Ve Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar…

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Temmuz 19, 2016 at 2:15 pm

Son beş yüz yıl baş döndürücü devrimlere sahne oldu. Dünya tek bir ekolojik ve tarihsel küre olarak birleşti, ekonomi daha önce görülmemiş şekilde büyüdü ve insanlık bugün eskiden sadece masallarda anlatılan bir zenginliği yaşıyor. Bilim ve Sanayi Devrimi insana süper insan gücü ve fiilen sınırsız enerji sağladı. Toplumsal düzen siyaset, gündelik hayat ve insan psikolojisiyle birlikte büyük bir dönüşüm geçirdi.


Daha mutlu muyuz peki? İnsanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? Tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi? Daha da geriye gidersek, Bilişsel Devrim’den bu yana geçen inişli çıkışlı 70 bin yıl dünyayı daha yaşanılacak bir yere dönüştürdü mü? Ayak izi rüzgârın olmadığı ayda bozulmamış halde duran Neil Armstrong, 30 bin yıl önce Chauvet Mağarası’nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? Eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi?

Tarihçiler böyle sorulan pek sormazlar. Uruk ve Babil vatandaşlarının kendi toplayıcı atalarından daha mutlu olup olmadığını, İslâm’ın yükselişinin Mısırlıları hayatlarından daha memnun yapıp yapmadığını veya Afrika’daki Avrupa imparatorluklarının çöküşünün milyonlarca insanın mutluluğunu etkileyip etkilemediğini merak etmezler, ama aslında bunlar sorulması gereken en önemli sorulardır. Günümüz ideolojilerinin ve siyasi programların çoğu, insan mutluluğunun kaynağı hakkındaki birtakım zayıf fikirler üzerine kuruludur. Milliyetçiler siyasi anlamda kendi kendini yönetmenin mutluluğun kaynağı olduğunu; komünistler herkesin proletarya diktatörlüğü altında mutlu olacağını; kapitalistler de yalnızca serbest piyasanın en çok insana mümkün en çok mutluluğu sağlayacağını ve bunun da ekonomik büyüme ve ürün bolluğuyla gerçekleşebileceğini iddia ederler.

Ciddi bir araştırma tüm bu hipotezleri yalanlasa ne olurdu? Ekonomik büyüme insanları daha mutlu yapmıyorsa kapitalizmin faydası ne? Geniş imparatorlukların tebaalarının bağımsız ülkelerin vatandaşlarından genellikle daha mutlu olduğunu, örneğin Cezayirlilerin Fransız yönetimi altında bağımsız ülkelerinde olduğundan daha mutlu olduğunu keşfedersek ne olacak? Bu bulgu dekolonizasyon (sömürgelikten kurtulma) süreci ve kendi kendini yönetme açısından ne anlama gelir?

Şimdiye dek tarihçiler bu soruları bırakın cevaplamayı, sormaktan bile kaçındıklarından bunların hepsi varsayıma dayalı olasılıklardır. Siyaset, toplum, toplumsal cinsiyet, hastalıklar, cinsellik, gıda, kıyafetler gibi hemen her şeyin tarihi araştırıldı ama tüm bunların insan mutluluğunu nasıl etkilediği hemen hemen hiç sorulmadı.

Bazı araştırmacılar uzun dönemli mutluluk üzerine çalışmalar yaptıysa da neredeyse tamamının belirsiz ve peşin hükümlü tanımları vardır. Yaygın görüşe göre, insanların tarih boyunca becerileri arttı. İnsanlar becerilerini genellikle ızdıraplarını dindirmek, sorunlarını aşmak ve beklentilerini gerçekleştirmek için kullandıklarından, biz ortaçağdaki atalarımızdan, onlar da kendi Taş Devri avcı toplayıcı atalarından daha mutlu olmalıdırlar.

Bu ilerlemeci yaklaşım ikna edici değildir. Önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi yeni tavırlar, eğilimler ve beceriler daha iyi bir yaşam anlamına gelmez. Tarım Devrimi’yle birlikte insanların kolektif güçleri içinde yaşadıkları çevreyi değiştirebilecek kadar artarken, pek çok bireyin durumu daha da kötüleşti. Köylüler avcı toplayıcılardan daha fazla çalıştıkları halde, hem daha az hem de daha az çeşitte gıdalar tüketirken, sömürü ve salgın hastalıklara da çok daha fazla maruz kaldılar. Benzer şekilde, Avrupa imparatorluklarının yayılışı da fikirlerin, teknolojilerin, tohumların yayılışını hızlandırıp yeni ticaret yolları açarak, insanlığın kolektif gücünü artırdı. Öte yandan bu süreç milyonlarca Afrikalı, Kızılderili ve Aborjin için hiç de iyi olmadı. İnsanlığın gücü kötüye kullanma yönündeki eğilimini de düşünürsek, insanın güçlendikçe mutlu olacağını düşünmek naif bir yaklaşımdır.

İnsan becerileriyle mutluluk arasında negatif bir ilişki olduğunu öne süren karşıt görüşler de vardır: Güç yozlaştınr. İnsanlığın elinde daha fazla güç biriktikçe, ihtiyaçlarımıza pek de uygun olmayan duygusuz ve mekanik bir dünya oluştu. Evrim zihinlerimize ve bedenlerimize avcı toplayıcı yaşamını işlemiştir; ilk önce tarım sonra da sanayi toplumuna geçiş, eğilimlerimize ve içgüdülerimize denk düşmeyen doğal olmayan yaşamlar sürmemize sebep oldu. Bu yüzden en temel ihtiyaçlarımızın giderilmesi mümkün değildir. Şehirli orta sınıfların konforlu yaşamındaki hiçbir şey, bir avcı toplayıcının başarılı bir mamut avında hissettiği saf coşku ve heyecan hissini veremez. Her yeni icat, Cennet Bahçeleri’yle aramızdaki mesafeyi biraz daha açıyor.

Her icadın arkasında karanlık bir gölge gören bu romantik ısrar, belki de gelişmenin ve ilerlemenin kaçınılmazlığı fikri kadar dogmatiktir. Bugün belki eski avcı toplayıcı özümüzden uzaklaştık ama bu hepten kötü sayılmaz. Geçtiğimiz iki yüz yıl boyunca modern tıp çocuk ölümlerini yüzde 33’ten yüzde 5’in altına indirdi. Bunun sadece bu çocukların değil, aynı zamanda onların aileleri ve arkadaşlarının mutluluğuna da muazzam bir katkı yaptığından kim şüphe duyabilir?

Bu iki görüş arasında, incelikli orta bir yol daha vardır. Bilimsel Devrim’e kadar güçle mutluluk arasında net bir bağlantı yoktu, ortaçağ köylüleri gerçekten de avcı toplayıcı atalarından daha kötü yaşıyor olabilirlerdi. Ancak son birkaç yüz yılda, insanlar kapasitelerini nasıl daha iyi kullanacaklarını keşfettiler; modern tıbbın zaferleri bunun örneklerinden sadece biridir. Daha önce örneği bulunmayan diğer başarılarımız arasında şiddetin çok ciddi oranda azalması, uluslararası savaşların neredeyse ortadan kalkması, büyük ölçekli açlık ve kıtlıkların hemen hemen bitmesi sayılabilir.

