Savaşın Kaynağı

Zeitgeist / Denemeler | | Mayıs 24, 2016 at 4:50 pm

İşbirlikçi toplumun bir bedeli olduğu anlaşılır: Grup önyargısı !.

Yaşanması mümkün olmayan fırın sıcaklığında bir iklimin hakim olduğu, Doğu California çölündeki Ölüm Vadisinde en sık rastlanan canlı, tohumbiçen çöl karıncası adı verilen “Messor pergandei”dir. Bu karıncalar, onbinlerce bireyden oluşan devasa koloniler halinde, toprağın metrelerce altında yaşarlar. Messor karıncaları, yerin altında depoladıkları tohumları toplamak için, toprağın derinliklerindeki deliklerinden şafak vaktinde ve alacakaranlıkta kalabalık sürüler halinde çıkarak çölün dört bir yanına yayılırlar. Bu tohum depoları sayesinde hayatta kalan karıncalar, yıllar boyu süren kuraklıkları atlatabilirler. Her bir koloni yumurtalarından kesintisiz bir sel halinde işçi karıncaların türediği tek bir kraliçenin egemenliği altındadır.

Buraya kadar sıra dışı birşey yok. Fakat Messor karıncaları yeni bir yuva kurdukları zaman, son derece tuhaf bir olay meydana gelir. Yeni kraliçe olmuş birkaç karınca bir araya gelir ve yeni yuvayı birlikte kazarlar. Bu karıncalar kız kardeş olmak zorunda değildir (aslına bakılırsa çoğunlukla birbirleriyle akraba da değildirler) ama buna karşın, yeni ortak girişimleri sırasında mutlu bir biçimde işbirliği yaparlar ve hep beraber üremeye başlarlar. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra birdenbire, kraliçe karıncaların davranışlarında ani bir değişiklik görülür. Kolonide içsavaş çıkar ve kraliçeler öldüresiye birbirlerine saldınrlar. Hamlet’in son sahnesindeki gibi, bir kraliyet cinayeti diğerini takip eder (gerçi karınca vakasında, kraliçelerden biri hayatta kalır). Peki değişen nedir?

Bu garip hikayenin açıklaması, tohumbiçen çöl karıncalannın acımasızca bölgeci olmalarıdır. Çöldeki her bir arazi parçacığı, özel olarak tek bir koloniye aittir. Fakat, tüm koloniler aynı anda yeni, kanatlı kraliçeler ürettiklerinden dolayı, kısa bir zaman dilimi boyunca, çölde sahipsiz olan her bölgede çok sayıda yeni karınca yuvaları ortaya çıkar. Yeni koloniler arasında açık bir savaş hali yaşanır ve her bir koloni, komşularının yumurta ve larvalannı çalmak üzere yağmacı gruplar gönderir. Çalınan yumurta ve larvalar, koloniye getirilip “köle” olarak yetiştirilir ve yerel koloninin iş gücüne katkıda bulunur; çalınan karıncaları nedeniyle güç kaybedip zayıflayan diğer koloni yitip gider. Nihayet, tek bir muzaffer koloni ayakta kalır.

Bu savaş, kurucu kraliçelerin tuhaf ve geçici işbirliğine açıklık getirir. Yeni bir yuvada ne kadar çok kraliçe karınca varsa, ilk etapta o kadar çok işçi karınca yetiştirirler. Ne kadar çok işçi karınca varsa, kendi soylarından olan yumurtaları savunma ve düşmanınkileri de çalma şansları o kadar fazladır. Dolayısıyla, bir grupta başarılı olmak için birbirleriyle işbirliğine gitmeleri, kurucu kraliçelere fayda sağlar. Gruplar arası rekabet, birey karıncalar arasında görülen rekabetten daha vahşidir. Ancak geride hiç düşman kolonisi kalmadığında, bireyler eş-kraliçelerine karşı bencilliklerini ortaya koyarlar.

Daha insanî terimlerle ifade edecek olursak, bir dış düşman, grubun birbirine bağlılığını arttırır. Bu son derece yaygın bir düşüncedir. Alman uçakları İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra’yı bombalarken, farklılıklar ve düşmanlıklar pekala unutulmuştu: Alman bombaları, İngilizlerin sadakatle yek vücut haline gelmelerine yol açtı (İngiliz bombaları da Almanlar üzerinde aynı etkiyi gösterdi), Savaşın ardından, toplum bir kez daha parçalara bölündü ve savaş yıllarında baskın olan çoğunluğun iyiliği havası dağılarak, barış döneminin çekişmeci ve bencil ortamına geri dönüldü; bu da sosyalizm vaadinden gitgide uzaklaşılmasına yol açtı. Daha yaygın ve bilinen bir örnek verilecek olursa, kişisel deneyimlerime göre, Londra’daki taksi şoförleri diğer sürücülere karşı düşmanlıklarıyla ve diğer taksi şoförlerini bariz biçimde kayırmalarıyla nam salmışlardır. Tipik bir taksi şoförü, şahsen tanıyor olsun ya da olmasın, bir diğer taksi şoförüne yol vermek için aniden durabilir fakat aynı şeyi yapan bir arabanın arkasından trafikte yarışırcasına giderek önünü keser ve elini yumruk yapıp sallayarak diğer arabanın sürücüsüne söylenir. Taksi şoförlerinin dünyası iki gruba bölünmüştür. onlar ve biz. Dolayısıyla taksi şoförü “bizlere” iyi “onlara” kötü davranır.

Aynısı Apple-Macintosh kullanıcılan ile IBM kişisel bilgisayarlarının müptelası olanlar arasındaki rekabet için de söz konusudur. Kendi yazılımlarınının doğal olarak daha üstün olduğuna inanan Apple kullanıcıları, IBM kullanıcılarını sürekli hor görürler. Bu, büyük ölçüde kabileciliğin tetiklediği bir yaklaşımdır.

Bencil Sürü

Şimdilerde, insan topluluğuna dair tümüyle yeni bir açıklama karşımıza çıkmakta. İşbirliği belki de, yakın akrabalık, karşılıklılık ya da ahlakî öğretilerden değil, “grup seçilimi”nden kaynaklanan bir özelliğimizdir: İşbirliği yapan gruplar, gelişip çoğalır ve bencil gruplar yitip gider. Dolayısıyla işbirlikçi topluluklar, diğerleri pahasına hayatlarını sürdürmüştür. Doğal seçilim birey düzeyinde değil, topluluk ya da kabile düzeyinde meydana gelmiştir.

Çoğu antropoloğa göre, bu görüş eskilere dayanır. İnsan olmanın kültürel demirbaşının büyük bir kısmının, doğrudan bir amaç için var olduğu görüşü, antropolojide basmakalıp bir düşünce haline gelmiştir – grubun, kabilenin ya da toplumun bütünlüğünü sürdürüp güçlendirmek. Antropologlar, adetleri ve yöntemleri bireyin değil, grubun bekasının teşvik edilmesi açısından yorumlamayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Çoğunlukla biyologların, grup seçilimi mantığını temelden çürüttükleri gerçeğinden habersiz olduklarından dolayı, antropologlar bu alışkanlıklarını kaygısızca sürdürürler. Artık bu temeli olmayan anıtsal bir binadır. Antropologlar gibi, 1960’ların ortalarına dek çoğu biyolog da, türler için iyi olan özelliklerin doğal seçilimi vasıtasıyla üstünkörü bir biçimde evrimden bahsetti. Fakat tür için iyi olan bir şeyin, birey için kötü olması durumunda ne olur? Diğer bir deyişle, mahkûmun ikilemi yaşandığında ne olur? Ne olduğunu biliyoruz. Bireyin çıkarı once gelir. İçlerindeki bireylerin bencillikleri, fedakar grupların sürekli kuyusunu kazar.

