Ebedî Faşizm

Sözlük | | Mart 3, 2016 at 4:30 pm


1942 yılında, on yaşındayken, ilk Ludi Juveniles ödülünü kazandım (genç İtalyan faşistlerin, yani her İtalyan gencinin, zorunlu olarak katıldığı gönüllü bir yarışmaydı bu). “Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?” konusunu büyük bir retorik ustalıkla işlemiştim. Yanıtım, olumluydu. Ne de olsa akıllı bir çocuktum.

Sonra 1943 yılında “özgürlük” sözcüğünün anlamını öğrendim. Bu öyküyü konuşmamın sonunda anlatacağım. O sıralar henüz “özgürlük”, “kurtuluş” anlamına gelmiyordu.

Çocukluğumun iki yılını silahlı çatışma içindeki SS’ler, faşistler ve partizanlar arasında geçirdim ve kurşunlardan nasıl sakınılacağını öğrendim. Fena bir alıştırma olmadı doğrusu.

1945 Nisan’ında, partizanlar Milano yönetimini ele geçirdiler; iki gün sonra, oturduğum küçük kasabaya vardılar. Partizanların gelişi büyük sevinç yarattı. Kasaba meydanı şarkı söyleyen, ellerindeki bayrakları sallayan, bölgenin partizan lideri Mimo’ya tezahürat yapan insanlarla dolmuştu. Sabık jandarma komutanı Mimo, Badoglio (Pietro Badoglio (1871-1956): Mussolini döneminde (1922-1943) mareşalliğe kadar yükselen İtalyan komutan ve devlet adamı) yanlılarına katılmış ve Mussolini’nin güçleriyle yapılan ilk çarpışmalardan birinde bir bacağını yitirmişti. Koltuk değneklerine yaslanarak belediye binasının balkonuna çıkan Mimo solgundu, bir eliyle kalabalığı yatıştırmaya çalıştı. Tüm çocukluğum Mussolini’nin büyük tarihsel söylevlerini dinleyerek geçtiği için (okulda bu söylevlerin önemli bölümlerini ezberliyorduk), orada durmuş, Mimo’nun bir söylev vermesini bekliyordum. Sessizlik. Mimo, zorlukla işitilebilen, boğuk bir sesle konuştu: “Yurttaşlar, dostlar. Onca acıdan, onca kurbandan sonra… bugünlere geldik. Özgürlük uğrunda ölenlere şan olsun.” Hepsi bu kadardı. İçeri girdi. Kalabalık bağırıyordu, partizanlar silahlarını kaldırıp neşeyle havaya ateş ettiler. Biz çocuklar, değerli birer koleksiyon nesnesi olan kovanları toplamaya koşuştuk; ama bu arada, konuşma özgürlüğünün, retorikten kurtulmak demek olduğunu da öğrenmiştim.

Birkaç gün sonra, ilk Amerikan askerlerini gördüm. Zenci Amerikalılardı. Karşılaştığım ilk Amerikalı, Joseph adında bir siyahîydi; bana Dick Tracy ve Li’l Abner’in harika dünyasını ilk o tanıttı. Resimli romanları renkliydi, hoş bir kokuları vardı.

Subaylardan biri (Binbaşı ya da Yüzbaşı Muddy), okuldan iki kız arkadaşımın ailesinin villasında kalıyordu. Bazı hanımların çat pat konuştukları Fransızcayla Yüzbaşı Muddy’yle sohbet ettikleri villanın bahçesinde kendimi evimde gibi hissediyordum. Bu yüzden, Arnerikalı kurtarıcılarımız hakkındaki ilk izlenimim kara gömlekli bir sürü soluk benizliden sonra, “Qui, merci beaucoup, Madame, moi aussi j’aime le champagne…(Evet, çok teşekkür ederim hanımefendi, ben de şampanyadan hoşlanırım) diyen sarı – yeşil üniformalı aydın bir siyahîydi. Ne yazık ki şampanya yoktu, ama ilk çikletimi Yüzbaşı Muddy’ den aldım ve gün boyunca çiğnemeye koyuldum, Geceleri sakızı ertesi güne taze kalsın diye bir bardak suyun içine bırakıyordum.

Mayısta, savaşın sona ermiş olduğunu duyduk. Barış, bende tuhaf bir duygu yarattı. Bize bir İtalyan genci için sürekli savaş ortamının normal olduğu söylenmişti. Daha sonraki aylarda, Direniş’in yalnızca yerel bir olgu olmayıp, tüm Avrupa’yı kapsadığını keşfedecektim. Yeni, heyecan verici sözcükler öğrendim: “réseau(gizli örgüt)”, “maquis(Fransa’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara karşı silahlı direnme örgütü)”, “armée secréte(gizli ordu)”, “Rote Kapelle(kızıl bando)”, “Varşova Gettosu”. Yahudi Katliamı’nın ilk fotoğraflarını gördüğümde, daha sözcüğün kendisini bilmeden, anlamını öğrenmiş oldum. Nelerden kurtarıldığımızın da farkına vardım.

Bugün İtalya’da, Direniş’in savaşın seyrini askeri bakımdan gerçekten etkileyip etkilemediğini merak edenler var. Benim kuşağım açısından anlamsız bir soru; biz, Direniş’in manevi ve psikolojik anlamını hemen kavramıştık. Avrupalıların elleri kolları bağlı kurtuluşu beklemediğini bilmek bir gurur kaynağıydı bizim için. Kanımca, özgürlüğümüzü yeniden kazanmamızın bedelini kanlarıyla ödeyen genç Amerikalılar için de, ateş hattının gerisinde kendi paylarına düşeni yapan Avrupalıların bulunduğunu bilmek önemsiz bir şey değildi.

