Kendilikler ve Semboller Hakkında

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Eylül 16, 2016 at 6:28 pm
  ‘Ben’ ya da ‘bilinçlilik’ kavramları ve “düşünmenin örtük mekanizmaları” üzerine yazdığı Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik adıyla türkçeleştirilen eseriyle en çok satanlar listesine giren D. Hofstadter, ondan neredeyse otuz yıl sonra yine ayni konular üzerine yazdığı “Ben Bir Garip Göngüyüm” isimli eserinin 6ncı bölümünde Kendi‘mizi ve dünyamıza ilişkin çeşitli sembolleri zihnimizde nasıl oluşturduğumuzu inceliyor.

Ben”liğin Tohumu Olarak Algısal Döngüsellik

İngilizcede özel isim ve sıfatlar dışında daima büyük harfle vazılan yegane sözcüğün, cümlenin pupa yelken yola koyulmasını sağlayan birinci tekil şahıs zamiri (yalın özne) [“I”] olmasına hep şaşırmışımdır. Bu çok çarpıcı ve garip bir uylaşım (convention) ve sözcüğün çok önemli bir şeyi ifade etmesi gerektiğini gösteriyor. Nitekim, bazı insanlar açısından –aslında belki de çoğumuz, hatta hepimiz açısından– tarifsiz bir duygu olan “Ben” ya da “birinci tekil şahıs” olma duygusu, “orada olma” ya da yalnızca “var olma” sezgisi, (bazı felsefecilerin “qualia” olarak nitelendirdikleri) o güçlü “deneyimleme” ve “işlenmemiş duyumlar yaşama” duygusu, sanki yaşamın en gerçek boyutu ve ısrarlı bir iç ses bunun bir yanılsama ya da (cansız) “üçüncü tekil şahıs” nesneler arasında gerçekleşen bazı fiziksel süreçlerin basit bir sonucu olabileceğine ilişkin her öneriyi öfkeyle dizginliyor. İşte şimdi, bu rahatsız edici iç sesle savaşmayı amaçlıyorum.

Meselenin en basit boyutuyla başlayalım: evrimle şekillenen canlı varlıklarda sağkalım en temel, otomatik ve yapısal amaçtır. Sağkalım şansını artırmak için, her canlının çevresinde gerçekleşen olaylara esneklikle tepki verebilmesi gerekir. Bu da bu canlıların, çok ilkel düzeyde de olsa yakın çevrelerinde olup bitenleri duyumsama ve sınıflandırma yetisini geliştirmek zorunda olduklarını gösteriyor (elbette dünyada yaşayan varlıkların çoğu kuyruklu yıldızların Jüpiter’e çarpmasına boş verebilirler ve bu onların güvenliğini tehlikeye atmaz). Ama dışarıda olup bitenleri duyumsama yetisi geliştikten sonra ortaya çıkan tuhaf bir yan etkinin yaşamsal önemde ve köklü bazı sonuçları var. Canlı varIıkların çevrelerinin bazı özelliklerini fark etme yeteneği kendi etrafında dönüyor ve o canlıya kendisine ait bazı özellikleri de duyumsama yetisi kazandırıyor.

Bu kendi etrafında dönmenin gerçekleşmesi hiç de şaşırtıcı ya da mucizevi bir olay değil; tersine, canlının pek de dikkat çekici olmayan sıradan bir özelliği olan algılama yetisinin bir sonucu. İşitsel geribildirimin gerçekleşebilmesinden ya da bir kameranın çektiği görüntülerin aktarıldığı bir ekrana odaklandırılması durumunda ortaya çıkanlardan daha şaşırtıcı değil. Bazıları bu kendini algılama kavramını gariplik, anlamsızlık, hatta sapkınlık olarak nitelendirebilirler, ama bu türden bir önyargı kendini algılamayı bir paradoksa dönüştürmek bir yana, onu karmaşık bir ustalık işi de kılmaz. Alt tarafı, sağkalım mücadelesi koşullarında, bu canlının ondan hiç ayrılmaksızın her zaman çevresinde olan şey … kendisidir. Peki bu canlıdan dünyasındaki bu en dikkat çekici şeye sonsuza kadar duyarsız kalması nasıl beklenebilir? İşte belki de asıl bu sapkınlık olurdu!

Böyle bir boşluk, sözcük dağarcığı sürekli genişleyen ama “söylemek”, “demek”, “sözcük”, “dil”, “anlamak”, “sormak”, “soru”, “yanıt”, “konuşmak”, “görüşmek”, “öne sürmek”, “inkar etmek”, “tartışmak, “anlatmak”, “cümle”, “öykü”, “kitap”, “okumak”, “ısrar etmek” “”betimlemek”, “çevirmek”, “açımlamak”, “yinelemek”, “yalan söylemek”, lafı dolandırmak”, “isim”, “fiil”, “fiil zamanı”, “harf”, “hece”, “çoğul”, “anlam”, “dilbilgisi”, “vurgulamak”, “atıfta bulunmak”, “telaffuz etmek”, “abartmak”, “yüksekten atmak” gibi yaygın kavramlan geliştirmeyen bir dili akla getiriyor. Böylesine kendini bilmeyen bir dil gerçekten var olsa, dil esnekleştikçe ve incelip geliştikçe bu dili konuşanlar giderek daha fazla konuşur, tartışır, yüksekten atar, ama asla bu etkinliklere değinmezlerdi ve sorular, yanıtlar ve yalanlar gibi şeyler (adları anılmamaya devam etse bile) giderek yaygınlaşıp çoğalırdı. Bertrand Russell’ın çekingen tipler kuramnın doğurduğu sakat biçimcilik gibi, bu dilin merkezindeki uçsuz bucaksız delik, onun kendine gönderme yapan herhangi bir sözcüğü, ifadesi ya da kitabı (vb) olmasını sağlayan bir mekanizmadan yoksun kılardı. Aynı şekilde, zengin algı ve sınıflandırma olanakları evrilen ama yapısal olarak kendi üzerindeki hiçbir aygıta odaklanma yetisi olmayan bir canlı varlık da buna çok benzerdi. Onun bu seçici körlüğü patolojik olur ve sağkalımını tehlikeye atardı.

