Toplum Yasaları
Sözlük | Thomas Hobbes | Ekim 18, 2015 at 5:04 pmToplum Yasaları’ndan benim anladığım, insanların şu veya bu toplumun değil fakat bir toplumun üyeleri oldukları için uymak zorunda oldukları yasalardır. Belirli yasaların bilgisi, çeşitli ülkelerin yasalarını incelemeyi kendilerine meslek edinmiş olanlara aittir; genel olarak toplum yasası kavramı ise herkesçe bilinir. Roma’nın eski yasaları, toplum anlamındaki civitas sözcüğünden, onların toplum yasaları olarak anılırdı. Geçmişte Roma İmparatorluğu egemenliği altında bulunmuş ve o yasalarla yönetilmiş olup bugün hala o yasaların uygun gördükleri bölümlerini kullanmayı sürdüren ülkeler, onları, kendi toplum yasalarından ayırt etmek için, toplumsal hukuk olarak anarlar. Fakat burada bahsetmek istediğim bu değildir; amacım, şurada veya burada yasaların nasıl olduklarını göstermek değil, Platon, Aristoteles, Cicero ve diğerlerinin yaptığı gibi ve hukukçuluk mesleğini işin içine katmadan, yasanın ne olduğunu göstermektir.
İlk olarak, şırası açıktır ki genel olarak yasa bir tavsiye değil bir emirdir; herhangi bir kişinin bir başkasına verdiği bir emir de değildir ama; daha önce belirli bir kişiye itaat etmeye zorunlu kılınmış birine, o kişi tarafından verilmiş bir emirdir. Toplum yasasına gelince, burada sadece emri veren kişinin adı eklenir ki bu persona civitatis’tir, yani devlettir.
Sonuçta, toplum yasasını ben şöyle tanımlıyorum: TOPLUM YASASI, her uyruk için, sözle, yazıyla veya iradenin bir başka yeterli işaretiyle, doğru ve yanlışın ayırt edilmesi için,yani neyin kurala aykırı olup neyin olmadığının ayırt edilmesi için kullanılmak üzere, devletin uyruklarına emrettiği kurallardır.
Bu tanımda, ilk bakışta her şey gayet açık gibidir. Çünkü herkes görebilir ki bazı yasalar genel olarak bütün uyruklara hitap eder: bazıları belirli bölgelere, bazıları belirli mesleklere, bazıları da belirli insanlara, ve böylece yasalar sadece emrin yöneldiği insanlar için geçerlidir. Yine görülebilir ki yasalar haklı ve haksızı gösteren kurallardır; haksız olarak bilinip de bir yasaya aykırı olmayan hiçbir şey yoktur. Yine görülebilir ki devletten başka kimse yasa yapamaz; çünkü tâbiyetimiz sadece devletedir. Ayrıca, emirler yeterli işaretlerle gösterilmelidir; çünkü, aksi takdirde, kişi onlara itaat etmesi gerektiğini bilemez. Şimdi, bu yukarıdaki tanımdan çıkarılan bütün sonuçlar doğru kabul edilmelidir. Ben şu aşağıdaki sonuçları çıkarıyorum.
Yasa koyucu egemen güçtür. 1. Monarşide olduğu gibi ister tek bir adam olsun, demokraside veya aristokraside olduğu gibi isterse bir heyet olsun, bütün devletlerde, tek yasa koyucu egemen güçtür. Aynı nedenle, egemen güçten başka hiç kimse yürürlükteki bir yasayı kaldıramaz; çünkü bir yasa, onun uygulanmasına son veren bir başka yasayla kaldırılabilir ancak.
Egemen güç toplum yasalarına tabi değildir. 2. ister bir heyet isterse tek bir kişi olsun, bir devletin egemen gücü toplum yasalarına tabi değildir. Çünkü yasa koyma ve kaldırma kudretine sahip olduğundan, ne zaman isterse, onu rahatsız eden yasaları kaldırıp yenilerini koyarak kendini bu tâbiyetten kurtarabilir; yani, egemen güç aslında o yasalar varken de özgürdü. İstediği zaman özgür olan bir kişi özgür demektir. Kişinin kendi kendine bağımlı olması da mantıklı değildir; çünkü bağlayabilen bir kişi, aynı zamanda salıverebilir demektir. Dolayısıyla, sadece kendine bağımlı olan bir kişi aslında bağımlı değildir.
Bir yasa, zamana değil, egemen gücün rızasına dayanarak kullanılır. 3. Uzun süre kullanılması bir yasanın otoritesini sağladığında, otoriteyi sağlayan şey sürenin uzunluğu değil, egemen gücün susmakla gösterdiği iradesidir; çünkü susmak bazen bir rıza alametidir. Egemen güç susmakla bu rızayı göstermediği zaman, artık o yasa bir yasa olmaktan çıkar. Dolayısıyla, egemen güç, şu andaki iradesine değil de önceden yapılmış yasalara dayalı bir hak sorunuyla karşı karşıya olduğunda, aradan geçen zaman ilgili kişinin hakkına halel getirmeyecek ve sorun hakkaniyet kurallarına göre sonuca bağlanacaktır. Pek çok haksız davalar ve haksız hükümler, hiç kimsenin hatırlamadığı kadar uzun bir zaman sürebilmektedir. Hukukçularımız sadece akla uygun örf hukukunu dikkate alır ve akla uygun olmayan örflerin kaldırılmasını savunurlar. Ancak, neyin akla uygun olduğuna ve neyin kaldırılacağına yasa koyucu karar verir. Yasa koyucu ise, meclis veya hükümdardır.
Doğal hukuk ile toplum yasaları birbirini içerir. 4. Doğal hukuk ile toplum yasaları birbirini içerir ve aynı kapsamdadır. Adalet, hakkaniyet ve kadir bilirlikten ve bunlara dayalı diğer ahlak erdemlerinden oluşan doğal hukuk, salt doğa durumunda, tam anlamıyla yasa değil, insanı barış ve uyuma teşvik eden niteliklerdir. Doğal hukuk, ancak bir devlet kurulduğunda, gerçekten yasa hükmü kazanır, daha önce değil; çünkü ancak o zaman devletin buyruğu ve devletin yasası haline gelir. İnsanları ona uymaya zorlayan şey egemen güçtür. Bireyler için, neyin adalet, neyin hakkaniyet ve neyin ahlak erdemi olduğunu ilan etmek ve bunları bağlayıcı kılmak üzere egemen gücün buyruklarına ve bunları ihlal edecek olanlar için cezalara gerek vardır. Dolayısıyla, doğal hukuk dünyanın bütün devletlerinde toplum yasalarının bir parçasıdır. Adalet, yani ahdin ifası ve herkese hakkı olanın verilmesi doğal hukukun bir gereğidir. Bir devletin her uyruğu, toplum yasalarına uymaya söz vermiştir; ya, ortak bir temsilci seçmek üzere toplandıkları vakit, birbirlerine karşı veya kılıç zoruyla ve hayatta kalabilmek için, her bir uyruk hükümdara karşı söz vermiştir. Dolayısıyla, toplum yasalarına uymak doğal hukukun bir parçasıdır. Doğal hukuk ve toplum yasaları farklı yasa türleri olmayıp aynı bütünün parçalarıdır; bunlardan yazılı olanlara toplum yasaları, yazılı olmayanlara da doğal hukuk veya doğa yasaları denir. Ancak, doğal haklar, yani İnsanın doğal özgürlüğü toplum yasalarıyla sınırlanabilir: gerçekte, yasa koymanın amacı bu sınırlamadan başka bir şey değildir. Doğa yasaları toplum yasalarıyla sınırlanmazsa zaten barış ve huzur da olmaz. Hukukun yaratılış nedeni, insanların doğal özgürlüğünü sınırlamaktan başka bir şey değildir; öyle ki insanlar birbirlerine zarar vermesinler, fakat yardım etsinler ve ortak düşmanlarına karşı bir araya gelsinler.
