Rumlar

Tarihte Neler Oldu | | Eylül 28, 2015 at 9:35 am

1955’te devlet tarafından tertiplenen ve başta Rumlar olmak üzere İstanbul’un Hıristiyan ahalisine vahşi, yağmacı, talancı bir güruh tarafından yaşatılan 6-7 Eylül olaylarının üzerinden 60 yıl geçti. Bu olayları analiz etmeden önce Osmanlı’dan bu yana Hıristiyan ahalisine yönelik devlet politika ve uygulamalarına bakmak lazım.


Osmanlı İmparatorluğu’nun iskân ve sürgün politikalarının en önemli özelliği etnik ve dinsel nüfus yoğunlaşmalarını karıştırarak önlemekti. Toprak kayıplarının başladığı dönemlerde ordunun terk ettiği yerlerdeki Müslüman ve Türk nüfus da geri çekilmiş böylece sürekli bir muhaceret sorunu yaşanmıştı. Özellikle Rus Çarlığı’nın yayılma ve çekilme politikaları Osmanlı ile benzerlik taşıdığından savaşlar sonucu karşılıklı göçler yaşanıyordu. Mesela 1783’te Kırım’ın işgali sonucu, Tatar Müslümanlar kitlesel olarak Osmanlı topraklarına göç ediyorlardı. Balkanlar’dan Kafkaslar’a kadar Ruslara karşı alınan her yenilgi İmparatorluğa göç eden Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Abdülhamit, bu artıştan memnundu. Ruslar açısından ise bu durum boşalan yerlere Hıristiyan nüfus iskân edilmesi fırsatı yaratmıştı. Nitekim Osmanlı tebaası Rum ve Ermenilerin bu yerlere göç etmesi teşvik edildi.

10 Temmuz 1908’de Abdülhamit’in Anayasa’yı ilan etmesi mutlakıyetin ağır baskısından kurtulan Hıristiyan halkı başlangıçta sevindirmişti. Ancak çok geçmeden “Girit’i Birleştirme” girişimleri nedeniyle İstanbul, İzmir ve Selanik’teki Rumlara karşı yağma ve tehcir hareketleri başladı. İttihat ve Terakki, eğitimden ticarete Türkleştirme ve Müslümanlaştırmayı hedefliyor, Almanya’nın çıkarları ve yönlendirmeleriyle İmparatorluğun can damarları kesiliyordu.

Rıza Nur hatıratında Topal Osman ile yaptığı bir konuşmayı şöyle anlatmakta. “‘Ağa Pontusu iyi temizle’ dedim ‘temizliyorum’ dedi. ‘Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma’ dedim. ‘Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum’ dedi. ‘Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ dedim. ‘Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim’ dedi.” Topal Osman fiilî Giresun Belediye Başkanlığı (daha sonra cumhurbaşkanlığı muhafız alay komutanı), Rıza Nur ise Osmanlı Meclisi’nde milletvekilliği yaptı (daha sonra milletvekili ve bakan). Doğu Karadeniz’de birkaç kilise dışında Rumlara ait hiçbir şey bırakılmadı. Ayni uygulamalar Ermenilerin yoğun yaşadıkları bölgelerde de yapıldı, böylece kültürel izler de yok edildi.