Döngüsellik Çeşitleri

Kuşkusuz en ilkel canlılarda kendilik algısı çok az ya da hiç yok. Bunun gibi, bir televizyon setinin üzerine sıkıca zapt edilmiş, tıpkı madenci kaskındaki lamba gibi hep ekran dışındaki noktalara bakan ve asla televizyon ekranına odaklanamayan bir kamera da düşünebiliriz. Böyle bir televizyon düzeneğinde, kendine dönen bir döngünün imkansız olduğu açık. Nereye çevirirseniz çevirin, kamera ve televizyon seti eşzamanlı dönecek, bu da döngünün tamamlanmasını önleyecektir.

Kafamızda bu kez, ekranına yansıdığı televizyon setine sıkıca sabitlenmek yerine ona “kısa tutulmuş dizginlerle” bağlanan, daha fazla “evrilmiş”, dolayısıyla daha esnek bir düzenek canlandıralım. Kamera kordonun uzunluğu ve esnekliği ölçüsünde kendi etrafında kıvrılabileceği için televizyon ekranının hiç değilse bir bölümü kadraja girecek ve güdük bir koridor ortaya çıkacaktır. Geribildirim açısından bu düzeyde bir incelip karmaşıklaşmanın biyolojik karşılığı olarak, ev hayvanlarımızda, hatta küçük çocuklarımızda gözlemlediğimiz hafif bir kendilik-farkındalığını örnek verebiliriz.

Bir sonraki evrenin, “dizginlerin” yeterince gevşetildiği, televizyona uzun ve esnek bir kabloyla bağlı olan kameranın doğrudan ekranın ortasına odaklanabildiği bir konumlanma olduğu açık. Böylece, güdük bir koridordan daha zengin, sonsuz bir koridorun görülmesi mümkün olabilir. Ama bu durumda bile, kendini seyreden döngünün kapanma olanağı sistemin zenginliğini saptayamaz, çünkü bir sürü seçenek varlığını sürdürür. Kamera eğilebiliyor mu, eğilebiliyorsa ne kadar? İleri geri zum yapabiliyor mu? Renkli görüntü verebiliyor mu, yoksa yalnızca siyah beyaz görüntü mü yakalayabiliyor? Parlaklık ve kontrast ince ayarları yapılabiliyor mu? Görüntü çözünürlüğü ne kadar? Çevrenin gözlemlenmesine ayrılan süreyle karşılaştırıldığında, kendini gözlemlemeye ayrılan süre oranı ne? Video kameranın kendisinin de ekranda görünme olasılığı var mı? Bu durumda geriye hala üzerinde oynanabilecek böyle birçok parametre kalır; bu da potansiyel döngünün önünde çok sayıda ineelip karmaşıklaşma fırsatı bulunduğu anlamına gelir.

Görüntüyü Alma ve Algılama

Bütün bu seçeneklerin sağladığı zenginliğe rağmen, kendini seyreden bir televizyon sisteminde daima belirleyici önemde bir boyut eksiktir: basit bir görüntü alma kapasitesinin ötesinde bir algılama kapasitesi. Algılamada başlangıç noktası muazzam sayılarda minik sinyali kapsayan bir tür girdidir (bu iki boyutlu bir görüntü olabilir ama böyle olmak zorunda değil); ama algılama süreci çok daha ileriye giderek, temsili niteliklere sahip ayrık yapılardan oluşan uyku halindeki geniş bir sembol dağarcığında, ufak bir alt grubun seçilip tetiklenmesiyle sonuçlanır. Bir başka ifadeyle, kafatasının içindeki sembolleri, tıpkı varsayımsal kayçarp masasındaki simmboller gibi, beynin belli bir kategori ya da kavramı uygulamada kullandığı, tetiklenebilen fiziksel nesneler olarak düşünmek gerekiyor.

“Sembol” sözcüğünün daha önce yüklendiği ve bir bölümünden kesinlikle kaçınmak istediğim yoğun bağlantıları nedeniyle, burada sözcüğün bu yeni anlamı konusunda kısa bir şerh düşmem gerekiyor. çoğu zaman (alfabedeki harfler, sayılar, kağıt üzerindeki müzik notaları, Çince karakterler gibi) yazılı işaretleri “sembol” olarak adlandırırız. Burada kastettiğim anlam bu değil. Bazen de bir efsane, rüya ya da alegorideki nesnelerden (örneğin, anahtar, alev, yüzük, kılıç, kartal, puro, tünel) söz ederken, bunlann başka bir şeyin yerine geçen “semboller” olduğunu söyleriz. Kafamdaki anlam bu da değil. “Beyindeki sembol” deyişiyle dile getirmek istediğim, örneğin Eiffel Kulesini aklınızdan geçirdiğinizde kafatasınızın (ya da ait olduğunuz türe bağlı olarak, belki de kayçarp masanızın) içinde etkinleşen özgül yapı. O her neyse, item ben o beyin yapısını sizin “Eiffel Kulesi sembolünüz” olarak adlandırmak istiyorum.

Ayrıca sizin bir “Albert Einstein” sembolünüz, bir “Antarktika sembolünüz ve bir “penguen” sembolünüz var ve bu sonuncular bir ya da birkaç penguen gördüğünüzde ya da hiçbir penguen görmeden kafanızdan penguenleri geçirdiğinizde beyninizin içinde tetiklenen bir yapı türü. Beyninizde aynca “tekmelemek”, “öpmek” ve “öldürmek” gibi eylem kavramlan, “önünde”, “arkasında” ve “arasında” gibi ilişki kavramlan için de semboller var. O durumda bu kitapta beyindeki semboller kavramlara karşı gelen nörolojik varlıklar, tıpkı genlerin kalıtsal özelliklere karşı gelen kimyasal varlıklar olmaları gibi. Bu sembollerin her biri çoğu zaman uyku halindedir (çoğumuzun aklına pamuk şekeri, yumurtalı Çin çorbası, Aziz Thomas Aquinas, Fermat’nın son teoremi, Jupiter’in Büyük Kırmızı Lekesi ya da diş ipi otomatı nadiren gelir), ama beynimizin dağarcığında her sembol herhangi bir anda tetiklenebilir.