Bugün İtalya’da Direniş efsanesinin bir komünist uydurması olduğunu söyleyenler var. Komünistlerin, başını çektikleri Direnişi kendilerine mal etmeye kalkıştıkları doğrudur; ancak ben farklı görüşten partizanlar gördüğümü hatırlıyorum. Gecelerimi radyoya yapışıp, Londra Radyosu’nun partizanlara gönderdiği mesajları dinleyerek geçiriyordum – pencereler sıkı sıkıya kapalı olur, karartma yüzünden yalnızca radyonun çevresindeki küçük alan ışıklı bir haleye bürünürdü. Hem anlaşılmaz hem şiirsel bu mesajların (“Güneş de Doğar”, “Güller Açacak”) çoğu “Franchi için”di. Birisi kulağıma Franchi’nin Kuzey İtalya’daki en güçlü yer altı şebekelerinden birinin, efsanevi cesaretiyle ünlü lideri olduğunu fısıldamıştı. Franchi, benim kahramanımdı artık. Asıl adı Edgardo Sogno olan Franchi kralcıydı; öyle aşırı bir komünizm karşıtıydı ki, savaştan sonra aşırı sağ gruplardan birine katıldı ve gerici bir hükümet darbesi girişimine karışmakla da suçlandı. Hiç önemli değil. Sogno, çocukluk hayallerimin kahramanıdır hâlâ. Kurtuluş, değişik görüşlerden insanların ortak eylemiydi.

Bugün İtalya’da kurtuluş savaşının trajik bir bölünme devri olduğunu ve artık ulusal bir uzlaşmaya gereksinim duyduğumuzu söyleyenler var. O korkunç yılların anılarının bastırılması gerekiyormuş. Ne var ki, bastırma nevroza yol açar. Uzlaşma, iyi niyetle kendi savaşımlarını veren herkese anlayış ve saygı göstermek anlamına geliyorsa, bağışlamak, unutmak anlamına gelmez. Eichmann’ın bile görevine içtenlikle inandığını kabul edebilirim, ama “Tamam; gel de aynı şeyleri bir daha yap,” diyemem. Biz olanları hatırlatmak ve ağırbaşlılıkla, “onların aynı şeyleri bir daha yapmaması gerektiğini söylemek için buradayız.

Peki, ama “onlar” kimdi?


Hala İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’ya egemen olan totaliter hükümetleri düşünüyorsak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Değişik tarihsel koşullarda, aynı biçimde ortaya çıkmaları zordur. Mussolini’ nin faşizmi karizmatik başkan kavramına, korporatizme, “Ebedi Roma İmparatorluğu” ütopyasına, yeni topraklar fethetmeye yönelik emperyalist iradeye, aşırı milliyetçiliğe, tüm bir ulusun kara gömlekli birliklere dönüştürülmesi idealin, parlamenter demokrasinin reddine, Yahudi karşıtlığına dayalı idiyse, faşist İtalyan Sosyal Hareketi (Movimento Sociale Italiano) partisinden doğan Ulusal Birlik (Alleanza Nazionale) partisinin elbette sağcı bir parti olduğunu rahatlıkla kabul ederim, ama bu partinin eski faşizmle pek bir ilgisi yoktur. Aynı nedenlerden ötürü, Rusya da dahil olmak üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerinde etkinlik gösteren Nazi çizgisindeki hareketlerden kaygı duysam da, Nazizmin özgün biçimiyle, ulusal bir hareket olarak yeniden doğacağını sanmıyorum.

Bununla birlikte, siyasal rejimler devrilebiliyor, ideolojiler eleştirilip reddedilebiliyorsa, bir rejimin ve o rejimin ideolojisinin ardında her zaman belirli bir düşünme ve hissetme tarzı, birtakım kültürel alışkanlıklar, anlaşılmaz içgüdüler ve tam anlamıyla bilinemeyen itkiler vardır. Öyleyse, acaba Avrupa’ da (dünyanın başka yerlerini bir yana bırakırsak) dolaşan başka bir hayalet mi var?

lonesco, bir keresinde, “Yalnızca sözcükler önemlidir, gerisi gevezeliktir,” demişti. Dilsel alışkanlıklar, çoğu zaman dile getirilmemiş duyguların önemli belirtileridir.
Öyleyse, neden yalnızca Direniş’in değil, bir bütün olarak İkinci Dünya Savaşı’nın faşizme karşı bir mücadele olarak tanımlandığını soralım kendimize. Hemingway in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’unu bir kez daha okursanız, Robert Jordan’ın İspanyol falanjistlerini düşünürken bile, düşmanlarını faşistlerle özdeşleştirdiğini görürsünüz.

Sözü Franklin Delano Roosevelt’e bırakalım: “Amerikan halkının ve müttefiklerinin zaferi, faşizme ve faşizmin temsil ettiği despotluk çıkmazına karşı bir zafer olacaktır.”