Ekinlere dadanan kargaların oluşturduğu bir koloniyi düşünün. Sürüler halinde yaşayan bu hayvanlar, Avrasya’nın dört bir yanındaki otlaklarda yaşayan kurtçuklarla beslenirler ve ince dallardan yüksek ağaçlara yaptıkları yuvalarda, koloniler halinde üremek üzere, bahar aylarında bir araya gelirler. Kargalar son derece sosyaldirIer. Bu kuşlar dalaşırken, oynarken ve kur yaparken, kolonideki gaklamalar ve ötmeler şafaktan gün batana dek sürer. Karga sürüsünun bu kesintisiz şamatası o derece kulak tırmalayıcıdır ki, böyle bir sürüye takılan isimlerden biri karga meclisidir. 1960’Iarda, bir biyolog, karga kolonileri ve diğer kuş kümelenmelerini topluluklar olarak tanımlamaya çalıştı: kendisini oluşturan unsurların toplamından daha büyük bütünler olarak. Vero Wynne-Edwards, ekin kargalarının, nüfus yoğunluklarına dair fikir edinmek ve aşırı nüfus artışını engellemek amacıyla o yıl içerisindeki üreme çabalarını ayarlamak için bir araya toplandıklarından bahseder. Şayet aşırı sayıda karga varsa, her karga az sayıda yumurtayı kuluçkaya yatırır ve tüm ekin kargalarının karşı karşıya kalabileceği Malthusvari bir açlık tehlikesinden kaçınılır. “Bir bütün olarak topluluğun çıkarları uğruna bireyin çıkarlarından fiilen feragat edilir veya bireyin çıkarları topIuluğun çıkarlarına tabi olur.” Ekin kargası sürüleri birbirleriyle rekabet ederler fakat kargalar bireysel rekabet içinde değildir.

Wynne-Edwards’ın öngörüsü empirik açıdan muhtemelen doğruydu. Nüfus yoğunlukları yüksek olduğunda, kuluçkadaki yumurta sayısı düşüktür. Fakat bu ilinti ile Edwards’ın vardığı sonuç arasında büyük bir fark vardır. Buna muhalefet eden David Lack adında bir kuşbilimci, “belki de nüfus yoğunlukları yüksek olduğunda, yiyecek kıtlaşır ve kuşlar da az sayıda yumurtlayarak buna tepki verirler. Kaldı ki bir ekin kargası, topluluğun çıkarını kendi çıkarından önde tutacak kadar nasıl ve neden evrimleşmiş olabilir? Şayet her karga kendini kısıtlıyor olsaydı, bu kısıtlamaya gitmeyen bir isyankar daha çok yavruya sahip olacak ve çok geçmeden onun soyundan gelen bencil kargalar fedakarlara sayıca üstünlük sağlayacaktı; böylece kısıtlama ortadan kalkacaktı” diye karşılık verdi.

Lack bu tartışmayı kazandı. Kuşlar, toplumun bekası uğruna, üreme dürtülerini kısıtlamazlar. Birdenbire biyologlar, pek az hayvanın, grubun ya da türün çıkarlarını, bireyin çıkarlarının önüne koyduğunu fark ettiler. Bunu yapan istisnasız tüm hayvanlar da, aslında grubu değil, aileyi en ön plana koymaktadır. Karınca kolonileri ve tüysüz köstebek faresi toplulukları salt büyük ailelerden oluşurlar. Bir kurt sürüsü ya da cüce firavun farelerinden oluşan bir topluluk da büyük bir ailedir. Çalılıklarda yaşayan alakargalar ve bir önceki yıl doğmuş genç yavruların bir sonraki kuluçkadan çıkan nesli yetiştirmek üzere ebeveynlerine yardım ettikleri diğer kuşlar da. Bir asalağın oyuncağı olmadıkları, ya da karıncalarda olduğu gibi, diğer bir türün kölesi durumuna düşmedikleri müddetçe, hayvanların bireye tercih ettikleri tek grup ailedir.

Buna karşın hayvanlar, büyük ailelerden çok daha fazlasını içeren sürüler meydana getirirler. Bunun nedeni tek kelimeyle bencilliktir. Yırtıcılara alternatif hedefler sunmak gibi geçerli bir edenden ötürü, sürünün dışında kalmaktansa içinde olmak, h-er bireyaçısından daha çıkar bir yoldur. Kalabalık güvenliği de beraberinde getirir. Ringa balığı ve sığırcıkların sürüler halinde yaşaması, bireyin kurban gitme olasılığını azaltma gibi basit bir nedene dayanır. Sonuç itibariyle, ortaya çıkan etki olumsuzdur: Ringa balıklarının sürüler halinde gezmesi, asla tek bir balığın peşine düşme zahmetine girmeyecek kambur sırtlı ya da katil balinaların gözde kurbanları haline gelmelerine yol açar. Fakat birey açısından, bir diğer balığın arkasına saklanmak her zaman daha iyidir. Dolayısıyla balık ve kuş sürüleri. grupçuluğun değil, bencilliğin eseridir.

Karga kolonilerinin sebebi biraz farklı olabilir: Müşterek savunma ya da iyi beslenmiş bireyleri, yiyecek buldukları yere kadar takip etme fırsatı. Fakat prensip aynıdır. Sürüde olmak, sosyal değil bireysel çıkara dayalı bir tercih/eylemdir. Kısaca, büyük ailelerde yer almadıklan müddetçe, hayvanların sürüler halinde yaşamaları ya da sosyal davranışlarının özveri ile ilgisi yoktur.

“Bencil sürü”, William Hamilton’ın buna dair kullandığı terimdi ve Hamilton, yuvarlak bir gölet kenarında bir araya toplanarak, gölette yaşayan yılanların dikkatinden kaçan bir grup hayali kurbağa ile görüşünü kanıtladı. İki kurbağanın arasına girip, bu kurbağaların yılanlara av olma ihtimalini arttırmaktan başka bir güdüsü olmayan hayali kurbağalar, sonunda üst üste kümelenip bir yığın oluştururlar. Doğada, aile olmayan tüm topluluklar bencil sürülerdir. Şempanze sürüleri dahi bu amaçla bir araya gelebilirler: Bu kez, düşman yırtıcılar aynı türün diğer mensuplarıdır. Büyük gruplarda yaşamanın şempanzelere sağladığı esas fayda, kalabalığın beraberinde getireceği güvenlik unsurunun, rakip bir sürü tarafından grubun yaşadığı bölgeye yapılacak başarılı bir saldırı tehlikesini azaltmasıdır.

Roma’dayken …

Grup seçiliminin, bireysel seçilimi nadiren alt etmeyi başardığını kanıtlamak için, neredeyse tüm hayvanların 50:50 bir cinsiyet oranına sahip olduğunu göz önünde bulundurun. Neden? Her bir erkeğe on dişinin düştüğü bir tavşan türü olduğunu hayal edin. Tavşanlar çokeşli olduklarından ve yavruları besleyip korumak için erkek tavşana ihtiyaç duyulmadığından, bu tür gelişip çoğalacak ve normal tavşanın neredeyse iki katı hızda üreyecekti. Çok geçmeden bu tür, normal tavşanın soyunun tükenmesine yol açacaktı. Dolayısıyla yanlı bir cinsiyet oranı tür açısından fayda sağlayacaktı.

Fakat şimdi de buna, bu yeni türe ait tek bir dişi tavşanın açısından bakın. Varsayın ki dişi tavşan, doğurduğu yavruların cinsiyet oranını değiştirme gücüne sahiptir. Bu dişi şayet yalnızca erkek yavru doğursaydı, her bir erkeğin on tane eşi olacaktı ve kendisi de rakiplerine kıyasla on kat daha fazla torun sahibi olacaktı. Çok geçmeden bu dişinin erkek doğuran soyu, türe hakim olacak ve erkek cinsi giderek yaygınlaşıp, cinsiyet oranını tekrar denk hale getirecekti. Bu nedenle, kuralı kanıtlayan nadir istisnalarla birlikte, cinsiyet oranı her zaman 50:50 civarında gezinir. Herhangi bir sapma, cinsiyet oranını yeniden eşitleyen türü otomatikman mükafatlandırır.

Hemen hemen aynı sav, insan davranışı için de geçerlidir. Bir Güney Amerika ormanında, sadece tek bir tür yiyecek tüketen –palmiye ağacının özü– yüz ailelik bir Kızılderili kabilesinin yaşadığını varsayın. Bu mantıksız değildir zira bu tür bir yiecek, bazı insanların başlıca besin kaynağıdır. Palmiye ağaçlarının yavaş büyüdüğünü ve her ailenin sadece olgun ağaçların özleri için kesilebileceğine dair bir kuralı benimsediğini varsayın. Açlık tehlikesini önlemek için her aile, evli çift başına iki çocuktan fazlasını doğurmama gibi katı bir kurala uyar ve bunun dışında doğacak bebekler öldürülerek, herkesin olgun palmiye ağaçları sayesinde iyi beslenmesi sağlanır. Kafamızda yarattığımız bu bir ölçüde totaliter Cennet’te her şey yolundadır. Bireysel hırstan feragat edilerek, tür gözetilip bakılmakta ve gelişip çoğalmaktadır.