Avukat ve şair olan Mikail Argirapulos, 4 Eylül 1908’de İzmir Bornova’da bir İngiliz malikânesinde İttihat ve Terakki’nin önemli temsilcilerinden biri olan Dr. Nazım Bey ile dünyanın ilgisini çeken bir söyleşi yapıyordu. Dr. Nazım, örgütün Elen varlığına nasıl baktığını ve politikasının ne olacağını şu sözlerle anlatıyordu. “Bugün Anadolu’da Elen olarak 3.000.000 kişiyi bulduğunuz tahmin ediliyor. Göründüğü gibi azınlıkta bulunuyorsunuz, buna rağmen taleplerde bulunarak, büyük kargaşa kopararak hareket ediyorsunuz. Yarınlarda, başka ve size bahsettiğim nedenlerden dolayı gittikçe azınlığa düşeceksiniz. Lütfen bunu iyice dinleyiniz: Var olan çoğunluk zirveye ulaşacak. İlk şık olarak: Gereksiz savaş hazırlıkları dışında sükûnet ve nizam hüküm süreceği için doğumlar çoğalacak. İkinci şık olarak: Şimdi İmparatorluğun sınırları dışında bulunan milyonlarca Türklerden büyük bir çoğunluk tabii veya başka yollardan bu topraklara akın edecek. Gelişmeleri seyredin; bugünkü şovenistlerin kaderini tahmin etmeniz için sizi yalnız bırakıyorum.” Söyleşiyi izleyen gazeteci Mihail Rodas, söyleşiden sonraki duygu ve düşüncelerini şöyle anlatıyor. “Akşam karanlığı salonun içine sessizce çökmüştü ve çehreler artık zorlukla seçiliyordu. Yorulmayan konuşmacımıza parlak fikirlerini samimiyetle açıkladığı için ona teşekkür ettik ve dışarı çıktık. Rum çocukları, yolda karınca kümeleri gibi toplanarak oynamaya devam ediyorlardı. Kendime hâkim olamayarak belirsiz olan yarınları düşünmeye başlıyordum… 1914’te neler mi oldu? Nazım Bey’in 1908 sonbaharında İzmir’de söyledikleri gerçekleşti.”

İttihat ve Terakki, Anadolu ve Doğu Trakya’da Türkleştirme- Müslümanlaştırma politikalarıyla etnik ve dinsel temizliğe girişti. Ermenilerin yanında Rumlar da tehcir ve mübadele yoluyla hızlı bir etnik arındırmaya tabi tutuldu. 1911-1914, 1916 Rum tehciri, 1919-1923 Rum tehcir ve mübadeleleri etnik arındırma olarak gerçekleşti. İttihatçı Halil Menteşe bu arındırmanın nasıl yapılacağını şöyle anlatıyor. “Talat Bey, Balkan Harbinde hıyanetleri tebarüz eden anasırdan memleketi temizlemeyi ön safa koymuştu. Fakat bunu yapmak çok ihtiyat isteyen bir işti. Alınan tedbir şu oldu. Valiler ve diğer memurin resmen bu işe müdahale eder görünmeyecek. Cemiyetin teşkilatı (Teşkilat-ı Mahsusa) işleri idare edecek. Rumlar ürkütülecek.” Bu anlatımdan sonra bütün yaşananlar eşkıya eliyle ürkütüp kaçırma yönteminin devletin kodlarına işlediğini göstermekte. Bugün bu yöntemin halen uygulandığını gazete ve HDP binalarına yaptırılan saldırılarda görüyoruz.
1910’dan itibaren İmparatorlukta Rum mallarını almama ve Rum tüccarları ezme eylemleri başlatıldı. Nefret en yüksek noktaya gelmişti. Görünürdeki neden Girit’in Yunanistan’la birleşmesiydi. Bu ortamda “Gâvur” diye nitelenen İzmir’in camilerinde hocalar Hıristiyan ahaliden mal alınmasını engellemek yönünde vaaz vermeye başladılar.

İttihat ve Terakki, 1913 yılı Ekim ayında Balkan Savaşı hezimeti nedeniyle Almanya’ya yaklaşıyor, yaptığı gizli anlaşma sonucu Osmanlı askerî ve sivil bürokrasisini Alman görevlilerin emrine sokuyordu. Almanya, ekonomik faaliyetlerinin ve bölgede yayılmasının önünde engel gördüğü, sermaye birikimine sahip Rumların ve Ermenilerin bertaraf edilmesini istiyordu. Bu istek etnik ve dinsel homojenleştirme politikası güden İttihat ve Terakki’nin Türk- Müslüman örgütlenmesi hedefine uyuyordu. Bunun sonucu Ege’de, Orta Anadolu’da ve Pontus kökenli Doğu Karadeniz’de Rumlara karşı sindirme, tenkil, zorunlu iskân ve baskıyla kaçırma politikaları uygulanmaya başlıyordu.