McCarthy’nin iktidarda olduğu yıllarda, İspanyol İç Savaşı’na katılan Amerikalılara “vakitsiz anti-faşistler” deniyordu: bu sözün anlamı şuydu: 1940’lı yıllarda Hitler’e karşı savaşmak her iyi Amerikalının ahlaki göreviydi, buna karşılık çok daha erken bir dönemde, 1930’larda Franco’ya karşı savaşmak kuşkuluydu. Neden Amerikalı radikaller içtikleri keyif verici maddeyi onaylamayan polisi göstermek üzere “Fascist Pig”(Faşist domuz) gibi bir sözü kullanıyorlardı? Neden “Domuz Caugolard”, “Domuz Falanjist”, “Domuz Ustaşa”, “Domuz Quisling”, “Domuz Ante Paveliç” demiyorlardı?

Hitler’in Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabı, eksiksiz bir siyasal program bildirisidir. Naziliğin bir ırkçılık ve Ari ırk kuramı, net bir yoz sanat (entartete Kunst) anlayışı, bir iktidar istenci ve üstinsan (Übermensch) felsefesi vardı. Nazilik, kesin olarak Hıristiyanlık karşıtı ve yeni-pagandı, tıpkı Stalin’in Diamat’ının (Sovyet Marksçılığının resmi şekli) açıkça maddeci ve ateist olduğu gibi. Totaliterlikten, bireyin her eylemini devlete ve devletin ideolojisine tabi kılan bir rejim anlaşılıyorsa, o zaman Nazizm de, Stalincilik de gerçekten totaliter rejimlerdi.

İtalyan faşizmi elbette bir diktatörlüktü, ama tam anlamıyla totaliter değildi; ılımlı oluşundan değil, ideolojisinin felsefi zayıflığı yüzünden. Genel olarak sanıldığının aksine, İtalyan faşizminin kendine özgü bir felsefesi yoktu. Treccani Ansiklopedisi’ndeki Mussolini imzalı faşizm maddesi, Giovanni Gentile tarafından yazılmış ya da temel olarak onun görüşlerine dayanılarak kaleme alınmıştı; ama Mussolini bu yazıda yansıtılan Hegel’in son dönemine özgü “mutlak ve etik devlet” anlayışını hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirememiştir. Mussolini’nin bir felsefesi yoktu; yalnızca belagati vardı. Başlangıçta ödün vermez bir ateistken, sonradan Kilise’yle konkordato imzalamış ve faşist flamaları kutsayan piskoposlarla iyi ilişkiler içinde olmuştur. Bir söylentiye göre, ruhban sınıfına karşı olduğu ilk yıllarında, Tanrı’dan kendisini hemen oracıkta çarpmasını, bu yolla varlığını kanıtlamasını istemiştir. Belli ki Tanrı bu çağrıyı duymamıştır. Sonraki yıllarda Mussolini söylevlerinde Tanrı’nın adını sürekli olarak anıyor, “Tanrı’nın Gönderdiği Adam” olarak anılmaktan da rahatsızlık duymuyordu. İtalyan faşizminin bir Avrupa ülkesinde iktidara gelen ilk sağcı diktatörlük olduğu ve daha sonraki benzer tüm hareketlerin Mussolini’nin rejiminde ortak bir arketip buldukları söylenebilir. Askeri bir liturji, bir folklor, hatta bir giyim tarzı (yurtdışında Armani, Benetton veya Versace den daha büyük başarı kazanmış bir giyim tarzı) yaratan ilk rejim İtalyan faşizmi olmuştur. Öteki faşist hareketler, ancak 1930’lu yıllarda, Mosley ile İngiltere’de, Letonya, Estonya, Litvanya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, İspanya, Portekiz, Norveç, hatta Güney Amerika’da ortaya çıkmıştır; Almanya’dan söz etmeye herhalde gerek yok. Avrupa’nın liberal liderlerini, bu yeni rejimin ilginç toplumsal reformlar gerçekleştirdiğine ve komünizm tehlikesine karşı ılımlı devrimci bir seçenek oluşturduğuna ikna eden İtalyan faşizmi olmuştur.

Bununla birlikte, faşizm sözcüğünün neden değişik totaliter hareketleri gösteren bir “kapsamlayış” (sineddache), bir “pars pro toto” (lat.) Çok şeyi az şeyle anlatma) adlandırma haline geldiğini açıklamak için, tarihsel öncelik yeterli bir gerekçe gibi gelmiyor bana. Faşizmin, deyim yerindeyse “tözsel olarak” daha sonraki totaliter hareketlerin tüm öğelerini içerdiğini söylemek de doğru olmaz. Aksine, faşizmin herhangi bir tözü olmadığı gibi, tek bir özü de yoktu. Faşizm fuzzy bir totaIitarizmdi: tekparçadan oluşmuş bir ideoloji değildi, daha çok farklı siyasal ve felsefi görüşlerden oluşmuş bir kolaj, bir çelişkiler yumağıydı. Bir totaliter hareket düşünebilir misiniz ki, monarşi ile devrimi, kraliyet ordusu ile Mussolini’nin özel milisini, Kilise’ye verilen ayrıcalıklar ile şiddeti yücelten bir devlet eğitimini, mutlak denetim ile serbest piyasayı bir araya getirsin? Faşist Parti, devrimci bir yeni düzen getirdiği iddiasıyla doğmuştu; ama partiden bir karşı devrim bekleyen en tutucu toprak sahiplerince finanse edildi. Başlangıçta, faşizm cumhuriyetçiydi ve yirmi yıl boyunca kraliyet ailesine olan bağlılığını dile getirerek varlığını sürdürdü; “duce” egemenliğini kralla kol kola girerek, hatta ona “imparator” payesini sunarak korudu. Ama kral 1943’te Mussolini’yi azledince, parti iki ay sonra Almanların desteğiyle ve bu kez “sosyal” cumhuriyet sloganıyla ortaya çıktı; eski devrimci söylem, neredeyse Jakoben imalarla zenginleştirilmiş olarak yeniden devreye sokuldu.