Şimdi, Yıllar sonra, bir nedenden ötürü ailelerden birinin söylenenleri yapmayı reddettiğini ve on çocuk doğurup yetiştirdiğini varsayın; aile, olgunlaşmamış palmiye ağaçlarını keserek çocuklarını besler. Diğerleri de aynı şeyi yapar ve çok geçmeden tüm kabile sıkıntıya düşer; kurallara saygılı Kızılderililer, kuralları çiğneyen Kızılderililer kadar sıkıntı yaşarlar. Gerçekten de şimdi kuralları çiğneyen birçok kabile mensubu olduğundan, kurallara uyan herhangi bir aileye kıyasla bunların, bir sonraki kıtlığı atlatma şansları daha yüksektir. Masumlar, çekilen sıkıntıya ortak olurlar ve hatta nispeten daha büyük sıkıntıya katlanırlar. Tür gelişip çoğalmaz fakat bireyler çoğalır. Potansiyel bir muhalif, kuralı çiğnemenin cazibesine direnerek uzun vadede daha fazla çıkar sağlayabileceğini ya da toplumsal maneviyat dürtüsüyle harekete geçebileceğini ileri sürebilir. Fakat diğerlerinin de aynı sonuca varacağından emin olabilir mi? Mahkûmun ikilemi açısından, döneklik yapmayacaklarına dair diğerlerine güvenebilir mi? Hattâ, kendisinin de döneklik yapmayacağına dair diğerlerinin kendisine güven duyacağından emin olabilir mi? Zira bireylerden biri döneklik yaparsa ya da bir diğerinin döneklik yapabileceğini düşünürse; ya da bir diğerinin, kendisinin döneklik yapacağını aklından geçirebileceğini düşünürse, o zaman toplumsal maneviyat çöker ve kimin gücü kime yeterse mantığıyla kargaşaya sürüklenilir.

Kromozom, cenin ve karınca kolonisinden çıkarılan sevimsiz dersleri hatırlayın. Bu denli yakın bağlara sahip gruplarda dahi, bencil isyanın yarattığı sürekli bir tehdit söz konusudur ve bu tehdit ancak kromozomlar arasında bir piyango yaratan, cenindeki tohum hücresini ayıran ve işçi karıncaları kısırlaştıran ayrıntılı mekanizmalarla baskılanır. Bireyler akraba olmadıklarında, bir gruptan diğerine göçmekte serbest olduklarında ve kendi başlarına üreme becerisine sahip olduklarında, bu tür isyanları bastırmak ne denli daha zordur?

Bütün grup seçilimi düşüncesinin ardında yatan, vahim denecek kadar zayıf varsayımları ortaya çıkaran da böylesine bir mantıktır. Ancak grupların, bireyler kadar kısa nesil süreçleri olması, büyük ölçüde grup/soy içi üremeleri, gruplar arası göçün az olması ve barındırdığı bireyler gibi, tüm grubun soyunun tükenme ihtimali yüksek olması kaydıyla – sadece bu koşullar yerine geldiğinde, grup seçilimi, bireysel seçilimin etkisini bastırıp boğacaktır. Aksi takdirde, daha büyük grubun adına kısıtlama uygulayan herhangi bir tür ya da grup arasında bencillik bir grip mikrobu gibi yayılır. Bireysel hırs, kolektif kısıtlamaya karşı hep bir çıkış yolu bulur. Ve bugüne dek, bir klon ya da yakın bağları olan bir aile dışında, grup seçilimini tatbik eden bir hayvana ya da bitkiye dair sağlıklı bir örneğe rastlanmamıştır – sadece tohumbiçen çöl karıncalarının geçici ve kısa süren yeni koloni oluşturma süreçleri bir istisnadır. Arılar, kovanı savunmak için yaşamlarını tehlikeye atarlar; fakat bizzat kovanın yaşamını sürdürmesi için değil, kovanda yaşayan çok sayıdaki kız kardeşleri ile paylaştıkları genlerin yaşamlarını sürdürmeleri için. Arıların cesareti gen-bencilliğine dayanır.

Fakat, bazı biyologların kendilerinden emin bir biçimde öne sürdükleri bu tezin üzerinde son yıllarda şüphe bulutları gezinmeye başladı. Biyologlar, bu tezin temel doğruluğundan kuşku duymasalar da buna dair bir istisna bulmuş olabileceklerini düşünmektedirler; sıradışı koşulların geçerli olduğu ve bu koşullarla birlikte işbirlikçi grupların, bencil bireylerden oluşan grupların bencillik mikrobu bulaşmadan köklerini kurutabilmelerine olanak tanıyacak kadar büyük bir avantaj elde ettiği bir tür.

Kuşkusuz bu istisna insanoğludur. İnsanları farklı kılan kültürdür. İnsanların, geleneklerinden, alışkanlıklarından ve bilgiyi ve inanışları bir bireyden diğerine bulaştırarak aktarma eylemlerinden ötürü, insanoğlunda süregelen tümüyle yeni türden bir evrim söz konusudur – genetik anlamda farklı bireyler ya da gruplar arasında değil, kültürel anlamda farklı bireyler ya da gruplar arasında bir rekabet. Bir birey, daha iyi genleri olduğu için değil ama elverişli/kullanışlı bir değeri olan bir şeyi bildiğinden ve inandığından, bir diğerinin pahasına gelişip çoğalabilir.

Bu yeni önsezinin sorumlularından biri Rob Boyd, ve kaynağı ise, alışılageldiği üzere oyun kuramıdır. İlk diplomasını fizik, ikincisini ise ekoloji bilimi üzerine alan Boyd, biyologlar tarafından genellikle daha usulca ele alınan konulara, matematiksel bir katılıkla yaklaşır. Boyd, 1980’lerde, planktonlar üzerine uzmanlaşmış Peter Richerson ile birlikte grup seçilimi üzerine çalışmaya başladı. Boyd’un konuya dair ilgisi, bir paradokstan kaynaklanıyordu. Mahkûmun ikilemi oyunları, Kısasa-kısas sonucunu doğuruyordu. Fakat sonuç üzerinde ne kadar oynarsanız oynayın, karşılıklılık, sadece çok küçük bir grup birey açısından işbirliği yaratır. Sadece iki ya da üç bireyin, geçmişteki cömertliklerinin çetelesini tutmak durumunda olan bir vampir yarasası ya da hatta şempanze açısından bir sorun yoktur. Fakat kabile topluluklarında dahi insanlar, çok sayıda, hatta yüzler ya da binlerle ifade edilebilecek sayıda farklı insanla etkileşim içerisindedirler. Buna karşın insanlar, bu büyük ve dağınık gruplarda bile güvenilir bir biçimde işbirliği yaparlar. Yabancılara güveniriz, bir daha asla görmeyeceğimiz garsonlara bahşiş bırakırız, kan veririz, kurallara uyarız ve nadiren karşılıklı iyilik beklentisi içinde olduğumuz insanlarla işbirliği yaparız. Karşılıklı işbirliği yapan büyük bir grup içerisinde bencil bir beleşçi olmak, o denli akla yatkın ve başarılı bir stratejidir ki (Robert Maxwell tecrübesinin ara sıra bizlere gösterdiği gibi), daha fazla insanın böyle bir seçeneği tercih etmemesi çılgınlık gibi görünmektedir.

Böylece, Boyd ve Richerson, karşılıklılığı yadsıyarak insanların işbirliğine gitmesine farklı açıklamalar getirmemiz gerektiğini ileri sürerler. Farz edin ki, insanlık tarihi boyunca, işbirliği yapan gruplar bencil bireylerden oluşan gruplara kıyasla daha başarılı oldular ve hızlı ve acımasız bir biçimde bu bencil bireylerin soylarını kuruttular. Bu, kendi çıkarını düşünen bir birey olmaktansa, bir grup özverili bireyin arasında bulunmayı daha önemli bir hale getirecekti. Gruplar arası farklılıklar devam ettiği müddetçe, böyle bir işbirliğinin başarısı da sürüp gidecek, fakat örneğin dış evlilikler yoluyla, bencil fikirler, bencil gruplardan işbirliği yapan gruplara sirayet ederse, ölümcül bir yıkıma uğrayacaktı. Burada sözü edilen yaratık, çoğu alışkanlığını içgüdülerine bel bağlayarak değil, daha ziyade kültür vasıtasıyla öğrense bile aynı sonuç yine de geçerli olur.