Yerel yasalar örfle değil egemen gücün iradesiyle konulur. 5. “Bir devletin egemen gücü, başka yasalar altında Yaşamış bir halkı kendi egemenliği altına sokar ve daha sonra da bu halkı aynı yasalarla yönetmeye devam ederse, bu yasalar fethedilen devletin değil fetheden gücün yasalarıdır artık. Çünkü yasa koyucu, yetkisini kullanarak geçmişte o yasaları yaptırmış olan değil, yetkisiyle o yasaların yürürlükte kalmasını buyurandır. Dolayısıyla, bir devletin egemenliği altında çeşitli ülkeler varsa ve bu ilkelerde genellikle her bir ülkenin adetleri denilen çeşitli yasalar varsa, bu yasalar güçlerini eskiliklerinden almazlar. Bunlar, geçmişte kendi egemen güçlerinin mevzuatı olarak yazılmış veya bir başka yoldan bildirilmiş eski yasalar olmakla birlikte, artık, aradan geçen zamanın uzunluğuna dayanarak değil, fakat şimdiki egemen gücün iradesi sayesinde yasa olmaya devam ederler. Fakat, bir bağlı ülkenin bütün illerinde yazılı olmayan bir yasaya herkesçe uyuluyorsa ve bu yasanın kullanılmasında bir adaletsizlik olmadığı anlaşılıyorsa, bu yasa, bütün insanları aynı biçimde bağlayan bir doğa yasasından başka bir şey olamaz.
Yasama hakkında hukukçuların bazı geçersiz görüşleri. 6. Yazılı ve yazısız bütün yasaların, yetki ve güçlerini, devletin iradesinden, yani, bir monarşide monarktan, diğer devletlerde ise, o devletin temsilcisi olan egemen meclisin iradesinden aldıklarını gördükten sonra, çeşitli ülkelerdeki saygın bazı hukukçuların kitaplarında görülen, yasama gücünü doğrudan veya dolaylı olarak özel kişilere veya yargıçlara bağlayan görüşlerin nereden kaynaklandığını insan merak edebilir. Sözgelimi, parlamentodan başka bir yasa koyucunun olmadığı görüşü. Bu doğrudur, ama ancak parlamento mutlak iktidara sahipse ve ancak kendi isteğiyle toplanabiliyor ve dağılabiliyorsa. Çünkü, başka bir kişi parlamentoyu dağıtma hakkına sahipse, aynı zamanda, parlamentoyu denetim altında tutma hakkına ve ayrıca parlamentonun denetim altında tuttuklarını da denetim altında tutma hakkına sahip demektir. Böyle bir hak yoksa bile, yasaları yapan parlamentum değil, rex in parlamento’dur. Ayrıca, egemenliğin parlamentoya ait olduğu bir yerde, hangi nedenle olursa olsun, bu parlamento kendine tabi ülkelerden yeterli sayıda ve bilgelikte insan toplayamazsa, hiç kimse böyle bir meclisin yasama yetkisine sahip olduğuna inanmayacaktır. Bir devletin iki kolu güç ve adalettir; bunlardan ilki kralda, diğeri ise parlamentonun ellerinde toplanmıştır. Gücün kimde olduğu belirsiz bir devlet ve adaletin buyurma ve yaptırma yetkisinden yoksun olduğu bir devlet olamaz.
Sir Edw. Coke, . Littleton üzerine, kitap 2, bölüm 6, sayfa 97 b. 7. Hukukçularımız, yasanın asla akla aykırı olamayacağı konusunda, ve yasanın Iafzının yani her bir kelimesinin değil, fakat yasa koyucunun yasayı koyarkenki niyetinin asıl olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu doğrudur: ancak sorun, yasa olarak kabul edilecek şeyin kimin aklına uygun olacağıdır. Akılla kastedilen, herhangi bir bireyin aklı değildir; yoksa yasalarımızda okullardaki kadar çok çelişki ve tutarsızlık olurdu. Bu, Sir Edward Coke’un savunduğu gibi, uzun inceleme, gözlem ve deneyimle elde edilen yapay bir ideal akıl da değildir. Çünkü, uzun inceleme ve araştırma yanlış fikirleri çoğaltıp güçlendirebilir. Hatalı temeller üzerine ne kadar çok şey inşa edilirse felaket de o kadar büyük olur ve büyük bir özenle inceleyip araştıranların nedenleri ve vardıkları sonuçlar da birbirini tutmaz. Dolayısıyla, yasaları yapan, juris prudentia veya hukukçuların bilgeliği değil, bizim şu yapay varlığımız devlet ve onun buyruğudur. Devleti tek bir kişi temsil ettiğinde, yasalarda uyumsuzluk pek olmaz; olduğu zaman bile, egemen temsilci, yorum veya yasa değişikliği yoluyla, bu uyumsuzluğu giderebilir. Mahkemelerde yargılayan aslında yargıçlar değil, devletin kişiliğini temsil eden egemen güçtür. Yargıç, egemen gücü yasayı yaparken harekete geçirmiş olan mantığa uymalı, verdiği karar buna uygun olmalıdır. İşte o zaman yargıcın verdiği karar aslında egemen güç tarafından verilmiş demektir; yoksa yargıcın kendi kararıdır ve adil değildir.