Nazilerin tek bir mimarisi ve tek bir sanatı vardı. Nazilerin mimarı Albert Speer idiyse. Mies van der Rohe’ye yer yoktu. Aynı şekilde, Stalin rejiminde de, Lamarck haklı idiyse, Darwin’e yer yoktu. Hiç kuşkusuz, İtalya’da da faşist mimarlar vardı; ancak, onlar Colosseum taklidi yapıların yanı sıra esinini Gropius’un modern rasyonalizminden alan yeni binalar da yapmışlardır.

Faşistlerin bir Jdanov’u olmamıştır. İtalya’da iki önemli sanat ödülü vardı: Roberto Farinacci gibi kültürsüz ve fanatik bir faşistin denetimindeki, propagandacı sanatı teşvik eden (“Duce’nin Radyo Konuşmasını Dinlerken” ya da “Faşizmin Yarattığı Zihinsel Durumlar” gibi adları olan tabloları anımsıyorum) Cremona Ödülü ile Giuseppe Bottai gibi kültürlü ve yeterince hoşgörülü bir faşistin himayesindeki Bergamo Ödülü. Bu ikinci ödül, sanat için sanat kavramını ve avangard sanatın yeni denemelerini teşvik ediyordu; oysa yalnızca gösterişli Kitsch’e izin verilen Almanya’da avangard sanat, üstü örtülü komünizm propagandasının ve yozlaşmışlığın ürünü olarak görülüp yasaklanmıştı.

Millî şair D’Annunzio’ydu. Almanya’da ya da Rusya’da kurşuna dizilebilecek kadar züppe bu şair, milliyetçiliği ve kahramanlık kültü dolayısıyla (Fransız dekadan sanatının şiiri üzerindeki güçlü etkileri de eklemek gerekir) rejimin şairliğine atanmıştı.

Gelecekçiliğe gelince; onun da tıpkı dışavurumculuk, kübizm, gerçeküstücülük gibi yoz sanatın bir örneği olarak görülmesi beklenirdi. Oysa ilk İtalyan gelecekçileri milliyetçiydi; estetik nedenlerle, İtalya’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasını desteklediler, hızı, şiddeti, tehlikeyi yücelttiler. Yücelttikleri bu “değerler” bir açıdan faşist gençlik kültüyle bağdaşır görünüyordu. Faşizm, Roma İmparatorluğu’yla özdeşleşip eski kırsal gelenekleri yeniden keşfettiğinde, bir otomobilin “Samothniki Nikesinden daha güzel olduğunu ilan eden ve ay ışığını bile öldürmek isteyen Marinetti, ay ışığına büyük saygı besleyen İtalyan Akademisi’ne üye seçildi.

Geleceğin birçok partizanı ve geleceğin Komünist Partili birçok entelektüeli, yeni faşist kültürün beşiği olması gereken faşist üniversite öğrenci birliği GUF (Gruppi Universitari Fascisti: Faşist Üniversiteli Gruplar) tarafından eğitildi. Bu birliğe bağlı öğrenci dernekleri, yeni fikirlerin gerçek bir ideolojik denetime tabi olmaksızın serbestçe dolaştığı entelektüel bir pota haline geldi: Partililerin hoşgörüsü yüzünden değil, pek azının bu fikirleri denetleyecek entelektüel donanıma sahip olması yüzünden.

O yirmi yıl boyunca, İtalyan Hermetik akımının şiirleri rejimin abartılı üslubuna bir tepki olmuş; akımın şairlerinin fildişt kulelerinden yazınsal protestolarını ge .. Iiştfrmelerine izin verilmiştir. Hermetik şairlerin duyuşu, faşistlerin iyimserlik ve kahramanlık kült:üyle taban tabana zıttı. Rejim, toplumsal açıdan algılanması olanaksız olsa da bu aleni muhalefete göz yumuyor, ‘çünkü Hermetik akımın anlaşılması güç diline pek aldırmıyordu.

Bütün bunlar İtalyan faşizminin hoşgörülü olduğu anlamına gelmez. Gramsci, ölene kadar hapiste kalmıştır; Giacomo Matteotti ve Rosselli Kardeşler gibi muhaIefet liderleri suikastlara kurban gitmişler; özgür basın susturulmuş, sendikalar dağıtılmış, siyasal muhalifler ücra adalara sürülmüşlerdir. Yasama erki kağıt üstünde kalmış; hem yargıyı hem kitle iletişim araçlannı denetleyen yürütme gücü doğrudan yeni yasalar çıkarmıştır. Bu yasalar arasında, ırkın saflığının korunmasını öngörenleri de vardır (İtalya’nın Yahudi katliamını resmen destekleyişi).

Burada betimlediğim çelişkili manzara, hoşgörüden değil, siyasal ve ideolojik bir kargaşadan kaynaklanıyordu; ama “düzenli bir kargaşaydı bu, belirli bir yapısı vardı. Faşizm, felsefi açıdan oturmamış bir hareketti, ama duygusalolarak bazı arketiplere sıkı sıkıya bağlıydı.