Fakat Boyd ve Richerson, kurguladıkları matematiksel simülasyonlarda, işbirliğini daha olası hale getiren bir tür kültürel öğrenme olduğunu keşfettiler: konformizm. Şayet çocuklar ebeveynlerinden ya da deneme yanılma yoluyla değil ama, yetişkin rol modellerinin arasındaki en yaygın alışkanlığı ya da en revaçta olan modayı taklit ederek öğreniyorlarsa, ve şayet yetişkinler toplumdaki en yaygın davranış kalıbını takip ediyorlarsa – kısacası, eğer bizler kültürel koyunlar isek – o zaman işbirliği, çok büyük gruplarda sürüp gider. Sonuç olarak, işbirlikçi bir grup ile bencil bir grup arasındaki fark, bencil grupların, işbirlikçi gruplarla rekabet etmekten ötürü yok olmalarına yetecek kadar uzun sürebilir.

Konformizm kulağa aşina geliyor mu? Sanırım öyle. Sırf başkalarının da aynı yolu izliyor olması gibi bir gerekçeden daha fazlasına ihtiyaç duymadan, insanoğlunu en saçma ve tehlikeli yolu izlemesi yönünde ikna etmek son derece kolaydır. Nazi Almanyası’nda, neredeyse herkes, bir psikopata uymak üzere muhakeme ve sağduyusunu bir kenara bırakmıştı. Çin’de, Maoizm dönemindeki sadist bir lider salt bir dizi resmi bildiri yayımlayarak, çok sayıda insanı, tüm öğretmenleri ihbar edip, onlara saldırmaya, çelik yapmak için tüm yemek tencerelerini eritmeye ya da serçeleri öldürmeye sevk etmişti. Bunlar uç noktadaki örnekler olabilir, fakat içinde bulunduğunuz toplumun garip ve çılgınca heveslere karşı bağışıklığı olduğu gibi bir düşünceyle kendinizi avutmayın. Aşın milliyetçilik, Mc Carthycilik, Beatles çılgınlığı, İspanyol paça kot pantolonlar, hatta politik doğruculuğa dair saçmalıkların tümü, sırf mevcut moda akımıdır diye, güncel modaya nasıl kolayca tabi olduğumuza dair çarpıcı örneklerdir.

Ardından Boyd ve Richerson, neden her şeyden önce konformizmin evrim geçirmesi gerektiği sorusunu kendilerine sordular. Bu kadar konformist olmak insanoğluna nasıl bir avantaj sağlar? Boyd ve Richerson, geçimini birçok farklı biçimde sağlayan bir türde, “Roma’da iken, Romalılar gibi davranın” geleneğini benimsemenin çok akılcı olacağını ileri sürdüler.

Bunun nedenini anlamak için, katil balinaları göz önüne alın çoğu hayvan, erişebilecekleri alan içerisindeki benzer türden şeylerle beslenir. Örneğin bir tilki, ister Kansas’ta isterse de Leicestershire’de yaşasın, hayvan leşi, solucan, fare, kuş yavrusu ve böceklerle beslenir. Fakat katil balinalar farklıdır. Her bir bölgesel topluluk, kendine özgü avı yakalamak için karmaşık bir strateji benimser ve her topluluğun yakaladığı av farklıdır. Norveç’in fiyortlerinde, katil balinalar, işbirliğine dayalı ustaca numaralar kullanarak, ringa balığı sürülerini bir araya toplama konusunda uzmanlaşırlar. İngiliz Kolombiyası sahillerinin açıklarında, katil balinalar, somon yakalamak için çok farklı bir dizi, numaraya başvururlar. Antarktikayı çevreleyen denizin güneyindeki adalarda, katil balinaların temel besini penguenlerdir ve yosunların etrafına toplanmış penguenleri gafil avlamakta çok başarılıdırlar. Patagonya kıyıları açıklarında, katil balinalar, deniz aslanlarını yakalamak için kendilerini hızla kumsala fırlatma gibi genç balinaların da öğrenmesi gereken bir beceri geliştirmişlerdir. Mesele şu ki, her katil balina topluluğu farklı bir şey yapar ve Norveç’te yaşayan bir katil balina, yerel alışkanlıkları benimsemezse, örneğin Patagonya açıklarında açlıkla yüz yüze kalır.

Muhtemelen insanoğlu da, yaklaşık beş milyon yıl önce şempanzelerin ataları ile genetik ortaklıktan ayrıldığından beri, her daim benzer bir yerelleşme alışkanlığı edinmiştir. Ne de olsa şempanzeler, neredeyse katil balinalar kadar, yaşadıkları yerdeki en elverişli duruma göre güçlü yerel beslenme gelenekleri sergilerler. Batı Afrika’daki bir şempanze topluluğu, taş kullanarak fındık kırar; doğudaki bir başka topluluk, termit yuvalarına değnek “daldırarak” yakaladıkları termitleri yerler. Konformizme dayalı kültürel aktarımlar, yerel olarak ne fayda sağlarsa, onu adet edinmenizi garanti altına almanın bir yoludur – kalıtsal olarak, komşularınızı taklit etme yönünde bir eğilim edinirsiniz. Serengeti’den batıya göç etmiş ve bir orman dağının eteklerinde yaşayan bir kabileye katılmış bir Homo Erectus kadınının, yeni yerleşim yerinde mevcut olmayan türden bir yumru kökü için toprağı eşelemekte ısrar etmekten çok, meyve aramak için yeni komşularını taklit etmesi yarar sağlardı.

Buna karşın Boyd, herkes taklit etme yoluna başvurduğu zaman, taklit etmenin daha faydalı olacağını fark etmiştir. Aksi takdirde, bir tek siz bu yola başvuruyorsanız, o zaman tek öğrenebileceğiniz şey yüzlerce diğer insan tarafından işe yaradığı kanıtlanmış şeyler değil, bir başkasının kendi başına çaba göstererek öğrendiği şeyler olacaktır. Bu, konformizme dayalı bir sistemin, ilk etapta nasıl başlayabileceğine dair bir sorun yaratır?

O halde İnsanın evrimleşme sürecinde, yerel uzmanlaşma alışkanlıkları, kültürel konformizm, topluluklar arasında yaşanan vahşi düşmanlık, işbirliğine dayalı grup savunması ve grupçuluk el ele gelişmiştir. Refaha eren topluluklar, işbirliğinin geliştiği topluluklardı ve insanoğlunun işbirliği alışkanlığı, insan zihninin derinliklerine yavaş yavaş işledi. Boyd ve Richerson’un ifadesiyle, “Konformist geçiş/aktarım, insanların neden yakın akraba olmadıkları diğer insanlarla, kendi çıkarlarına aykırı biçimde işbirliği yapmakta diğer tüm hayvanlara kıyasla farklılık sergilediklerine dair kuramsal olarak ikna edici ve deneysel / gözlemsel anlamda mantıklı bir açıklama sunar.”

Milyonlarca İnsan Yanılıyor Olamaz. Yoksa Yanılıyorlar mı?

Konformizmin evrimsel keşfine paralel olarak, psikologlar ve ekonomistler de aynı keşifte bulundular. 1950’lerde, Solomon Asch adında Amerikalı bir psikolog, insanların baskı altında konformizme yönelme eğilimlerini test eden bir dizi deney yaptı. Denek, yarım daire şeklinde dizilmiş dokuz sandalyenin bulunduğu bir odaya girdi ve sondan bir önceki sandalyeye oturtuldu. Diğer sekiz denek birer birer odaya geldi ve diğer sandalyelere oturtuldu. İlk denek, diğer sekiz kişinin tümünün, deneyi yürüten kişinin işbirlikçisi olduğundan habersizdi. Ardından Asch, gruba sırayla iki kart gösterdi. İlk kartta tek bir çizgi ve ikinci kartta ise farklı uzunluklarda üç çizgi vardı. Daha sonra her bir deneğe, üç çizgiden hangisinin, ilk kartta gördükleri tek çizgi ile aynı uzunlukta olduğu soruldu. Bu zor bir test değildi; cevap barizdi zira çizgilerin uzunlukları birbirlerinden iki buçukar inç farklıydı.