Rumlar orduda amele taburlarına alınıp, savaş alanlarında yol yapımında kullanıldılar. Çok sayıda Rum soğuk ve açlık nedeniyle öldü. Rum erkekleri dövülüp, işkence görürken büyük çapta yağmalar yapıldı. İttihatçı hükümet, yabancı müdahaleleri körükleyen Rum sorununu Batı Anadolu’dan Rumları uzaklaştırıp yerlerine Rumeli göçmenlerini yerleştirerek temelden çözmek istemiştir. Mesela Rum kasabası olan Ayvalık’taki araziler ve evler, Bosna’dan gelen göçmenlere verildi. Batı Anadolu Rumlarına karşı girişilen misilleme 1914 ilkbaharında genelleşti, Rumlar yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılıp mallarına el konuldu. Bütün operasyonlar Osmanlı jandarmasını yöneten Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tarafından yürütüldü. Bu tehcir uygulamaları Ermenilere uygulanacak zulmün habercisiydi.

1911'de Trabzon'daki Phrontasterion Pontus Rum okulundaki öğretmen ve öğrenciler.


Kilise ve cemaat kayıtlarına göre kıyıma uğrayan Pontus Rumlarına ilişkin genel tablo vahim gözükmekte. Amasya, Niksar, Trabzon, Tokat, Maçka, Şebinkarahisar’da 815 yerleşim birimi yok edilir, 1134 kilise ve 960 okul soygunlar sonucu boşaltılarak yakılır, binlerce insan çeşitli şekillerde öldürülür ya da sürgüne gönderilir.

1915 Ermeni tehcirinden sonra 1916’da ikinci Rum tehciri gelir. Bergama, Dikili ve Ayvalık boşaltılarak Müslüman göçmenlere tahsis edilir. İttihatçı Kuşçubaşı Eşref, Ege bölgesindeki Rum ve Ermeni nüfusun sürgününde önemli rol oynar. Üretim ve ticaret hayatında Rum ve Ermeni işadamlarının yerine Türk- Müslüman işadamları geçmeye başlar.

1919-1922 yılları arasında her iki tarafın çeteleri birbirleriyle savaşırlar. 9 Eylül 1922 günü Türk ordusu İzmir’e girince “gâvur” olarak nitelenen insanların evleri, işyerleri yağmalanır. İlk gün Müslüman olmayan ahaliden insanlar öldürülür. Binlercesi deniz yoluyla gönderilir. 13 Eylül’de Sakallı Nurettin Paşa Rum ve Ermenilerin oturdukları semtleri ateşe verdirir. İzmir yakılıp yıkılırken Anadolu Rumları da göçmeye başlar. Lozan Antlaşması’yla gelen ve 1922-1924 yılları arasında uygulanan mübadele ise insan trajedileri barındıran zorunlu bir sürgündü.

Sonuç olarak Ege, Trakya ve Karadeniz’den 1.200.000 Rum gönderilmiş oldu. Daha önce gidenlerle bu rakam 1.500.000 insan demekti. Kuşkusuz bunun içinde ölenler de vardı. 1.500.000 Ermeni’yi de katarsak 3.000.000 insan ülkeden silinmiş oluyordu. İnsani dramların yanı sıra, bu nitelikli insan kaybı ülke ekonomisinin ve sosyal hayatının da çöküşü demekti. Kuşkusuz bu aynı zamanda bir medeniyet kaybıydı.

1955’te devlet tarafından tertiplenen 6-7 Eylül olayları sonrası kalan Rum ve Ermeniler de kaçırtıldı. 6-7 Eylül olayları özellikle Rumlara yönelik sonuçları bakımından önem göstermekte. 6 Eylül 1955 günü devlet radyosu öğlen haberlerinde, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı bir saldırı yapıldığı haberini duyurdu ve aynı gün öğleden sonra İstanbul Ekspres Gazetesi bu haberi yaydı. Bundan hemen sonraTaksim’de toplanan kalabalıklar bir protesto mitingi düzenlediler.

