşılamak için olağanüstü bir ideolojik seferberliğe girişecekti. Tabii bunu başardıkları oranda Türk kimliğini, öteki kimliklerle, çağdaş hukukla, kendin için ne istiyorsan başkalarının aynı haklarına da saygı anlamındaki adalet ve ahlakla sorunlu hale getireceklerdi.

Politika böyle saptanınca, müttefik ve düşman da kendiliğinden belirleniyor ve savaş da kaçınılmaz oluyordu. Mısırı isteyip de statünün değişmesini istemeyen İngiltere’yi, Turan’ı isteyip de oraya hakim olan Rusya’yı düşmanlaştırmamak mümkün mü? Bu durumda yenilgi sonrasında geliştirilen, “biz İngiltere ve Fransa ile ittifak yapmak istiyorduk, ne ki onlar istemeyince Rusya korkusuyla Almanya’nın koşullarını kabul etmek zorunda kaldık” gibi açıklamalar, felaketin sorumluluğunu gizleme çabasından başka anlam taşımıyor.

Diğer yandan çok kimlikli bir Osmanlıda Türkçü bir politikayı hâkim kılmak, bir dizi hak ihlalini zorunlu kıldığından, öncelikle buna payanda olacak bir emperyaliste bir dizi ekonomik ve stratejik olanaklarını sunmak kaçınılmazdı. Yine bu politika, sadece hak isteyen ötekilere karşı değil, kendi inanç ve dilindeki insanlara da ağır müdahalelerde bulunulması ve kendisini eleştirenleri ‘vatan haini’ ilan edip bastırılmasını zorunlu kılıyordu. Turancılık işte bu yönelimleri ‘meşrulaştıran’ ve ‘akılcılaştıran’, devlete haklarını kabul ettirmeye çalışan bir toplumu tekrar devlete karşı kullaştıran ‘ideal’ ihtiyacını karşılıyordu. İşte bu ihtiyacı karşıladığı için de, devletin yeni sahiplerinin bayrağı oluyor ve topluma hâkim kılınması için tüm devlet olanakları seferber ediliyordu.

Gerçekte bir Macar oryantalisti olan Hermann A. V ambery’e ait olan Turancılık fikri, 1908 Devrimi’nin demokratik hedeflerine yabancılaştığı oranda İTC’nin resmi ideali ve tabii Osmanlı’nın felaket nedeni olacaktı. Açıkçası, dikkatleri hakiki sorunların çözümünden uzaklaştırıp dış Türkleri içeren bir yayılmaya çeviren, bunun olmazsa olmazı olarak içerisini de buna uydurmaya, yani Türkleştirmeye yönelen ‘kökü dışarıda’ bir ideoloji ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda “Türkçülüğün de kurucusu olarak kabul edilen” Vambery, Orta Asya’ya Yolculuk kitabındaki (1873) şu sözleriyle, adeta siyasi Türkçülüğün programını ilk kez ortaya koyan, Osmanlı’nın 1914’te gireceği ‘cehennem yolunu’ ilk döşeyen kişi olacaktı:

  Bir Türk hanedanı olarak Osmanlı Devleti, dinleri, dilleri ve tarihleriyle birbirlerine bağlı olan Türk halklarını bir araya getirerek Adriya kıyılarından Çin içlerine kadar güçlü bir imparatorluk kurabilirdi… Anadolululardan, Azerbaycanlılardan, Türkmenlerden, Özbeklerden, Kırgızlardan ve Tatarlardan oluşacak bir Türk bloğu, kuzey komşusuna (Rusyaya) karşı bugünkü Türkiye’den (Osmanlı) daha dengeli durumda olurdu.”  

Türkçülüğü ciddi anlamda etkileyecek bir diğer yazar, “Avrupa’daki Osmanlı muhalefeti ile temasları olan ve daha önce onları etkilemeye çalışmış olan” Leon Cahun olacaktır. Yarattığı etkinin büyüklüğünde, “eserinin özgünlüğünden çok üslubu ve yayımlanma zamanı (1896) rol oynayacaktır. Gerçekten de 19. yüzyılın sonlanda Türkçülüğün kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesi için ortamın hazır hale geldiği görülür. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Türkçülük tarihini anlatırken Leon Cahun’un eseri hakkında, ‘1896” da İstanbul’a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun’un tarihi olmuştur. Bu kitap adeta Pantürkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir’ diye yazacaktır.”

“Cahun’da temel ilkeleri bulunan bu Türkçülük, siyasal program halini alarak Alman PanCermen hareketinin bir aracı olmuş, Parvus gibi Alman militarizminin ajanları Türkçülere yol göstermiş (Paul Dumont), [sonuçta] Osmanlı ordusu Alman komutanlara teslim edilmiştir.” Bu eserlerde Türkler ‘savaşçı ruhlu’, ‘cesaret, itaat, doğruluk, aklıselim’ gibi özelliklerle tanımlanır, ‘yönetici ulus’, ‘asker ulus’ diye övülürken, diğer yandan ‘anlayışı kıt’, ‘uygarlığa yeteneksiz’ olarak görülmüştür.

Bu eserlerle şekillenen PanTürkist ideoloji, bu vurgulardan kendilerine gelecek vizyonu geliştirecektir. Tabii bu yönelim Osmanlı’yı sadece İtilaf Bloğu’na ve içindeki Ermeni ve Rum tebaaya yabancılaştırmakla kalmamış, aynı zamanda Araplara karşı da “kuşku, güvensizlik, hatta düşmanlık yaratmış ve böylece hem kendi tarihimizle hem de yaşadığımız bölgeyle bağlantıyı koparan bir süreç başlamıştır.

Öncelikle Macaristan’da ve Panslavizme karşı şekillendirilen bu akım Gaspıralı İsmail, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet gibi Rusya kökenli Türkçüler üzerinden Osmanlı başkentine akacak, Mehmet Emin (Yurdakul), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Tekinalp (Moiz Kohen), Ömer Seyfettin, Ali Canip, ama özellikle Ziya Gökalp gibi aydınlar ise bu akımın yerli kökenli popüler ideologları olacaktı.

Bu süreçte Azeri Hüseyinzade Ali’ de, “Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvan / Ecdadımızın müştereken menşei Turan” diye başlayıp, “Mümkün mü ayırsın bizi İncil ve Kur’an” diye süren fikir akımı, Ziya Gökalp ve İTC’nin elinde sadece Türklükle ve İslamlıkla sınırlanan bir Turancılığa evrilecektir. İşte bu akım, sorunlar karşısında çözümsüz kalan İttihatçılarca benimsendiği oranda büyük bir politik önem kazanacaktı. Esasen Rus yayılmasının ideolojik bayrağı olan Panslavizme ve Alman yükselişinin ideolojik bayrağı olan PanCermenizme öykünerek geliştirilen PanTürkizm. Türk addedilen bütün halkların birliğini, dolayısıyla Rusya karşıtı bir yayılmanın ve savaşın ideolojik koşullayıcısı olacaktı. Nitekim ‘Yeni Cengizlik’ adlı çalışmasında Moiz Kohen şöyle yazıyor:

  Evet Turan kurtulmalı, Turan kurtarılmalı, Turan kurtarılacak! (…) Turanı kılıçlarımızın demiri ve fikirlerimizin ateşi fetih ve zapt edecektir. Tarih bize gösteriyor: Bir milletin birliği, istiklali ancak kılıç ve kalem ile temin olunabilir. Bütün Slavlar, bu yolda meydana çıktılar. Hakir bir Moskova Kenezliği, bütün Rusları etrafında topladı, sonra o ‘kurtarıcı’ edebiyatı ile kılıcı ile Balkanlara yürüdü ve Sırpları, Dağlıları, Bulgarları da kollarından tutup ayağa kaldırıverdi (…) Siyaset ve medeniyet, demir ve ateş, kılıç ve çırağ! İşte bu iki kuvvetle onlar kurtuldular. Biz de bu iki hazırlıkla milleti esaretten kurtaracağız.”  

Yarınki Turan Devleti başlıklı yazısında Ömer Seyfettin ise neyi ve niye taklit etmek istediğini anlatır:

  Her Almanın milli ideali PanCermenizm, yani Alman birliğidir. Zaten hemen bütün Almanlar birleşmişler, daha yarım asır evvel darmadağın iken bugün toplanarak büyük ve milli bir Alman İmparatorluğu yapmışlardır. Bu altmış milyonluk imparatorluk bütün dünyayı titretmektedir.  

Tabii Ömer Seyfettin ve diğer ittihatçıların anlayamadığı şey” Alman birliğinin başarısı ve dünyayı ‘titretmesinin’ , onun ekonomik dinamizmiyle olan ilgisidir. Bu basit gerçeği anlamadan savunulan PanTürkçülükten, içeride diktatörlük dışarıda Alman süngüsü olmaktan başka bir şey çıkamazdı, nitekim kısa bir zaman içinde görüleceği gibi çıkamayacaktı. İttihatçıların Türkî halkların topraklarına doğru yayılarak İmparatorluğu Türklük ekseninde yeniden kurmak ülküsü olan Turancılık, Almanya’nın fikri yönlendirmesi ve çıkarları ekseninde şekillenecekti.