Yapılmış ama duyurulmamış bir yasa, yasa değildir. 8. Yani, yasa bir buyruktur ve bir buyruk, onun sözle, yazıyla veya bir başka yoldan duyurulması veya açıklanması ile oluşur. Devletin buyrukları, onları anlayabilecek olanlar için geçerlidir sadece. Doğuştan akıl hastası olanlar, deliler veya çocuklar üzerinde yasalar hüküm ifade etmez, tıpkı vahşi hayvanlar üzerinde hüküm ifade etmediği gibi. Bunlar için, adil veya adil değil gibi sıfatlar da kullanılamaz; çünkü herhangi bir taahhüt yapma ve bu taahhüdün sonuçlarını anlayabilme yeteneğinden yoksundurlar ve, kendileri için bir devlet oluşturan insanların tersine, herhangi bir egemenin tasarruflarına boyun eğmekle yükümlü değildirler. Ayrıca, doğa ananın veya bir kazanın, kendilerini genel olarak yasalar bilgisinden yoksun kılmış olduğu insanlar ve kendi kusurundan kaynaklanmayan bir kazanın, belirli bir yasanın varlığından haberdar olma imkânını kendisinden almış olduğu bir insan, eğer yasalara veya o belirli yasaya uymadığı takdirde, suçlu kabul edilemez. Daha doğrusu, yasalar veya o yasa böyle kişiler için yasa hükmünde değildir. Dolayısıyla, hem monarşilerde hem de diğer yönetim biçimlerinde, neyin yasa olduğu, yani, ege(Lenin iradesinin ne olduğunun bilinmesi için hangi kanıdan ve işaretlerin yeterli olacağını ele almak gerekir.
Yazılı olmayan yasalar doğa yasalarıdır. İlk olarak, eğer istisnasız bütün uyrukları bağlayan ve yazılı olmayan veya insanların görebileceği bir yerde ilan edilmemiş olan bir yasa varsa, bu bir doğa yasasıdır. Çünkü insanların, başka insanların söyledikleri temelinde değil, kendi akıl ve mantıklarına dayanarak yasa olarak bildikleri bir şey her insanın akıl ve mantığı için uygun olmalıdır; bu da ancak bir doğa yasası olabilir. Dolayısıyla, doğa yasaları için herhangi bir ilan veya duyuru gerekmez; herkesçe kabul edilen şu sözde olduğu gibi: Başkası tarafından sana yapılmasını uygun bulmadığın bir şeyi sen de başkasına yapma.
İkinci olarak, sadece belirli şartlardaki insanları veya belirli bir insanı bağlayan ve yazılı olmayan veya sözlü olarak da ilan edilmiş olmayan bir yasa varsa, bu da bir doğa yasasıdır ve o belirli şartlardaki insanları diğer uyruklardan ayırt eden kanıtlar ve işaretlerle bilinir. Çünkü bir yasa, yazılı değilse veya o yasayı koyan tarafından bir başka yoldan duyurulmuş değilse, ona uyması gereken kişinin kendi aklıyla bilinebilir ancak, ve sadece bir toplum yasası değil aynı zamanda bir doğa yasasıdır da. Sözgelimi, egemen güç, neler yapması gerektiği konusunda yazılı talimat olmaksızın bir hükümet görevlisi istihdam ediyorsa, bu görevli kendi aklının emrettiklerini talimat olarak kullanmakla yükümlüdür. Aynı şekilde, egemen güç bir yargıç atandığında, yargıç, vereceği kararların, her zaman için adalet olarak anlaşılması gereken egemenin aklına göre olmasını sağlayacak ve bir doğal yasa olan adalete bağlı olacaktır. Eğer bir büyükelçi söz konusu ise, yazılı yönergelerinde yer almayan bütün konularda, doğal aklın, egemenin yararına en uygun olduğuna hükmettiği şeyleri yönerge olarak kabul edecektir. Bu, ister özel ister resmi olsun, egemenin bütün diğer görevlileri için de böyledir. Doğal akıldan gelen bütün yönergeler, doğal adaletin bir kolu olan sadakat kapsamında anlaşılmalıdır.
Sözle, yazıyla veya egemen güçten geldiği bilinen bir başka işaretle, onlara uyması gereken herkese bildirilmesi, doğa yasaları dışındaki bütün diğer yasaların bir özelliğidir. Çünkü, bir insanın iradesi, ancak o insanın kendi sözü veya hareketiyle veya onun amaç ve niyeti temelinde akıl yürütmek suretiyle anlaşılabilir. Bu amaç ve niyet ise, eğer devlet söz konusu ise, daima adalet ve akıl ile eşanlamlıdır. Eski çağlarda, henüz yazı yaygın değilken, yasalar çoğu zaman mısralarla ifade edilirdi; ki böylece onları terennüm etmek veya söylemekten hoşlanan cahil insanlar onları daha kolay akılda tutabilsin diye. Yine aynı nedenle, Süleyman (Meseller, VII. 3), birine on emri on parmağına bağlamasını tavsiye eder. Ahdin yenilenmesinde İsrail halkına verdiği yasa için, Musa bu yasayı çocuklarına öğretirken, İsrail halkının, evde ve yolda, yatmaya giderken ve yataktan kalkarken onu çocuklarına anlatmalarını (Tesniye, XI. 19), direklere ve evlerinin kapılarına yazmalarını, erkek, kadın ve çocuk herkesi toplayıp onun sesli olarak okunmasını emreder (Tesniye, XXXI, 12).
Yasa yapıcı bilinmiyorsa hiçbir şey yasa değildir. Teyit ve yetki arasındaki fark. Yasanın yazılı olması ve ilanı da yeterli değildir; ayrıca, egemenin iradesinden doğduğunu gösteren açık işaretler de olmalıdır. Çünkü bireyler, adaletsiz planlarını gerçekleştirmek ve ihtiraslı amaçlarına ulaşmak için yeterli güce sahip olduklarında veya sahip olduklarını sandıklarında, yasama organı dışında ve ona karşı, istedikleri şeyi yasa olarak ilan edebilirler. Dolayısıyla, yasanın sadece ilan edilmesi yetmez. Ek olarak, yasayı yapana ve onun yetkisine ait yeterli işaretler de olmalıdır. Yasayı yapanın veya yasama organının her devlette aşikâr olduğu kabul edilir; çünkü egemen güç, herkesin rızasıyla iktidarda bulunan ve herkesçe yeterince tanınan bir kimsedir. Devletlerinin ilk anayasası artık unutulmaya yüz tuttuğunda, insanların pek çoğu, kimin kudreti sayesinde düşmanlarına karşı savunulduklarını, kimin kudretiyle geçim olanaklarının korunduğunu ve onlara haksızlık yapıldığı vakit kimin kudretiyle bu haksızlığın düzeltildiğini düşünmeseler de, bunu düşünen hiç kimse ondan şüphe edemeyeceği için, egemenliğin nerede olduğunu bilmemek bir mazeret olamaz. Kimsenin, himayesini bizzat talep etmiş olduğu veya himayesinden başkalarına karşı yararlanmış olduğu iktidarı zayıflatmaması, doğal aklın bir buyruğu ve dolayısıyla açık bir doğa yasasıdır. Bu nedenle, (yanlış yoldaki insanlar ne derse desin), kimsenin, egemenin kim olduğu konusunda bir kuşkusu olamaz ve eğer bir kuşkusu varsa bu kendi kusurudur. Güçlük, egemenden kaynaklanan yetkinin kanıtlanmasında yatar; bu yetkinin geri alınması, resmi kayıtların, resmi kuralların, resmi görevlilerin ve resmi mühürlerin bilinmesine bağlıdır. Bütün yasalar, yeterli bir biçimde bunlarla teyit olunur; teyit olunur diyorum, yetki verilir değil. Çünkü teyit, tanıklık ve kayıttır, yasanın gücünü aldığı kaynak değil. Yasa, bu gücü, sadece egemenin buyruğundan alır.