Yunan kökenli Rum vatandaşları birer birer İstanbul’u terk etmeye mecbur bırakılırken..


Hıristiyan halkın iş yaptığı ve oturduğu Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Moda, Kadıköy,Kuzguncuk, Çengelköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Eminönü gibi semtler hazırlıklı gelmiş saldırgan grupların akınına ve saldırısına uğradı. Saldırılar, 20-30 kişilik kışkırtıcı ve tahripçilerden oluşan, çeşitli saldırı araç ve gereçleriyle donanmış organize gruplarca gerçekleştirildi. Bu gruplar ellerinde Türk bayrakları ile Atatürk ve Celal Bayar’ın büst ve fotoğraflarını taşıyorlar, “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” (KTC)’nin rozetlerini dağıtıyorlardı. Saldırgan gruplar halkı da kışkırtmak için “Makarios’a Ölüm”, “Kıbrıs Türktür” sloganlarıyla Kıbrıs sorununu kullanıyorlardı. Saldırganların bir kısmında gayrimüslimlerin ev ve işyerleri listeleri bulunuyordu. Hedef sadece Rumlar değil, Ermeni ve Yahudi tüm Müslüman olmayanlardı.


Şehrin her yerinde dükkânlar ve evler yağmalandı, piyanolar ve dolaplar pencerelerden atıldı. Kiliselerde bulunan kutsal eşya tahrip edildi, bazı kiliseler ateşe verildi. Rum Ortodoks mezarlıkları da zarar gördü. Polis olanları izleyerek pasif durumda kalıyor, bozulan kamu düzenine müdahale etmiyor ve adeta olanlara göz yumuyordu. Bir kısım Müslüman halk komşuları olan Hıristiyanları koruma için küçük ölçekte de olsa direnmeler gösteriyor ama bir kısmı da onları ihbar ediyordu.

Atatürk’ün evine saldırı yapıldığı haberi İzmir’de de yerel bir gazete tarafından yayılınca İstanbul’daki olaylara benzer saldırılar yaşandı. Ankara’da ise şiddet içermeyen öğrenci protestoları oldu. Saldırılar Eylül ayı boyunca devam etti. 8 Eylül gecesi İskenderun’daki bir Rum- Ortodoks Kilisesi’ne dinamitle saldırıldı. 9 Eylül’de İzmir- Alsancak’ta Aya Vuklin Kilisesi’ne saldırılarak ateşe verildi. 10 Eylül’de Balıklı Rum Hastanesi’ne saldırıldı. İstanbul’da oturan Yahudilerin evlerine “gamalı haç” işareti çizildi. Çanakkale’de anti-semitist bildirimler dağıtıldı. Olaylar Yahudi ahaliyi de kapsayacak boyutlara ulaşmaya başlamıştı.

Hükümet, bu durum karşısında İstanbul, Ankara ve İzmir’de örfi idare (sıkıyönetim) ilan etti. İstanbul’da 5104 kişi tutuklandı. İçişleri Bakanı Namık Gedik istifa etti. Milli Emniyet Hizmetleri Şefi, İzmir Valisi ve garnizon komutanı, İstanbul Emniyet Müdürü ve üç general görevden alındı. 12 Eylül 1955’de örfi idare Meclis’te görüşüldü. Fuat Köprülü olayları komünist bir komploya bağladı.

Maddi hasar konusunda kaynaklara göre farklı rakamlar sözkonusu. Amiral- hukukçu Fahri Çoker Dosyasına göre 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile fabrika ve otel gibi yerlerle birlikte 5317 tesis hasara uğradı. Tahrip edilen yerlerin bir çoğu Rumlara ait olmakla birlikte, Ermenilere ve Yahudilere ait birçok yer de tahrip edilmiş, hattâ Müslümanların bir kısmının da evleri saldırıya uğradı. Tartışmalı olmakla birlikte Türk basın kaynaklarına göre, ölü sayısı 11, yaralanan insan sayısı 300-600 arasında olup, çok sayıda kadına da tecavüz edildi.