Bu dönem Türkleştirme konusunda bir dizi strateji tartışmaları yaşanacaktır. Türk milliyetçiliğinin kurucu babası olan Yusuf Akçura, Osmanlıcılık ve İslamcılığa karşı doğrudan Türkleştirmeyi savunacaktı. Türk Ocağı’nın kurucularından ve resmi kuruluşundan sonraki ilk genel başkanı (Son Osmanlı Meclisi ve TBMM 1. ve 2. dönemlerde milletvekili Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk İçişleri Bakanı) olan Ahmet Ferit Bey ise, Osmanlıcılık politikasının terk edilmemesini, ama hakimiyet alanının genişletilmesi için kullanılması gerektiğini savunur: “Biz tekmil elimizdekini müdafaa ve asimilasyona, Osmanlı siyasetini takibe fikirlerimizi hasreyleriz. Muvaffak olduğumuz kadarı bize kalır, kalmayanı gider” çizgisini savunur. Ziya Gökalp ise aynı süreçte, milli bilinçleri uyanmamış ve kısmen Türkleşmiş diğer Müslümanlar da dâhil Osmanlı tebaasının Türkleştirilmesi, Türk ama başka inançta olanların Müslümanlaştırılması ve bu Türk-İslam potasında eritilenlerin çağdaşlaştırılması çizgisi önerir. Herhangi bir toprak kaybını kabullenmediği bir yana Mısır’dan, Batı Trakya ve Adalardan. Turan’a kadar yeni topraklar kazanılmasını öngören bu son çizgi İTC’nin resmi politikası olacaktır.

İttihatçılar, Osmanlıcılıkla olmayacağı gibi İslamcılıkla da olmayacağını, artık devletin çözümü Türkleşmede araması, dolayısıyla bu yönde toplumsal tahkimat yapılması gerektiği konusunda anlaşmışlardı. Ancak tanım, bileşim ve milletin inşası konusunda fikir farklılıkları vardı. “Yusuf Akçura’nın Osmanlıcılığa karşı açtığı gediği sonuna kadar genişletecek” olan Ziya Gökalp, aynı zamanda ondan farklılaşan bir İslamlaşma vurgusu yapacak, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı klasiğinde, “muasır bir İslam Türklüğü” inşa etmek gereğine işaret edecekti. Gökalp’in dini de içermek üzere ortak bir ülküye bağlanma yönelimine karşılık, Akçura, ırk birliği gibi daha geçmişe dayalı bağları öngörmektedir.

Türkçülük Türk halkının kendini savunması ekseninde değil, devletin toplumsal dayanağını güçlendirmek ve egemenlik alanını mümkün olabildiğince genişletmek ekseninde şekilleniyordu. Bu amaçla muktedirler, Osmanlı egemenlik alanını olabildiğince Türkleştirmeyi ve dünya durumunun mümkün kılacağı ilk ortamda da Türkleşmeyenlerden kurtulmayı ve Turanı ele geçirmeye yönelik atılım yapmayı hedefliyordu. Burada belirginleştirilmeli ki ‘Türk ulusu’, pek çok ulusun yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’na hâkim olan devletin, bu hâkimiyetini sürdürebilmesi için gereken asker ve meşruiyet ihtiyacını karşılamak için yarattığı bir bileşimdir. Bu bileşim, Türkmenler yanında Çerkezler, Gürcüler, Arnavutlar, Lazlar, Muhacirler, Pomaklar, Kürtler, Araplar ve Müslümanlaşmış tüm diğer ‘milli hisleri gelişmemiş’ olanları içermektedir.

Bu süreçte Ziya Gökalp, yazdıklarını muktedirlerin güncel politik ihtiyaçları çerçevesinde şekillendirmesi, başta Kürtler olmak üzere farklı Müslüman halkları ‘Türk” kavramının içinde emmeye daha uygun önermeler geliştirmesi, militan kişiliği ve tabii popüler dili nedeniyle öne çıkacaktır. Cemiyetle Türkçülük arasındaki bağın daha açıktan savunulmaya başlamasıyla birlikte Ziya Gökalp, sadece en popüler ideolog olarak kalmayacak, aynı zamanda İTC Merkez- i Umumi üyesi olarak devletin resmi ideologu ve yöneticisi konumuna yükselecektir.

Ziya Gökalp’in milliyetçiliği, Rusya kökenli Türkçülerin ırk vurgularına itiraz belirtmesiyle görece farklılık gösterir. Irkın değil din, dil ve kültür bağının esas olduğunu söyleyerek, Türk olmayan yoğun bir nüfus bandıran Osmanlı toplumunun asimilasyonu amacına uygun esneklikte bir ulus tanımlaması yapar. Ancak devletin elde olanı Türkleştirmesini kolaylaştıracak bir ulus tanımı üretirken, diğer yandan, Turan kökenine ve amacına, Asya kökenli sembol ve anlatılara da temel bir misyon yükleyerek, ırkçı Turancılığı da elden bırakmaz. Yine, “Türkçülerin gayesi muasır bir İslam Türklüğüdür. “bu kapsamda “Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır” fikrini işleyerek, Osmanlı’nın Türkleştirilmesine karşı İslamcıların da muhalefetini etkisizleştirmeye çalışır.

İlk anda Akçura’nın ırkçı, Gökalp’in ırkçı olmayan bir yaklaşım sergilediği düşünülebilir. Nitekim “İstanbul’da milliyetçilik ‘ırksal’ arayış içindeyken, ya da Alman modeline yakınken, Selanik’teki daha bir ‘yurttaş’ kimliği olarak Fransız modeline uygun bir anlayışla yol kat ediyor” yorumları yapılır. Birincisi daha en baştan dışlayıcıyken, ikincisi asimilasyoncudur: ancak ikincisine bu nedenle olumlu bir misyon biçmenin koşulu yoktur. Üstelik ideologu Kürt kökenli, şekillendiği yer Selanik olan bu ikincisi, İTC’nin resmi görüşü olarak çok daha operasyonel ve kıyıcı olacaktır. Öyle ki sadece Ermeni, Rum, Süryani, Keldani gibi halkların değil, farklı Müslüman etnisitelerin de kendi tarihsel topraklarında kendileri olarak yaşama haklarının ortadan kaldırılması bu görüşün ürünü olacaktır.

Daha önemlisi bu milliyetçiliğin ‘etnisiteden uzak’, ‘liberal nitelikli’, Turancılığa “kimi zaman ve sonradan’ yöneldiği” iddiaları da doğru değildir. Aksine ileride göstereceğimiz gibi Gökalp’in çizgisi, Turancı yayılmacılığı, savaşı, asimilasyonu ve ırkçılığı daha 1911’den itibaren sistemleştiren bir misyon yüklenmiştir. Bu milliyetçiliğin kurduğu hâkimiyet, onun görece olumlu özellikleriyle değil, aksine çok kimlikli Osmanlı’da devletin öteki kimliklere nüfuz ve asimile etme yeteneğine sahip olması nedeniyledir. Birinci görüş ırkçı başlangıcına rağmen teorik bir arayışın ürünü iken, ikincisi devletin hâkimiyetini içe ve dışa doğru yayma anlamında totaliter ve emperyalisttir.

“Mart 1913’ten itibaren, Ziya Gökalp, Türk Yurdu’nda açıktan açığa Türkçülüğü, yalnız belirsiz bir ülküsel biçimde değil, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlığını taşıyan uzun bir makaleler zinciri ile” doğrudan savunan bir yola girildiğini ilan eder. “Denilebilir ki 1913 ilkbaharından itibaren Türkçülük, adeta resmi bir cereyan olmuştur. Bunlara eşlik etmek üzere “Enver Paşa ve onu takiben Talat Bey ile Halil Bey gibi İTC’nin en mümtaz simalarının Türkçülüğü benimsemeleri ve Enver Paşa’nın çok geçmeden Turancılığı dış siyasette tatbik yoluna gitmesi ile bu cereyan büsbütün önem kazanacaktı.“

Turancı yönelim, hem 1908 ideallerini hem de toplumsal dokuyu iyiden iyiye bozan bir işlev görecekti. Öyle ki İTC milliyetçiliğinin ideologları, toplumu barış, insanlık, hak eşitliği gibi değerlere yabancılaştırmak iradesinin ibret verici misyonerleri olacaktır. Nitekim Ömer Seyfettin tarafından kaleme alınıp Ziya Gökalp ve Ali Canip’i içeren Genç Kalemler dergisinin Yayın Kurulu’nun imzasıyla yayınlanan ‘Vatan, Yalnız Vatan’ manifestosunda şöyle denilir:

  “Bir millet için, bir vatan için manevi hastalıkların en müthişi, en korkuncu ‘insaniyet ve ‘uluslararasıcılık’ fikridir ( … ) Evet, en büyük maraz, ‘insaniyet ve ‘uluslararasıcılık’ fikirleridir. Bunlar yayılırsa vatan mahvolur. Biz başka milletlere dönüşür, erir tarihten siliniriz. Hariçten vatanımıza ithal edilmek istenen bu uğursuz fikirler vebalardan ve taunlardan (veba) müthiş bir afettir!”  