Yasa, yargıç tarafından teyit edilir. Bu nedenle, bir kişi, doğa yasasına yani genel adalete dayalı bir zarar davası açarsa, egemenin verdiği yetkiyle böyle davalara bakmaya ehliyetli yargıcın vereceği karar, o özel durumda doğa yasasının yeterli bir teyididir. Çünkü, hukuk bilgisine sahip bir insanın tavsiyesi, anlaşmazlıkların önlenmesi için yararlı olsa da, bu sadece bir tavsiyedir; tarafların dinlenmesinden sonra neyin yasa olduğunu onlara söyleyecek olan, yargıçtır.
Yasa, resmi kayıtlarla teyit edilir. Ancak, dava, yazılı bir yasaya dayalı bir zarar veya suç hakkındaysa, istediği takdirde herkes, ister bir zarar olsun ister olmasın, bu zararı vermeden veya suçu işlemeden önce, bizzat veya başkaları eliyle, resmi kayıtlara başvurarak yeterli bilgi sahibi olabilir; ve hatta olmalıdır da. Çünkü, yapacağı işin adil olup olmadığı konusunda şüpheli ise ve istediği takdirde gidip bilgi sahibi olabilirse o iş yasal değildir. Aynı biçimde, bizzat veya başkaları eliyle görebileceği ve dikkate alabileceği yazılı hukukça belirlenen bir durumda mağdur olduğunu iddia eden bir kimse, yasal yollara başvurmadan şikâyet edip sızlanırsa, yanlış yapıyor ve kendi hakkını aramaktan çok başkalarını rahatsız ediyor demektir.
Yasa, resmi yazılar ve mühürlerle teyit edilir. Sorun, bir kamu görevlisine itaatle ilgiliyse, o görevlinin resmi mühürlü yetki yazısını görmek ve bu yazının okunmasını işitmek veya, istendiği takdirde, bu yetki belgesi hakkında başka bir yoldan bilgi sahibi olma imkanını edinmek, o görevlinin yetkisinin yeterli bir teyididir. Çünkü herkes, gelecekteki hareketleriyle ilgili bütün yazılı yasalar hakkında bilgi edinmek için elinden gelen her şeyi yapmakla yükümlüdür.
Yasaların yorumu egemen güce aittir. Yasa koyucunun bilinmesi ve yasaların, yazılı olarak veya doğal yollardan, yeterince ilan edilmesi gerekli olmakla birlikte, onları bağlayıcı kılmak için bir başka koşul daha vardır. Bir yasanın özü, onun lafzı değil, o yasa konulurkenki amaç veya niyet, yani, (yasa koyucunun ona verdiği anlam olan) yasanın asıl anlamıdır. Dolayısıyla, yasaların yorumu egemen güce aittir; ve yorumcular da, uyrukların itaat borçlu oldukları tek makam olan egemen gücün tayin edeceklerinden başkası olamaz. Yoksa, bir yorumcunun kurnazlığıyla, yasaya, egemen gücün niyetine ters bir anlam verilebilirdi ve böylece yorumcu yasa koyucunun yerine geçmiş olurdu.
Bütün yasaların yorumlanmaya ihtiyacı vardır. Yazılı olsun veya olmasın, bütün yasaların yorumlanmaya ihtiyacı vardır. Tarafgirlik ve hırs içinde olmayıp, doğa vergisi akıllarını kullanabilenler için doğal hukukun anlaşılması kolay olsa da ve bu nedenle onu ihlal etmenin bir mazereti yoksa da, bazı durumlarda bencillik veya bir başka hırsın kör etmediği çok az insan olduğu ve belki de hiç olmadığı düşünülürse, doğal yasalar, yetenekli yorumculara en fazla ihtiyaç duyanı haline gelmiştir. Yazılı yasalar ise, eğer kısa iseler, birkaç kelimenin değişik anlamlarından ötürü kolayca yanlış yorumlanabilirler: eğer uzun iseler, bu defa da çok sayıda kelimenin farklı anlamlarıyla belirsizleşebilirler: o kadar ki, uzun veya kısa hiçbir yazılı yasa, o yasa yapılırken düşünülen nihai amaçlar tam olarak bilinmedikçe iyi anlaşılamaz. Bu nihai amaçları ise ancak yasa koyucu bilir. Dolayısıyla, yasa koyucu için, yasalarda çözümsüz hiçbir düğüm olamaz; yasa koyucu, bir düğüm varsa, ya o yasanın konuluş amaçlarına dayanarak veya, İskender’in Gordiyon Düğümü’nde kılıcıyla yaptığı gibi, istediği amaçları bizzat belirleyerek o düğümü çözer: bunu başka hiçbir yorumcu yapamaz.
Yasaların gerçek yorumu yazarların yaptığı yorum değildir. Bir devlette, doğa yasalarının yorumlanması ahlak felsefesi kitaplarına bağlı değildir. Devletin otoritesi olmaksızın salt yazarların otoritesi, ne kadar haklı olursa olsun, onların görüşlerine yasa niteliği vermez. Ahlaki erdemler ve onların barışın sağlanması ve sürdürülmesi bakımından önemi üzerine bu kitapta yazdıklarım, gerçeğin ta kendisi olsa da, toplumsal hukukun bir parçası olmadıkça yasa değillerdir. Bunlar, doğal akla uygun olsa da, ancak egemen güç sayesinde yasa olurlar. Yoksa, doğa yasalarını yazılı olmayan hukuk olarak nitelemek büyük bir yanlış olurdu; ve bu yanlış görüşe dayanan o kadar çok eser ve bu eserlerde o kadar çok çelişki ve tutarsızlık görüyoruz ki.
Yasanın yorumcusu, her bir özel durumda kararı viva voce okuyan yargıçtır. Doğal hukukun yorumlanması, doğal hukukla ilgili ihtilafları dinlemek ve çözüme bağlamak üzere egemen güç tarafından görevlendirilmiş yargıcın kararıdır ve hukukun yargıç önündeki olaya uygulanmasından oluşur. Çünkü, yargı sürecinde yargıcın bütün yaptığı, davacı tarafın talebinin doğal akla ve adalete uygun olup olmadığını düşünmektir; ve dolayısıyla yargıcın verdiği hüküm doğal hukukun yorumudur ve bu yorum doğrudur; bu hüküm, yargıcın kendi başına verdiği bir hüküm olduğundan değil, fakat onu egemenin yetkisiyle verdiğinden dolayı. Böylece o, aslında egemenin verdiği bir hükümdür ve dayalı ve davacı taraflar için yasadır.