Alınan muazzam sayıda sinyalden bir avuç sembolün tetiklenmesine geçiş bir tür hunileme sürecinde gerçekleşir; bu süreçte ilk girdi sinyalleri elden geçirilir ya da “masaja” tabi tutulur, bu işlemin sonuçları da seçici olarak başka (daha “içsel”) sinyalleri tetikler ve bu böyle devam eder. Sinyal ekiplerinin bayrağı birbirine geçirdiği bu süreç beyinde giderek daha daralan bir yol izleyerek, sonunda başlangıçtaki girdi sinyallerinin örtülü bir türevi niteliğindeki kimliklere sahip küçük bir grup sembolün tetiklenmesiyle sonuçlanır.

Eğlenceli olacağını umduğum bir örnek verirsem, havaalanı yolcu salonunda ilerleyen bir yolcunun burun deliklerindeki sayısız mikroskobik koku seğirmesi, açlık derecesine ve geçmiş deneyimlerine bağlı olarak yolcunun beyninde “tatlı” ve “koku sembollerinin ya da “vıcık vıcık” ve “şişmanlama” sembollerinin ya da “tarçınlı çörek” ve “hemen şurada” sembollerinin ya da “yayılan kokular”, “reklamcılık”, “eşik altı uyaranlar” , “sinsice” ve “yutturmaca” gibi sembollerin birlikte tetiklenmesine yol açabileceği gibi, şu ya da bu sırayla bu on bir sembolün hepsinin tetiklenmesine de yol açabilir. Ama bu, çatıya düşen bir milyon yağmur damlası gibi herhangi bir kaynaktan gelen muazzam sayıda mikroskobik sinyalin alımından ibaret bir süreç olarak ele alınamaz; bu sembol tetiklenmelerinin her biri birer algı eylemidir.

Konuyu açıklığa kavuşturmak isterken, algılama sürecinin aşırı basit bir portresini çizdim, oysa aslında bu süreçte bol miktarda iki yönlü akış var. Sinyaller yalnızca sembollere doğru, dıştan içe yayılmıyor; geçmiş deneyimlere bağlı beklentiler, eşzamanlı olarak bazı sembollerden de dışarı doğru sinyal yayılmasına yol açıyor. İçe yönelik ve dışa yönelik sinyaller arasmda bir tür müzakere süreci başlıyor ve bunun sonucunda gerçekleşen kilitlenmeYle ham girdileri sembolik yorumla bağlantılandıran bir yol oluşuYOl. Beyinde akış yönlerinin böyle birbirine kanşması algılamayı gerçekten karmaşık bir süreç kılıyor. Ama buradaki amacımız göz önüne alındığında şu kadannı söylemek yeterli olabilir: algılama, bu iki yönlü hızlı ve telaşlı sinyal geçişleri sayesinde, girdi sinyallerinin oluşturduğu çarpışan akıntıların bir dizi sembolü tetiklemesi ya da daha az biyolojik sözcüklerle ifade edersek, bazı kavramları etkinleştirmesi demektir.

Özetlersek, görüntü ne kadar aslına uygun olursa olsun, video sisteminde eksik bir bileşen var; o da seçici olarak tetiklenebilen bir sembol dağarcığı. Sistemin herhangi bir şeyi algıladığını söyleyebilmemiz için, böyle bir sembol dağarcığının olması ve ona erişilebilmesi gerekirdi. Yine de, basit bir video sisteme bir dizi sinyal güçlendirme işlemini destekleyen çok incelikli karmaşık ek devreler ekleyerek, bu sistemde tetiklenebilme potansiyeli taşıyan bir sembol dağarcığının oluşmasına yol açabileceğimizi hayal etmekten bizi hiçbir şey alıkoyamaz. Nitekim, böyle zorlu bir mühendislik işini nasıl başarabileceğimiz üzerine düşünmek, eşzamanlı olarak hem bir canlı beyninde, hem de yapay bir zihne (ya da mesela bir uzaylı yaratığa) ait bir bilişsel sistemde algılama süreci üzerine kafa yormak açısından çok yararlı olabilir. Bununla birlikte, ister bu dünyalı olsun ister uzaylı ister yapay, gerçekleştirilecek bu türden mimari yapıların hepsinde, gelen uyaranlar tarafından tetiklenme potansiyeli taşıyan eşit ölçüde zengin bir sembol dağarcığı bulunmayacağı açık. Bu kitapta daha önce de yaptığım gibi, bir kere daha incelik ve karmaşıklık derecesini yukarı doğru kaydırmayı deneyeceğim.

Sivrisinek Sembolleri

İşe alçakgönüllü bir sivrisinekle başladığımızı varsayalım {bunu söylerken küstahlarını tanıdığımı ileri sürmüyorum). Böylesine ilkel bir canlı, dış dünya konusunda nasıl bir temsile sahip olabilir? Yani beyninin içinde barınan, algısal işlemlerde harekete geçirilebilecek nasıl bir sembol dağarcığı olabilir? Sivrisinek “orada, dışarıda” nesneler olduğunu biliyor mu ya da buna inanıyor mu? Bundan kuşkuluyum ama, yanıtın evet olduğunu varsayalım. Saptadığı nesnelere bir tür sınıflandırma uyguluyor mu? “Bilmek” ya da “inanmak” gibi sözcükler her hangi bir anlamda sivrisineğe uyar mı?

Konuyu biraz daha somutlayalım. Sivrisinek (sözcükler kullanmadan elbette) dış dünyayı “sandalye”, “perde”, “duvar”, “tavan”, “insan”, “köpek”, “kürk”, “bacak”, “baş” ya da “kuyruk” gibi zihinsel kategorilere ayırıyor mu? Bir başka deyişle, sivrisineğin beyninde böylesine soyutlamalar için semboller –tetiklenebilecek ayrık yapılar– var mı? Bu olasılık çok düşük; zaten işini sivrisinekçe görmek için böylesine “entelektüel” lükslere hiç de ihtiyacı yok. Kan geldikten sonra, ısırdığının köpek mi, kedi mi, fare mi, yoksa insan mı olduğu kimin umurunda ve tabii onun kol mu, kulak mı, kuyruk mu, yoksa bacak mı olduğundan da kime ne?