Bu satırların yazıldığı tarih 1911’dir ve İttihatçı ideologların daha bu erken dönemden başlayarak nasıl faşizan bir çizgiye girdiğini, insancıllık, ulusların hak eşitliği ve evrensellik fikrini ‘veba’ ile özdeşleştirerek yok etmeye çalıştığını göstermektedir. Bu aynı zamanda ele geçecek ilk fırsatta muhalefete ve Osmanlı tebaası farklı milletlere ne yapmaya karar verdiklerini de gösterir. Nitekim Yayın Kurulu’nun yazısı, Türk ve Türkleştirilebilir olan toplumu harpsever ve başkalarını ezmeyi meşru gören bir hale getirmeye yönelik olarak şöyle devam eder:

  “Türkiye’deki kuvvetli gençlik bilir ki, ‘sulh’ ve ‘asayiş’ muhabbeti kendisi için ölümdür (…) Harbi seven milletler yükselmiş, hatta biraz olsun sulh ve sükûn için ham hayaller beslemiş olan kavimler, hemen mahıv ve perişan olmuşlardır. Bu kuvvetli gençliğin harekete geçirici (…) felsefenin esası şudur: ‘En açık bilgelik; ezmeyen ezilir!  

Bu anlayışta barış ve halkların kardeşliği değil, savaş ve farklı olanın ezilmesi övünç vesilesidir. ‘Yarınki Turan Devleti’ başlıklı yazısında Ömer Seyfettin; “Harp fena idi, vahşilik idi, barbarlıktı. Sözde bir gün bütün insanlar kardeş olup barışacaklardı’ diye düşünen alimleri zihni darlıkla suçlayarak şöyle devam ediyor: “Halbuki hakikatte muharebe, milletlerin başlıca hayat nişaneleri olan büyümek ve yayılmak seciyeleri arasındaki kaçınılamaz bir çarpışmadan başka bir şey değildir. Milletler doğal hayatlarını yaşadıkça muharebe en zaruri ve mutlak bir hadise idi” diye yazar.

İTC’nin savaşa hazırlık ve savaş hedefleri doğrultusunda toplumu şekillendirme amaçlı bu 1914 tarihli yazıda Ömer Seyfettin şöyle devam eder: “Bir cemaatin ideali diğer cemaatlere göre şüphesiz saldırıya dönüktür. Savunmaya dönük bir ideal, hatta hayal bile olunamaz.” Yine 1914 tarihli ‘Türklük Mefkûresi’ başlıklı yazısında, toplumun İttihatçı hedeflere yeterince hazırlanmadığı yargısının yansıması olarak şöyle der:

  “Bizim milli bir idealimiz yok. Niçin, kimin için, nerede savaşacağımızı bilmediğimiz gibi milletçe ne yapmak istediğimizi de bilmiyorduk. Hükümetin fikri, rahatça yaşayıp, etrafla hoş geçinmek ve ilerlemekti… Buna ideal denmez, miskinlik denir. Milletlerin idealleri daima taarruzîdir. Savunmada kalan ve korkak düşünceler ideal sayılmaz. Bir milletin taarruzî ve milli bir ideali olmazsa o millet korkak ve emelsizdir. Zayıftır. Allah’ın kanunu cezasını verir, o kanun da: Ezmeyen ezilir düsturudur. Başkalarını ezmeyen milletleri diğer milletler ezer.”  

Görüldüğü gibi ‘ezme’ ve ‘saldırma’ erdem düzeyine yükseltilmekte, “niçin, kimin için, nerede muharebe edeceğimizin acilen belirginleştirilmesi yönünde baskı geliştirilmekte, aksi düşünceler ‘miskinlik’, ‘korkaklık ve ‘emelsizlik’ olarak aşağılanmaktadır. 1911’den başlayarak İTC Genel Merkezi’nde hakim olan, ama önce gizlenerek ve reddedilerek, belli bir kurumlaşma ve özgüven elde edilmesi sonrasında da alenen savunulmaya başlanan bu çizgi, resmi ideal, motivasyon aracı ve toplumu yeniden şekillendirmenin başlıca ideolojisi haline gelecektir.

b) Toplumun Türkçü ve Turancı Dönüşümü

Osmanlı İmparatorluğu’nun önceki yüzyıllarda izlediği ekonomik, sosyal ve ideolojik politikaların da sonucu olarak Türkler, diğer halklara oranla uluslaşmakta gecikecekti. Sünni/Sünnileştirilmiş olan ve ağırlıkla Türkçe konuşanlar ‘millet-i hâkime’ idi gerçi, ama bu Sünni kimliğe sağlanmış bir ayrıcalıktı. Türk yanıyla, tıpkı diğer milli kimlikler gibi hakir görülüyorlardı. Sarayın bu tavrının da uzantısı olarak Sünnileştirilmiş olanlar, dinin ümmetçi karakterinin de etkisiyle, gerek Türklük yanını gerekse de Kızılbaş inancını sürdüren diğer Türklerin etnik kimliğini olumsuzluyordu. Bu bağlamda halkın Türkçe konuşan Sünni kesimi, kendisini ‘Türk’ değil “Müslüman’ olarak tanımlıyordu. Farklı etnik kimliklere sahip Hıristiyanlar, gerek ticari etkinlikleri gerekse de Osmanlı tahakkümüne karşı tepkileri ekseninde hızla uluslaşırken, Türkçe konuşan halk ise, gerek etnik bölünmüşlüğü gerek ticari ilgisinin zayıflığı nedeniyle ulusal bilinç geliştiremiyordu. Esasen Müslüman kimliğin kendisi de ulusal bilince karşı ümmet bilincini yücelterek uluslaşmayı engelleyici bir işlev görüyordu.

Ancak bir yandan Batı’daki sanayileşme ve teknolojik atılımlar karşısında geri kalışı ve askeri yenilgileri, diğer yandan tebaa halkların ulusal bilinç edinip bağımsızlık dahil hakları için mücadelelerine bağlı olarak Osmanlı, hem toplumsal temel kaybına uğrayacak hem de yaşama (beka) kaygısına düşecekti.

Toprak kayıpları ve sanayileşememeye bağlı olarak vergi gelirlerindeki düşme ve bütçe açıkları yanında Avrupa’da şekillenen yeni medeniyetin Osmanlı’nın ensesinde dolaşan nefesi, 19. yüzyıl boyunca süren çare arayışlarını beraberinde getirir. Tanzimat ve diğer reformlar bu arayışların sonuçlarıdır. Ancak Tanzimat yanı sıra Mithat Paşa reformları da, kâh emperyalist politikalar kâh monarşi ve dinsel güçlerin direnciyle akamete uğrar. Son olarak 1908 Devrimi’nin de kısa sürede kendisine yabancılaşmasıyla, Osmanlı’nın çağdaş dönüşümü imkânsızlaşırken çöküşü kaçınılmazlaşır.

Sanayileşme ve demokratikleşmeyle çözülemeyerek kronikleşen sorunlar, Abdülhamit döneminde Panİslamcılık ile İTC iktidarında da PanTürkçülük ile göğüslenmeye ve ötelenmeye çalışacaktı. Bu yolla yapılan şey, Müslüman halkın gayrimüslim tebaanın sermaye birikimine, okuluna, kimlik özellikleri ve hak mücadelesine, hem kilisesine, hem de modernliğine karşı kışkırtılması ve bu yolla Türkleştirilerek iktidara toplumsal dayanak yaratılmasıydı.

İktidarlarının Osmanlı'yı soktuğu son savaşta orduların tüm cephelerde yenilmesi sonucu triumvir üç paşa ile yakınlarındaki tüm iktidar sahipleri yurt dışına kaçmışlardı. Üç paşa büyük savaş kayıplarının yanı sıra ermeni halkın tasfiyesi amacıyla çıkardıkları tehcir yasası sonucu milyonu aşkın sayıdaki sivil ermeni halkın ölümünden de sorumlu tutuluyorlardı. Talat Paşa Berlin’de Sogomon Tehliryan tarafından (1921), Cemal Paşa Tiflis’de Stefan Çekiçyan ve Bedros D. Bogosyan tarafından (1922) vurularak öldürüldüler. Harbiye Nazırı İsmail Enver (Paşa) ise Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Agop Melkovyan komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı gerilla harbi yaparken havan topu ile öldürüldü.(1922) Cenazelerinin daha sonra Türkiye'ye getirilerek Hürriyet Kahramanı ilan edilmesi ve anıt mezara konulması, soykırımın ise şidetle savunulmaya devam edilmesi İttihatçılığın ülkemizde hâlâ kuvvetli bir siyasi zemininin bulunduğunu göstermektedir.