Savımdaki ikinci ana noktaya gelmiş oluyoruz. Tek bir Nazizm vardı. Franco’nun aşırı Katolik falanjizmini Nazizm olarak nitelendiremeyiz: çünkü Nazizm, özü itibarıyla pagan, çoktanrılı ve Hıristiyanlık karşıtıdır, aksi takdirde Nazizm değildir. Bunun tersine, faşizm oyunu çok değişik tarzlarda sahnelenebilir ve oyunun adı değişmez, “Faşizm” kavramında, Wittgenstein’ın oyun kavramına benzer bir yön vardır. Bir oyun bir yarışma niteliği taşıyabilir ya da taşımayabilir; bir ya da daha fazla kişiyi ilgilendirebilir, özel bir beceri gerektirebilir ya da gerektirmeyebilir, ortaya para koyarak ya da koymaksızın oynanabilir. Oyunlar, yalnızca belirli bir “aile benzerliği” gösteren birbirinden farklı etkinliklerdir.

cumhurbaşkan recep tayyip erdoğan'ın '' başkanlık sistemi Hitler Almanya'sında da vardı açıklamasının ardından medyada Türkiye için önerilen yeni rejimin ile bu rejim ile tam ayni olduğuna ilişkin çok sayıda karşılaştırma tablosu yayınlandı.

 1      2      3      4 
abc  bcd   cde  def

Bir dizi siyasal grup olduğunu varsayalım; birinci grup abc, ikinci grup bcd, üçüncü grup cde, dördüncü grup ise def özellikleriyle tanımlansın. Birinci grup ile ikinci grup, ortak iki öğeleri olması nedeniyle birbirine benzer. Aynı nedenle, üçüncü grup ikinciye, dördüncü grup ise üçüncüye benzer. Üçüncü grubun birinci gruba da benzediğine dikkat ediniz (c öğesi ortaktır). En ilginç özellik dördüncü grupta görülür; dördüncü grup, üçüncü ve ikinci gruplara benzemekle birlikte, birinci grupla hiçbir ortak öğeye sahip değildir. Bununla birlikte, birinci grupla dördüncü grup arasında giderek azalan benzerliklerin kesintisiz bir dizi oluşturması dolayısıyla, bir tür yanılsamalı geçişlilikle, sanki dördüncü grup ile birinci grup arasında da bir aile benzerliği varmış gibi görünür.

“Faşizm” terimi her şeye uyarlanabilir hale gelmiştir, çünkü bir veya daha fazla özelliği ortadan kaldırılsa bile faşist bir rejim faşist olarak tanınabilir. Faşizmden emperyalizmi çıkarın, karşınızda Franco’yu veya Salazar’ı bulursunuz; sömürgeciliği çıkarın, Balkan faşizmiyle karşı karşıya kalırsınız. İtalyan faşizmine radikal bir kapitalizm karşıtlığını ekleyin (aslında Mussolini de kapitaIizm hayranı olmamıştır hiçbir zaman), Ezra Pound çıkar karşınıza. (Resmi faşizme tamamıyla yabancı öğeler olan) Kelt mitolojisi kültüyle Kutsal Kâse mistisizmini ekleyin, faşist guruların en saygı görenlerinden Julius Evola’yı görürsünüz.

Bu anlam karışıklığına karşın, “kök-faşizm” ya da “ebedi faşizm” diye adlandıracağım olgunun bir dizi tipik özelliğini ortaya koymanın olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu özellikler bir sistem oluşturmaz; çoğu birbiriyle çelişir ve başka despotluk ya da fanatizm biçimlerinde de görülür. Ancak herhangi birinin varlığı, bir faşizm gölgesinin oluşması için yeterlidir.

1. Kök-faşizmin ilk özelliği, gelenek kültü’dür. Gelenekçilik, faşizmden çok daha eskidir. Fransız Devrimi’nden sonraki karşı devrimci Katolik düşüncenin tipik bir özelliği olmakla birlikte, klasik Yunan rasyonalizmine bir tepki olarak Helenistik dönemin sonlarında doğmuştur.

Akdeniz havzasında değişik dinlere mensup halklar (bu dinlerin hepsi Roma panteonuna hoşgörüyle kabul edilmiştir), insanlık tarihinin başlarında alınmış bir vahyi düşlemeye başlamışlardı. Uzun bir süre, çoktan unutulmuş dillerin örtüsü ardında yatan bu vahyin Mısır hiyerogliflerinde, Keltlerin rünik yazılarında, henüz bilinmeyen Asya dinlerinin kutsal metinlerinde saklı kaldığı varsayılıyordu.


Bu yeni kültürün senkretist olması gerekiyordu. Sözlüklerdeki tanımının gösterdiği gibi “senkretizm” yalnızca “değişik inanç ve uygulama biçimlerinin bileşimi” değildir. Böyle bir bileşimin çelişkileri hoş görmesi de gereklidir. Özgün mesajların hepsi bir bilgelik tohumu içerir ve farklı ya da bağdaşmaz şeyler söylüyor gibi görünmeleri, hepsinin alegorik olarak bir ilksel hakikate gönderme yapmasındandır.