Bir yargıcın hükmü, kendisini veya bir başka yargıcı, daha sonraki benzer davalarda benzer hükümler vermeye bağlamaz. Çünkü, muhakemesinde asla yanılmayacak hiçbir yargıç veya egemen yoktur; daha sonraki benzer bir davada, zıt yönde bir karar vermeyi adalete daha uygun bulursa, o şekilde davranmak zorundadır. Hiç kimsenin yanlışı onun kendi yasası olamaz ve o kimseyi de o yanlışta ısrar etmeye mecbur kılmaz. Aynı nedenle, o yanlış, diğer yargıçlar için de bir yasa değildir. Çünkü, değişebilir yasalarda egemenin yetkisine dayanarak verilmiş yanlış bir karar, eğer egemen onu biliyor ve ona müsaade ediyorsa da, en küçük ayrıntının bile aynı olduğu davalarda yeni bir kararın temeli olsa da; doğa yasaları gibi değişmeyen yasalar bakımından, daha sonraki benzer davalarda aynı veya başka yargıçlar için yasa değildir. Krallar gelir geçer; bir yargıç gider, diğeri gelir; hatta yer ve gök bile gidicidir: fakat doğal hukukun en küçük parçası bile her zaman geçerli olacaktır; çünkü o, Tanrı’nın ebedi hukukudur. Geçmişteki bütün yargıçların verdikleri kararların tümü bile, doğal adalete aykırı bir yasa oluşturamazlar: daha önceki yargıçların kararları da akla aykırı bir kararı meşru kılmaz veya bir yargıcı, önündeki davada neyin adil olduğunu kendi doğal aklının ilkelerinden hareketle araştırma külfetinden kurtarmaz. Örnek vermek gerekirse, masumları cezalandırmak doğal hukuka aykırıdır; ve yargı önüne çıkıp yargıç tarafından masum olduğuna karar verilen bir insan masum demektir. Varsayalım ki, adamın biri büyük bir suçla itham edilmektedir ve, bir düşmanın gücünü ve şerrini ve yargıçların yaygın yozlaşmışlık ve tarafgirliğini görerek, korkusundan kaçar. Daha sonra, yakalanır ve mahkeme huzuruna çıkarılır ve o suçu işlemediği anlaşılıp beraat eder; fakat yine de serveti elinden alınma, yani müsadere, cezasına çarptırılır. Bu, açıkça, masum bir insanın cezalandırılmasıdır. Dünyada hiçbir yer yoktur ki bu bir doğa yasasının yorumu olsun veya aynı şekilde hüküm vermiş daha önceki yargıçların kararlarıyla bir yasa haline gelsin. Çünkü, bu davaya ilk defa bakan yargıç adil olmayan bir karar vermiştir ve adil olmayan bir karar daha sonraki yargıçlar için bir emsal teşkil etmez. Yazılı bir yasa, masum insanların adaletten kaçmasını yasaklayabilir ve insanları bu kurala uymadıkları için cezalandırabilir: fakat, zarar görme korkusuyla kaçmanın, bir insan yargı önünde o suçtan beraat ettikten sonra bile, bir suçluluk karinesi olarak alınması karine denilen şeyin doğasına aykırıdır. Verilen bir hükümden sonra, artık karineye yer olamaz. Fakat bu, büyük bir hukukçu tarafından, İngiltere gelenek hukuku olarak öne sürülmektedir. Bu hukukçu diyor ki eğer masum bir adam cinayetle itham edilmekteyse ve korkusundan ötürü kaçarsa, sonunda o suçtan beraat etse bile, adaletten kaçtığı anlaşıldığı takdirde, masumiyetine rağmen, bütün serveti, malları, alacak ve
borçları müsadere edilecektir. Çünkü yasa, müsadere ile ilgili olarak, kaçışıyla belirlenen yasal karineye karşı hiçbir kanıt kabul etmez. Burada, bir karineye dayanarak, kaçmasını yasaklayan herhangi bir yazılı yasa olmadığı halde ve masumiyetine rağmen, yargı önünde beraat etmiş bir insanın, üstelik beraatından sonra, sahip olduğu her şeyin elinden alınmasına mahkûm edilişiyle karşı karşıyayız. Eğer yasa, bir insanın kaçması üzerine bir ağır suç karinesi bina ettiyse, hüküm de ağır olmalıydı: fakat karine ağır bir suçla ilgili değilse, o zaman kişinin serveti neden elinden alınsın ki? Bu, İngiltere yasası değildir; müsadere cezası da bir hukuk karinesine değil, mahkeme heyetinin önyargısına dayanmaktadır. Çünkü ister tabi ister egemen olsun herhangi bir yargıç, kanıtları dinlemeyi reddettiği takdirde, adil olmayı da reddediyor demektir. Verilen hüküm adil olsa bile, sunulan kanıtları dinlemeden ceza veren bir yargıç adaletsiz bir yargıçtır ve karinesi de bir önyargıdan başka bir şey değildir. Geçmiş hangi hükümleri veya örnekleri izleyecek olursa olsun, hiç kimse adalet makamına önyargılarını getirmemelidir. Geçmişteki örneklere güvenmek suretiyle insanların yargılarının saptırılmış olduğu bunun gibi başka şeyler de vardır. Fakat bu kadarı, yargıcın hükmü davanın tarafları için bağlayıcı olsa da, ileride o yargıcın yerini alacak diğer yargıçları bağlamadığını göstermeye yeter.
Aynı şekilde, yazılı yasaların anlamı sözkonusu olduğunda, onların yorumcusu, onlar üzerine bir şerh yazan kişi değildir. Çünkü yasalar hakkında yazılan şerhler, metnin kendisinden daha fazla itiraza açıktır ve dolayısıyla yeni şerhler gerektirirler. Böyle bir yorumIamanın sonu olmaz. Gelenek hukuku davalarında durum böyledir. Yargıçların kararları her bir davada o davanın tarafları için yasa hükmünde olmakla birlikte, diğer yargıçları, benzer davalarda benzer kararlar vermeye mecbur kılmaz. Çünkü bir yargıç yazılı yasaların yorumunda bile yanılabilir: fakat bir yargıcın hatası, egemenin genel iradesi olan hukuku değiştiremez.