Özetle değişen koşullarda devletin, egemenlik alanları ve olanaklarının elinden kaçmasını engelleme ihtiyacına bağlı olarak, önce bütün Müslümanlardan Monarşiyi koruma hattı kurulacak; ancak Arap uluslaşması, Arnavut bağımsızlığı gibi örnekler üzerinde de bu kez Türkmenler ve milli kimliği gelişmemiş Müslümanlardan bir ‘Türk’ ulusu yaratmak çabası içine girilecekti. Önceden zamanın koşullan ve kendi çıkarları çerçevesinde izlediği kültürel politikayla Türkmen’in ulusal bilincini engelleyen, ümmet politikası içinde eriten devlet, şimdi yine kendi gereksinimleri ve koşullar çerçevesinde kendine toplumsal dayanak oluşturacak bir ulus inşasına yöneliyordu. Bu bağlamda Hıristiyan inançlı diğer milletlerin milliyetçiliklerine karşı Osmanlı egemen aklı, Müslümanlar ve Türklerden kendisine toplumsal payanda olarak bir ‘Türk Ulusu’ inşa ediyordu.

Bu süreçte devletin, Türklük ve diğer tebaa karşısında değişen pozisyonunun ilginç hikayesini, bizzat Ziya Gökalp’in satırlarında da gözlemek mümkün: Sürecin ilk dönemine dair anlatımında oldukça nesneldir Gökalp: ‘Şehri’ dediği Osmanlı Sarayı, bürokrasisi ve Sünnileştirilmeye bağlı kültürel olarak onlardan olmuş olan diğer şehirliler, “ne Türk ne Kürt ne Arap ne Arnavut’tu: Bütün milletlere düşman bir heyet… Bu heyet Arabı beğenmez, Kürdü küçümser, Lazla eğlenir, Türkü aşağılardı.”

Ardından bu aşağılamalardan “yalnız Türklere ait olanları naklediyorum” diyerek;

“Türk atına binice kendini bey oldum sanır, ( … ) Türk bilgili olur, adam olmaz, ( … ) Türkün aklı sonradan gelir, ( … ) Türk’e beylik vermişler, önce babasını öldürmüş, ( … ) “

gibi Osmanlı egemen ideolojisinin bilinen aşağılayıcı deyimlerini aktarır.

“Son asırda milliyet duygusu büyük bir nüfuz kazandıktan sonra Türkten gayrı kavimler bu hakaretlere tahammül edememeye başladılar. Bir taraftan Hıristiyan kavimler özerklik iddiasını izlerken, diğer yandan da İslam kavimler milliyetleriyle iftihar etmeye, kavminin aleyhine söz söyletmemeye koyuluyorlardı” diyen Z. Gökalp, diğer milliyetlerden ayrımla Türklerin “milli bir vazife üstlenmemiş kendi başına fertlerden ibaret, milli bir vicdana, milli bir mefkûreye sahip olmayan bir kitle” olmasından, “tarihte ikinci bir örneği olmayan acıklı bir hal” olarak yakınıyordu.

Dikkat edilirse, yapılan sorgulama doğru bir temelde başlıyor, Türklerin de diğerleri gibi kendini ezen devlet ve onun ötekileştirici egemenlik ideolojisine karşı tavır geliştirmesi gereğine kapı açıyor. Ancak buraya kadarki sorgulama, İttihatçıların henüz devrimci ve demokrat olduğu dönemin dilidir. Oysa onlar bu süreçte devlet olmaktadırlar ve buna bağlı olarak, önceden devlet ötekilere (Sünni olmayanlara) ne yapmışsa, kendileri de Türk Sünni olmayanlara aynı davranacak, halkların hakları çizgisinden devletin egemenliği çizgisine geri dönecekler. Yani sorunların çözüm aşamasında çifte standartla iktidarın zihniyetini yineleyecekti. Bu bağlamda Türkmen’i ve Türkleştirilebilecek toplulukları egemen millet olarak örgütleyip, milliyetsiz ve Türkmen’i aşağılaya gelmiş olan Osmanlı devletini ‘milli bir devlete dönüştüren İttihatçılar, İmparatorluğu koruyacak milli bir temel yaratmış oluyorlardı. Bu çerçevede, Arnavut, Arap, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Pomak, vb. kimlikleriyle “iftihar eden” insanlar, “aslen Türk” olduklarına iknaya çalışılıyor, ikna edilemeyenler devletin ve sokağın şiddetiyle terbiye ediliyor ve bu yolla bir ‘Türk Milleti’ yaratma siyaseti izleniyordu, Bu noktada Ziya Gökalp, Osmanlı’nın o güne kadar izlediği siyaset sonucu, “Türk kelimesinin, ayıplı unvanlar gibi kimse üzerine almıyor” olmasından rahatsızlığını belirtiyor, Türkün “Doğu Anadolu’da ‘Kızılbaş’, İstanbul’da ‘kaba ve köylü’ manalarında” olmasından şikayetleniyordu.

Esasen Türk milletleşmesi, Türklerin kendisini diğer milletler gibi hak mücadelesi, eğitim, modernleşme yoluyla yurttaşlaşarak, devlete rağmen inşası şeklinde olsaydı, devletin, 1908 programındaki gibi demokratikleşmesi mümkün olacaktı. Ancak şehirli parçasının Sünnilik yoluyla önceden beri devletin hâkim tebaası ve diğer milletlere (millet-i mahkûme) karşı uzantısı, köylülüğün de yüzyıllar boyu gördüğü baskılardan ezik ve modemlikten uzak olması nedeniyle bu sivil dönüşüm başarılamayacaktı. Aksine Türkmen’in ve öteki Müslüman toplulukların Türkleşmesi, devletin iradesi ve ihtiyaçlarınca belirlenince, hak mücadelesinde denetiminden çıkan ötekilerin dizginlenmesinin aracı kılınacaktı.

Tabii devletin kendi çıkarı adına izlediği bu Türkleştirme ve Türkleştiremediklerini ötekileştirme politikası diğer milliyetlerin korku ve tepkisi ile karşılaşırken, Ziya Gökalp de bu kaygıları 1912’ de şöylesi ifadelerle gidermeye çalışacaktı: “Türk kendi milliyetine hürmet etmeye başladıktan sonra kavimlerin milliyetini de muhterem tanıyacak, kendi hak ve vazifelerini tanıdıktan sonra diğer kavimlerin de vazife ve haklarını tayin edebilecektir. Kendini bilen başkalarını da bilir!” diye yazacaktır.

Oysa Türklük bilinci, devletin o zamana kadar yaptıklarına karşı sivil bir örgütlenme olarak değil de, devletin kendisine itiraz eden diğer halklara karşı şekillendirildiğinden, uygulama tersi yönde gelişecekti. Nitekim devletin kendı şekıllerıdireceği Türkçülükle vatan’, yüzlerce yıldır üzerinde yaşayan farklı milli ve inançsal kimliklere sahip Osmanlı tebaasının eşit haklı ortak yurdu değil, yine eskisi gibi devletin ve devletin istediği kalıba girenlerin kılınacaktı. Bu bağlamda ‘vatan’, Ziya Gökalp’in Türkleşmek-İslamlaşmak formülasyon çerçevesinde birinci aşamada, Türkleşen ve Müslümanlaşanlara ait mekâna indirgenir ve bu bağlamda toplum tektipIeştirilirken, ikinci aşamada da, “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan / Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!” anlayışıyla, bu kez de dışa doğru genişletilmeye çalışılacaktı.

Bu süreçte Osmanlı’yı monarşinin Mülk’ü olmaktan çıkarıp üstünde yaşayan tüm insanların Vatan’ına dönüştürme amacıyla şekillenen 1908 devriminin öncüleri, devlet yöneticilerine dönüşüp ‘Şehrî ’leştikçe, dünü bile aratan gelişmelerin faillerine dönüşecekti. Nasıl ki Abdülhamit kendi tahtı şahsında devletin toplumsal dayanaklarını güçlendirmek için İslamcılık politikası izlemişse, İTC de 1911 sonrasında aynı kaygıyla Türkçü bir seferberlik gerçekleştirecekti.

Özetle ‘Türklük’ , İTC tarafından hem İslam’ın egemeni, hem Osmanlı’nın sahibi, hem de milli bilinci olmayan diğer tebaayı asimilasyon aracı bir devlet kimliği olarak şekillendiriliyordu. Böylece ister Sünnilikle isterse de Türklükle tanımlansın, ‘millet’, devletin egemenliğinin toplumsal örtüsü, ‘devletin milleti’ oluyordu.