Fakat denek, kendinden önce fikirlerini beyan eden işbirlikçi deneklerin ardından sekizinci sırada soruyu yanıtlıyordu. Ve diğer yedi deneğin sadece farklı bir çizgiyi seçmekle kalmayıp, aynı çizgi üzerinde hemfikir olduğuna şaşkınlıkla tanık oldu. Vardığı apaçık sonuç, diğer yedi kişinin ortak görüşüyle çelişiyordu. Hangisine güvenmeliydi? On sekiz deneyden on ikisinde, denek, çoğunluğun tercihine göre karar vererek yanlış çizgiyi seçti. Daha sonra, diğerlerinin verdiği cevapların etkisi altında kalıp kalmadıkları sorulduğunda, çoğu denek etki altında kalmadığını söyledi! Bu denekler, çoğunluğa ayak uydurmakla kalmayıp, gerçekten inandıkları doğrudan saptılar.

David Hirshleifer, Sushil Bikhchandani ve Ivo Welch adındaki matematik ekonomistleri bu ipucunu değerlendirdi. Bu ekonomistler konformizmi olduğu gibi kabul edip, neden meydana geldiğini anlamaya çalışırlar. Neden insanlar hep modayı takip ederler? Neden etek boyları, şık restoranlar, tahıl çeşitleri, pop şarkıcıları, haber makaleleri, revaçta olan yiyecekler, egzsersiz çılgınlıkları, çevreye dair korkular, bankalara hücum eden mudiler, psikiyatrik bahaneler ve geri kalan her şey, herhangi bir zamanda ve yerde acımasızca birbirlerine benzerler? Prozac, çocukların şeytanca taciz edilmesi, aerobik, Power Rangers dizisi – bu geçici düşkünlükler nerden çıkar? Neden Birleşik Devletler’in ön seçim sistemi, insanların, seçim yarışında küçücük New Hampshire eyaletindeki sonuçlara göre önde giden adaya oy vermesi üzerine kuruludur? Neden insanlar bu denli koyundurlar?

Yıllar geçtikçe, buna ilişkin en azından beş açıklama ortaya kondu ama bunların hiçbiri çok ikna edici değildir. İlki, modayı izlemeyenler bir şekilde cezalandırılırlar – ki bu asla doğru değildir. İkincisi, tıpkı yolun doğru tarafında araba kullanmak gibi, modayı da takip etmenin faydalarını hemen gördüğümüz yönündeki açıklamadır. Yine, bu çoğunlukla doğru değildir. Üçüncüsü, tıpkı ringa balıklarının sürüde kalma tercihleri gibi, insanlar da en basitinden diğerleri ne yaparlarsa, akıl yürütmeden aynısını yaparlar. Evet belki ama bu, sorunun yanıtı değildir. Dördüncüsü, herkes bağımsız olarak aynı neticeye varır; ya da beşincisi, ilk karar veren insanlar, diğerlerine ne düşünecekIerini söylerler. Bu açıklamaların hepsi, konformizmin geneline açıklama getirmekte en baştan yetersiz kalır.

Hirshleifer ve meslektaşları, bu hipotezlerin yerine, bilgilendirici kademe dedikleri bir kuram ortaya koyarlar. Karar alan her insan – örneğin hangi uzunlukta etek alacağına ya da hangi filmi izleyeceğine – iki farklı bilgilenme kaynağını dikkate alabilir. Biri kendi bağımsız yargılan; ikincisi diğer insanların nasıl bir seçim yaptığı. Şayet diğer insanların tümü kararda hemfikirse, o zaman birey, sürünün kararına uyarak, kendi görüşünü göz ardı edebilir. Bu, zayıflık ya da budalalık anlamına gelmez. Ne de olsa, diğer insanların davranışları, faydalı bir bilgi birikimi kaynağıdır. Diğer binlerce insanın görüşünü değerlendirmek duruken, neden kendi mantığınıza güvenerek hata payını göze alasınız? Senaryosu kulağa ne kadar bayat gelirse gelsin, milyonlarca sinema izleyicisi o film hakkında yanılıyor olamazlar.

Dahası, kıyafet modası gibi, doğru seçimin tanımının, bizzat diğerlerinin ne seçtiğiyle örtüştüğü konformizmler de vardır. Bir elbise seçerken bir kadın sadece “Bu güzel mi?” diye sormaz, ama aynı zamanda “Bu son modaya uygun mu?” diye sorar. Modaya merakımız ve geçici heveslerimizle, bazı hayvanların davranışları arasında merak uyandırıcı benzerlikler görülür. Amerika’nın Yüksek düzlüklerinde yaşayan orman tavuklarında, erkekler, dişileri dölleme şansı elde etmek için, “lek” denen büyük sürüler halinde toplanırlar. Erkek tavuklar, havayla doldurduklan göğüslerini kabartarak, oradan oraya coşku içerisinde dans edip, kasılarak yürürler. Çoğunlukla lek’in orta yerine yakın konumda kur yapan bir ya da iki erkek, cinsel ilişkiye girmekte, diğerlerine kıyasla açık ara başarı kaydederler. Erkeklerin yüzde onu, çiftleşmelerin yüzde doksanını gerçekleştirirler. Bunun nedenlerinden biri, dişilerin birbirlerini hummalı bir biçimde taklit etmeleridir. Yapay dişi kuşlarla yapılan deneylerde de kolayca gözlemlenebileceği gibi, bir erkek, sırf etrafı dişilerle çevrili diye diğer dişilere çekici gelir. Dişiler arasındaki bu revaçta olana rağbet etme çılgınlığı, erkek seçiminin gayet gelişigüzel olabileceği anlamına gelir, fakat buna karşın, dişilerin moda olanı takip etmeleri çok önemlidir. Ezberi bozarak, sürüden ayrılıp, tek başına duran bir erkeği seçen bir dişi, büyük olasılıkla, babalarının, etrafına kalabalık dişi grupları toplama konusundaki beceriksizliğini kalıtımla miras alan oğullara sahip olacaktır. Dolayısıyla kur yapma oyunu sırasındaki popülerlik, oyunun ödülüdür.

İnsanlara dönelim. Bilgilendirici kademelere itaat etmekle ilgili sorun, sonunda bunun, körlerin, körlere rehberlik etmesine yol açabilmesidir, Şayet çoğu insan, vardıkları yargıların başkalarınca yönlendirilmesine göz yumuyorsa, milyonlarca insan yanılıyor olabilir. Diğer insanlar bin yıldır ikna olmuş oldukları için, bir dini görüşün doğru olması gerektiğini iddia etmek safsatadır; diğer insanların da çoğu, atalarının tesir altında kaldığı görüşlerce yönlendirildiler. Aslına bakılırsa, insanların geçici ve çılgınca heveslerine dair sadece Hirshleifer kuramının açıklayabildiği özelliklerden biri, bu heveslerin çarpıcı oldukları kadar, istikrarsız da olduklarıdır. En ufak bir yeni bilgi kırıntısı ışığında, herkes yeni moda uğruna eskisini terk eder. O halde moda hevesimiz, kademeli bilgilenmenin merakıyla, bir çılgınlıktan diğerine atlayan epey budalaca bir özellik gibi görünmektedir.
Buna karşın, küçük bir avcı toplayıcı topluluğunda, revaçta olana itaat etmek daha çok fayda sağlamış olabilirdi. İnsan toplulukları, leopar ya da hatta aslan toplulukları gibi, büyük ölçüde birey toplulukları değildirler – her ne kadar birey aslanlar çoğunlukla gruplar halinde bir araya gelse de. İnsan toplulukları gruplar, süper organizmalardan oluşur. Konformizmin eriştiği grup bağlılığı, grupların diğer gruplarla rekabet etmek için bir arada hareket etmek zorunda olduğu bir dünyada değerli bir silahtır. Alınan karar üzerinde hemfikir olunması, kararın gelişigüzel alınmasından daha önemlidir.
Hemen hemen aynı fikir, bilgisayar programcısı Herbert Simon’ın aklına geldi. Simon, atalarımızın, sosyal anlamda “yumuşak başlı” olduğu ölçüde gelişip çoğaldığını öne sürer. “Yumuşak başlı” ifadesiyle Simon’ın kastettiği, sosyal etkiye açık ve kabullenici olmaktır. Fedakârlığın erdemlerine dair birbirimize nasıl sürekli propaganda yaptığımızı hatırlayınız. Şayet, bu telkine karşı açık ve kabullenici olma yönünde doğal bir seçilime tabi olmuşsak, o zaman fedakârlığa dair önyargılarımız sayesinde kendimizi başarılı topluluklar içinde bulma olasılığımız daha fazladır. Simon, bir şeyi yapmanın en iyi yolunu kendi kendinize çözüp anlamaktansa, diğer insanların söylediklerine uymanın, bedeli daha az ve çoğunlukla daha kolay bir yol olduğundan bahseder.