Elbette bu da durumu aşırı basitleştiren bir yaklaşımdır. Birincisi, bu iyimser yaklaşım çok kısa bir döneme dayanıyor: insanların büyük bölümü modem tıbbın nimetlerinden 1850’ye kadar faydalanamadı ve çocuk ölümlerindeki ciddi düşüş de ancak 20. yüzyılda mümkün oldu. Keza kitlesel kıtlıklar da 20. yüzyılın ortalarına dek insanlığın büyük bölümünü tehdit etti; komünist Çin’in 1958-1961 arasında yürürlüğe koyduğu Büyük Atılım döneminde 10 ila 50 milyon insan açlıktan öldü. Ülkeler arası savaşlar ise ancak 1945’ten sonra, büyük ölçüde yeni nükleer yok olma tehdidiyle birlikte azaldı. Bu yüzden, son birkaç on yıl insanlık için daha önce eşi görülmemiş bir altın çağ olduysa da, bunun tarihin akışında köklü bir değişiklik mi, yoksa geçici bir şanslı dönem mi olduğunu anlamak için henüz çok erken. Modern çağı değerlendirirken 21. yüzyıl orta sınıfına mensup bir Batılı’nın gözünden bakmak çok sık yapılan bir hatadır. 19. yüzyılda yaşayan Galli kömür madencisinin, Çinli afyon bağımlısının veya Tazmanyalı Aborjinin gözünden de bakmak gerekiyor; Truganini de en az Homer Simpson kadar önemlidir.

İkincisi, son yarım yüzyıldaki kısa Altın çağ bile, gelecekteki bir felaketin tohumlarını ekmiş olabilir. Geçtiğimiz on yıllarda ekolojik dengeyi bozmanın tohumlarını attık ve bunların sonuçları çok ciddi olacak gibi görünüyor. Çılgınca tüketerek insanlığın gelişiminin temellerini tahrip ettiğimizi gösteren pek çok kanıt mevcuttur.

Son olarak, modern Sapiens’in önceden örneği bulunmayan tüm bu başarılarını kutlamak ancak diğer tüm hayvanların başına gelenleri tamamen yok sayarsak mümkündür. Bizi hastalıktan ve kıtlıktan koruyan zenginliğin büyük kısmı laboratuar maymunları, süt inekleri ve üretim bantlarındaki tavukların çektiği acılar sayesinde elde edildi. Bu hayvanların on milyarlarcası son iki yüz yılda dünya tarihinde görülmemiş zalimlikte bir endüstriyel sömürüye tabi tutuldular. Hayvan hakları aktivistlerinin söylediklerinin onda birini bile doğru kabul edersek, modern sanayi tarımı dünya tarihindeki en büyük katliam olabilir. Küresel mutluluğu değerlendirirken sadece üst sınıfların, Avrupalıların veya erkeklerin mutluluğunu dikkate almak yanlıştır; hatta sadece insanların mutluluğunu değerlendirmek de yanlıştır.

Mutluluğu Ölçmek

Şimdiye kadar mutluluğu büyük ölçüde sağlık, gıda ve zenginlik gibi fiziksel koşulların bir ürünü gibi düşünerek ele aldık: İnsanlar daha zengin ve daha sağlıklıysa daha mutlu olmalıdırlar. Fakat gerçek bu kadar basit mi? Filozoflar, rahipler ve şairler binlerce yıldır mutluluğun ne olduğuna ilişkin düşündüler ve çoğu, en az fiziksel koşullar kadar toplumsal, ahlaki ve ruhani etkenlerin de mutluluk üzerinde etkili olduğu sonucuna vardılar. Belki de modem zengin toplumlar tüm refahlarına rağmen yabancılaşma ve manasızlıktan muzdariplerdir. Belki de eskiden daha zor koşullarda yaşayan atalarımız topluluk, din ve doğayla kurdukları bağdan çok daha memnunlardı.

Son yıllarda psikologlar ve biyologlar insanları neyin mutlu ettiğini anlamak için bilimsel araştırmalar yapmaya başladılar. Para mı, aile mi, genetik mi, yoksa erdemli olmak mı? Burada atılması gereken ilk adım ölçülecek şeyi tanımlamaktır. Mutluluğun genel olarak kabul edilen tanımı, “öznel iyi olma hali” dir. Bu görüşe göre mutluluk, insanın kendi içinde hissettiği bir şeydir: ya o anda hissedilen bir haz veya hayatın akışıyla ilgili uzun dönemli bir memnuniyet. Eğer bu benim içimde hissettiğim bir şeyse dışarıdan nasıl ölçülebilir? Mantıken bunu insanlara nasıl hissettiklerini sorarak anlayabiliriz, dolayısıyla psikologlar ve biyologlar da anketler yapıp verilen cevapları da alt alta topladılar.

Tipik bir mutluluk anketinde insanlardan, “halimden memnunum” , “hayatın beni ödüllendirdiğini düşünüyorum”, “geleceğe dair umutluyum” ve “hayat güzeldir” gibi cümlelere ne kadar katıldıklarını 0’la 10 arasında değerlendirmeleri istenir. Araştırmacı sonra bu cevaplan toplayarak anketi cevaplayan kişinin ortalama öznel iyi olma seviyesini derecelendirir,

Bu tür anketler, mutluluğu pek çok nesnel etkenle ilişkilendirmek için kullanılır. Örneğin bir çalışma, yılda 100 bin dolar kazanan bireylerle 50 bin dolar kazananları karşılaştırabilir. Eğer bu çalışma ilk grubun ortalama 8.7, ikinci grubunsa ortalama 7.3 seviyesinde mutlu olduğunu keşfederse araştırmacı zenginlikle mutluluk arasında pozitif yönlü bir ilişki olduğu sonucuna varabilir; yani basitçe anlatmak gerekirse, para mutluluk getiriyor demektir. Aynı yöntem demokrasilerde yaşayan insanların diktatörlüklerde yaşayanlara göre, evlilerin bekârlara, boşanmışlara veya dullara göre daha mutlu olup olmadığını incelemek için de uygulanabilir.

Bu da geçmişteki zenginlik, politik özgürlük ve boşanma oranlarını ölçebilecek tarihçilere bir zemin sağlar. Eğer demokrasilerde yaşayan insanlar ve evliler daha mutluysa, tarihçi geçtiğimiz on yıllardaki demokratikleşme sürecinin insanlığın mutluluğuna katkı yaptığını, buna karşılık artan boşanma oranlarının tersi bir eğilim gösterdiğini öne sürebilir.

Bu düşünce biçimi sorunsuz değildir, ama hatalarının altını çizmeden önce bulgularını değerlendirmekte fayda vardır.