Bu noktada özellikle yinelenmeli: Türklükten yana bu değişim, gerçekte Türk halkının haklarından yana bir hassasiyetin sonucu değil; aksine, onun da hak ve özgürlüklerine karşı şekillenmiş devletin kendi egemenliğini meşrulaştırma, yayma ve kalıcılaştırma kaygısının ürünüydü. Nitekim bu yolla gerçekte Müslüman-Türkler, haklarıyla yurttaş düzeyine yükseltilmeyecek, aksine modern tebaalar olarak ‘vatan’, ‘millet’ kışkırtmasıyla Alman yayılmasına asker yapılacaktı. Her şeyin eksenine devleti oturtan bu gelenek anayasal metinler dâhil günümüze bile, “devletin milleti ve ülkesi” olarak damgasını vurabilen garip bir ideolojik hâkimiyet oluşturacaktı. Toplumun sürekli zayıf, örgütsüz ve sinik kılındığı, devletin ise, bizzat ezdikleri nezdinde bile amir ve kutsal addedildiği, bu nedenle de demokratikleşme ve adalet dinamiklerinin hep kötürüm kaldığı bir siyasal-toplumsal gelenek kurumlaşacaktı.

Türkçülük politikasının devletlerarası egemenlik kavgalarının kurbanı olarak Balkan ve Kafkasya’dan gelmiş göçmenlerden oluşan hazır bir tabanı vardı. Bu taban, son Balkan felaketinin ürettiği göçmen ve mağduriyetlerle birlikte hızla büyümüştü. Köken olarak çoğunlukla Türk olmayan bu göçmenler, Türk kimliğini benimsemeye önsel olarak hazır ve Hıristiyan halka yönelik anlaşılır tepkilere sahip ciddi nüfuslarıyla kaderlerini Osmanlı devletinin kaderiyle bütünleştirmişti. Bu nüfus, kendisi de esas olarak bir Balkan örgütü olan İTC’nde kendi siyasal partisini, Anadolu’nun Türkleştirilmesinde de kalıcılığını buluyordu. Bu kapsamda devlet de onları yerel egemenlik ve etnik arındırma ihtiyaçlarının gerektirdiği bölgelere yerleştiriyordu.

İttihatçılık, Türkiye Cumhuriyetinin ilk 80 yılında laik demokratik görünümlü askercil derin devletçilik biçiminde sürmekte iken yirmibirinci yüzyılda daha saltanatçı sünni islamcı otoriter bir versiyona evrildi. İktidar partisi, toplumu siyasi bakımdan Osmanlı devirlerine götürmek gibi inanılmaz şizofrenik bir misyonu üstlenmiş görünmekte, bu projesi halkın bir kısmından da sanki bir ölçüde yanıt bulmaktadır. Bugün 2015 itibariyle Türkiye'de hala İttihatçılığın resmi bir temelinin bulunduğu rahatlıkla söylenebilir..

Özetle, Osmanlı devlet düzeninde yüzlerce yıldır aşağılanmış olan Türklerin, Hıristiyan tebaanın milli hak talebiyle kontrolden çıkmasına paralel kıymete binmesi söz konusu. Onları aşağılayan da sorun halkın hak ve özgürlükleri değil, devletin egemenlik çıkarıydı. Nitekim bu süreçte Türk ve Müslümanlık yüceltilirken Türk ve Müslümanların hak ve özgürlükleri gelişmeyecekti. Artan oranda Türklüğe atıfta bulunan, ‘milli kimlik’ olarak belirginleştiren, Türklüğe dair bir övünç dili geliştiren devlet, onun sosyal durum ve siyasi haklarını kendine dert etmeyecekti. Böylece Müslümanlığı ifade eden ‘millet-i hâkime’ durumu Türklüğe geçecek, ancak bu durum kendi başına bir kıymet oluşturmayacaktı: Türklerin kıymeti İttihatçıların/devletin yönelimlerine uyumları oranında olacak, buna karşın kendilerine belirlenen misyonun dışına çıktıklarında, hele ki İttihatçılara muhalefet ettiklerinde, diğeri gibi itibarsızlaştırılacak, ‘hainlikle’ suçlanacak, düşmanlaştırılacak, diğerlerinin yaşadıkları baskılarla karşılaşacaklardı. Salt arkadan vurulan gazetecilerin kimliğine baktığımızda, saldırının önce Gayrimüslimlere değil, Türk-Müslüman muhaliflere yöneltildiğini görmeye yeter.

Dönemin ideologlarından Ömer Seyfettin, 1912 tarihli Milli Tecrübelerimizden Çıkarılmış Ameli Siyaset başlıklı yazısında bu durum, “Türklerin siyasi müessesesi olan İttihat ve Terakki’ye muhalif bir fırkanın başına geçecek bir Türkün Türkiye’de hayat hakkı yoktur” şeklinde gerekçelendirilir; Türk – Müslümanlarca kurulan dönemin ana muhalefet partisi “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”, düşmanların, “Türklere ve Türklüğe karşı harp” aracı ilan edilerek düşmanlaştırılır, bir müddet sonra da fiziken tasfiye edilir. Şöyle devam eder Ömer Seyfettin:

  “Bir Türkün İttihat ve Terakki’den ayrılması kâfi cinayettir. Çünkü bir Türk bu milli müesseseden ayrılıp nereye gidecektir. Bir kere düşününüz ve arayınız. Mutlaka Hürriyet ve İtilafçı muhaliflerin koştuğu yere, Patrikhaneye değil mi? Ve böylece milliyetini ayaklar altına almış bir Türkün, düşman kucağına düştükten sonra, milli ve dini mefkûremize hıyanet ettikten sonra aramızda, bizim memleketimizde yaşamaya hakkı var mıdır? Hayır asla! Öyle bir hainin, Türklerden ayrılıp Hıristiyanlara el uzatan, Hıristiyanların o korkunç ve tamamen malum olan emellerine hizmet eden bir hainin yaşamaya hakkı yoktur. Türkiye’nin havası, suyu, ekmeği ona haramdır. Onu zehirler.”  

Görüldüğü gibi, bu psikolojik harp diliyle İTC’den ayrılmak, ona muhalefet etmek, “hainlik” ve “cinayet” ile “korkunç ve tamamen malum emellerle” damgalanıp düşmanlaştırılan Hıristiyanlıkla özdeşleştirilerek yaşam hakkı imkânsızlaştırılır. Yani genel anlamda Türk ve Müslüman olmak da yetmez; İTC’nin istediği gibi olmak dayatılarak bunun dışındaki her tercih ve muhalefet düşmanlaştırılarak tasfiyesi yoluna gidilir.

Dünün yüzyıllarında kendi çıkan için, Türkmen’in kültürünü aşağılayan, onu daha rahat kontrol altında tutmak için Sünnileştiren, hak taleplerini dillendirdiğinde de ezen, Balkanlara, Kıbrıs’a, Girit’e sürgün eden, farklı beylikler olarak bile varlığına tahammül etmeyip fetheden, onu sadece savaşa asker, harcamalarına vergi kaynağı olarak konumlandıran devlet, milli bilincin yükseldiği bu yeni çağda, milli bir forma girmiş, ama zihniyetini değiştirmemişti.

İçine girilen milliyetçilik çağında çokuluslu imparatorluklar, doğal olarak büyük bir gerilim ve dağılma riski yaşıyordu. Bu gerilimi aşmak için ya milli talepleri içeren demokratik bir yeniden yapılandırma gerçekleştirmek ya da talep sahiplerini ezmek gerekiyordu. Abdülhamit’in Panİslamist politikasına karşı gelişen 1908 Devrimi, gerçekte birinci çözüm arayışını temsil ediyordu. Ancak gerek demokratik dinamiklerin zayıflığı gerekse de emperyalist müdahaleler sonucunda, kendi devrimci amaçlarına yabancılaşmaya başlayan dönemin muktedirleri, kısa bir zaman sonra devletin eski geleneğinin sürdürücüleri olacaklardı.

Bu kapsamda hem iç hem de uluslararası gerilimlerini arttırıp sorunları daha da kangrenleştiren bir yol izlenecekti: Memurların Türkleştirilmesi. “genç milliyetçilerin en yüksek yerlere getirilmesi,( … ) hükümet kontrolü altında meydana gelmiş esnaf topluluklarıyla eğitim, yabancı tüccar ve esnafın boykotu, yerli olmayanların tüketim kooperatiflerinden dışlanması”, gece dersleri, izci teşkilatı, beden eğitimi kurumları, konferanslar , vb. araçlarla hızlandırılmış bir Türkleştirme programı izlenecekti. Böylece devlet yönlendirmeli milliyetçilik, milli arayışları geliştiren diğer faktörlerin de etkisiyle hızla her tarafa dal budak salmaya başlayacaktı.