Yasaların lafzı ile ruhu arasındaki fark. Yazılı yasalarda, yasanın Iafzı ile ruhu arasında bir ayrım yapılır çoğu zaman. Lafızdan kastedilen, salt sözcüklerden anlaşılanlar olduğunda, bu ayrım oldukça açıktır. Çünkü hemen bütün sözcükler, ya kendi başlarına veya mecazi biçimde kullanıldıkları vakit, anlamca kesin değildir ve onlara pek çok anlam verecek şekilde uzun tartışmalara konu edilebilir. Fakat yasanın tek bir anlamı vardır. Ancak, lafızla kastedilen harfi anlamsa, o zaman, yasanın lafzı ve ruhu veya amacı aynı şeydir. Çünkü, harfi anlam, yasa koyucunun yasanın lafzıyla iletilmesini istediği şeydir. Yasa koyucunun amacı, her zaman için adalet olarak kabul edilir. Bir yargıcın, egemene başka bir amaç atfetmesi büyük bir hakaret olurdu. Dolayısıyla, yargıç, yasanın lafzı makul bir karar verilmesine tam olarak müsaade etmiyorsa, onu doğal hukukla tamamlamak veya, eğer önündeki zor bir dava ise, daha geniş yetki alıncaya kadar kararını ertelemek zorundadır. Sözgelimi, yazılı bir yasa, evinden zorla dışarı atılan bir insanın yine zor kullanarak evine iade edileceğini hüküm altına almakta olsun: ve diyelim ki adamın biri dalgınlıkla kapıyı kilitlemeden evinden ayrılsın ve daha sonra evi işgal eden tarafından dönüşte içeri alınmasın. Şimdi burada özel bir yasa olmamakla birlikte, açıkça bellidir ki bu durum aslında aynı yasanın kapsamına girer. Aksi takdirde, o kişi için hiçbir hak arama yolu olmazdı ve elbette ki bu, yasa koyucunun amacına aykırı olurdu.
Devam edersek, yasanın lafzı kanıtlara göre hüküm verilmesini emreder. Diyelim ki, adamın biri, bizzat yargıcın başka biri tarafından yapıldığını görmüş olduğu bir şeyden dolayı yanlışlıkla suçlanmaktadır. Bu durumda, ne yasanın lafzı o masum kişinin mahkum edilmesine neden olmalı, ne de yargıç, yasanın lafzı aksini emrettiği için, tanıkların ifadesine göre hüküm vermelidir: fakat, egemenden, bir başka yargıç atamasını ve kendisinin de tanık olarak dinlenmesini istemelidir; ki böylece, yazılı bir yasanın salt sözcüklerinden doğan bir terslikten hareketle, yargıç, yasanın amacına ulaşabilsin ve böylece yasayı daha iyi yorumlamak mümkün olsun. Ancak, böyle hiçbir terslik yasaya aykırı bir kararı haklı kılmaz. Çünkü, yanlışın ve doğrunun ne olduğuna karar veren her yargıç, devlet için neyin ters neyin uygun olduğunun yargıcı değildir.
Bir yargıçta aranan nitelikler. İyi bir yasa yorumcusunda, yani iyi bir yargıçta, aranan nitelikler, bir avukatta aranan niteliklerle, yani hukuk bilgisiyle, aynı değildir. Bir yargıç, gerçeği sadece tanıklardan, hukuku da, sadece, iddia ve savunmada belirtilen veya onları ilan etmek için egemen güçten yetki almış olanlar tarafından kendisine bildirilmiş olan egemenin yasaları ve kararnamelerinden öğrenmeli ve neye karar vereceğini önceden düşünmemelidir; çünkü olayla ilgili olarak ne diyeceği, tanıkların ne diyeceklerine bağlıdır; hukuksal açıdan ne diyeceği ise, onu maruzatlarında gösterip konuya göre yetkiyle yorumlayacak olanlardan gelir. İngiltere Parlamentosu’nun Lordları yargıçlık yapmış ve en zor davaları dinleyip karara bağlamıştırlar; ancak onlardan pek azı, yasalar hakkında derin bilgi sahibidir ve hatta daha bile azı meslekten hukukçudur: fakat, o amaçla atanan hukukçulara danışırlar ve sonuçta hüküm verme yetkisine sahip olanlar sadece onlardır. Aynı şekilde, sıradan hukuk davalarında halktan on iki kişi yargıçtır ve, sadece hakikate değil aynı zamanda hakka karar verir ve davacı veya davalı lehine bir hüküm beyan ederler; yani, sadece olayı değil, ayrıca ne yapılması gerektiğini de karara bağlarlar. Bir ceza davasında ise, sadece suçun işlenmiş olup olmadığını değil, aynı zamanda bunun bir cinayet mi, adam öldürme mi, kıyım mı, saldırı mı, yoksa başka bir şey mi olduğunu tayin ederler. Bunlar yasalarla tanımlanmış suçlardır. Fakat, kendileri hukuk alanında bilgili olmaları gerekmediği için, hüküm verecekleri özel olayla ilgili olarak., onlara bilgi vermeye yetkisi olan biri vardır. Ancak, o kişinin onlara söylediğine göre karar vermezlerse de, herhangi bir cezaya tabi olmazlar; meğerki vicdanlarına aykırı bir karar vermiş veya rüşvetle yoldan çıkarılmış olsunlar.
İyi bir yargıç veya yasaların iyi bir yorumcusunda olması gereken şeylerden birincisi, adalet denilen o temel doğa yasasının iyi kavranmış olmasıdır. Başka insanların yazdıklarının okunmasına değil, bir insanın kendi doğal aklına ve düşüncesine bağlı olan adaletin, en çok boş vakti olanlarda ve bu konuda düşünmeyi en çok sevenlerde en çok olduğu kabul edilir. İkinci olarak, gereksiz servet ve unvanlara değer vermemek. Üçüncü olarak, hüküm verirken kendini bütün korku, öfke, nefret, aşk ve ihtiras duygularından uzak tutabilmek. Dördüncü ve son olarak, dinleme sabrı; dinlerken dikkat; ve dinlediği şeyi bellekte tutma., özümleme ve uygulama yeteneği.
Yasa türleri. Yasaların farkları ve sınıflandırılması, bu konuda yazmış olan kişilerin farklı yöntemlerine bağlı olarak farklı biçimlerde yapılmıştır. Çünkü bu, doğaya değil, yazarın ilgi alanına bağlıdır ve herkesin kendi yöntemine göre değişir. Justinianus Yasaları’nda yedi tür toplum yasası bulunur:
1. Hükümdarın fermanları, kararnameleri ve yazılı buyrukları; hükümdarını, yani imparatorun; çünkü bütün iktidar ondaydı. İngiltere krallarının beyanları da bunlar gibidir.