Çıkarımımız paranın mutluluk getirdiğidir. Ama bu çıkarım bir noktaya kadar doğruyken, sonrasında pek bir anlamı yoktur. Ekonomik piramidin dibinde yer alan insanlar için daha fazla para daha fazla mutluluk demektir. Örneğin evlere temizliğe giderek ayda bin lira kazanan be” kar bir anne, lotodan 500 bin lira kazanırsa mutluluğunda oldukça ciddi ve uzun dönemli bir değişiklik gerçekleşecektir, çünkü daha fazla borca girmeden çocuklarına kıyafetler alabilecek ve onları besleyebilecektir. Öte yandan, yılda 250 bin lira kazanan üst düzey bir yönetici lotodan 1 milyon lira kazanırsa veya şirketi bir anda maaşını iki katına çıkarırsa, mutluluğu muhtemelen sadece birkaç hafta sürecektir. Ampirik bulgulara göre, uzun dönemde nasıl hissettiği kesinlikle değişmeyecektir. Daha şık bir araba satın alır, saray gibi bir eve taşınır, Doluca yerine Chateau Petrus şarabı içmeye başlar, ama kısa süre sonra bunlar sıradan gelmeye başlayacaktır.

Diğer bir ilginç bulgu da, hastalıkların kısa dönemli mutluluğu azalttığı, ama uzun dönemli mutsuzluk kaynağı olması için ya hastalığın sürekli olarak kötüye gitmesi, ya da hastalığın devamlı ve yüksek acıya sebep olması gerektiğidir. Diyabet gibi kronik hastalıkları olan insanlar genellikle bir süre için mutsuz olurlar, ama hastalık daha kötüye gitmiyorsa buna kısa sürede alışırlar ve mutluluk seviyeleri de sağlıklı insanlarınki kadar artar. Farz edelim ki, Ayşe ve Ahmet orta sınıfa mensup ikiz kardeşler ve bir mutluluk araştırmasına katılmayı kabul ediyorlar. Psikoloji laboratuarından dönerken Ayşe’nin arabasına otobüs çarpıyor ve ömür boyu topal yaşamak zorunda kalıyor. Kurtarma ekibi gelip onu enkazdan kurtarmaya çalışırken Ahmet’in telefonu çalıyor ve lotoyu tutturup 10 milyon lira kazandığını öğrenerek sevinçten çığlıklar atıyor. İki yıl sonra Ayşe hala topal ve Ahmet hala çok zengin, ama araştırmacılar önceki araştırmayı takiben yeni bir çalışma yaptıklarında, ikisinin de yaşamlarını değiştiren o günün sabahında verdikleri cevapları verme ihtimali çok yüksektir.

Aile ve topluluğun mutluluğumuz üzerinde para ve sağlıktan daha fazla etkisi var gibi görünüyor. Sıkı bağlara sahip ve destekleyici ailelerle topluluklarda yaşayan insanlar, problemli aileleri olan ve hiçbir zaman ait olacakları bir topluluk bulamamış (veya aramamış) insanlardan belirgin şekilde daha mutlular. Evlilik özellikle önemli bir konu. Defalarca yapılan çalışmalar iyi evlilikle yüksek öznel mutluluk arasında ve kötü evliliklerle mutsuzluk arasında çok yakından ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Bu, ekonomik hatta fiziksel koşullardan bile bağımsız olarak doğrulanmaktadır. Kendisini çok seven bir eşi, yakın ilişkilere sahip bir topluluğu ve ailesi olan çulsuz bir sakat, eğer fakirliği çok şiddetli değil ve hastalığı kötüleşmiyorsa veya çok acılı değilse, yalnız ve herşeye yabancılaşmış bir milyarderden çok daha mutlu olabilir.

Bu da geçtiğimiz iki yüz yıldaki fiziksel koşullarda gerçekleşen çok ciddi iyileşmelerin, aile ve topluluğun çöküşüyle sıfırlanabileceği ihtimalini ortaya çıkarıyor. Eğer böyleyse, günümüzdeki ortalama insan 1800’lerdekinden daha mutlu değil demektir. O kadar değer verdiğimiz özgürlük bile aleyhimize çalışıyor olabilir. Eşlerimizi, arkadaşlarımızı ve komşularımızı seçebiliyoruz, ama onlar da bizi bırakmayı seçebilirler. İnsanlar artık kendi yaşamlarına daha önce olmadığı kadar çok etki edebiliyorken, bir yandan da bağlanmakta zorlanabiliyorlar; dolayısıyla da çözülen topluluklar ve ailelerle birlikte giderek yalnızlaşan bir dünyada yaşıyoruz.

Tüm bu çalışmaların en önemli bulgusuysa mutluluğun zenginlik, sağlık hatta topluluk gibi ölçülebilir koşullara bağlı olmadığıdır. Mutluluk daha ziyade somut durumla soyut beklentiler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Eğer bir kağnı istiyorsanız ve kağnıyı alabiliyorsanız, memnunsunuzdur; Ferrari isterken ancak ikinci el bir Tofaş alabiliyorsanız yoksunluk hissedersiniz. Bu yüzden lotoyu tutturmak uzun vadede insanların mutluluğu üzerinde, çok ciddi bir araba kazasıyla aynı etkiyi yaratabiliyor. Durumumuz iyileşince beklentilerimiz yükseliyor ve sonuç olarak nesnel koşullarımızdaki büyük gelişmeler bile bizi memnuniyetsiz kılabiliyor. Koşullar kötüleşince beklentiler iyice azalıyor ve ciddi bir hastalık bile bizi önceki halimizden daha mutsuz etmiyor.

Bunu anlamak için psikologlara ve birtakım anketlere gerek olmadığını düşünebilirsiniz. Binlerce yıl önce yaşayan peygamberler, şairler ve filozoflar zaten elinizdekilerden memnun olmanın, daha fazlasını elde etmekten çok daha önemli olduğunu söylemişlerdi. Belki de öyle, ama bu kadar çok sayıyla ve tabloyla desteklenen modern araştırmaların eskilerin vardığı sonuca varmaları yine de güzel.

Beklentilere verilen büyük önem, mutluluğun tarihini anlamak için gerekli ve geniş kapsamlı çıkarımlar içeriyor. Eğer mutluluk sadece zenginlik; sağlık ve toplumsal ilişkiler gibi somut koşullara bağlı olsaydı tarihteki mutluluğu incelemek daha kolay olurdu; mutluluğun öznel değerlendirmelere bağlı olması, tarihçilerin işini çok daha fazla zorlaştırıyor. Modern insanların elinde bir dolu sakinleştirici ve ağrı kesici var; ama rahatlık ve haz beklentilerimizle, konforsuzluğa ve keyifsizliğe tahammülsüzlüğümüz o kadar yükseldi ki, acıdan atalarımızın etkilendiğinden çok daha fazla etkileniyor olabiliriz.

Bu düşünceyi benimsemek zor olabilir. Buradaki sıkıntı zihnimizin derinlerine işlemiş bir mantık hatasıdır. Şu anda veya geçmişte başkalarının ne kadar mutlu olduklarını hayal etmeye çalışırken, ister istemez kendimizi onların yerine koyarız ve böylelikle hatalı bir biçimde kendi beklentilerimizi başkalarının koşullarına uygulamış oluruz. Modern engin toplumlarda her gün duş almak ve kıyafet değiştirmek sıradandır, ortaçağdaki köylülerse aylarca yıkanmaz ve kıyafetlerini neredeyse hiç değiştirmezlerdi. Böyle yaşamanın düşüncesi bile bizim için iğrençken, ortaçağ köylüleri bunu hiç sorun etmezlerdi, uzun süredir yıkanmayan bir gömleğin kokusuna ve hissine alışkınlardı. Kıyafet değiştirmek istiyor ama değiştiremiyor da değillerdi, zaten yaşamak istedikleri gibi yaşıyorlardı. O ana dek, en azından kıyafet konusunda, mutlulardı.