10 Eylül 1955’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde bir yardım komitesi kuruldu. Bankalardan, şirketlerden ve derneklerden baskıyla bağışlar toplandı. Bağışlar Hıristiyan halkla dayanışmaktan çok, saldırıların sonucu nedeniyle zora girmiş devlete destek veren bir vatanseverlik olarak algılanıyordu. Hasarların ancak yüzde 10’u kadar bir tazminat ödendi. Mağdurlar bu ödemelerin gerçek bir telafiden çok, dünya kamuoyuna yönelik göstermelik bir tavır olduğu düşündüler.

Hükümet, saldırıların sorumluları olarak komünistleri gösterdi ancak bu açıklama tatmin edici bulunmadı. 7 Eylül’de komünist olarak bilinen ve aralarında Aziz Nesin, Asım Bezirci, Muzaffer Amaç, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Müeyyet Boratav gibi isimlerin bulunduğu 48 kişi askerlerden ve askerî hâkimlerden oluşan özel mahkemece tutuklandı. Ancak komünistlerin bu saldırılarla ilgili olduklarına ilişkin bir delil yoktu. Nitekim 1955 yılının sonuna kadar tutuklu komünistler diğer birçok tutuklu ile birlikte serbest bırakıldılar.

“Kıbrıs Türktür Cemiyeti”, Başbakan Menderes’in teşvikiyle 2 Ekim 1954’te resmen kurulmuştu. Türk kamuoyunun Kıbrıs sorununa ilgisini yansıtması beklenen bu cemiyetin faaliyetlerine hükümet finans destek sağlıyordu. KTC, öğrenci ve gençlik örgütleri ile yoğun bir işbirliği içindeydi. Kurucu üyelerinden büyük bir kısmı Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMG) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) üyelerinden oluşuyordu. Cumhuriyetin kuruluşundan beri gençlik örgütleri devlet tarafından yönlendirilip kullanılıyordu. Öğrenci örgütlerinde çok sayıda Milli Emniyet Hizmetleri (MAH) üyesi de yer almıştı.. KTC, ayrıca milliyetçi çizgideki sendikalarla da işbirliği içindeydi. Ancak soruşturma ve yargılamalarda bu ilişkilerin üzerinde durulmamış, MAH’ın olaylardaki rolü araştırılmamış, yargılamalar beraat kararlarıyla sona ermiştir.

Kıbrıs’ta sivil direnişi örgütleyen isim olarak bilinen ve 1971’de Özel Harp Dairesi’nde görev yapan emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na “6-7 Eylül olayları Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmedir” şeklinde beyanat veriyordu. Özel Harp Dairesi 1953 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu olarak kurulmuş daha sonra bu adı almıştı. Bu itiraftan 6-7 Eylül olaylarının arkasında Seferberlik Tetkik Kurulu ve askerin yönetiminde olan MAH’ın bulunduğu anlaşılmakta. MAH, hem Selanik’teki bombalama eylemine hem de olayların kışkırtıcısı bir biçimde İstanbul Ekspres Gazetesi’nde duyurulmasına katılmıştı. Selanik’teki Türk azınlığın bir üyesi olarak yaşayan ve hukuk eğitimi gören, aynı zamanda da MAH çalışanı olan Oktay Ergin eylemci olarak Yunan makamlarınca tutuklandı, ancak daha sonra serbest bırakıldı. 22 Eylül 1956’da İstanbul’a getirildi. MAH içinde çeşitli görevler yaptıktan sonra önce kaymakam sonra vali oldu. İstanbul Ekspres Gazetesi’nin sahibi Mithat Perin de önce tutuklanıp sonra serbest bırakıldı. Perin’in MAH ile işbirliği yaptığı 1960’ta MAH’a mali yardım talebiyle yazdığı bir mektuptan anlaşıldı. Dış kamuoyu, hükümetin Londra Konferansı üzerinde baskı oluşturmak amacıyla olayların hazırlanmasına yeşil ışık yaktığına ancak olayların vardığı boyutun hükümet için de sürpriz olduğuna inanmıştı. Yassıada’da Menderes ve diğer DP’liler 6-7 Eylül olayları nedeniyle yargılanırken, Yüksek Adalet Divanı, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ve ordunun bir parçası olan MAH’ın rolünü taleplere rağmen araştırmaktan kaçındı ve DP hükümeti tek sorumlu olarak gösterildi.