Komşunuzu Sevin Ama Herkesten Nefret Edin?

Şayet insanlar içinde bulundukları yerel toplulukların geleneklerine uyarlarsa, o zaman her insan topluluğunun kültürel anlamda farklı olmaları yönünde otomatik bir eğilim yaşanacaktır. Eğer bir toplulukta domuz etine, bir diğerinde ise sığır etine karşı bir tabu varsa, o zaman konformizm, bu topluluklar arasındaki farkın devamlılığını sağlar. Topluluklardan birine katılanlar, o topluluğun tabusuna uyarlar. Dolayısıyla her biri bir grup insan tarafından temsil edilen çok çeşitli adetlerin birbirleriyle rekabet etmesi olağandır. Dahası, şayet toplulukların, diğer topluluklarla girdiği rekabetten dolayı yok olma olasılığı yüksekse ve şayet, birçok farklı topluluktan insanları katmaktansa eski toplulukların bölünmesinden yeni topluluklar oluşursa, o zaman grup seçilimine dair koşullar umut verici hale gelir.

Bu koşullar insanoğlu için geçerli midir? Boyd ve Richerson’un meslektaşı olan Joseph Soltis, bu görüşü test etmek üzere, Yeni Gine’de meydana gelen bir kabile savaşının tarihçesini incelemeye koyuldu. Yeni Gine sıra dışı bir yerdir zira buradaki kabilelerin çoğu, Batılılarla ilk kez ya geçen ya da bu yüzyılda temas ettiler ve antropologlarla ilk kez karşılaştıkları zaman olduğu gibi, halen Batı’ya özgü metaların, adet ve inançların müdahalesi olmadan yaşamaktadırlar. Dolayısıyla, olağan hale gelmiş kabile savaşlarının, Batı ile temas etmiş olmanın getirdiği bir adet olduğunu iddia etmek zordur. Çoğu Yeni Gineli, gayet Hobbesvari koşullarda yaşamaktaydı: şiddet, her daim mevcut bir tehditti.

Soltis, elli yılı aşkın bir zamandan bu yana, adanın çeşitli kısımlarında meydana gelen yüzlerce çatışmanın tarihçesini tahlil etti. Hemen her vakada, eski grupların ikiye bölünmesiyle beraber yeni grupların ortaya çıktığı açıktı ve savaşlar, sık sık grupların yok olmasına yol açıyordu. Örneğin, orta Batı Dağlık bölgesinde yaşayan Mae-Enga halkının on dört kabilesi arasında elli yılı aşkın bir süre içerisinde meydana gelen yirmi dokuz çatışma, bu kabilelilerden beşinin yok olmasına yol açtı. Tüm kabile mensupları ölmedi ama yenilginin ardından dağılıp, diğer muzaffer kabilelere katıldılar ve hızla asimile oldular. (Bu arada, genetik grup seçiliminin iyi sonuç vermemesinin nedenlerinden biri budur – yenilgiye uğramış bireylerin genleri yaşamayı sürdürürler; gerçekten de, antik bir kentin yağmalanmasının ardından, savaşta ele geçirilip, eş olarak alınan kadınların vakasında, mağlubiyete uğramış bireylerin genleri, muhtemelen gelişip çoğalarak muzaffer gruba sızmıştır. Fakat mağlup olmuş bireyler kendi kültürlerini bırakıp, zafer elde edenlerin kültürünü benimsediğinden, kültürel grup seçilimi sonuç verebilir.) Sonuç olarak Soltis, Yeni Gine kabilelerinin, her yirmi beş yılda, yüzde iki ile otuz arasında bir oranda yok olduklarını hesaplar.

Gruplarda görülen bu yok olma düzeyi, çok ılımlı bir grup seçilimini dürtüleyecek kadar hızlı olabilirdi. Uyumsuz toplulukların, daha iyi geleneklere sahip topluluklarca yok edilmesi, her 500 ya da 1000 yılda bir meydana gelen eğilimleri açıklayabilir fakat daha kısa süredeki değişimleri açıklamaz. Ve insanların kültürel değişimlerinin çoğu, bundan çok daha hızlıdır. Örneğin, tatlı patatesin Yeni Gine tarım kültürüne sunulup yayılması, patatesi kullanmayanlara kıyasla, kullanan grupların seçici avantajlarıyla açıklanamayacak kadar hızlı olmuştur. Kuşkusuz, patates kültürü kabileden kabileye yayılarak benimsenir.

Grup seçiliminin insanlık tarihindeki hikâyesine dair bir başka sorun vardır. Craig Palmer’in ileri sürdüğü gibi, insan grupları büyük ölçüde söylenceye dayalıdır. Kuşkusuz insanlar, grup bağlamında düşünür: Kabileler, klanlar, topluluklar, uluslar, Fakat aslında insanlar soyutlanmış gruplarda yaşamazlar ve sürekli diğer gruplardan insanların arasına karışırlar. Antropologların pek sevdiği klan grubu dahi çoğu zaman soyut kalır – insanlar akraba gruplarını tanırlar fakat sadece akrabalarıyla yaşamazlar. Babanın soyundan gelen topluluklarda, insanlar babalarının akrabalarıyla yaşarlar ama kuşkusuz bir ölçüde annelerinin kültürünü de edinirler. İnsan toplulukları değişken ve süreksizdir. Palmer, insanların gruplarda yaşamadıklarından, sadece dünyayı grupların bağlamında algılayarak, insanları acımasızca bizler ya da onlar diye sınıflandırdıklarından bahseder. Fakat bu, iki tarafı keskin bir keşiftir. Dünyayı grupların bağlamında görüyor olmamız –ne denli yanlış olursa olsun- yine de, İnsanın zihniyetine dair bize bir şeyler anlatır ve evrimin sosyal izlerini bıraktığı yer, kafatasının içindedir.

İnsanların grup seçilimi kuramının tabutuna çakılan son bir çivi daha vardır. İnsanların konformist olduğu ve dolayısıyla grupla aynı kaderi paylaştıklarını iddia etmek anlamsızdır. Tartıştığım örneklerin çoğu, bireylerin çıkarlarını ilerletmek için işbirliği yaptıkları vakalardır. Bu grup seçilimi değildir: Bu, grupçuluk vasıtasıyla yapılan bireysel seçimdir. Grup seçilimi, bireyler kendi çıkarlarına aykırı fakat grubun çıkarına uygun bir biçimde davrandığında meydana gelir – örneğin bu bireyler, üreme konusunda kendilerine gem vururlar. İnsanoğluna dair tanımladığımız tek şey, grubu bireyin önüne koyduğuna ilişkin bir belirti değil, bireysel hedeflerin peşinde koşarken sergilediği güçlü bir grupçuluk eğilimidir. Topluluklar içinde yaşamanın avantajlarını elde etmek üzere seçilmiş bir zihin (konformizm buna bir örnektir), grup seçilimince evrilmiş bir zihinle aynı değildir. Grupçuluk bireysel seçilimi geliştirebilir – fakat bu grup seçilimi değildir.

John Hartung’a göre bu sorun yaratır zira içgüdüsel olarak o denli grupçuyuz ki, numara yapmayı tercih ederiz; ve belki de grup seçilimcisi olduğumuza bile inanırız. Diğer bir deyişle, sadece işlerine geldiğinde grupla aynı düşüncede oldukları gerçeğini daha iyi gizlemek için insanlar kendi kişisel çıkarlarını değil, grubun çıkarlarını ön plana aldıklarını iddia ederler. Bu konuda insanların dikkatini çekmek, Hobbes’dan bu yana her Hobbes yandaşının keşfettiği üzere, sizi sevilmeyen biri yapabilir.