2. Bütün Roma balkının kararları; yani, senato tarafından görüşüldüklerinde, senatonun kararları. Bunlar, ilk olarak, egemenlik halka ait olduğu için, yasa hükmündeydiler; ve bunlardan, imparatorlarca iptal edilmemiş olanlar, imparatorluk otoritesiyle yürürlükte kalırdı. Çünkü, bağlayıcı bütün yasalar, onları iptal etme yetkisine sahip olanın iradesiyle yasadırlar. İngiltere’de Parlamento Yasaları bunlara benzer.
3. Sıradan halkın kararları; bunlar, senato tarafından değil, halk meclisi tarafından görüşülürdü. Onlardan, imparatorlarca iptal edilmemiş olanlar imparatorluk otoritesiyle yürürlükte kalırdı. İngiltere’de Avam Kamarası’nın kararları bunlara benzer.
4. Senatus consulta, senatonun buyrukları; Roma halkı sayıca o kadar artmıştı ki onları bir araya toplamak artık kolay değildi; bu nedenle, imparator, doğrudan halk meclisi yerine senatoya danışılmasını uygun gördü; bunlar, konsey tasarruflarına bir ölçüde benzemektedir.
5. Praetor ve (bazı durumlarda) aedile fermanları; İngiltere mahkemelerinde baş yargıçların kararları gibidir.
6. Responsa prudentum; İmparator tarafından, kendilerine, yasaları yorumlama ve hukuksal konularda görüş isteyenlere görüş bildirme yetkisi verilmiş olan hukuk bilginlerinin kararları ve düşünceleridir, Yargıçlar, hüküm verirlerken, onların görüşlerini dikkate almak zorundaydılar. İngiltere yasaları gereğince, yargıçların uymak zorunda oldukları bilirkişi yazıları böyledir. Çünkü, İngiltere örf hukuku yargıçları, tam anlamıyla yargıç değil, juris consulti’dir. Asıl yargıçlar veya halktan on iki kişi, bunlardan, hukuksal konularda görüş isterler.
7. Yazılı olmayan örf ve adetler; Doğal hukuka Aykırı olmadıkları sürece ve imparatorun zımni onayı ile, yasa hükmünde olup yasalara benzerler.
Yasaların bir başka sınıflandırılması. Yasalar, doğal ve pozitif yasalar olarak da sınıflandırılır. Doğal yasalar, ezelden beri yasadırlar ve, sadece doğal değil, ayrıca ahlak yasaları olarak da adlandırılır. Bunlar, on dördüncü ve on beşinci bölümlerde bahsetmiş olduğum, adalet, hakkaniyet, barış ve iyilik telkin eden bütün ahlaki erdemlerden oluşur. Pozitif yasalar ise, ezelden beri var olmayıp, başka insanlar üzerinde egemenlik sahibi olanların iradesiyle konulmuşlar ve yazıyla veya yasa koyucunun iradesini gösteren bir başka yöntemle insanlara bildirilmişlerdir.
Pozitif yasalardan bazıları beşeri, bazıları da ilahi’dir; beşeri pozitif yasalardan bazıları hak yasaları, bazıları da ceza yasalarıdır. Hak yasaları, uyrukların haklarını belirleyen, her bireyin mülkiyet ve diğer haklarını düzenleyen ve bütün uyruklara hitap eden yasalardır. Ceza yasaları ise, yasaları çiğneyenlere hangi cezaların verileceğini gösteren ve cezaların infazından sorumlu kamu görevlilerine hitap eden yasalardır. Aslında herkes işlediği suçun cezasının ne olduğunu önceden bilmelidir; fakat ceza yasaları, kendi kendisini cezalandıracağı farz edilemeyecek olan suçluya değil, cezanın infazını gerçekleştirmekten sorumlu olan kamu görevlilerine hitap eder. Ceza yasaları, genellikle hak yasalarıyla birlikte yazılır ve bazen de hükümler olarak adlandırılır; çünkü, aslında bütün yasalar yasa koyucunun genel hükümleri veya kararlarıdır; her bir tekil hüküm de, davası görülen kişi için yasa gibidir.
İlahi pozitif yasaların yasa oldukları nasıl bilinir. İlahi pozitif yasalar (çünkü, ezeli ve evrensel oldukları için, bütün doğa yasaları ilahidir), ezelden beri var olmayan, genel olarak bütün insanlara değil sadece belirli bir halka hitap eden Tanrı buyrukları olarak, Tanrı tarafından onları bildirme yetkisi verilmiş olan kişilerce ilahi yasa olarak ilan edilen yasalardır. Fakat, bu ilahi pozitif yasaları ilan eden kişinin yetkisini Tanrı’dan aldığı nasıl bilinebilir? Tanrı, doğaüstü bir yoldan, bir insanı diğerlerine kendi yasalarını tebliğ etmekle görevlendirebilir. Ancak, yasaya uymakla yükümlü olan kişinin, yasayı ilan edenin yetkisinden emin olması bir yasanın en temel öğesidir, ve elbette ki bunu Tanrı’nın kendisinden öğrenemeyiz. Doğaüstü esinden yoksun bir kişi tebliğ edene vahiy indiğinden nasıl emin olabilir ve ona itaat etmesi nasıl sağlanabilir? Birinci soruyu ele alırsak, özel olarak kendisine vahiy inmemiş bir kimsenin başka birine gelen vahiyden emin olması elbette ki imkânsızdır. Yaptığı görülen mucizelerden veya hayatının olağanüstü kutsallığına tanık olmaktan veya yaptığı işlerin derin bilgeliği veya olağanüstü nimetlerinden hareketle, bir insana vahiy inmiş olduğuna inanılabilir belki; ama bunlar tanrısal müjdenin şaşmaz kanıtları değildir. Mucizeler harika şeylerdir gerçekten: fakat birisi için harika olan bir başkası için öyle olmayabilir. Kutsallık taklit edilebilir. Bu dünyanın zahiri nimetleri ise, doğal ve olağan nedenler yoluyla çoğu zaman Tanrı’nın işidir. Sonuç olarak, hiç kimse, doğal akıl yoluyla, bir insana Tanrı’dan vahiy inmiş olduğunu kesinkes bilemez; bu sadece bir inanç olabilir; işaretlerin güçlülük veya zayıflığına bağlı olarak, güçlü veya zayıf bir inanç.