6-7 Eylül olaylarından sonra gayrimüslimler devlete olan güvenlerini kaybettiler. Bunun sonucu olarak göçler başladı. 1955 yılında Türkiye’de 79.691 Rum yaşarken bu rakam 1965’te 48.096’ya indi. Yahudilerde bu rakam 33.000’den 23.000’e, Ermenilerde ise 70.000’den 56.376’ya düştü.

Başlangıçta, Türk hükümeti gayrimüslimlerin ekonomiden sermayelerini çekmelerini engellemek amacıyla göçleri frenledi. Saldırılardan hemen sonra gayrimüslimlerin servetlerini yurt dışına transfer etmeleri yasaklandı. Sermaye ihracının önlenmesi kitleler hâlinde göçü engelledi.

6-7 Eylül olaylarıyla Müslüman olmayan kesimde yaratılan vatandaş olarak kabul edilmedikleri algısıydı. Artık gelecekte huzur bulma inancı kaybolmuştu. Başlarına ne geleceği konusunda kaygılıydılar. Göçler İstanbul’daki kozmopolit hayatı sona erdirirken, geçmişlerini ve anılarını bırakıp gidenlerin mutlu olması zordu.

DP hükümeti, 1954 yılından itibaren muhalefet ve basın üzerindeki baskıyı arttırmaya başladı. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in hükümete yönelik eleştirisi üzerine Samsun’da gözaltına alınıp, polis gözetiminde İstanbul’a getirilmesi, çıkarılan Basın Kanunu’yla eleştiride bulunan gazetecilerin tutuklanıp cezalandırılmaları otoriterleşmenin göstergeleriydi. 6-7 Eylül olayları da hükümetin muhalefet, basın ve öğrenci hareketlerini sınırlandırması için bir bahane yaratmasına zemin hazırlamıştı. Nitekim 7 Eylül 1955’te İstanbul, Ankara ve İzmir’de altı ay süreyle sıkıyönetim ilan edildi, muhalefetin meclis soruşturması istemi sıkıyönetim gerekçe gösterilerek reddedildi. Ulus Gazetesi kapatılırken, Milliyet, Tercüman ve Hergün’ün yayınları 14 günlüğüne durduruldu. İstanbul’daki Rum ve Ermeni gazeteleri de sıkı bir sansüre uğradılar. 1956 yılı Haziran ayında yapılan yasal bir düzenlemeyle toplantı ve gösteri hakları sınırlandırıldı. Böylece 6-7 Eylül olayları iktidarın basına ve muhalefete yönelik baskılarının bir bahanesi oldu. Bugün geldiğimiz noktayla ne kadar benzer değil mi?

Hükümetin tüm çabası, Rum Toplumunun bir saldırıya uğradığını gösteren verileri yalanlamak ve gizlemek istikametinde oldu. Saldırıların boyutlarını gizleme teşebbüsü, İstanbullu Rum Fotoğrafçısı Dimitri Kalumenos’un çektiği fotoğraflar ve bunların gazeteci Yeorgios Karagiorgas’ın teşhir etmesi neticesinde başarısızlıkla sonuçlandı.