Düşününce, bu aslında o kadar şaşırtıcı değil. En nihayetinde şempanze kuzenlerimiz de çok nadiren yıkanıyor ve hiç kıyafet değiştirmiyorlar, ayrıca evcil kedi ve köpeklerimizin duş yapmamasından ve her gün kıyafet değiştirmemesinden iğrenmiyoruz: hatta onları sürekli kucaklıyor, sarılıp öpüyoruz. Zengin ülkelerdeki küçük çocuklar da genellikle duş yapmayı sevmez ve onlara bu güya çekici âdeti benimsetmek ebeveynlerin yıllarca süren uğraşlarını ve disipline etme çabalarını gerektirir. Her şey beklentilerle alakalıdır.

Eğer mutluluk beklentiyle alakalıysa, toplumumuzun iki temel direği –medya ve reklamcılık– farkında olmadan da olsa, dünyanın mutluluk rezervlerini sonuna kadar tüketiyor demektir. Beş bin yıl önce küçük bir köyde yaşayan on sekiz yaşında bir erkek olsaydınız, muhtemelen çok yakışıklı göründüğünüzü düşünecektiniz: çünkü köyde sizden başka yalnızca elli erkek daha olacak ve bunların çoğunluğunu da yaşlı, yaralı veya kırışık cildi erkekler veya küçük çocuklar oluşturacaktı. Oysa bugün bundan çok daha rahatsız hissetmeniz olasıdır. Okuldaki diğer gençler de çok çekici olmasalar da, kendinizi onlarla değil bütün gün televizyonda, Facebook’ta ve devasa reklam panolarında gördüğünüz film yıldızları, atletler ve süper modellerle kıyaslıyor olacaksınız.

Bu yüzden de, Üçüncü Dünya ülkelerindeki memnuniyetsizlik sadece fakirlik, hastalık, yozlaşma ve politik baskıdan değil, sürekli olarak Birinci Dünya standartlarına maruz kalmaktan kaynaklanıyor da olabilir. Ortalama bir Mısırlı’nın açlık, hastalık veya şiddetten ölme ihtimali II. Ramses veya Kleopatra döneminde, Hüsnü Mübarek dönemine göre çok daha yüksekti, hatta Mısırlıların fiziksel koşullan hiç şimdiki kadar iyi olmamıştı. Dolayısıyla bu insanların 2011‘de sokaklarda dans ederek Allah’a şükredeceklerini düşünebilirdiniz, oysa onlar ayaklanarak Mübarek’i devirdiler. Sonuçta, kendilerini firavunların yönetiminde yaşayan atalarıyla değil, Obama’nın Amerika’sındakilerle kıyaslıyorlardı.

Eğer durum buysa, ölümsüzlük bile mutsuzluk sebebi olabilir. Bilimin tüm hastalıklara çözüm bulduğunu, yaşlanmayı önleyen tedaviler geliştirdiğini ve insanların sürekli genç kalmalarını sağlayan yöntemler geliştirdiğini farz edin. Muhtemelen en yaygın sonuç daha önce eşi görülmemiş bir kızgınlık ve endişe salgını olacaktır.

Bu yeni tedavilere gücü yetmeyen büyük çoğunluk mutsuz olacaktır. Tarih boyunca fakirler ve baskı altındakiler en azından ölümün eşitleyici olduğunu, zenginin de fakirin de öleceğini düşünerek teselli buldular; fakat bu insanlar kendilerinin öleceğini, zenginlerinse genç ve güzel kalacağını düşünerek rahat edemezler.
Öte yandan, bu tedavilerden faydalanabilen küçük azınlık da, endişe edecek çok şeyi olacağından mutlu olamayacaktır. Yeni tedaviler ömürlerini ve gençliklerini uzatsa da, ölüleri geri getiremez; kendinin ve tüm tanıdıklarının aslında sonsuza kadar yaşayabileceğini, ama bir kamyon kazasının veya bir teröristin bunu elinden alabileceğini bilmek ne kadar korkunç olur! Ölümsüz olma şansı bulunan insanlar, en ufak riske karşı bile aşırı tepkiler geliştirecek ve bir eşi, çocuğu veya yakın arkadaşı kaybetme acısı tahammül edilemez olacaktır.

Kimyasal Mutluluk

Sosyal bilimciler mutluluk anketleri yaparak sonuçlan zenginlik ve politik özgürlük gibi sosyoekonomik etkenlerle; biyologlarsa biyokimyasal ve genetik etkenlerle ilişkilendirirler. Bu çalışmalarda elde edilen bazı bulgular şoke edicidir.

Biyologlar zihinsel ve duygusal dünyamızın milyonlarca yıllık evrim süreci içinde gelişen biyokimyasal mekanizmalar tarafından yönetildiğini düşünürler. Diğer tüm zihinsel durumlar gibi mutluluk da maaş, toplumsal ilişkiler veya siyasi haklar tarafından değil, karmaşık bir sinirler, nöronlar, sinapslar ve serotonin, dopamin ve oksitosin gibi çeşitli biyokimyasal malzemeler tarafından belirlenir.

Aslında teknik olarak şu hayatta bize zevk veren sadece iki şey vardır; Serotonin ve Dopamin


Kimse lotoyu kazandığı, yeni bir ev aldığı, terfi ettiği veya gerçek aşkı bulduğu için mutlu olmaz. İnsanlar sadece vücutlarındaki keyif veren hisler sayesinde mutlu olurlar. Lotoyu kazanmış veya aşkı bulmuş biri aslında para veya yeni aşkı yüzünden mutluluktan mutluluğa koşmaz, sadece kanında dolaşan yeni hormonlara ve beyninin çeşitli bölgelerinde çakan sinyallere tepki veriyordur.

Yeryüzünde cenneti yaratma umutları için üzücü bir durum bu, ama biyokimyasal sistemimiz mutluluk seviyelerini görece sabit tutmaya programlıdır. Mutluluğa öncelik veren bir doğal seçilim mekanizması yoktur, yani mutlu bir bekârın genetik soyu tükenirken, mutsuz ebeveynlerin genleri bir sonraki nesle sorunsuz bir şekilde geçer. Mutluluk ve mutsuzluk evrimde sadece hayatta kalma ve üremeyi etkiledikleri ölçüde rol oynarlar. Bu yüzden belki de evrimin bizi ne çok mutlu ne de çok mutsuz olacak şekilde şekillendirmiş olmasına şaşırılmamalıdır; anlık olarak çok mutlu olabiliriz ama bu asla ebediyen sürmez. Eninde sonunda mutluluk azalacak ve yerini birtakım nahoş hislere bırakacaktır.