Peki o zaman bir sivrisineğin ne türden kategorileri olması gerekir? “Potansiyel bir yiyecek kaynağı” (kısacası bir “hoşluk”) ve ‘potansiyel bir konacak yer” (kısaca bir “liman”) olması türünden bir şeyin, onun kategori sistemi için yeterince zengin olacağını sanıyorum. Biz insanların “potansiyel tehdit” olarak nitelendireceğimiz belli belirsiz bir şeyin de farkında olabilir; bu hızla hareket eden bir tür gölge ya da görsel karşıtlık (kısacası “kötü” bir şey) olabilir. Bir kere daha, “belli belirsiz” sıfatıyla bile bir şeyin “farkında” olabileceğinden söz etmek biraz fazla kaçabilir. Burada meselenin özü bir sivrisineğin bu türden kategoriler için sembolleri mi var, yoksa ona sembollerin tetiklenmesiyle doruğa ulaşacak birbirini izleyen bir tür algısal sinyaller zincirini kapsamayan, daha basit bir düzenek yeterli olabilir mi sorusu.

Algı için sembollerin üzerinden atlayıp, onun yerine çok sade bir mekanizmaya başvurmak size yeterince açıklayıcı gelmediyse, o zaman şu sorular üzerinde düşünün. Tuvalet, birazcık bile olsa su düzeyinin farkında olabilir mi? Termostat belli belirsiz de olsa denetim altında tuttuğu sıcaklığın farkında olabilir mi? Isı arayan bir füze, asgari düzeyde de olsa izinden gittiği uçaktan yayılan ısının farkında olabilir mi? Exploratorium’da neşeyle sıçrayıp duran kırmızı noktanın, son derece ilkel düzeyde bile olsa neşeyle sürekli kaçtığı insanların farkında olduğu söylenebilir mi? Bu sorulara “hayır” yanıtı verdiyseniz, o zaman sivrisineğin kafasında da, tıpkı bunun gibi, farkındalık gerektirmeyen ama kanı saptamasını ve ezilip öldürülmekten kaçınmasını ve bunu hiçbir fikir kullanmadan gerçekleştirmesini sağlayacak benzer bir mekanizma hayal edin.

Sivrisineklerde Kendilik

Sivrisinek sembollerini ele aldıktan sonra, araştırdığımız konunun özüne bir adım daha yaklaşabiliriz. Sivrisineğin iç dünyası nasıl bir şey? Yani sivrisineğin “Ben”lik deneyimi nasıl bir şey? Sivrisinek ne kadar zengin bir kendilik duygusuna sahip? Bunlar çok iddialı sorular, onun için meseleyi biraz daha basit ele alalım. Sizce sivrisineğin kafasında nasıl göründüğüne ilişkin görsel bir imge var mı? Umarım benim bu konudaki kuşkulu yaklaşımımı paylaşıyorsunuzdur. Sivrisinek kanatları ya da bacakları ya da kafası olduğunu bilir mi? “Kanat” ya da “kafa” gibi fikirleri nasıl edinebilir ki? Gözleri ya da hortumu olduğunu bilir mi? İnsana bu soruyu sormak bile saçma geliyor. Bir sivrisinek böyle şeyleri nasıl anlasın? Bunun yerine sivrisineğimizin içsel durumuna ilişkin bilgileri konusunda biraz tahmin yürütelim. Sivrisineğin sıcak ya da soğuk hisleri olabilir mi? Kendisini bitkin ya da enerjik hissedebilir mi? Peki ya aç olduğunu ya da açlıktan öleceğini hissedebilir mi? Mutlu ya da üzüntülü olduğunu? Umutlu olduğunu ya da korktuğunu? Kusuruma bakmayın, ama bana öyle geliyor ki bunlar bile sivrisinek gibi alçakgönüllü, silik bir varlığın çok ötesinde şeyler.

Peki, o zaman “ağrısı olmak” ve “ağrısı olmamak” gibi daha temel şeylere ne dersiniz? Bu konuda da kuşkuluyum. Öte yandan, sivrisineğin gözünden beynine sinyaller gönderilmesini ve bunun da kanatlarına başka sinyallerin gönderilmesini sağlamasını kolayca anlayabiliyorum; sonuç olarak bu biz insanlara “Soldaki tehlikeden kaç” ya da basitçe “Buradan kaç!” şeklinde ifade edilebilecek bir refleks anlamına gelecektir; ama korkarım kısaltarak bu şekilde kendi dilimizde ifade ettiğimizde, hala sivrisinek durumun çok farkındaymış gibi bir izlenime yol açıyoruz. Sivrisineğin iç dünyasını tuvalet rezervuar sistemiyle ya da termostatla karşıIaştırmak beni oldukça mutlu ederdi ve kişisel olarak ben bunun ötesine geçmeye istekli değilim. Sivrisinek davranışı “sembol” adını hak eden hiçbir şeye başvurmaksızın gayet iyi anlaşılabilir gibi geliyor bana. Bir başka deyişle, sivrisineğin sözsüz ve kavramsız tehlikeden kaçış davranışı, biz insanların bildiği algılamadan çok, doktor çekiciyle dizimize vurduğunda dizimizin tepkisel bir refleksle tekme atmasına benziyor. Sivrisineğin dizinizden daha zengin bir iç dünyası var mı sizce?