İkinci soruya, yani ilahi yasalara itaat edilmesi nasıl sağlanabilir sorusuna gelince; bu o kadar zor bir soru değil. Tebliğ edilen yasa, hiç şüphesiz Tanrı yasası olan ve kişinin uymakla yükümlü olduğu doğal hukuka aykırı değilse, kişi o yasaya da uymakla yükümlüdür; uymakla yükümlüdür diyorum, inanmakla değil: çünkü insanın inanç ve kendine ait düşünceleri, buyruklara değil, Tanrı’nın olağan ve olağanüstü işlerine bağlıdır. Doğaüstü hukuka inanmak değil, fakat sadece itaat etmek yeterlidir; bu inanç, Tanrı’ya olan, bir vecibemiz de değildir; Tanrı’nın istediği kullarına bahşettiği bir şeydir sadece. İnançsızlık, O’nun yasalarından herhangi birinin ihlali değildir; doğa yasaları hariç, O’nun yasalarının tümüne bir inançsızlık olmadıkça. Bu dediklerim, konuyla ilgili olarak kutsal kitaptan örnekler ve kanıtlarla açıklanabilir. Tanrı’nın İbrahim ile, doğaüstü bir yoldan, yaptığı ahit şöyleydi (Tekvin, XVII. 10): Seninle ve senden sonra senin zürriyetinle benim aramda tutacağın ahdim budur. İbrahim’in çocukları ve torunları değildi bu vahyi alan, ve onlar o zaman daha dünyada yoktular bile; ancak yine de, bu ahdin taraflarıdırlar ve İbrahim’in onlara Tanrı yasası olarak bildirdiği şeye itaat etmekle yükümlüdürler; çünkü onlar, İbrahim gibi, çocuklar ve hizmetçileri üzerinde egemenlik hakkına sahip olan anaları ve babalarına itaatle yükümlüdürler. Yine, Tanrı, İbrahim’e, yeryüzünün bütün milletleri sende mübarek kılınacaktır; çünkü biliyorum ki sen, çocuklarına ve ev halkına, senden sonra da Rabb’in yolunu tutmalarını, hak ve adaletten ayrılmamalarını emredeceksin, derken, açıktır ki vahiy almamış ev halkının itaat borcu, kendi efendilerine daha önceki itaat borcundan gelmekteydi. Sina Dağında sadece Musa, Tanrı’nın huzuruna çıkmıştı; halkın oraya yaklaşması ölüm cezasıyIa yasaklanmıştı; ancak yine de Musa’nın onlara Tanrı yasası olarak bildirdiği her şeye uymakla yükümlüydüler. Bu itaat edişlerinden başka hangi nedenle, Bize konuş, biz seni duyarız, fakat Tanrı bize konuşmasın, yoksa ölürüz dediler”? Bu iki alıntıda açıkça görülüyor ki, bir toplumda, Tanrı’nın iradesini gösteren kesin bir vahye nail olmamış bir uyruk, devletin emrine Tanrı emri olarak itaat edecektir: yoksa, insanlar kendi düşlerini veya tasavvurlarını Tanrı’nın emirleri olarak alacak olsalardı, Tanrı emrinin ne olduğunda mutabık kalacak iki kişi bile zor bulunurdu. Sonuç olarak, ahlak yasalarına yani doğa yasalarına aykırı olmayan bütün işlerde, her uyruk devletin yasalarınca ilahi yasa olarak ilan edilenlere itaatle yükümlüdür. Bu, herkes için gayet açıktır; çünkü, doğa yasalarına aykırı olmayan her şey egemenlik sahibi güç adına yasalaştırılabilir: ve Tanrı adına ilan edildiğinde insanların onunla daha az bağlı olmaları için bir neden yoktur. Ayrıca, dünyanın hiçbir yerinde, insanların, devletçe Tanrı buyruğu olarak ilan edilenler dışında başka Tanrı buyruklarını benimsemelerine müsaade edilmez. Hıristiyan devletler, Hıristiyan dininden sapanları cezalandırırlar. Aynı şekilde, diğer devletler de, kendileri tarafından yasaklanmış bir dini geliştirip yayanları cezalandırır. Devlet tarafından düzenlenmemiş olan her şeyde, herkes özgürlüğünden eşit biçimde yararlanabilsin diye, bir doğa yasası ve dolayısıyla Tanrı’nın ebedi bir yasası olan adalet geçerlidir.
Yasaların bir başka sınıflandırılması. Yasalar, temel ve temel olmayan biçiminde de sınıflandırılır; ancak ben, hiçbir yazarda, bir temel yasanın ne demek olduğunu görebilmiş değilim. Yine de, yasalar bu biçimde bir diğerinden ayırt edilebilir.
Bir temel yasa nedir. Her devlette, bir temel yasa, kaldırıldığı takdirde devletin zayıfladığı ve sonunda, temeli tahrip olmuş bir bina gibi, tamamen çöktüğü bir yasadır. Bir temel yasa demek, uyrukların, ister bir monark ister bir meclis olsun, egemen güce verilmiş olan bütün yetkilere itaat etmeye zorunlu kılındıkları ve onsuz devletin ayakta kalamayacağı bir yasa demektir. Savaş ve barış ilan etmek, yargı, devlet görevlilerinin seçilmesi ve kamu yararı için egemenin gerekli göreceği bütün diğer işlerin yapılması egemen güce verilmiş olan yetkiler arasındadır. Temel olmayan bir yasa ise, kaldırıldığı takdirde, devletin yıkılmasına neden olmayan bir yasadır. Uyruklar arasındaki anlaşmazlıklarla ilgili yasalar böyledir. Yasaların türleri ve sınıflandırılması hakkında söyleyeceklerim bunlardan ibarettir.
Hukuk ve hak arasındaki ayrım. En bilgili yazarlarda bile, lex civilis ve jus civile, yani hukuk ve hak terimlerinin birbiriyle karıştırıldığını görüyorum. Hak demek, özgürlük demektir, yani toplum yasalarının bize verdiği özgürlük. Toplumsal hukuk ise, bir yükümlülüktür ve doğal hukukun bize verdiği özgürlüğü geri alır. Doğa, herkese, kendini kendi gücüyle koruma ve şüpheli bir komşuyu engellemek için ona baskın yapma hakkını vermişti: fakat, yasanın himayesi varsa, toplumsal hukuk bu hakkı bizden alır. Lex ve jus, yükümlülük ve özgürlük kadar bir diğerinden farklıdır.
Bir yasa ile bir berat arasındaki ayrım. Yasalar ve beratlar da birbiriyle karıştırılır ve aynı şey sanılır. Beratlar, egemenin uyruklarına tanıdığı lutuflar olup yasa değildir, yasalardan muafiyet niteliğindedirler. Bir yasa şu sözle anlatılır: jubeo, injungo, yani emreder ve buyururum, Bir berat ise şöyle: dedi, concessi, yani “verdim ve bahşettim”. Bir kişiye verilen veya bahşedilen bir şey, yasa zoruyla ona yüklenmez. Bir yasa, devletin tüm uyruklarını kapsayacak şekilde yapılabilir. Oysa bir imtiyaz veya berat sadece tek bir kişiye veya halkın bir kısmına yöneliktir. Bir devletin bütün uyruklarının herhangi bir şeyde özgür olduklarını söylemek, o şeyle ilgili bir yasa yapılmamış olduğunu veya, yapılmışsa bile, artık yürürlükte olmadığını söylemekle eşanlamlıdır.