Dolayısıyla, bilgelikte ilerleme olanaksızdır. Hakikat bir kez açıklanmış olup bu açıklama sonsuza dek geçerlidir; bizim tek yapabileceğimiz şey, bu anlaşılması güç mesajı yorumlamayı sürdürmektir. Önde gelen gelenekçi düşünürleri bulmak için faşist hareketlerin programlarına bir bakmak yeter. Nazi bilgisi, gelenekçi, senkretist, okült öğelerden besleniyordu. Yeni İtalyan sağının en önemli kuramsal kaynağı Julius Evola’da, Kutsal Kâse ile Sion Bilgelerinin Protokolleri, simya ile Kutsal Roma ve Germen İmparatorluğu iç içe geçer. İtalyan sağının, açık fikirliliğini göstermek için, son zamanlarda programına De Maistre, Guenon ve Gramsci’nin eserlerini de katması, senkretizminin açık bir kanıtıdır.

Amerikan kitapçılarının “New Age” (Yeni çağ) başlıklı raflarına bir göz atarsanız, bildiğim kadarıyla faşist olmayan Aziz Augustinus’u bile bulabilirsiniz. Ama Aziz Augustinus’la Stonehenge’i birleştirmek, işte bu, kök-faşizmin belirtisidir.

2. Gelenekçilik, modernizmin reddi anlamına gelir. Hem faşistler, hem Naziler teknolojiye tapıyordu; oysa gelenekçi düşünürler, geleneksel ruhsal değerlerin yadsınması olarak gördükleri teknolojiyi genellikle reddederler. Ne var ki, Nazizm sanayideki başarılandan gurur duymuş olsa da, modernizme düzdüğü övgü “kan ve toprak” (Blut und Boden) üzerine kurulu bir ideolojinin yalnızca yüzeysel bir yönüydü. Modern dünyanın reddi, kapitalist yaşam tarzının eleştirisiyle kamufle edilmişti; ama asıl reddettiği 1789 ruhuydu (ve elbette 1776 Ruhu). Aydınlanma, Akıl çağı, modern çürümüşlüğün başlangıcı olarak görülüyordu. Bu anlamda kök-faşizm, “irrasyonalizm” olarak tanımlanabilir.

3. İrrasyonalizm, eylem için eylem kültüne de dayalıdır. Eylem kendi başına güzeldir, öyleyse hiçbir biçimde önceden üzerinde düşünülmeksizin gerçekleştirilmelidir. Düşünme, bir tür kısırlaşmadır. Bu yüzden, eleştirel tavırlarla özdeşleştiği sürece, kültür kuşkulu bir olgudur. Goebbels’e atfedilen “ne zaman kültürden söz edildiğini duysam, tabancamı çekerim” sözünden, “domuz entelektüeller”, “yumurta kafalılar”, “radikal züppeler”, “Üniversiteler komünist yuvasıdır” gibi sık sık kullanılan ifadelere varıncaya kadar, entelektüel dünyaya karşı güvensizlik, her zaman kök-faşizmin bir belirtisi olmuştur. Resmi faşist entelektüeller, modem kültürü ve liberal aydınları geleneksel değerleri terk etmekle suçlamayı bir görev bilmişlerdir.

Halen Türkiye'de 1.845 kişi Cumhurbaşkan'ına hakaretten 4 yıl hapis tehdidiyle yargılanmaktadır.


4. Hiçbir senkretizm biçimi, eleştiriyi kabul etmez. Eleştirel anlayış, ayrımlar yapar ve ayrım yapmak modernizmin bir göstergesidir. Modern kültürde bilim camiası, görüş ayrılığını bilgilerimizi geliştirmenin bir yolu olarak görür. Kök-faşizme göre görüş ayrılığı ihanettir.

5. Ayrıca, görüş ayrılığı, çeşitliliğin de bir göstergesidir. Kök-faşizm ise, farklılığın yarattığı doğal korkuyu kullanıp abartarak görüş birliği arar. Faşist ya da başlangıç aşamasındaki faşist bir hareketin ilk çağrısı, uyumsuzlara karşıdır. Dolayısıyla, kök-faşizm tanımı gereği ırkçıdır.

6. Kök-faşizm, bireysel ya da toplumsal düş kırıklığından doğar. Bu yüzden, tarihsel faşizmin en tipik özelliklerinden biri, ekonomik bir bunalım ya da siyasal bir aşağılanmadan rahatsızlık duyan ve toplumun alt kesimlerinin baskısından korkan düş kırıklığı içindeki “orta sınıflara” çağrıda bulunmasıdır. Eski “proleterler”in küçük burjuvalaştığı (ve lümpenlerin siyaset sahnesinden çekildiği) günümüzde, faşizm yandaşlarını bu yeni çoğunlukta bulacaktır.

7. Kök-faşizm, toplumsal bir kimlikten yoksun insanlara biricik ayrıcalıklarının herkesin paylaştığı ayrıcalık olduğunu –aynı ülkede doğmuş olmak- söyler. “Milliyetçilik”in kökeni budur. Ayrıca, bir ulusa kimlik verebilecek tek bir grup vardır: düşmanlar. Bu nedenle, kök-faşizm ideolojisinde, olasılıkla uluslararası nitelikli bir komplo saplantısı vardır. Faşizmin yandaşları, kendilerini kuşatılmış hissetmelidir. Komployu açığa çıkarmanın en kolay yolu da, yabancı düşmanlığına başvurmaktır. Ama, komplonun köklerinden biri de içeride olmalıdır; çoğu zaman Yahudiler, aynı anda hem içeride hem dışarıda olmak gibi bir avantaja sahip oldukları için, en iyi hedefi oluştururlar. ABD’de komplo saplantısının son örneği, Pat Robertson’un “The New World Order” (Yeni Dünya Düzeni) adlı kitabıdır.