Sivrisineğin kocaman bir dünyanın hareket eden bir parçası olduğuna ilişkin en ufak bir fikri olduğunu düşünüyor musunuz? Bir kere daha, ben bundan çok kuşkuluyum, çünkü bunun gerçekleşmesi için sivrisineğin mikroskobik beyninde türlü çeşitli soyut sembol olması, “kendim” sembolü bir yana “büyük”, “küçük”, “bölüm”, “yer”, “hareket” gibi semboller bulunması gerekirdi. Bir sivrisineğin böylesine lükslere niye ihtiyacı olsun? Bunlar onun kan bulmasına ya da daha verimli çiftleşmesine yardım eder miydi? Bu türden süslü sembolleri barındırmaya yeterli beyin gücü olan, böyle bir sivrisinek bulunduğunu varsayın, bu sivrisineğin her yere taşımak zorunda olduğu bir sürü nöronla dolu kocaman bir kafası olurdu, bu da çok daha sınırlandırılmış basit bir yapısı olan kuzenlerinden daha ağır ve daha yavaş olması anlamına gelir, kan bulma ve üreme arayışında onlarla rekabet edemeyip evrim yarışını kaybetmesi sonucunu doğururdu.

Her neyse, bana öyle geliyor ki sivrisineğin son derece verimIi minnacık sinir sisteminde algısal kategorilere (dolayısıyla da sembollere) hiç yer yok. Eğer ben yanılmıyorsam, bu bir sivrisineğin beyninde var olabilecek türde kendini algılama döngülerinin son derece düşük düzeyde olması anlamına gelecek ve sivrisineği gerçekten çok “küçük ruhlu biri” yapacaktır. Bir sivrisineğin “ruhunun” Exploratorium’da duvarlarda zıplayıp duran minik kırmızı ışık noktasıyla aşağı yukarı aynı “büyüklükte” olduğunu, bunun da bir hunekerin on milyarda birine (insan ruhunun kabaca trilyonda birine) denk geldiğini söylersem, umanm bu size günahkârlık ya da çılgınlık gibi gelmez.

Kuşkusuz benim böyle sayısal bir tahmin yapmam hafiflik, ama sivrisinek beyninde semboller olup olmadığı konusunda kendi öznel tahminimi yaparken oldukça ciddiyim. Bu yine de öznel bir tahmin ve benimle aynı görüşte olmayabilirsiniz, ama bu gibi ince noktalara ilişkin tartışmaların verı burası değil. Meselenin özü çok daha yalın ve basit: esas olarak yalnızca bu ölçüde bir karmaşıklık düzeyi atfedilebilecek, daha yüksek bir düzeyin geçerli olmadığı belli bir canlı türünden söz ediyoruz. Bana katılmıyorsamz, hayvan zihin gücü ölçeğinde aşağı yukarı gidip gelerek uygun olduğunu hissettiğiniz düzeyi kendinizin belirlemenizi öneriyorum.

Bu konuda son bir noktaya dokunmak istiyorum. Bazı okurlar sivrisineğin bakış açısına ilişkin bütün bu sorulan görünürde büyük bir içtenlikle protesto edebilirler: “Bunu bilmek mümkün mü? Biz sivrisineğın beynine ya da zihnine giremeyiz; bunu kimse yapamaz. Bildiğim kadanyla, sivrisinekler de benim kadar bilinçIii” Pekâlâ, bu görüşlere saygı duyuyorum ama bunlann içtenlikle söylenmiş olamayacağını düşünüyorum, çünkü bunlan söyleyen okurların kollanna konan bir sivrisineği, hiç düşünmeden ezip öldüreceklerinden eminim. Sivrisineklerin gerçekten kendileri kadar duyarlı olduğuna o kadar inanıyorlarsa, nasıl oluyor da sivrisinek yaşamlarını bir anda bitirmeye böyle istekli olabiliyorlar? İnsanlar kadar bilinçli olabileceğini öne sürdükleri canlı varlıkIarı infaz etmekten rahatsız olmuyorlarsa, bu insanların korkunç canavarlar olması gerekmez mi? Bence insanların fikirlerini anlamak için sözlerine değil, eylemlerine bakmalıyız.

Robot Araçlara İlişkin Bir Parantez

Daha yüksek hayvan türlerine geçmeden önce, düzgün otoyollarda ya da kayalık çöllerde kendi başlarına ilerleyebilen otomobiller konusunda kısa bir parantez açmak istiyorum. Bu türden arabaların her birinin üzerinde bir ya da birden çok televizyon kamerası (ve lazer telemetre ve diğer sensör tipleri) bulunuyor ve fazladan işlemcilerle donanmış bu sensörler aracın çevresi konusunda bir fikir edinmesine olanak veriyor. Ekranda beliren renklerin ya da ham şekillerin basit analizleri, devrilmeden ya da bir yere sıkışıp ya da saplanıp kalmadan engelleri aşmaya asla yeterli olmaz. Bu sistemin kendi hareketlerini yönetmeyi başarabilmesi için, hiç de basit olmayan, dışarıdaki seçici görüntülerle tetiklenebilen, önceden hazırlanmış bilgi paketleriyle donanmış olması gerekir. Dolayısıyla, çamura saplanmamak, su kanalı tuzağına düşmemek ya da iki kaya arasına sıkışıp kalmamak için, “yol”, “tepe”, “su kanalı”, “çamur”, “kaya”, “ağaç”, “kum” gibi çok sayıda soyutlama konusunda belli ölçüde bilgiye ihtiyacı olacaktır. Televizyon kameraları ve telemetreler (vb) aracın” algılama sürecinin” yalnızca en basit ilk evrelerinde işe yarar; biraz önce sözünü ettiğimiz çeşitli bilgi yapılarının tetiklenmesi de, sürecin sonundaki sembolik uca denk düşer.

Bir önceki cümlede “algılama süreci” sözcüklerini tırnak içine alıp almama konusunda biraz kararsız kaldım, ama tırnak kullansam da kullanmasam da lanetleneceğimi fark edip gelişigüzel bir seçim yaptım. Yani, tırnak içine almazsam, görsel girdileri işlerken bu robot araçta olup bitenlerin gerçekten bizim kendi algılamamıza benzediğini ima etmiş olacaktım, tırnak işaretlerini kullanma durumunda da, “basit makinelerin” yapabildikleri şeylerle canlı varlıkların yapabildikleri şeyler arasında aşılması mümkün olmayan bir tür uçurum olduğunu ima etmiş olacaktım. Her iki seçim de fazlasıyla ak-kara pozisyonu. Tırnak işaretlerinin gri tonları olsa, daha nüanslı bir pozisyonu tercih eder ve ikisinin arasında bir tonu kullanırdım; ne yazık ki bu mümkün değil.