Bu İttihatçı bilinç dönüşümüne ilişkin olarak, dönemin tre İzmir Sekreteri Celal Bey şu yorumu yapar: “Balkan muharebesinin bin bir faciası içinde Arnavut, Arap gibi Müslüman unsurların da Türk topluluğundan ayrılmak istedikleri meydana çıkınca, bizde de milliyet fikri kıvamını buldu. Hadiseler hep bu yönde muhakeme edilmeye başlandı: Devleti doğuran milletin, güvenilecek tek kuvvet olduğu hükmüne varıldı ve Devlet, kendine kalkan yapmak üzere ‘güvenilecek’ milletini ve onu yaratmanın yolunu belirlemişti: “Fuat Köprülü’ nün ifadesiyle, ‘Osmanlılığı bölünmekten ve dağılmaktan kurtarmak, ancak Türklerin de milli bir ideale sahip olmalarıyla mümkün olacaktır.’ Ona göre yeni politikanın derin çekirdeğinde Türkçülük, etrafında İslamcılık olmalı, dış kabuğunu da Osmanlıcılık sarmalıdır.”

İTC’nin, İmparatorluğun mevcut hâkimiyetini koruma ve yayma arayışının ürünü olan bu milliyetçiliği, feodalizme karşı demokratikleşme veya emperyalizme karşı kendi kaderini tayin etme anlamında milli mücadeleci milliyetçiliklerden de farklıdır. Böylesi milliyetçiliklerden ayrımla İttihatçı milliyetçilik, imparatorlukçu bir hâkimiyet ideolojisiydi. Diğer yandan İslamcıydı ama bu Abdülhamit gibi geleneğe yönelmek anlamında bir İslamcılık olmadığı gibi, İslam uluslarının hak eşitliği anlamında demokratik bir yönelim de değildi; aksine tüm Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ve onları bu kimlikten hareketle güdebilecek konum elde etmek arayışıydı. Tabii bunların ötesinde içeride güvenli bir toplumsal dayanak oluşturmak için Türkçülüğü benimseyip geliştirirken, hâkimiyetini ta Çin Seddi’ne kadar büyüteceğini zannettiği bir şeyi, Turancılığı bayraklaştıran yayılmacı/emperyalist bir içerikte şekilleniyordu. Bu kapsamda onun ideali (mefkûresi), temsiline soyunduğu Türk halkına adil ve müreffeh bir hayat vermek de değildi; “asıl mesele devletin kuvveti” ve bu kuvvetin toplumsal dayanağını inşa edeceği ideolojik temeldi.

Özetle ilerici ve kendiliğinden bir durumla değil, kuruluşundan başlayarak içeride tahakkümcü, dışarıda yayılmacı ve iktidar partisinin iradesiyle örgütlenen manipülatif bir ideoloji karşısındaydık Tıpkı PanCermenizm veya Panslavizm gibi PanTürkçülük de irredantist (bizden’ olduğu varsayılan ama diğer devletlerin egemenliğinde yaşayan ‘soydaşları’ tek bir devlette birleştirmeyi hedefleyen) bir zihniyetle şekilleniyordu. Tıpkı Almanya’nın ‘güneşteki yerini almak’ yönelimi gibi iTC’nin PanTürkçülüğü de, içeride diktatörlüğü dışarıda savaşı kaçınılmaz kılıyordu.

Bu çerçevede yoğun bir toplumsal seferberlik ve örgütlenme yapılacak, 1911’den itibaren Türk Ocağı, Türk Bilgi Derneği, Türk Gücü, İzci, Türk Yurdu ve benzeri bir dizi örgüt ve yayın peş peşe kurulacak, Türkçülüğün bizzat devlet aracılığıyla toplumu şekillendirmesi ve örgütlemesi işlevi yüklenecektir. Amaç “milliyetçi fikirleri yaymak ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Türk devleti haline getirmekti!”

İTC ideologlarından Tekinalp’in ifadesiyle Türk Ocağı, “tüm sınıfları eğitme işini üstlen[ecekti]” “Yalnız Türklere açık ve yabancı Müslümanları bile kabul etmeyen bu örgüt, amacını hükümetin onaylamış olduğu şu maddeyle ifade eder: “İslam’ın en önemli bölümünü oluşturan Türk halkının ulusal eğitimi için çalışmak, onun entelektüel, toplumsal ve ekonomik düzeyini yükseltmek ve Türk dilini ve ırkını mükemmelleştirmek için çalışmak! “

Bu kurumlardan Türk Bilgi Derneği‘nin amacını, “yeni bir dil, edebiyat ve uygarlık yaratmak” olarak tanımlayan Tekinalp, Türk Gücü, İzci gibi kurumlan da, “ulusun fizik gücünü arttırmaya” çalıştığını söyler. Böylece tüm bu örgütler, “ırkın fiziksel ve psikolojik gelişmesi sırasında oluşan farklı dalları” oluştururlar.

Tekinalp, Türk Bilgi Derneği’nden, “İTC Merkez Komitesi’nden destek alan yarı resmi bir kuruluştur” diye söz eder. İzci Derneği de “Başkan Enver Paşa ya da daha doğrusu Savaş ve Eğitim bakanlıklarınca kurul muştur ve yetkililer tarafından korunur ve idare edilir, bu yüzden tümüyle yarı resmi bir yapıdadır. “Diğer yandan ‘Türk Yurdu ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasındaki bağı da hiç kuşkusuz Enver Paşa kurmuştu. Böyle bir bağın kurulmuş olması bizi şaşırtmamalıdır. Resmî politikası ‘Osmanlıcılık’ olan İTC, alttan alta Türk Milliyetçiliği akımını destekliyordu.” Türkçü kurum yöneticileri ve yazarların bir kesimi aynı zamanda İTC yöneticisi, milletvekili olmasının yanında Hüseyin Cahit, Enver Paşa gibi diğer bir kısım yöneticiler tarafından da maddi olarak destekleniyordu.”

Bütün bu örgüt ve yayınlar aracılığıyla “liderler, yaşamları her gün daha tazeleşen ve güçlenen genç insanların kalplerine ulusal düşüncenin tohumlarını serpecektir.” Tabii görüp göreceğimiz gibi “ulusal düşüncenin serpilmesi”, Türk halkının kendi kimliğini keşfetmesi değil, devletin yönlendirmesiyle savaşı, yayılmacılığı, öteki halklara karşı düşmanlığı ve kendi devletine karşı ise kayıtsız şartsız boyun eğme bilinciyle şekillendirilmesidir. Gençliğin militarist eğitimi bu ‘tohum serpmenin’ temel öğelerindendir. Kuzucuoğlu Tahsin Bey, Türk Gücü Cemiyeti’nin(1913) amaçlarını şöyle dile getirir:

  “Büyük Turanı özleyen yeni, uyanık Türk dünyası, Turanın altın tacını taşıyacak saltanat binasının dört direğini dikti: Türk Bilgi Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Türk Gücü… Dernek’in meydancısı, Ocak’ın bekçisi, Yurd’un koruyucusu, Turan’ın akıncısı olacak[tı]  

Reisi, o sırada İstanbul Muhafızı olan Cemal Paşa olan Türk Gücü“nün ana şiarı, ‘Türkün gücü her şeye yeter!’dir ve programına, “Türk ırkını çöküşten kurtarma” amacını koyar. ‘Tüm bu süreçte sergilenen kaba ırkçı söylem bir yana, Turanı gerçekleştirmenin mümkün olduğu ruh hali yaratılmaya çalışılarak yayılmacılık kutsanır. Ne ki, gençliği bu mantıkla koşullandırıp milyonları ölüme sürenler, yenildikten sonra, ‘Rusya’ya karşı kendimizi korumak için Almanya ile ittifak yapmak, bunun bedeli olarak da savaşa girmek zorundaydık’ yollu mazeretler üretmekten de geri durmaz. Yani saldırıya yeten ama savunmaya yetmeyen şizofrenik bir ‘Türk gücü’ imgesiyle karşı karşıyayız!

Bu vesileyle ‘Rus korkusu ve savunma arayışının, savaş öncesi egemen dilde pek görülmediğini, buna karşılık çöküş sonrası mazeret literatürünün ana argümanı olduğunu da anımsatalım. Savaş öncesinin egemen dili, daha sonra ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi hep savaş, yayılma, Turan ve egemenlik üzerinedir. Toplum, sınırsız bir özgüven, cihan hâkimiyeti ideali ve ezme ajitasyonu ile savaşa koşullandırılmaktadır ki Türk Gücü Cemiyeti delege sorumlusu Kuzucuoğlu Tahsin Bey imzalı metin bu hazırlığı şöyle yansıtır:

  “Türkün Gücü ta Karakurum’da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükmedik bilek, kırmadık kılıç, vurmadık kale bırakmaya[cak] (…) Türkün o demir pençesi yine dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısında tir tir titreyecek“  

İlk teorizasyonlarından biri Goldz Paşa’nın, Millet-i Müsellaha (Asker Millet) kitabında yapılan bu militarist örgütlenme ve zihniyet, gençliğin kendini ifade ediş tarzını da belirler. “İttihatçıların Türk milletini askeri bir toplum olarak yeniden yaratma projesinde cemiyetin yarı askeri karakteri de etkindi. ( … ) çoğu genç subay tarafından çıkarılan İttihatçı dergilerin ismi de militaristtir: ‘Silah’ ‘Süngü’, ‘Top’, “Tüfenk’, ‘Hançer’,”vs.