8. Faşizm yandaşları kendilerini, düşmanların gösterişle sergilenen zenginliğinden ve gücünden aşağılanmış hissetmelidirler. Çocukluğumda bana İngilizlerin “günde beş öğün yemek yiyen halk” olduğu öğretilmişti: daha yoksul ama ölçülü İtalyanlardan daha sık yemek yerlermiş. Yahudiler zengindir ve gizli bir dayanışma ağı sayesinde yardımlaşırlar. Gelgelelim, yandaşlar, düşmanları yenebileceklerinden de emin olmalıdırlar. Böylece, retorik ayarın sürekli değiştirilmesiyle, düşmanlar hem çok güçlü, hem de çok zayıf gösterilir. Faşist rejimler, yapıları gereği, düşmanın gücünü nesnel olarak değerlendirmekten aciz oldukları için, savaşları kaybetmeye mahkûmdurlar.

9. Kök-faşizme göre yaşamak için mücadele edilmez, “mücadele etmek için” yaşanır. Barışseverlik düşmanla işbirliği demektir, barışseverlik kötüdür, çünkü yaşam sürekli bir savaştır. Gene de bu tutum, bir mahşer kompleksini de beraberinde getirir: düşmanları yenilgiye uğratmak zorunlu ve olanaklı olduğuna göre, faşist hareketin dünyanın egemenliğini eline geçireceği nihai bir savaş kaçınılmazdır. Böyle bir nihai çözüm, ardından bir barış döneminin, sürekli savaş ilkesiyle çelişen bir Altın çağ’ın gelmesi demektir. Hiçbir faşist lider bu çelişkiyi çözmeyi başaramamıştır.

10. Seçkincilik her gerici ideolojinin tipik yönlerinden biridir, çünkü temel olarak aristokratik bir tutumdur. Tarih boyunca, bütün aristokratik ve militarist seçkincilikler zayıfların hor görülmesi anlamına gelmiştir. Kök-faşizm, “halkçı bir seçkincilik”i savunmazlık edemez. Her yurttaş dünyanın en iyi halklarından birine mensuptur; parti üyeleri en iyi yurttaşlardır, her yurttaş partinin üyesi olabilir (ya da olmalıdır). Oysa, avam sınıfı olmadan, soylu sınıfı da olamaz. İktidarı demokratik yoldan değil, zorla ele geçirdiğini çok iyi bilen lider, gücünün kitlelerin zayıflığından kaynaklandığını da bilir: o kadar zayıftır ki kitleler, bir “egemen”e gereksinme duyarlar. Grup, (askeri modele göre) hiyerarşik olarak örgütlenmiş olduğundan, her alt yönetici kendi altındakileri hor görür. Bu da kitlesel seçkincilik duygusunu güçlendirir.

11. Böyle bir bakış açısından, herkes kahraman olmak üzere eğitilir. Her mitolojide, “kahraman” sıra dışı bir varlıktır: oysa kök-faşizm ideolojisinde kahramanlık olağandır. Bu kahramanlık kültü ölüm kültü’yle yakından bağlantılıdır; falanjistlere özgü sloganın “Viva la muerte!” (Yaşasın Ölüm!) olması bir rastlantı değildir. Normal insanlara ölümün tatsız bir şey olmakla birlikte, ağırbaşlılıkla karşılanması gerektiği söylenir; inançlılara ise ölümün doğaüstü bir mutluluğa ulaşmanın acılı bir yolu olduğu belirtilir. Buna karşılık, kök-faşist kahraman, kahramanca bir yaşamın en güzel ödülü olduğu söylenen ölümü arzular. Kök-faşist kahraman, ölmek için sabırsızlanır. Şunu da belirtelim ki, bu sabırsızlığıyla daha çok başkalarının ölümüne yol açar.

12. Sürekli savaş da, kahramanlık da oynanması zor oyunlar olduğundan, kök-faşist irade gücünü cinsel konulara aktarır. Kadınları küçük görmek ve bekârlık yemininden eşcinselliğe sıra dışı cinsel alışkanlıkları mahkum etmek demek olan machismo’nun kökeni budur. Cinsellik de oynanması zor oyunlardan biri olduğu için, kök-faşist kahraman fallusun ikamesi silahlarla oynar; onun savaş oyunları sürekli bir penis hasedi’nden kaynaklanır.