Bugünün robot araçlarındaki kendi kendine seyir sistemi çok etkileyici olsa da memelilerdeki algılama düzeyinin hâlâ çok çok gerisinde; ama yine de böyle bir aracın çevresini “algılama” düzeyinin (tonu ayarlanamayan bu tırnak işaretleri için kusurumu bağışlayın!) sivrisineğin “algılama” düzeyi kadar incelip karmaşıklaştığını (bu noktada beraberliği bir ölçüde yakaladığımı umuyorum), hatta belki de çok daha inceltilip karmaşıklaşmış bir düzey olduğunu söylersem kimseye haksızlık etmiş olmam. (Valentino Braitenberg’in Vehicles [Araçlar] başlıklı kitabında bu robot araç kavramı ve bunların hangi “algılama” düzeylerine ulaşılabileceği meselesi çok güzel ele alınıyor.)

Daha fazla aynntıya girmeksizin, şunu söylememe izin verin: günümüzdeki teknolojik gelişmeler karmaşık ortamlarda yaşayan canlı sistemlerde olup bitenleri anlamamızı giderek artan ölçüde kolaylaştırdığı için, bence canlı hayvanları ve kendi kendini yöneten robotlan bu kitabın aynı bölümünde tartışmak son derece mantıklı. Bu gibi başanlar John Searle tarafından sürekli tekrarlanan hayat dogmayı, bilgisayarlann hiçbir zaman yaşam süreçlerinin basit bir “simülasyonu” olmanın ötesine geçemeyecekleri görüşünü yalanlıyor. Bir otomat son derece sert ve ürkütücü bir çöl arazisinde 300 km’den daha uzun bir mesafeyi kendi başına kat edebiliyorsa, nasıl olur da bu başarı basit bir “simülasyon olarak nitelendirilebilir? Düşman bir ortamda ulaşılan bu sağkalım başarısının, odada uçuşan ve ezilip ölmekten kurtulan bir sivrisineğininki gibi sahici olduğu çok açık.

Köpek Düşüncesi Üzerine Kafa Yorma

Algılamanın incelip karmaşıklaşması yönünde yukarı doğru tırmanan, virüslerden başlayıp bakterilere, sivrisineklere, kurbağalara, köpeklere ve insanlara uzanan saf biyolojik merdivenimizde biraz daha ilerleyelim (Birkaç basamağı atladığımın farkındayım). Yukarı doğru tırmandıkça, tabii tetiklenebilecek sembol dağarcığı da giderek zenginleşiyor; zaten “merdivende yukarı tırmanmanın” başka ne anlamı olabilirdi ki? Sırf davranışlarına bakarak karar verildiğinde kimse evcil köpeklerin saygıdeğer bir kategori dağarcığı geliştirdiklerinden kuşku duyamaz; bunlar arasında “benim pençem”, “benim kuyruğum” , “benim yemeğim”, ‘’’benim suyum”, “benim tabağım”, “içerisi”, “dışarısı”, “köpek kapısı”, “insan kapısı”, “açık”, “kapalı”, “sıcak”, “soğuk”, “gece”, “gündüz”, “kaldırım”, “yol”, “çalılık”, “çayır”, “tasma kayışı”, “yürüyüşe çıkmak”, “park”, “araba”, “araba kapısı”, “büyük sahibim”, küçük sahibim”, “kedi”, “dost komşu köpek”, “kötü komşu köpek”, “posta arabası”, “veteriner”, “top”, “yemek”, “yalamak”, “içmek”, “oynamak”, “oturmak”, “divan”, “tırmanmak”, “yaramazlık”, “ceza” gibi örnekler bulunduğu da reddedilemez. Kılavuz köpekler genellikle yüzün üzerinde sözcük öğrenirler ve bu kavramların çok farklı bağlamlarda kullanıldığı birçok duruma yanıt verirler; bu da içsel kategori sistemlerinin (yani, tetiklenebilen sembol dağarcıklarının) zenginliği konusunda hayli fikir veriyor.

Köpeklerin kategori dağarcığının özelliklerini açıklamaya çalışırken, bir dizi İngilizce sözcük kullandım, ama bir köpeğin komşu köpeğe ya da yoldan geçen bir posta arabasına tepki verişinin sözcüklerle bağlantılı olduğunu iddia etmiyorum elbette. Ama bir sözcük üzerinde özellikle durmakta yarar var; bu da “benim kuyruğum” ya da “benim tabağım” gibi kategorilerde geçen “benim” sözcüğü. Birçok okurun bir evcil köpeğin belli bir pençenin çevredeki bir nesne ya da bir başka köpeğin pençesi olmadığını, kendi pençesi olduğunu fark edebildiği konusunda bana katılacağını umuyorum. Aynı şekilde, kuyruğunu kovalayan bir köpek öyle dönüp durmasının saçmalığının farkında olamaz elbette, ama o kuyruğun kendi bedenine ait olduğunu herhalde biliyordur. Yani köpekte bir tür ilkel kendilik modeli olduğunu, köpeğin bir anlamda kendinin farkında olduğunu ileri sürüyorum. Köpekte” araba” , “top” ve “tasma kayışı” sembolleri ve diğer hayvanlar ve insanlarla ilgili semboller yanında, kendisini (yani köpeğin kendisini, yoksa sembolün kendisini değil!) temsil eden bir tür içsel serebral yapı bulunduğu kanısındayım.

Köpeklerde bunun olduğundan kuşku duyuyorsanız, peki ya şempanzeler için ne diyeceksiniz? Ya insanlarda, iki yaşındaki çocuk konusunda? Her durumda, hangi duyarlılık düzeyinde olursa olsun bu türden kendine geri dönüşlü bir sembolik yapının ortaya çıkması “Ben”Iiğin ilk kıvılcımmı oluşturur ve tıpkı minik bir toz çevresinde birikerek büyüyen kar tanesi gibi, ömür boyunca merkezdeki bu minik çekirdeğin çevresinde giderek daha karmaşık “Ben’lik duyumları toplaşacaktır.