İngiliz hükümetinin öncülüğünde 29 Ağustos’ta başlayan Londra Konferansı, İngiltere’nin Kıbrıs’taki statüsünün ve çıkarlarının ve Enosis’i önleme amaçlı politikasının bir sonucu olarak düzenlenmişti ve İngiltere Türkiye’yi bu sürece etkili olarak katma politikası izledi. Konferans, İstanbul’da meydana gelen olaylar nedeniyle 6 Eylül’de kesilirken, İngiltere’nin istediği gibi Kıbrıs üzerinden Türk-Yunan anlaşmazlığı dünyanın gündemine giriyor, ABD de Kıbrıs politikasını İngiltere lehine değiştiriyordu. Böyle bir amaca hizmet eden saldırılar; hükümet ve gizli servisin planlaması, öğrenci ve gençlik dernekleri, sendikalar ve KTC gibi örgütlerin de katkısıyla gerçekleşmişti. Bu saldırılar kadim etnik-dinî homojenleştirme politikalarının uygulamada bir aşama daha kat etmesini sağladı. 6-7 Eylül olayları Kıbrıs sorunu, arındırma politikaları, hükümetin hak ve özgürlükler konusunda otoriterleşmesi ve ekonomik koşullar ekseninde anlaşılabilir.

6-7 Eylül olaylarının bir uzantısı olarak 1964 yılında Rumların büyük bir göç dalgası hâlinde ülkeyi terk etmelerine yol açan bir olay daha yaşandı. 1963 yılı Aralık ayında Kıbrıs Rumlarının Türklere yaptıkları saldırı üzerine 1964’te Başbakan İsmet İnönü, 1930 yılında Yunanistan ile imzalanmış olan ve Yunan yurttaşlarının oturma ve çalışma izinlerini düzenleyen anlaşmayı feshetti. Akrabalık ilişkisi nedeniyle, Türk pasaportu olan Rumlar da Yunanistan pasaportu olan İstanbullu Rumlarla birlikte göç etmeye başladılar. 1964 yılı Ekim ayına kadar yaklaşık 30.000 Türk pasaportlu Rum ülkeden göç etti. Gidenler yanlarına sadece 20 dolar ve 20 kiloyu aşmayan bir bavul eşya alabildiler. Göçmenler, ülkeden ayrılmadan içeriğini bilmedikleri bir belge imzalanmaya zorlandılar. Bu belgeyi imzalayanlar Kıbrıs’taki Yunan teröristlere para yolladıklarını, İstanbul Helen Birliği adlı derneğin üyesi olduklarını, izinsiz döviz ticareti yaptıklarını ve ülkeyi kendi istekleriyle terk ettiklerini kabul etmiş oluyorlardı. Göçmenlerin muhtemel vergi borçları karşılığı malları haczediliyor, servetlerine el konuluyordu. Böylece göç ettirme ve mallara el koyma olayı Kıbrıs sorunu üzerinden Türkiye’nin iç ve dış güvenliği bağlamında meşrulaştırılıyordu. 1974 Kıbrıs çıkartması da kalan son Rumların gitmesine sebep oldu. 1978’de Rum-Ortodoks nüfus 7.000 kişiye düşecekti. Bugün ise Rum nüfus 3.000 kişinin altına düşmüş bulunmakta.

6-7 Eylül 1955 Pogromu temelde azınlık toplumlarını iç düşman gören bir siyaset zincirinin önemli bir halkasını oluşturmakta. Hükümetler 1955-2003 yıllarını kapsayan dönemde, Türkiye’de yaşayan Rum toplumuna yönelik kısıtlama ve baskı önlemlerine devam ederek meşru hukuka dayalı hak ve özgürlük taleplerini gözardı ettiler. Bu siyasi programın İttihat ve Terakki zihniyetinin devamı olduğu ve Müslüman olmayan halkın vatandaş değil, doğduğu topraklarda yabancı olarak algılanmasından ortaya çıktığı açık. Müslüman olmayan halka karşı güdülen politikalar bilhassa 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yoğunlaştı ve 1962 yıllında İsmet İnönü’nün başbakanlığından itibaren 2003 yıllına kadar aktif olan Azınlıklar Tali Komisyonu koordinasyonu altında yürütüldü. 1964 sürgünü ve Gökçeada- Bozcaada’nın Rumsuzlaştırılması bu sürecin önemli aşamaları.