Militarizm, ölüme koşacak, bunun kutsal ve erdemli bir iş olduğuna inanacak, itaat edecek haklardan ve yaşamdan söz edenleri düşman görecek, egemene ve siyasetine muhalefet edenleri kuşkulu kılacak, değer sistemini güç, savaş, fetih, egemenlik üzerinden kuran bir toplum ister. Bu bağlamda militarist eğitim ve örgütlenme seferberliği her yaş ve kesime yönelik olarak yaygınlaştırılır. “Osmanlı Güç Cemiyeti (1914) ve Osmanlı Genç ve Dinç Cemiyeti (1916) , ortaöğretim düzeyindeki öğrencilere askeri eğitim vermek amacıyla kurulur. Harbiye Nezareti’ne doğrudan bağlı olup tüm devlet okullarında ve medreselerde bunların şubelerinin olması zorunlu kılınır.”

Osmanlı Güç Cemiyeti, tüm Osmanlıları, Cemiyete girmek ve talimlerine katılmak zorunda bırakır. “Bu zorunluluk askerî görevi başlayana kadar geçerlidir. Diğer yandan eğitim müfredatının askerî karakteri güçlendirilir. Yeni jimnastik dersleri, askeri talim ve askeri donanım dersleri ile gençlere askerliği sevdirmek ve askerliğe hazırlamak amaçlanır. Atış poligonlarında silahlı eğitimin yanı sıra askeri zaferleri esas alan tarih dersleri vermek için subaylar okullara gönderilir. Tüm bu müfredatı yeniden düzenlemenin arıda yatan, İttihatçıların, yaşanan askeri yenilgilerin temel nedeni olarak ‘milli histen yoksun olma’yı görmeleriydi.”

Balkan yenilgisinin o travmatik atmosferinde Türkçülük, kitlesel bir destek patlaması yaşayacak, özellikle genç subaylar içinde baskın ideoloji haline gelecekti. Öyle ki Turancılığın önemli ideologlarından Tekinalp, Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler? başlıklı çalışmasında, Balkan” savaşı sayesinde Türkler, uluslarının beşiği ve ırklarının yuvası olan ideal anavatanları Turan ülkesini kazandılar. Türk ulusu önemli bir harekette bulunarak gözünü, yitirdiği topraklarından, yani Selanik, Üsküp, Manastır ve Yanya’dan çekti ve Turan ülkesine, geleceğin ideal anavatanına çevirdi” diyecekti.

Böylece yaralarını sarmaktan başka bir şey düşünmeyen ‘Türk ulusu’, İttihatçılarca yeni savaşlara hazırlanıyordu. Bu amaçla halkın dini duyguları da etkin bir şekilde kullanılacaktı. Yine Tekinalp’in söz konusu çalışmasında, İTC yöneticilerine atfen şöyle deniyor:

  “Dinci ve ulusçu güdüleri akıllıca bir biçimde bir araya getirmeye çalıştılar. Ulusçuluğun hala soyut kalan ülkülerinin, halk kitlelerini ve eğitimsiz, okuma yazması olmayan kişilerden oluşan alt sınıfları çekmeyeceğini açıkça gördüler. Bu sınıflara din bayrağı altında ulaşmak daha uygundu. Dinin çekimi evrenseldir, oysa ulusçuluk, eğer yerinde kullanılacaksa iyi bir eğitim gerektiren daha hassas bir alettir. Doğru an gelip kitleler ulusçuluk düşüncesine inanmaya başladıklarında, din öğesi tümüyle kenara atılmamak kaydıyla ulusçuluğun daha hassas olan çekiciliğinden yararlanmakta tereddüt edilmemelidir.”  

Devletin egemenliğini güçlendirmek ve yaymak eksenli bir mühendislik projesi karşısındayız, Sözcüğün gerçek anlamında idealler değil, toplumsal temelini geliştirmek için gerekli öğeler ve oranlar üzerinden soğukkanlı bir ulus inşası yapılmaktadır. Türk-İslam ulusu inşa etme sürecinin şekillendirilmesinde Musevi ideologun rolü de bu İnşanın Türk ve Müslüman halkın haklarıyla değil, muktedirlerin çıkarlarıyla belirlendiğini gösterir.

İTC koşulların uygunluğu ve ellerine geçirdikleri devletin bütün olanaklarını seferber etmeleri sayesinde Turancı bir toplumsal hegemonya kurmakta büyük bir başarı elde edecekti. Dönemin önemli ideologlarından Ali Canip, daha 1913 Ağustosu’nda, “nihayet şu son bir iki sene zarfında bu cereyan, Turan mefkûresiyle doğan ve büyüyen mukaddes milli cereyan Türk ilinin her köşesine yayıldı” diye yazar.

Tabii bu süreçte İTC, kendi devrimci hedeflerinin inkârıyla antidemokratik bir dönüşüme uğrarken, devlete kayıtsız şartsız tabi bir toplum yaratılması ve çoğulculuğun yok edilmesi amacı edinecekti. Bu bağlamda ‘vatan’ da, üzerinde yaşayan insanların ve milletlerin haklarından yalıtılarak, devletin topraklarına indirgenecekti. Devletin güç merkezi olan İTC Genel Merkezi, karar ve davranışlarını sorgulanamaz kılmak için süreğen bir milliyetçilik koşullandırması yapacak, her türden hukuksuzluk soyut bir ‘Türklük çıkarı’ ile meşrulaştırılacaktı. Bu koşullarda, ister Türk-Müslüman, isterse başka milletlerden olsun, hak talepleri düşmanlaştırılıp etkisizleştirilirken toplumsal enerji ve birikimler de, demokratikleşme, kalkınma, adalet ve savunma yerine, tektipleştirme ve dışsal yayılma yönelimleriyle telef edilecekti.

Böylece 1908 Devrimi hedeflerinden vazgeçilmek yönündeki her savrulma, sonraki süreçte sorunların daha da artmasına, Osmanlı’nın Almanların kucağına düşmesine ve savaş felaketine sürüklenmesine neden olacaktı. Bu kapsamda Türkçülük, savaş öncesinden başlayarak etnik arındırma ve asimilasyon bayrağı olarak yükseltilirken, 1908 Devrimi’nin Türklerden sonraki en önemli parçası olan Ermeniler ve Osmanlı devlet geleneğinin en önemli parçası olan Araplar Osmanlı’ya yabancılaştırılacaktı. Tabii bu durum Ermenileri ve Arapları, kendi doğal hakları için içeriden umutlarını kestikçe Rusya ve İngiltere-Fransa’dan medet umar hale savurarak güvenlik sorununu büyütecekti. Oysa Rusya devletindeki Türklerin ‘kurtarılması’ (dolayısıyla Rusya’yı Osmanlı karşıtlığına kışkırtan) politikalar izleneceğine, başta Araplar ve Ermeniler olmak üzere Osmanlı milletleriyle eşit haklı bir ilişki sağlayacak reformlar yapılsaydı, birbirini izleyen felaketlerden kaçınılabilecekti.

Kısacası hesabın yanlış yapılmış olması bir yana bu proje, hem hukuk dışı hem de ayrıştırıcı, güncel deyimle ‘bölücü’ idi. Esasen her şeyi ‘Türklük adına’ yaptıklarını söyleyenler, onun yaşam kalitesini, refahını, hak ve özgürlüklerini geliştirme hassasiyeti de göstermeyeceklerdi. Aksine diğer halkların meşru haklarını Türkçülükle bastırmaya çalışan zihniyet, Türk halkını da, hak isteyen farklı eğilimlerini tasfiye ettikten sonra savaşa sürerek ona tarihinin en büyük felaketini yaşatacaktı.

Başta Z. Gökalp olmak üzere yöneticilerin, “Türk deyince aklına Anadolu’da ezile ezile yaşayan canlı halk değil, mistik romantik bir tarih kavramı, bir ‘mefkûre’ getirdi. Onlar yiğitliğini öve öve bitiremedikleri canlı Türk askeri ‘mehmetçik’i bile mitleştirmedikçe anlayamaz, sevemezdi. Anlasalar ve sevselerdi, onu öyle çürük bir ‘mefkûre’ uğruna, Yusuf Akçura’nın da dediği gibi yabancı cephelerde, yabancı çıkarlar uğruna ordu ordu kırdırabilirler ve sonra dönüp bu korkunç cinayetleri sulusepken bir vatanseverlik edebiyatıyla süsleyebilir, örtebilirler miydi? ( … ) Türkçü olduğunu, Türk politikası izlediğini iddia edenlerin Anadolu’da yaşayan halkı görmezlikten gelmeleri ve daha kötüsü padişahlığın yüz yılda yapamadığı kötülüğü ona on yılda yapmaları, nerdeyse kökünü kurutmaları nasıl açıklanır, nasıl mazur görülürdü?”