Yetişkin köpeklerin çoğunda bir köpek sembolü olduğuna göre, bir köpek şu ya da bu anlamda kendisinin de köpek kategorisine ait olduğunu bilir mi? Aynada sahibinin “bir köpeğin” yanında durduğunu gördüğünde o köpeğin kendisi olduğunu fark eder mi? Bunlar ilginç sorular, ama yanıtlamaya kalkışmayacağım. Bu türden bir farkındalığın köpeklerdeki zihin yeteneklerinin sınırında kaldığını düşünüyorum, ama bu kitaptaki amaçlarım açısından köpeklerin bu sınırın hangi tarafında kaldığı önemli değil. Bu köpeklerle ilgili bir kitap değil zaten. Buradaki başlıca nokta, canlı bir varlığın bu kategorilerden bir bölümünü kendisine uygulamaya başladığı belli bir noktanın var olması; bu noktada canlı kendisini temsil eden bazı zihinsel yapılar oluşturmaya başlıyor ve dünyanın geri kalanıyla ilişkisinde kendisini bir tür “entelektüel bakış açısına” yerleştirme sürecine giriyor. Bu açıdan bakıldığında, bence köpekler sivrisineklerden çok daha ilerde ve sizin de benimle aynı fikirde olduğunuzu sanıyorum.

Öte yandan, köpek ruhunun insan ruhundan hayli “küçük” olduğu konusunda da benimle aynı fikirde olduğunuzu sanıyorum; öyle olmasa ikimiz de bölgemizdeki hayvan barınaklarında gün be gün başıboş köpeklerin ve çaresiz köpek yavrularının “uyutulmasına” karşı öfkeyle gösteri yapmaz mıydık7 Evsiz Insanların ve terk edilmiş bebeklerin infaz edilmesine göz yumabilir miydiniz? Peki köpeklerle insanlar arasında bir ayrım gözetmenize yol açan ne? Ruh büyüklükleri bu karşılaştırmayla ilgili olabilir mi? Sizin bir hayvan barınağında gösteri örgütlemeye karar vermeniz için, köpeklerde kaç huneker olması gerekirdi?

Köpeklerin incelik ve karmaşıklık düzeyindeki canlılar, algılama aygıtlannın kaçınılmaz bir şekilde tersine çevrilmesi ve sınırlı da olsa hiç de eften püften olmayan bir kategori dağarcığına sahip olmaları sayesinde, kendilerini daha büyük bir dünyadaki fiziksel varlıklar olarak hissetmeye yakın duyumlar geliştirmekten kaçamıyorlar. (Çöl yarışlarındaki robot araçlar değerli zamanlarını kendilerini seyrederek harcamazlar; bu, tekerleklerini fır döndürmek kadar yararsız olurdu, bu nedenle de onlardaki kendilik duygusunun incelik ve karmaşıklık düzeyi köpeğinkinden çok daha düşük.) Bir köpek böbrekleri ya da beyin kabuğu konusunda hiçbir zaman hiçbir şey bilmeyecektir, ama pençeleri, ağzı ve kuyruğu konusunda, hatta belki de dili ve dişleri konusunda bir fikri olacaktır. Kendisini aynada görmüş ve sahibinin yanında duran köpeğin aslında kendisi olduğunu fark etmiş olabilir. Ya da kendini evde çekilmiş bir videoda sahibiyle birlikte görmüş ve sahibinin kaydedilmiş sesini tanımış ve videodaki havlamanın aslında kendisine ait olduğunu fark etmiş olabilir.

Yine de, birçok açıdan çok etkileyici olsa da, bütün bunlar , normal bir insanın yaşamı boyunca sürekli gelişen kendilik ve “Ben’Iik duygusuyla karşılaştırıldığında son derece sınırlı. Bu neden böyle? Fido, Spot, Niki, Vino ya da Bulut’ta eksik olan ne?

İnsanların Köklü Biçimde Farklı Kavram Dağarcığı

İnsanlar zaman içinde diğer kuyruksuz maymunlardan ayrılırken belli bir noktada çarpıcı bir evrimsel uçurum gelişti: kategori sistemleri gelişigüzel genişleyebilme özelliği kazandı. Diğer türlerin çok belirgin sınırlılıklarına karşın, bizim zihinsel yaşamımızın önünde, aslında sınırsız bir esneklik anlamına gelen uçsuz bucaksız, dramatik bir kapı açıldı.

İnsan beynindeki kavramlar diğer kavramlarla birlikte paketlenebilme özelliği kazandı; bu gibi büyük paketler de kendi başlarına birer kavrama dönüşme olanağı kazandılar. Bir başka deyişle, artık kavramlar hiyerarşik bir şekilde birbirinin içine yuvalanabiliyor ve bu gibi yuvalanmalar gelişigüzel boyutlara ulaşabiliyordu. Bu da bana video geribildirimdeki sonsuz koridorla güdük koridor arasındaki muazzam farkı hatırlatıyor ve ben bunun basit bir rastlantısal çakışma olduğunu da düşünmüyorum.

Örneğin, yavruIarı olma fenomeni “anne”, “baba” ve “çocuk” gibi kavramlann ortaya çıkmasına neden oldu. Bu kavramların içine “anne-baba” kavramı yuvalandı; bu öncekilerin içine yuvalanmış bir kavramdı çünkü oluşumu önceki üç kavrama bağımlıydı: “anne” , “baba” ve soyut bir fikir olan “ya o ya da o” kavramları. (Köpeklerde “ya o ya da o” kavramı var mı”? Ya sivrisineklerde?) “Anne” ve “baba”kavramları bir kere ortaya çıktıktan sonra, “anneanne” (“annenin annesi”), “babaanne” (“babanın annesi”) ve “torun” (“çocuğun çocuğu”) kavramlarına, bunun ardından da “büyük nine” ve “torun çocuğu” kavramlarına kapı açıldı. Bütün bu kavramlan yuvalanma sayesinde edindik. Bunlara “abla”, “kız kardeş”, “ağabey” ve “erkek kardeş” kavramlarının eklenmesi, daha üst düzeyde yuvalanmalarla “amca”, “dayı”, “hala”, “teyze” ve “kuzen” gibi kavramlann ortaya çıkmasını sağladı. Bütün bunlar da daha da üst düzeye yuvalanmış bir kavram olan “aile” gibi kavramları ortaya çıkardı. (“Aile” kavramı bütün bu önceki kavramları veri kabul ettiği ve onlar üzerine inşa edildiği için, daha üst düzeye yuvalanmış bir kavram.)