İnsanların gruba karşı duygusal bağlılık oluşturmaları, gelişigüzel seçilmiş okul spor takımları gibi keyfi hallerde bile, grup seçilimini değil tam aksini kanıtlar. Bu, insanların bireysel çıkarlarının nerede –hangi grupta- yattığına dair çok hassas bir farkındalık içerisinde olduklarını kanıtlar. Bizler son derece grupçu bir türüz ama grup seçilimine uğramış bir tür değiliz. Bizler grup için kendimizi feda etmek üzere değil, kendimiz için gruptan faydalanmak üzere tasarlandık.

Ortaklarınızı Seçin

Antropolojiyle ilgili, resimli örnekler içeren herhangi bir kitabı açarsanız, dans, büyü, ayin ve din resimleriyle karşılaşırsınız. Belirli bir kabilenin yemek sırasında ne yaptığına ya da erkeklerin kadınlara nasıl kur yaptıklarına veya çocukların nasıl yetiştirildiklerine dair birtakım ayrıntılar aramaya kalkışmanız boşunadır. Bu bir tesadüf değildir; zira yemek yeme, flört etme ve çocuk yetiştirme gelenekleri, dünyanın dört bir yanındaki kabileler ve toplumlar arasında pek az farklılık gösterir. Fakat yaradılış söylenceleri, vücut boyama biçimleri, baş süsleme sanatı, büyülü sözcükler ve dans motifleri gibi öğelerin tümü belirgin kültürel özellikleri gözler önüne serer. Bunlar, bir halkı diğerinden ayırt eder ve insanların hayatında önemli bir yere sahiptir; bunlara muazzam boyutta zaman, çaba ve itibar yatırılır ve insanlar bunlar için yaşar. Nihayet tüm halklarda bu öğelere rastlanır; tıpkı, açlığın, aşkın ve ailenin anlamlarını bilmeyen bir kabileye rastlamanın garip olması gibi, dans, söylence ya da tören (uygun biçimde tercüme edilmiş) sözcüklerinin asla bir anlam ifade etmediği bir Yeni Gine kabilesine rastlamak da garip olurdu. Ritüel evrenseldir; fakat ayrıntıları farklıdır.

Ritüeli anlamanın bir yolu da, gruplar arasındaki grupçuluk ve rekabetin hâkimiyeti altındaki bir türde, kültürel benzerliği güçlendirme vasıtası olarak görülmesinden geçer diye bir görüş ileri sürmek üzereyim. İnsanoğlunun, her zaman düşmanca ve rekabetçi kabilelere bölündüğü iddiasındayım ve kültürel benzerliği topluluk mensuplarının kafasına sokmanın bir yolunu bulanlar, bulamayanlara kıyasla daha başarılı olma eğilimi göstermişlerdir.

Antropolog Lyle Steadman, ritüelin, geleneğin kabul edildiğini teşhir etmekten daha fazlası olduğunu ileri sürer; ritüel özellikle işbirliği ve fedakarlığın teşvikine ilişkindir. Bir dans, dini bir tören ya da bir işyeri partisine katılarak, diğer insanlarla işbirliği yapmaya istekli olduğunuzu vurgularsınız. Bir sporcu, sahaya çıkmadan önce ulusal marşı söyler; Cadılar Bayramı sırasında, bir ebeveyn çocukların şaka ve tacizlerine katlanır; bir ev sahibi, Noel’de şarkı söylemek için gelenlere kapısını açar; kıdemli bir doktor, sömestre sonunda, tıp öğrencilerinin sergiledikleri bir oyun sırasında kendi hakkında yapılan şakalara sıktığı dişlerinin arasından güler; sürekli kiliseye giden biri, dini bir tören sırasında, komşularıyla birlikte ilahi okur; futbol seyircileri Meksika dalgası yaparlar: her vakada, bunların ne kadar önemli olduğuna ilişkin herkesin anlaması için bir mesaj yatar. Bu mesaj şöyle der: Bizler aynı takımın parçalarıyız; bizler aynı taraftayız; hepimiz biriz.

Hiçbir şey bunu dans kadar açık bir biçimde ortaya koyamaz; dans etmek, müziğin ritminin yardımıyla insanların birbirleriyle uyum içerisinde hareket etmelerinden daha öte bir şey değildir. Tarihçi William McNeill, insanların dans düşkünlüğünün, işbirliği ruhunu ortaya koymaya, insanların arasında duygusal bağ oluşturmaya ve grubun kimliğini prova etmeye ilişkin bir olgu olması gerektiğini, yoksa bunun başka türlü açıklanamayacağını ileri sürer. Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki okuma yazma bilmeyen topluluklarda, dansın, kur yapma ya da cinsel teşhir ile pek az ilgisi vardır. Dans, takım ruhunu vurgulayan törensel bir eylemdir. Siyasi bir gösteri yapan ve müziğin ritmiyle yürüyen Güney Afrikalı bir grup, bir balo salonunda gece boyunca vals yapan Viyanalılara kıyasla, dansın köklerine ve amacına daha yakın bir duruş sergiler.

Örneğin, felsefeci Anthony Storr tarafından müziğin kökenine dair hemen hemen aynı tez ileri sürülmüştür. Müzik, öngörülebilir ve evrensel biçimlerde canlandırıcıdır, duyguları harekete geçirir ve bu nedenle, sahnenin izleyici üzerindeki tesirini arttırmak için filmlere eşlik eder. Sokrates “ritm ve uyum, ruhun derinliklerine doğru süzülür” diyerek düşüncesini ortaya koyar. Azjz Augustinus buna katılır ve kilisede şarkı söylemeyi, müziğin yansıttığı gerçeklikten daha etkileyici bulmanın çok büyük bir günah olduğunu ekler. Bir defasında, konser sırasında nabzının kaydedilmesi için, büyük orkestra şefi Herbert von Karajan’a birtakım kablolar bağladılar. Karajan’ın nabzı, orkestrayı yönettiği sırada sarf ettiği enerjiden ziyade, müziğin yarattığı atmosfere göre değişiyordu; Karajan, bir jet uçağını uçurup yere indirdiğinde nabzı, orkestra yönettiği zamana kıyasla daha az değişiklik gösterdi.

Dolayısıyla müzik, duyguları canlandırır. Duygularını müzik marifetiyle canlanmasına izin vermenin evrimsel faydası, bir grup bireyin, kendi çıkarlarını iyileştirmek için, grubun çıkarları doğrultusunda harekete geçtikleri bir dönemde, grubun duygusal atmosferini senkronize edip, bağdaştırmak olabilir pekâlâ. Pisagor döneminin filozofları, müziği, savaşan unsurların uzlaşması diye nitelerler. Müziğin, grup bağlılığı sergilemekle yakından ilişkilendirilmesi belki de tesadüf değildir; bu ilişkilendirme, danstan bile daha yaygındır. İlahiler, futboldaki tezahüratlar, ulusal marşlar, askeri marşlar, müzik ve şarkılar, muhtemelen diğer işlevlerini yerine getirmeden çok önce, grubu tanımlayan adet/geleneklerle ilişkilendirildiler. Hatta, ritim ve melodiye benzer tepkiler veren bir başka hayvandan daha söz edebiliriz. Gelada ya da kanayan yürek maymunları, Etiyopya dağlarının yüksek rakımlı çayırlarında çok büyük sürüler halinde yaşarlar ve buradaki otlarla beslenirler. Geladalar, bir melodi tutturarak şarkı söyleyen grup üyelerine uyum ve birliktelik gayesiyle karşılık verirler. İnsanlarda da benzer bir biçimde “üzerinde kültürel olarak mutabık kalınmış ve birlikte söylenen bir ritim ve melodi motifi, yani bir şarkı, bir duygu paylaşımına yol açar: öyle ki en azından şarkı boyunca, katılımcıların kendilerini ritme kaptırıp, vücutlarının çok benzer bir heyecanla tepki vermesine yol açar.”