Örneğin evrim, doğurgan dişilerle cinsel ilişkiye girerek genlerini yayan erkekleri güzel hislerle ödüllendirir. Eğer seks bu kadar büyük bir zevkle birlikte gelmeseydi, çok az erkek bununla uğraşırdı. Ama evrim, aynı zamanda bu güzel hislerin hızla azalmasını da sağlamıştır. Orgazmlar sonsuza dek sürseydi, bu çok mutlu erkekler beslenmeyle ilgilenmedikleri için kısa sürede açlıktan ölecek veya başka doğurgan dişiler aramakla uğraşmayacaklardı.

Bazı akademisyenler insan biyokimyasını sıcaklığı sabit tutan bir havalandırma sistemine benzetirler, Çeşitli olaylar sıcaklığı anlık olarak değiştirebilir, ama havalandırma sistemi hep aynı sıcaklığı geri sağlar. Bazı havalandırmalar 25 dereceye sabitlenmiştir, bazılarıysa 20 dereceye. İnsanların mutluluk sistemleri de kişiden kişiye değişmektedir. 1’den 10’a kadar bir ölçekte düşünürsek, bazı insanlar şanslı bir biyokimya sistemiyle doğmuştur ve mutlulukları 6’yla 10 arasında, zamanla 8’e sabitlenecek şekilde değişmektedir. Böyle birisi yabancılaşmanın hüküm sürdüğü büyük bir şehirde yaşasa, borsa çöküp tüm parasını kaybetse veya diyabet teşhisi de konsa mutlu olacaktır. Bazı insanlarsa 3’le 7 arasında değişen ve 5’te sabitlenen daha parçalı bulutlu bir biyokimyaya sahiptir. Böyle birisi sıkı ve sıcak ilişkilere sahip bir toplulukta olsa, lotodan milyonlar kazansa veya Olimpik bir atlet kadar sağlıklı olsa da, depresif kalır. Bu mutsuz kişi sabah 50 milyon dolar kazansa, öğlene kadar hem kanserin hem de AIDS’in tedavisini bulsa, öğleden sonra İsraillilerle Filistinliler arasında barışı sağlasa ve akşam da yıllar önce kaybolmuş çocuğuyla tekrar bir araya gelse de, 7 seviyesinin ötesinde mutluluk hissedemeyecektir. Bir şekilde, beyni mutluluktan uçacak şekilde yapılmamıştır.

Durup, ailenizi ve arkadaşlarınızı bir düşünün. Hepiniz başlarına ne gelirse gelsin görece mutlu ve neşeli kalan insanlar tanıyorsunuzdur, benzer şekilde dünya önlerine nasıl bir güzellik sererse sersin her zaman biraz asık suratlı kalan insanlar da. İşyerimizi değiştirince, evlenince, yazmakta olduğumuz kitabı bitirince, yeni bir araba satın alınca veya konut kredisi ödemelerimizi tamamlayınca, dünyanın en tepesinde gibi hissedeceğimizi zannediyoruz; oysa bunları başarınca her zamankinden daha mutlu olmuyoruz aslında. Arabalar satın almak veya romanlar yazmak biyokimyamızı değiştirmiyor. Bize çok güzel anlar yaşatabiliyor ama kısa süre sonra her zamanki halimize geri dönüyoruz.

***

Bu bulgu, yukarıda sözünü ettiğimiz, örneğin evlilerin bekârlardan daha mutlu olduğu yönündeki psikolojik ve sosyolojik bulgularla nasıl bağdaştırılabilir? Öncelikle, bu bulgular bağlantılıdır; yani nedenselliğin yönü bazı araştırmacıların varsaydığının tam tersi de olabilir. Evli insanların bekârlardan veya boşananlardan daha mutlu olduğu doğrudur, ama evliliğin mutluluk getirdiği anlamına gelmez bu. Belki de mutluluk evliliği getiriyordur. Ya da daha doğrusu, serotonin, dopamin ve oksitosin bir evliliğin oluşmasını ve iyi gitmesini sağlıyordur. Neşeli bir biyokimya sistemiyle doğan insanlar genellikle mutlu ve hallerinden memnundurlar, dolayısıyla daha çekici partnerler olurlar ve evlenme ihtimalleri de daha yüksektir. Bu insanların evliliklerinin bitme olasılığı da daha düşüktür, çünkü depresif ve memnuniyetsiz bir eştense mutlu ve memnun bir eşle yaşamak çok daha kolaydır. Sonuç olarak, evli insanların ortalama bekârlardan daha mutlu olduğu doğrudur ama bekâr ve biyokimyası gereği daha durgun olan bir genç kadın, sırf evlendiği için daha mutlu olmayabilir.

Buna ek olarak, biyologların çoğu tutucu değildir. Yani mutluluğun esas olarak biyokimya tarafından belirlendiğini öne sürseler de, psikolojik ve sosyolojik etkenleri de yok saymazlar. Zihinsel havalandırma sistemimizin önceden çizilmiş sınırlar içinde belli bir hareket özgürlüğü vardır. En alt ve en üst sınırları aşmak neredeyse imkânsızdır ama evlilik ve boşanma bu sınırlar arasında etkili olabilir. Ortalama 5 seviye mutlulukla doğmuş biri hiçbir zaman sokaklarda dans ederek şarkı söylemez, ama iyi bir evlilik bu kişinin zaman zaman 7 seviyesine çıkmasına ve 3 seviyesinin bedbahtlığından kaçınmasına yardımcı olabilir.

Eğer mutlulukla ilgili biyolojik yaklaşımı kabul edersek, tarih bu konuda önemini yitirir; zira tarihsel olayların çok büyük bölümü biyokimyamız üzerinde hiçbir etki yaratmadı. Tarih serotoninin salgılandığı dışsal uyaranı değiştirebilir ama sonuçta ortaya çıkan serotonin seviyelerini değiştiremez, dolayısıyla kimseyi daha mutlu yapamaz.

Bir ortaçağ Fransız köylüsüyle modern çağda yaşayan Parisli bir banken karşılaştıralım. Köylü ısıtması olmayan çamurdan yapılmış bir kulübede yaşarken, banker her akşam Champs-Elysées’ye bakan ve son model teknolojik aletlerle donatılmış enfes dairesine dönüyor. Sezgisel olarak, hemen bankerin köylüden çok daha mutlu olacağını düşünürüz, oysa ki mutluluğumuzu belirleyen şey, çamurdan kulübeler, lüks daireler veya Champs-Elysees değil, serotonindir. Ortaçağ köylüsü çamurdan kulübesini bitirdiğinde beyni serotonin salgılayarak, serotonin seviyesini X’e getirir. 2013 yılında muhteşem dairesinin son taksitini ödeyen bankerin beyin nöronları da serotonin salgılar ve benzer bir X seviyesine getirir. Beyin için lüks dairenin çamurdan kulübeye göre daha konforlu olmasının bir anlamı yoktur, o anda önemli olan tek şey serotonin seviyesidir. Sonuç olarak banker büyük büyük büyük büyük babası fakir ortaçağ köylüsünden azıcık bile daha mutlu olmayacaktır.