Savaşa giden dünyanın çözülmekte olan Osmanlısı’nda Gökalp’i, “ivedilikle kotarılmasını istediği bir ödev bekliyordu: Türkiye’nin acıklı ve kendi rejimlerinin çirkin gerçeklerinden gözlerini ayırıp yıldızlı, yaldızlı bir kuruntu dünyasına çevirmek” ve bu bağlamda “emperyalist savaşta seve seve ölmeyi sağlamak için eski cennet ideali yerine geçecek bir Turan ideolojisi düzüp koşmak!”

Turancılığın ideologları, uluslararası koşulların da yardımıyla, bu noktada büyük bir başarı elde edeceklerdi. Öyle ki, “mektep ve medrese talebeleri, zabitler ve aydın zümre, 1914’te Rusya’ya karşı başlanan büyük savaşa işte bu milliyetçilik ve Türkçülük, hatta Turancılık mefkûreleri ve heyecanı içinde girmiş ve büyük mefkûrenin gerçekleşeceğine inanmıştı.”

Dönem üzerine (üstelik Türk-İslam perspektifiyle) çalışanlardan Mustafa Çolak’ın da aktardığı gibi, daha “savaş başlamadan önce ( … ) ‘Rusya’daki kardeş Türklerin’ kurtarılması veya onlarla birleşilmesi düşüncesi” İttihatçı basında yaygınlaşıyordu, tabii Osmanlı’yı riske atan bu maceracılık kendi eleştirel tepkilerini üretmekte gecikmeyecekti. Nitekim kendisi de İttihatçı olup Cumhuriyet’in de ilk İçişleri Bakanı olacak Ahmet Ferit, gidişatın tehlikelerine karşı şöyle uyarıyor:

  “Türkçülük, özellikle dış ilişkilerinde aşırı bir şekilde muhafazakâr olmalı ve kendini herhangi bir maceradan uzak tutmalıdır. Turancılık bugün sadece bir hayal bile olsa, Rusya’yı korkutmaktadır. Uygun olmayan bir zamanda sınır ötesi Türklerle ilgilenmek, bomba ile oynamak anlamına gelir. Güçlü silahları kullanmak için önce güçlü bir bünye gerekmektedir. Atılgan insanların düşündüğü gibi politika, cesurca ölmek değil, tam tersine akıllıca yaşamaktır. Bizim bugün tek vazifemiz vardır: O da Osmanlı devletini ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak sağlam bir bünyeye kavuşturmaktır.”  

Görüldüğü gibi, emperyalist hayallerden arınmamış olsa bile, soğukkanlı bir muhasebe yeteneği ve ülkenin çıkarları karşısında asgari bir sorumluluk, salt fikir olarak bile Turancılıktan uzak durmak gereğini anlamaya yetiyordu. Üstelik Turancılığın. “bugün sadece bir hayal bile olsa Rusya’yı korkuttuğu” ve “bomba ile oynamak anlamına geldiği” uyarısı, gerçekte kimin kimi tehdit ettiğini göstermek açısından da çarpıcıdır.

O sırada Turancılık, iktidar odaklarında öylesi hâkim bir düşünce haline gelmişti ki K. Karabekir’in de dillendirdiği “Anadolu Türk Milliyetçiliği” tezi bile artık İTC yöneticilerince “hoş görülmeyerek [kendisine] geri verilecekti.” Bunu takiben Enver’in amcası Halil Bey aracılığıyla, “Bakü’den gelen ileri zatlardan Kara Bey ile doğrudan müzakere ettirilerek ikna edilmeye çalışılacaktır. Karabekir, Kara Bey ile müzakeresinde ikna edilmek bir yana, tersine Turancılıktan uzak durmak fikrinde daha da kemikleşecektir:

  “Teklifleri, sakat ve tehlikeli olduğu kadar da yüzeyseldi, Rusların Kafkasya’dan kovulmaları işi beni büsbütün şüpheye düşürdü. Şöyle dedim: ‘Şimdi içeride bu zayıf zamanımızda bizi sınıf dışı maceralara sürüklemek doğru mudur? İttihat Terakki Kafkasya’da teşkilat kuruyor, tahrikler yapıyor diye böyle zayıf bir zamanımızda Rusya’yı aleyhimize kaldırmaya sebep olmaz mısınız? Bundan başka son zamanlarda Çarlık, Türklüğe de biraz nefes aldırırken [gerçekten de o dönemde Çarlık, Türkler ve Ermeniler dâhil tâbi milletlerin kültürel haklarına yönelik bir dizi açılım gerçekleştiriyordu] sizlerin Çarlığı Kafkasya’dan kovmak üzere teşkilatla uğraştığınızı duyarsa sonunuz nereye varır? Rus dostluğu içinde ilmi olarak yükselseniz ve böylece siyasi ayrılıklarla Rusları da aleyhinize çevireceğinize ilmi olarak yükselerek aynı idarede Ruslarla eşit haklara kavuşmanız daha iyi ve daha kolay değil midir?”  

K. Karabekir, “hazırlanan aşa soğuk su katan” bu itirazî gerekçelendirmesini, Halil Bey’e (Paşa) de yineler: “Takatimiz ancak sınırlarımız içindeki Türklüğün kalkınmasına ve o sınırların savunulmasına yeter. Bugün Osmanlı camiasını bile tutmakta zorlanıyoruz. Sınır ötelerinde, özellikle Kafkasya’daki Türklerle uğraşmak cinayettir. Bütün çabamız ilmi sahada yoğunlaşmalı, Rusları kuşkulandıracak en ufak bir hareketten bile çekinmeliyiz.”

Öylesi akıldışı ve maceracı bir politika izleniyordu ki, Karabekir bir ara bunun Rusya’nın manipülasyonu olabileceğini bile düşünür: “Benim kanaatim Ruslar bu tür adamlar aracılığıyla Cemiyeti tahrik ediyorlar. Elde edecekleri belgeleri veya yakalayacakları şahısları dünyaya göstererek memleketimizdeki kargaşalıklarla elde edemedikleri sonucu bize karşı savaş açarak elde edeceklerdir.”

Kaygılarını herkesle paylaşmaya çalışır: “Ne yazık ki Talat Bey’i ve bu işlere taraftar bazı arkadaşlarını bizzat uyarmama rağmen sözlerim İTC ileri gelenlerince kabul görmedi. İran’a ve Azerbaycan’a heyetler hazırlandı. Bu Kara Bey’le birlikte yola çıkarıldı” diye kaydeder.

Resimler ve altyazıları hariç bu yazının tamamı İlgi eserden alıntıdır.

Gerçekten de Turancılık. Rusya’yı Osmanlı’ya karşı kışkırtarak bomba ile oynama etkisi yapıyordu. Her ne nedenle olursa olsun resmi yayınları, eğitim politikaları ve toplumsal örgütlenmelerinde bu politikayı güden bir Osmanlı, arı kovanına çomak sokuyor, başkalarının kendisine karşı plan yapmalarını kışkırtıyordu. Bu riskin Rusya’ya ittifak önerisi yapıyor görünerek telafi edilemeyeceği açık. Bu bir yana, bütün konsolosluklar ve Türk olmayan halkların gözü önünde ve pek çok durumda onlara karşı yürütülen bu PanTürkçü politika, Osmanlı’nın iç ve dış yönelimlere dair (Osmanlıcılık, tarafsızlık gibi) resmi açıklamalarını da bütünüyle güvenilmez hale getiriyordu. İttihatçı yayın organlarında tam bir gözükaralıkla süregiden Turancılık propagandasına Alman ordusu ve tekelleriyle günden güne gelişen ilişkiler de eklenince, diğer emperyalistlerin Osmanlı karşıtı arayışları da adeta kaçınılmazlaşıyordu.

Özetle, Balkanlar’da yaşanan toprak kaybı ve yenilgilerin neden olduğu toplumsal travmayı kullanarak hâkim kılınan Türkçü-Turancı politika, Osmanlı’nın gerek iç gerek dış sorunlarını çözmek yerine kangrenleştiriyordu. Genelde Osmanlının, özelde Türk’ün / Müslüman’ın yarasına merhem olmadığı gibi, bu toprakların diğer kadim halkları Ermeni ve Rumları tasfiyeye yönelen, Arapları yabancılaştıran, yani Osmanlı’yı dağıtan bir işlev görüyordu. Dahası Osmanlı’nın emperyalizme karşı meşru haklarının savunulmasını da, savaşın dışında kalma şansını da olanaksızlaştırarak İmparatorluğun da felaketi oluyordu.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.