13. Kök-faşizm, nitel bir halkçılığa dayanır. Demokrasilerde yurttaşlar bireysel haklara sahip olmakla birlikte, bir bütün olarak ancak nicel bir siyasal etkileri vardır (çoğunluğun kararına uyulur). Kök-faşizme göre bireylerin birer birey olarak haklan yoktur; “halk” bir nitelik olarak, “ortak irade“yi ifade eden tekparça bir varlık olarak algılanır. Sayısı ne olursa olsun hiçbir çoğunluk ortak bir iradeye sahip olamayacağından, lider onların sözcüsü gibi davranır. Yurttaşlar, temsil güçlerini yitirdiklerinden, eylemde bulunmazlar; onlardan yalnızca halk rolünü oynamaları istenir. Dolayısıyla, halk teatral bir kurgudur. Nitel halkçılığa iyi bir örnek vermek için, artık Roma’daki Venedik Meydanı’na ya da Nürnberg Stadyumu’na ihtiyacımız yok. Gelecekte bizi nitel bir televizyon ya da internet halkçılığı bekliyor”, bu halkçılıkta, seçilmiş bir yurttaşlar grubunun duygusal tepkisi “halkın sesi” olarak sunulup kabul edilebilecektir. Nitel halkçılığı dolayısıyla, kök-faşizm “çürümüş” parlamenter yönetimlere karşı olmak zorundadır. Mussolini’nin İtalyan parlamentosunda söylediği ilk sözlerden biri şu olmuştur: “Bu ruhsuz ve renksiz yeri, askeri birliklerim için bir ordugâha dönüştürebilirdim.” Aslına bakılırsa, Mussolini askerleri için hemen daha iyi bir yer bulmuş; ama kısa bir süre sonra parlamentoyu feshetmiştir. Ne zaman bir siyasetçi, artık “halkın sesi”ni temsil etmediği gerekçesiyle, parlamentonun meşruluğuna kuşku düşürürse, kök-faşizmin kokusunu duyabiliriz.

14. Kök-faşizm, “Newspeak”(yeni-dil) dilini konuşur. 1984 romanında kullanmak üzere Orwell’in icat ettiği yeni-dil, İngiliz sosyalizmi anlamına gelen Ingsoc’un resmi dilidir. Bununla birlikte, kök-faşizme özgü öğeler değişik diktatörlük biçimlerinin hepsinde ortaktır. Tüm Nazi ya da faşist okul kitaplarında, karmaşık ve eleştirel akıl yürütmenin araçlarını sınırlandırmak üzere, son derece kısıtlı bir sözcük dağarcığı ve ilkel bir sözdizimi temel alınıyordu. Ama, masum bir talk-show biçimini aldığında bile yeni-dilin başka biçimlerini teşhis etmeye hazırlıklı olmamız gerekir.

Bu makalenin tamamı (Resimler ve alt yazıları hariç) 19 Şubat 2016 günü kaybettiğimiz İtalyan bilim adamı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco'nun ahlaksal hesaplaşma niteliği taşıyan beş yazısını Cinque Scritti Morali (Beş Ahlak Yazısı) adı altında topladığı kitabında faşizmin ''ebedi'' niteliklerini ve neredeyse değişmez belirtilerini ortaya koymaya çalıştığı ikinci bölümünden aynen alınmıştır.


Kök-faşizmin olası arketiplerini gösterdikten sonra, izninizle son gözlemlerimi dile getireyim. 27 Temmuz 1943 sabahı, radyodan verilen haberlere dayanarak, bana faşizmin çöktüğünü ve Mussolini’nin tutuklandığını söylediler. Annem gazete almam için beni dışarı gönderdi. En yakın gazete bayiine gittim ve gazetelerin çıktığını, ama adlarının değişmiş olduğunu gördüm. Üstelik, başlıklara bir göz atınca, her gazetenin farklı şeyler yazdığını fark ettim. Rastgele birini aldım, ilk sayfaya basılmış, beş ya da altı siyasi partinin imza attığı –Hıristiyan Demokrat Partisi, Komünist Parti, Sosyalist Parti, Eylem Partisi, Liberal Parti– bir duyuruyu okumaya koyuldum. O ana kadar, her ülkede tek bir parti olduğuna, İtalya’da da yalnızca Faşist Parti’nin bulunduğuna inanmıştım. Oysa şimdi, ülkemde aynı anda birkaç partinin birden var olabildiğini keşfediyordum. Dahası var: Akıllı bir çocuk olduğumdan, bu kadar partinin bir gecede ortaya çıkamayacağını; uzun bir süredir yer altı örgütleri olarak faaliyet göstermiş olduklarını anladım.

Baş sayfadaki duyuru, diktatörlüğün sona erişini ve özgürlüğümüze –konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, siyasal örgütlenme özgürlüğü- yeniden kavuşmamızı kutluyordu. Düşünün bir, “özgürlük”, “diktatörlük” sözcüklerini hayatımda ilk kez okuyordum. Bu sözcükler sayesinde özgür bir Batılı olarak yeniden doğmuştum.

Bu sözcüklerin anlamının bir kez daha unutulmaması için uyanık olmalıyız. Kök – faşizm, bazen sivil giysilere bürünmüş olarak, hala çevremizde dolanıyor. Birisi dünya sahnesine çıkıp, “Auschwitz’i yeniden açmak, Kara Gömleklileri yine İtalyan meydanlarında yürütmek istiyorum,” dese, ne kadar kolay olurdu bizim için. Ne yazık ki, yaşam bu kadar basit değil. Kök-faşizm, en masum kılıklarla geri gelebilir. Görevimiz, onun maskesini düşürüp, tek tek her yeni belirtisine işaret etmektir – her gün ve dünyanın her yerinde. Sözü gene Franklin Roosevelt’e bırakıyorum:

  Şunu iddia etmek cüretini gösteriyorum: Amerikan demokrasisi yaşayan bir güç olarak ilerlemesini sürdürmez, yurttaşlarının refahını artırmak için gece gündüz çalışmazsa, faşizmin ülkemizdeki gücü artacaktır. (4 Kasım 1938)

 

Özgürlük ve kurtuluş, asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: “Unutmayın”.
İzninizle sözlerimi Franco Fortini’ nin bir şiiriyle bitireyim:

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.