Bu sadece kişisel yaşamlar değil, büyük kolektif olaylar için de geçerlidir, Örneğin Fransız Devrimi’nde devrimciler pek çok şey yaptılar: Kralı idam ettiler, köylülere toprak verdiler, insan haklarını ilan ettiler, soyluların ayrıcalıklarını ortadan kaldırdılar ve tüm Avrupa’ya karşı savaştılar; ama bunların hiçbiri Fransız biyokimyasını değiştirmedi. Dolayısıyla devrimin getirdiği tüm bu siyasi, toplumsal, ideolojik ve ekonomik altüst oluşun Fransız mutluluğu üzerindeki etkisi küçüktür. Genetik: lotodan neşeli bir biyokimya sistemi kazananlar, devrimden önce de devrimden sonra olduğu kadar mutluydular; buna karşılık şanssız biyokimya sistemine sahip olanlarsa, devrimden önce 16. Louis ve Marie Antoinette’ten şikâyet ettikleri gibi devrimden sonra da Robespierre’den ve Napolyon’dan şikayet etmeye devam ettiler.

Eğer durum buysa, Fransız Devrimi neye yaramıştı? İnsanlar daha mutlu olmadılarsa tüm bu kaosun, korkunun, dökülen kanın ve savaşırı ne manası vardı? Biyologlara kalsa, asla Bastille hapishanesine saldırmazlardı. İnsanlar bir politik devrimin veya sosyal reformun kendilerini mutlu edeceğini düşünür ama aslında biyokimyamız onlara her seferinde aynı oyunu oynar.

Tek bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. Bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyacımız kalmaz. Örneğin Prozac rejimleri değiştirmiyor ama serotonin seviyelerini yükselterek insanları depresyondan çıkarabiliyor.

Hiçbir şey biyolojinin önemini ünlü New Age sloganı kadar iyi anlatmıyor: “Mutluluk İçimizde Başlar.” Para, toplumsal statü, plastik cerrahi, güzel evler, iktidar konumları, bunların hiçbiri size mutluluk getirmez, uçup gitmeyen gerçek mutluluk sadece serotonin, dopamin ve oksitosin sayesinde olur.

Aldous Huxley’nin Büyük Buhran döneminin tam ortasında, 1932’ de yayıınlanmış distopik romanı Cesur Yeni Dünya’da, mutluluk en üst değerdir ve psikiyatrik ilaçlar siyasetin temeline yerleşerek oy sandığının ve polisin yerini alır. İnsanlar her gün, üretkenliklerini ve etkinliklerini azaltmadan mutlu eden sentetik bir ilaç olan “soma”dan bir doz alırlar; tüm gezegeni yöneten Dünya Devleti asla savaşlar, devrimler, grevler ve gösterilerle tehdit edilmez, tüm insanlar hangi koşullarda yaşarlarsa yaşasınlar hallerinden son derece memnundurlar. Huxley’in gelecek vizyonu George Orwell’in 1984’ünden çok daha tedirgin edicidir. Böyle bir dünya fikri çoğu insanı rahatsız eder ama bunun neden olduğunu kolay açıklayamazlar. Herkes sürekli mutlu olacaksa, bunda kötü olan nedir ki?

Hayatın Anlamı

Huxley’in huzursuz edici dünyası, mutluluğun zevkle aynı şey olduğuna ilişkin biyolojik varsayıma dayanır. Buna göre mutlu olmak haz veren bedensel hisler yaşamakla tamamen aynı şeydir. Biyokimyamız bu hislerin etkilerini ve sürelerini sınırladığına göre, insanların yüksek seviyede mutluluğu uzun süre yaşamalarını sağlamanın tek yolu biyokimya sistemlerini manipüle etmektir.

Bazı akademisyenler bu mutluluk tanımını kabul etmezler. Ekonomi alanında Nobel Ödülü sahibi Daniel Kahneman, çok ünlü bir çalışmasında insanlardan sıradan bir iş günlerini anlatmalarını ve her an için tek tek ne kadar hoşlandıklarını veya hoşlanmadıklarını belirtmelerini istemiştir. Çalışmanın sonunda, çoğu insanın kendi yaşamıyla ilgili çelişkili görüşleri olduğunu keşfetmiştir. Çocuk yetiştirmeyi ele alalım. Kahneman keyifli ve sıkıntılı anları tek tek sıraladığında, çocuk büyütmenin oldukça tatsız bir uğraş olduğu ortaya çıkar; çocuk büyütmek bez değiştirmek, bulaşık yıkamak, çocuğun öfke nöbetleriyle uğraşmak gibi kimsenin sevmediği uğraşları gerektirir. Öte yandan çoğu ebeveyn, çocuklarının başlıca mutluluk kaynağı olduğunu söylerler. Bu, insanların kendileri için neyin iyi olduğunu bilmedikleri anlamına gelir mi?

İhtimallerden biri bu. Bir diğeri de mutluluğun, mutluluk anlarının sayıca fazla olması anlamına gelmediğidir. Mutluluk aslında bir insanın hayatını anlamlı ve değerli görüp görmediğiyle ilgilidir. Mutluluğun önemli bir bilişsel ve ahlaki yönü vardır. Değerlerimiz, kendimizi “yeni doğmuş bir diktatörün zavallı köleleri’” veya “yeni bir yaşamı sevgiyle büyütenler” olarak görmemiz arasındaki temel farkı yaratır. Nietzsche’nin de söylediği gibi, “”yaşamak için bir sebebiniz varsa her şeyle baş edebilirsiniz””. Anlamlı bir hayat, zorluklar içinde geçse de son derece tatmin edici olabilir, buna karşılık anlamsız bir hayat da ne kadar konforlu olursa olsun korkunç olabilir.

Her çağda ve her kültürde, insanlar aynı zevkleri ve acılan hissetse de, bu deneyimlere atfettikleri anlamlar muhtemelen büyük ölçüde farklılık gösteriyordu; eğer öyleyse, mutluluğun tarihi biyologların sandığından çok daha çalkantılı olabilir. Bu çıkarım modernitenin lehine değildir. Yaşamı gündeliğe göre değerlendirirsek ortaçağ insanlarının daha zor zamanlar geçirdiğini söyleyebiliriz; ama öbür dünyadaki ebedi mutIuluğa inandılarsa, uzun vadede mutlak ve anlamsız bir unutuluştan başka bir beklentisi olmayan modem seküler insana kıyasla hayatlarını çok daha anlamlı ve değerli görmüş olmaları muhtemeldir. Ortaçağ insanlarına öznel mutluluk anketleri yapılıp, “Hayatınızdan memnun musunuz?” diye sorulsa çok daha yüksek puanlara ulaşabilirlerdi.

Yani ortaçağ atalarımız, ölümden sonraki hayatla ilgili kolektif sanrılarına bir anlam yükledikleri için mi daha mutluydular? Evet. Kimse fantezilerine karışmadıktan sonra neden olmasınlar ki? Tamamen bilimsel bir bakış açısıyla bilebildiğimiz kadarıyla, insan yaşamının hiçbir anlamı yoktur. İnsanlar belirli bir amacı olmayan ve körlemesine ilerleyen evrimsel süreçlerin sonucudur ve faaliyetlerimiz ilahi bir kozmik planın parçası değildir. Dünya yarın patlayarak yok olsa, evrende hiçbir değişiklik olmazdı; tahmin edebileceğimiz kadarıyla insanların kendilerine dair anlam arayışı ve öznelliklerinin eksikliği de pek hissedilmezdi. Bu yüzden, insanların yaşamlarına atfettiği herhangi bir anlam sadece sanrıdan ibarettir. Ortaçağdaki insanların hayatlarında bulduğu öbür dünyaya ilişkin anlamlar modem hümanist, milliyetçi veya kapitalistlerin buldukları anlamdan daha gerçekdışı değildi. İnsanlığın bilgi birikimini artırdığı için hayatının anlamlı olduğunu söyleyen bilim insanı, anavatanı korumak adına savaştığı için hayatının anlamlı olduğunu söyleyen asker ve anlamı yeni bir şirket kurmakta bulan girişimci, ortaçağda yaşayan ve eski metinleri okuyup kutsal savaşlara katılan veya yeni bir tapınak yapan muadillerinden daha mantıklı değiller.