Heybeliada Ruhban Okulu kanunlar çiğnenerek kapatıldı. Yargıtay, 1974 yıllında aldığı bir kararla, vatandaşı olan Müslüman olmayan halkı “Yabancı” olarak niteleyerek, Cemaat Vakıflarının 1936’dan sonra edinmiş olduğu binlerce kıymetli gayrimenkule el koymanın yolunu açtı. 2003’ten sonra çıkarılan kanunlar henüz bu kitlesel insan hakları ihlalini giderememiş durumda.

Müslüman olmayan kesimin okullarına atanan yardımcı müdür vasıtası ile yapılan baskılar ve alınan sistematik birçok idari önlem ile öğrenci sayısı azaltılmış ve bu süreçte çok sayıda Müslüman olmayan öğretmen işten çıkarılmış durumda. Son 10 yıl içinde sorunların kısmen giderilmesi sınırlı ve yetersiz bir gelişme.

Lozan Antlaşması’nın 14. maddesi uyarınca Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada (Tenedos) Türkiye’ye yerel nüfusun kendini idaresi şartı ile devredilmiş, ancak bu şart hiçbir zaman uygulanmamış. 1964 yılında devrin hükümeti Eritme Programı kapsamında bu iki adadaki Rum okullarını kapatmış ve Gökçeada’da ağır ceza mahkûmlarının tutulduğu açık cezaevi kurarak, adada ciddi güvenlik sorunları yaratmış bulunuyor. Aynı zamanda idari önlemlerle Rumların mülkiyet hakları geniş çapta çiğnenmiş, meraları tazminatsız kamulaştırmalar ile yok edilmiş. Bu baskıların neticesine iki adada 12.000’i aşan Rum nüfusu, bugün Gökçeada’da 300 ve Bozcada’da 10 kişiye inmiş durumda.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Avrupa Konseyi’nin kararları ve önerileri ile Rum toplumunun varlığını devam ettirme yönündeki uygulamalarda ilerlemeler kaydedildi ve Gökçeada’da Rum okulları 50 sene sonra açılmaya başlandı.
İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu (İREF) son beş yıl içinde hükümet ile geliştirdiği doğrudan temaslarında, Rum toplumuna karşı uygulanan sistemli ve uzun zamandır süren kitlesel insan hakları ihlalleri sonuçlarının giderimini ve haksızlıkların telafisine yönelik acil adımların, artık daha fazla beklenmeden atılmasının kaçınılmazlığını ısrarla dile getirmiş ve şu anda İstanbul’da yaşayan Rum toplumu ile birlikte vatanlarından uzakta bırakılan İstanbul Rum Toplumu’nun sorunlarının çözümü için öneriler sunmuş.

Resimler ve altyazıları hariç bu yazının tamamı Ümit Kardaş'ın ''Rumlar'' isimli yazı dizisinden alıntıdır.


İstanbul Rum Toplumu’nun yüzde 98 oranındaki çok büyük bir bölümü yurtlarından uzakta yaşamak zorunda bırakılmış durumda. İREF’in önerileri arasında vatandaşlıktan çıkarılan 40.000 civarında İstanbullu Rum ile birlikte yeni nesil gençlere vatandaşlık tanınması, Rumca kitapların Rum okullarına kısa zamanda ulaştırılması, azınlık vakıflarının el konulan mülklerinin geri verilmesi, şahsi mülkiyet sorunlarının çözümü, kendi vatandaşlarını rehin olarak gören ve başka hükümetlere baskı aracı olarak kullanılan mütekabiliyet prensibinin terk edilmesi var.

Okurlar bu yazı dizisinin hazırlanmasında yararlandığım kaynaklardan bir kısmını oluşturan değerli araştırmacı yazarlar Ayhan Aktar, Ayşe Hür, Alexander Papadopoulus, Baskın Oran, Dilek Güven, Emmanouil Emmanouildis, Fuat Dündar, Hasan İzzettin Dinamo, Hıfzı Topuz, Hulusi Dosdoğru, Mihail Rodos, Rıdvan Akar, Rıfat N.Bali, Suat Parlar, Tanıl Bora ve Tessa Hoffman’ın yapıtlarından okumalar yapabilirler.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.