Dine gelince, modern Hıristiyanlığın verdiği mesajın evrenselliği, dini öğretiye ilişkin bariz bir gerçeği, bu mesajın hemen her zaman grup içi ve grup dışı arasındaki farkı vurguladığı gerçeğini gizlemeye yatkın olmuştur: Bizlere karşı onlar; israiloğlu ve Filistinli; Yahudi ve Pagan; korunmuş ve lanetlenmiş; dindar ve putperest; Aryan ve Athanazyan; Katolik ve Ortodoks; protestan ve Katolik; Hindu ve Müslüman; Sünni ve Şii. Dinler inananlara, seçilmiş bir ırk olduklarını ve en yakın rakiplerinin cahil budalalar ya da hatta insandan daha aşağı yaratıklar olduğunu öğretir. Çoğu dinin kökeninin, kabilelere bölünmüş, şiddete yatkın toplumların içindeki kuşatılmış tarikatlar olduğunu göz önünde bulundurursak, bunda özellikle şaşılacak bir şey yoktur. Edward Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun askeri başarısının arkasındaki hayati unsurlardan birinin din olduğuna dikkat çekmiştir: “Roma birliklerinin bayrak ve amblemlerine olan bağlılıklarının esin kaynağı, din ve şerefin bir arada yarattığı etkiydi. Lejyon’un önünde göze çarpan ışıltılı altın kartal, birliğin düşkünlük ve bağlılığını simgeleyen nesne idi; tehlike anında bu kutsal sancağı terk etmek alçakça olduğu kadar kafirlik olarak da addedilmekteydi.

Boş zamanlarında tarih çalışmalarını sürdüren, antropolog John Hartung, Yahudi-Hıristiyan kültürünün pek sevilen “Komşunuzu canınız kadar sevin” deyimini büyüteç altına yatırarak, detaylı bir incelemeye tabi tuttu. Tevrat’ta aktarılan dini hikâyeye göre bu deyim, İsrailoğulları’nın karşılıklı ölümlere yol açan şiddet yüzünden yıkıma uğramış, aralarına nifak tohumları saçılmış bir halde, çölde yaşadıkları bir dönemde icat edilmiştir. Yakın geçmişte meydana gelen bir çatışmada üç bin insan yaşamını yitirmişti. Kavim içerisinde sevgi ve dostluğu muhafaza etme kaygısı taşıyan Musa, komşuların sevilmesine dair bir atasözü ortaya attı fakat dikkat çekmek istediği konu gayet açıktı. Bu atasözü doğrudan “sizin halkınızın çocukları”na atıfta bulunur ama genel bir iyilikseverlikten söz etmez. Hartung şöyle der; “Dinlerin çoğu dar kafalı bir bakış açısına sahiptir; zira çoğu din, hayatta kalması, diğer gruplarla girdiği rekabete bağlı olan gruplarca ortaya atılmıştır. Bu dinler ve besledikleri grup içi ahlak, kendilerini yeniden üreten rekabetten daha uzun ömürlü olma eğilimindedir”.

Hartung bununla yetinmez. On Emir’in, putperest ve kâfirler için değil İsrailoğulları için vahyedildiğini ortaya koyar. Gerek Talmud, gerekse sonraki alimlerden Maimonides ve Tevrat’ta bahsi geçen kral ve peygamberler bunu tekrar tekrar vurgulamışlardır. Dipnotlar ya da yanlış tefsirlere başvuran çağdaş çeviriler çoğunlukla bu konuyu bulanıklaştırır. Fakat Tanrı’nın emirleri söz konusu olduğunda soykırım, ahlaklılık kadar önemli bir unsurdu. Yeşua, bir gün içerisinde on iki bin kafiri , katlettiğinde ve ardından, “Öldürmeyeceksin” ifadesini de içeren on emiri taşa kazıyarak Tanrı’ya minnetini sunduğunda, ikiyüzlü davranmıyordu. Tüm başarılı grup seçilimcileri gibi, Yahudi Tanrısı da, grup içindekilere ne denli erdemle yaklaşıyorsa, grup dışındakilere de o denli haşin bakıyordu.

Amaç, Yahudileri çekiştirmek değil. Bir otorite olan Margaret Mead, insanların katline karşı gelen buyrukların evrensel olarak, insanları, “birinin kendi kabilesinin mensupları” olarak yorumladığını ortaya koyar. Diğer kabilelerin mensupları insandan aşağıdırlar. Richard Alexander’ın ifade ettiği gibi “anlaşılan o ki, ahlak ve aynı şekilde yasalara ilişkin kurallar, doğrudan insanların toplumda uyum içerisinde yaşamasına imkân tanımak üzere değil, toplumların düşmanlarını yıldırmaya yetecek kadar birlik içerisinde yaşamalarını sağlamak üzere tasarlanmıştır.”

Hıristiyanlığın salt Hıristiyanlık mensuplarına değil, tüm insanlara sevgi telkin ettiği doğrudur. İsa’nın İncil’de sık sık, Yahudiler ve Paganlar arasında ayrım yapmasından ve mesajının Yahudileri muhatap aldığını açıkça belirtmesinden ötürü, görünen o ki bu büyük ölçüde Aziz Paul’ün icadıdır. Paganlar arasında sürgünde yaşayan Aziz Paul, putperestleri yok etmektense, dine döndürmek fikrini ortaya attı. Fakat Hıristiyanlık, vaazdan ziyade uygulama yönünden dar bir kapsamda kaldı. Haçlı Seferleri, Engizisyon mahkemeleri, Otuz Yıl Savaşları ve Kuzey İrlanda ve Bosna gibi toplumlarda hala daha başa bela mezhep çatışmaları, Hıristiyanların sadece kendi inançlarını paylaşan komşularını sevme eğilimlerinin sürdüğüne tanıklık eder. Hıristiyanlık bilhassa etnik ve ulusal çatışmayı azaltmamış, aksine alevlendirmiştir.

Amaç, kabile çatışmasının nedeni ve kaynağı olarak tek başına din kavramını sorumlu tutmak değil. Ne de olsa Sir Arthur Keith’in ifade ettiği gibi, Hitler, hareketine ulusal sosyalizm adını vererek, grup içi ahlak ile grup dışı vahşete dayanan çifte standartı mükemmel hale getirmişti. Sosyalizm, kavim/grup içerisindeki toplumculuğu, ulusalcılık ise kötü ve ahlaksız harici unsurları temsil ediyordu. Hitler [kitleleri] kışkırtmak için dine ihtiyaç duymadı. Fakat insanoğlunun, milyonlarca yıllık grupçuluğun beslediği bir kabilecilik içgüdüsüne sahip olduğunu düşünürsek, dinler, ancak iman edenlerin ortak kimliği ve mutabakatını ve kafirlerin şerrini vurguladığı ölçüde gelişme göstermiştir. Hartung, yazısının sonuna karamsar bir not düşerek, evrensel ahlaklılığın, bu tür geleneklere boğazına kadar batmış dinlerce öğretilebileceğinden ya da dünya dışı bir uygarlıkla yapılacak bir savaş tüm gezegeni bir araya getirmedikçe bu ahlak düzeyine ulaşılabileceğinden kuşku duyar.

Şayet insanlar, ölümcül grup içi şiddetin bin yıllık sürecinde öğrendikleri ve yaradılışlarından gelen yabancı düşmanlığından ötürü birbirlerine iyi davranıyorlarsa, o zaman bu ortamda ahlakçıların teselli bulması pek mümkün değildir. İnsan ırkı ya da Gaya, yani tüm gezegenimiz için bizi bir şeyler yapmaya teşvik edenler için de pek cesaret verici bir ortam değildir bu. George Williams’ın işaret ettiği gibi, grup seçilimine dayalı ahlakı, bireyin verdiği mücadelenin acımasızlığına yeğ tutmak, soykırımı, cinayete yeğlemekle aynıdır. Kropotkin’in ileri sürdüğü gibi karıncalar ve termitler Hobbes prensiplerine dayalı bir savaş vermekten vazgeçmiş değildirler; sadece bu mücadele, bireylerden ziyade ordular arasında sürmektedir. Kendi kolonisi içerisinde büyük bir sosyal uyum sergileyen tüysüz köstebek fareleri, diğer kolonilerdeki köstebek farelerine karşı saldırgan olmalarıyla kötü bir nam salmışlardır. Bunun aksine, sığırcık sürüleri, başka sürülere karşı garez beslemezler. Bağışıklık kazanmış olmaktan uzak olduğumuz bir evrim kuralına göre, topluluklar ne denli işbirlikçiyse, aralarındaki savaşlar da o denli şiddetli geçmektedir. Gezegendeki en işbirlikçi ve sosyal türlerden biri olabiliriz fakat aynı zamanda da en savaşçı türüz.

Bu, insan grupçuluğunun karanlık yüzüdür. Ama bunun bir de aydınlık yüzü vardır. Ticaret.

——————————————————
(Kaynak: Matt Ridley, Erdemin Kökenleri (The Origins of Virtue – Chapter Nine – the Source of War)

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.