Bu yüzden mutluluk belki de, bir insanın anlamla ilgili sanrılarını, hâkim kolektif sanrılarla uyumlu hale getirmesidir. Kişisel hikâyelerimiz, etrafımızdakilerin hikâyeleriyle uyumlu olduğu sürece hayatın anlamlı olduğunu ileri sürebilir ve bu bilinçle mutlu olabiliriz.

Bu aslında oldukça üzücü bir sonuç; mutluluk gerçekten kendi kendini kandırmaya mı bağlıdır?

Kendini Bil

Mutluluk zevk almaya dayanıyorsa, mutlu olmak için biyokimyasal sistemimizi yeniden tasarlamamız gerekiyor demektir. Mutluluk hayatın anlamlı olduğu hissine dayanıyorsa, mutlu olmak için bu sefer kendimizi daha da etkin bir şekilde kandırmamız gerekiyor demektir. Üçüncü bir seçenek var mı?

Yukarıdaki görüşlerin ikisi de mutluluğun bir çeşit öznel his olduğu (zevk veya anlama dayanan) ve insanların mutluluklarını ölçebilmek için tek yapılması gerekenin onlara nasıl hissettiklerini sormak olduğu fikrine dayanır. Bu pek çoğumuz için mantıklıdır, çünkü çağımızın en yaygın dini olan liberalizm, bireylerin öznel hislerini kutsal olarak gördüğü gibi üstün otoritenin de kaynağı olarak kabul eder. Neyin iyi neyin kötü, neyin güzel neyin çirkin olduğu, neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiği bizim ne hissettiğimize bağlı olarak belirlenir.

Liberal siyaset, seçmenlerin en iyisini bildiği ve bize neyin iyi olduğunu söyleyecek bir “Büyük Biradere gerek olmadığı varsayımı üzerine kuruludur. Liberal ekonomi müşterinin her zaman haklı olduğu fikrine dayalıdır ve liberal sanat da, “Zevkler ve renkler tartışılmaz,” der. Liberal okullardaki ve üniversitelerdeki öğrenciler kendileri için kafa yormaları yönünde eğitilirler, reklamlar “Yap gitsin!” der. Aksiyon filmleri, sahne gösterileri, pembe diziler, romanlar ve pop şarkıları da sürekli, “Kalbinin sesini dinle”. “Kendine karşı dürüst ol”, “Kendin gibi ol” demektedir. Bu görüşü en klasik şekliyle Jean-Jacques Rousseau özetlemiştir: “İyi olduğunu düşündüğüm şey iyi, kötü olduğunu düşündüğüm şey kötüdür.

Delfi Tapınağı


Çocukluğundan beri sürekli bu sloganlarla büyütülen insanlar, mutluluğun öznel bir iyi hissetme hali olduğundan ve mutlu olup olmadığını en iyi kendisinin bileceğinden şüphe etmezler; ama bu görüş aslında liberalizme özgüdür. Tarih boyunca çoğu din ve ideoloji, iyilik ve güzellik için son derece kesin nesnel ölçütler geliştirerek, ortalama insanın hisleriyle tercihlerine şüpheyle yaklaştılar. Delphi’deki Apollo tapınağının girişinde hacılar şu yazıyla karşılanırdı: “Kendini Bil !” Bunun anlamı ortalama insanın kendisiyle ilgili cahil olduğu ve gerçek mutluluğu da bilemeyeceğiydi. Freud muhtemelen bunu onaylardı.

Muhtemelen Hıristiyan teologlar da. Aziz Pavlus ve Aziz Augustine, insanlara kalsa, çoğunun Tanrı’ya dua etmektense seks yapmayı tercih edeceğini biliyorlardı; peki bu, seks yapmanın mutluluğun sırrı olduğu anlamına mı geliyor? Pavlus ve Augustine’e göre değil. Bu sadece insanlığın doğal olarak günaha meyilli olduğunu ve Şeytan tarafından kolayca yoldan çıkarılabildiğini gösteriyor. Hıristiyan bakış açısından, insanların büyük çoğunluğu az çok eroin bağımlılarına benzerler; uyuşturucu bağımlıları arasında mutluluk araştırması yapan bir psikolog hayal edin; psikolog anket yapıyor ve bu kişilerin her birinin eroin enjekte ettiklerinde mutlu olduklarını buluyor. Psikolog eroinin mutluluğun anahtarı olduğuna yönelik bir makale yayınlar mıydı?

Duygulara güvenilmemesi gerektiği fikri yalnızca Hıristiyanlığa özgü değildir. Darwin’le Dawkins bile hislerin değeri konusunda Aziz Pavlus ve Aziz Augustine’le ortak paydalarda buluşabilirler. Bencil Gen teorisine göre, doğal seçilim tıpkı diğer organizmaları olduğu gibi, insanları da, bireysel olarak kötü bile olsa genlerinin üremesi için iyi olanı seçmeye iter. Çoğu erkek zamanlarını savaşarak, didinerek, rekabet ederek ve endişeyle geçirir ve barış dolu bir mutluluğun tadını çıkaramaz. Çünkü DNA’ları onları bu bencil davranıştan alıkoyar. Şeytan gibi DNA da hazzı kullanarak insanları kandırmak ve bu sayede gücünü artırmak için uğraşır.

Sonuç olarak dinlerin ve felsefi akımların çoğu mutluluk konusunda liberalizminkinden çok farklı bir yaklaşım sergilemiştir. Budistlerin yaklaşımı, mutluluk meselesine diğer bütün inançlardan daha fazla önem atfetmesi açısından özellikle ilginçtir. Budistler 2500 yıldır mutluluğun özünü ve sonuçlarını sistematik bir şekilde inceliyor; bilim camiasında bu felsefeye ve meditasyon pratiklerine giderek artan bir ilgi duyulmasının sebebi de bu.

Budizm, mutluluğa ilişkin temel biyolojik yaklaşımla aynı fikirleri paylaşır; mutluluğun dış dünyayla değil, bedenin içinde olanlarla ilgili olduğunu ileri sürer. Öte yandan, aynı öngörüden yola çıkarak çok farklı sonuçlara varır.

Budizm’e göre çoğu insan mutluluğu haz veren duygularla, acı çekmeyi de nahoş duygularla eşleştirir, Buna bağlı olarak da insanlar nasıl hissettiklerine çok fazla önem atfederek acıdan kaçınıp giderek daha da fazla zevk duymaya çalışırlar. Bacağımızı kaşımaktan sandalyede ileri geri sallanmaya veya dünya savaşları çıkarmaya kadar, hayatımız boyunca yaptığımız her şeyin amacı keyifli duygular yaşamaktır.

Budizm’e göre, buradaki problem duygularınızın sürekli değişen, okyanus dalgaları gibi akıp giden titreşimler olmasıdır. Beş dakika önce kendimizi neşeli ve azimli hissederken peşinden üzgün ve amaçsız hissediyor olabiliriz. Bu yüzden de, eğer hoş duygular deneyimlemek istiyorsak sürekli bunların peşinden gitmeli ve hoş olmayan duygulan uzaklaştırmalıyız. Bunu başarsak bile, daha önceki çabalarımız için kalıcı bir ödül bile kazanamadan yeniden başlamamız gerekecektir.

Bu kadar geçici ödüller kazanmak niye bu kadar önemli? Neredeyse ortaya çıktığı an kaybolan bir şey için neden bu kadar çaba? Budizm’e göre acı çekmenin kökeni, ne acı ve mutsuzluk ne de anlamsızlık hissidir. Aksine, bizi sürekli gergin, yorgun ve memnuniyetsiz kılan, geçici duygular için verilen sürekli uğraştır. Bu nedenle, zihin haz duyarken bile memnun değildir; çünkü hazzın kısa süre sonra azalacağını düşünürken, bir yandan da kalıcı olması ve yoğunlaşması için çabalar.

İnsanlar şu veya bu hazzı duyumsarken değil, tüm bunların geçici olduğunu anlayıp özümsediklerinde ve daha fazlasını istememeyi başardıklarında acı çekmekten özgürleşirler: Budist meditasyonun da hedefi budur. Meditasyonda kendi vücudunuzu ve zihninizi yakından izleyerek duygularınızın kesintisiz olarak yükseldiğini ve alçaldığını görmeniz ve bunların peşinden koşmanın ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz gerekir. Meditasyonda zihninizi ve bedeninizi yakından gözlemeniz, durmadan yükselip geçen hislere tanık olmanız, bunların peşinden gitmenin ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz beklenir. Bu duyguların peşini bıraktığınızda zihniniz rahatlar, berraklaşır ve tatmin olur. Tüm hisler (neşe, öfke, sıkıntı, şehvet) önce yükselir, sonra da geçer; ama belli duyguları hissetmek istemeyi bıraktığınızda onları olduğu gibi kabul edebilir ve olabilecekler hakkında fanteziler kurmak yerine içinde olduğunuz ânı yaşayabilirsiniz.

Bunun sonucunda erişilen huzur o kadar derindir ki, yaşamları boyunca iyi duyguların peşinden koşmuş insanlar bile bunu hayal edemez. Bu tıpkı bir deniz kenarında durup, birtakım “iyi” dalgalara kucak açıp onların dağılmasını engellemeye çalışırken, aynı anda “kötü” dalgaların yakınına gelmemesi için uğraşan bir adamın durumuna benzer. Günler birbirini kovalarken bu çıldırtıcı çabanın sonunda adam kumlara oturur ve dalgaların diledikleri gibi gelip gitmelerine izin verir. Ne kadar huzurlu bir durum!

Bu düşünce modern liberal kültüre o kadar yabancıdır ki. Batılı New Age akımı Budist içgörüleriyle tanıştığında, bunları liberal terimlere uygulayarak bir nevi altüst eder. New Age akımları sıkça, “Mutluluk dışsal koşullara bağlı değildir, içimizde ne hissettiğimizle ilgilidir. İnsanlar zenginlik ve statü gibi dışsal başarıların peşinde koşmaktan vazgeçmeli ve kendi iç dünyalarıyla bağ kurmalıdır,” der. Kısacası, “Mutluluk içimizde başlar”. Bu biyologların iddiasıyla aynıdır; Buddha’nın söylediklerininse aşağı yukarı tam tersidir.

Buddha mutluluğun dış koşullardan bağımsız olduğu konusunda modem biyoloji ve New Age akımlarla aynı düşünür fakat asıl önemli ve derin içgörüsü, gerçek mutluluğun içsel duygularımızdan da bağımsız olduğudur. Duygularımıza daha çok anlam yükledikçe, onların peşinden daha çok koşar ve daha çok acı çekeriz. Buddha’nın tavsiyesi sadece dışsal başarıların peşinden koşmayı bırakmak değil, duygularımızın peşinden koşmayı da bırakmaktır.

Özetlemek gerekirse, mutluluk anketleri mutluluğumuzu, kendi öznel değerlendirmemizle ve mutluluğun peşinden koşmayı belirli bir duygu durumunu yakalama çabasıyla ilişkilendirirler. Buna karşılık Budizm gibi pek çok geleneksel felsefe ve dini akımdaysa, mutluluğun sırrı kendinizle ilgili gerçeği bilmektir, gerçekten kim veya ne olduğunuzu anlamaktır. Çoğu insan yanlış biçimde, kendilerini duyguları, düşünceleri, sevdikleri ve sevmedikleriyle tanımlar. Öfke hissettiklerinde, “Ben öfkeliyim, bu benim öfkem,” diye düşünürler. Tüm yaşamlarını bazı duygulardan kaçınmaya ve başka duyguların peşinden koşmaya harcarlar. Duygularıyla aynı şey olmadıklarını, bazı duyguların peşinden durup dinlenmeden koşmanın insanı nasıl sefil hâle getirdiğini görmezler.

Eğer böyleyse mutluluğun tarihi konusundaki anlayışımız tamamen yanlış yönlendirilmiş demektir. Belki de insanların beklentilerinin gerçekleşmesi ve keyifli duygular hissetmeleri o kadar da önemli değildir; asıl mesele insanların kendileriyle ilgili gerçeği bilip bilmemeleridir, Günümüzde insanların bunu eski avcı toplayıcılardan veya ortaçağ köylülerinden daha iyi anladığına dair elimizde herhangi bir kanıt var mı?

Bu yazının tamamı (resimler hariç) ilgi eserin dördüncü kısımından alıntıdır.


Akademisyenler mutluluğun tarihini incelemeye sadece birkaç yıl önce başladı; hala ilk hipotezlerimizi formüle etmekle ve uygun araştırma yöntemlerini aramakla uğraşıyoruz. Daha yeni başlamış bir tartışmayla ilgili kesin sonuçlara varmak için henüz çok erken, şu aşamada önemli olan şey doğru soruları sormak ve mümkün olduğunca farklı yaklaşımlardan haberdar olmak.

Çoğu tarih kitabı büyük düşünürlerin fikirlerine, savaşçıların cesaretine, azizlerin iyiliğine ve sanatçıların yaratıcılığına odaklanır. Toplumsal yapıların örülmesi ve çözülüşüyle, imparatorlukların yükselişi ve çöküşüyle, teknolojilerin keşfi ve yayılışıyla ilgili anlatacakları çoktur ama hiçbiri tüm bunların insanların mutluluğunu ve acı çekmesini nasıl etkilediğinden bahsetmez. Bu da tarih anlayışımızdaki en büyük eksikliktir. Artık doldurmaya başlasak iyi olur.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.