İnsana özgü kolektif ideosferde bu türden oluşum eylemleriyle kavram inşası kartopu gibi çoğalmaya başladı ve artık bunun hiçbir sınır tanımadığı biliniyor. Türümüz kısa süre sonra kendisini “aşk macerası”, “aşk üçgeni”, “sadakat”, “baştan çıkarma”, “öç alma”, “umutsuzluk”, “delilik”, “sinir krizi”, “sanrı”, “yanılsama”, “gerçek”, “fantezi”, “soyutlama” ve “rüya” gibi kavramlara doğru sıçrarken buldu ve tabii zirveye ulaştığında da “pembe dizi” kavramıyla karşılaştı (tabii bunun içinde de “reklam arası”, “sapsarı dişler” ve “diğer çamaşır tozu” gibi kavramlar yuvalanmıştı).

Kişisel kavram dağarcığınızda önemli bir yeri olduğunu iddia etmeye hazır olduğum sıradan bir kavram gibi görünen “market ödeme kasası” kavramını ele alın. Zaten üç sözcükten oluşmasıyla yuvalanmış bir kavram olduğu izlenimini veriyor ve doğrudan esas olarak yiyecek içecek satılan bir market çıkışında ödemelerin yapıldığı kasa tezgâhının sembolü olduğunu söylüyor bize. Ama tek başına bu ifadenin sözcük yapısına baktığımızda sembolün altında yatan kavramları pek göremiyoruz. Aslında, bu kavramla ilişkili onlarca başka kavram var: “market arabası”, “sıra”, “müşteri”, “bekleme”, “çikolata şekerleme rafı”, “şeker”, “bulvar gazetesi”, “sinema oyuncuları” , “sansasyonel başlıklar”, “iğrenç skandallar”, “haftalık TV programı”, “pembe diziler”, “gençler”, “tezgahtar önlüğü”, “isim etiketi”, “kasiyer”, “yalandan selamlama”, “yazarkasa”, “tuş takımı”, “fiyatlar”, “sayılar”, “hesap”, “tarayıcı”, “barkot”, “bip”, “lazer”, “yürüyen bant”, “donmuş yiyecek”, “konserve kutusu”, “sebze torbası”, “ağırlık”, “tartı”, “indirim kuponu”, “ayırma çubuğu”, “kayan tezgah”, “paketçi”, “plastik torba”, “kağıt torba”, “kartla ödeme”, “kağıt para”, “yükleme”, “ödeme”, “kredi kartı”, “bankamatik kartı”, “aşırma”, “fiş”, “tükenmez kalem”, “imzalama” vb. vb. Liste sonsuz gibi görünüyor, oysa yalnızca insana özgü son derece sıradan bir kavramın içsel zenginliğinden söz ediyoruz.

Market ödeme kasası üzerine düşündüğümüzde her biri bir bileşen olan bu kavramların hepsinin etkinleşmesi gerekmez elbette –hepsinin etkinleşeceğine güvenebileceğimiz merkezi bir çekirdek kavramlar grubu var, ama daha çevrede yer alan kavramların çoğu etkinleşmeyebilir– ama bizim zihnimizde market ödeme kasası kavramı bütün bu kavranılan, hatta daha da fazlasını kapsıyor. Kaldı ki, zihnimizdeki diğer her kavram gibi bu kavram da başka kavramlar tarafından kapsanabiliyor. “Market ödeme kasasında doğan gönül macerası” ya da “oyuncak marketi ödeme kasası” gibi örnekleri çoğaltarak, bu dağarcığa kendiniz yeni kavramlar ekleyebilirsiniz.

Olay Belleği

Bir masanın etrafında oturup arkadaşlanmızla çene çalarken, elimizde olmadan, çoğu yıllarca önce başımızdan geçmiş olaylar geçer aklımızdan. Köpeğimizin mahallede kaybolduğu gün. Komşumuzun çocuğunun havaalanında kaybolduğu gün. Bir uçağı kıl payı kaçırdığımız gün. Bizim yetiştiğimiz ama arkadaşımızın kaçırdığı tren. Trenin bunaltıcı sıcak olduğu gün dört saat boyunca koridorda ayakta kaIışımız. Yanlış trene bindiğimiz ve bir buçuk saat trenden inemediğimiz gün. Pis pis sırıtarak elleriyle havada kum saati çizen bir adamın Marilin Monro” deyişi dışında kimsenin İngilizce konuşamadığı zamanlar. Kırsal Slovenya’da gece yansı araba kullanırken yolumuzu kaybedip neredeyse benzinimiz bittiğinde, Slovence çat pat üç beş sözcük kullanarak İtalyan sınırına ulaşmayı başarmamız. Örnekler çok artırılabilir.

Olay bir tür kavramdır, ama zaman içinde belli bir anda gerçekleşir ve belli bir adı olmadığı halde biraz özel isimler gibi her birinin kendine özgü olduğu varsayılır. Her biri “benzersiz” olduğu halde, bir önceki paragrafta adeta göz kırpan “Ne demek istediğimi anlıyorsunuz!” ses tonunun düşündürdüğü gibi, olayların da kendi kategorileri vardır. (Kıl payı uçak kaçırmak benzersiz bir olay değildir; yaşamınız boyunca sizin başınıza yalnızca bir kere gelmiş olsa bile, herhalde bu kategoriye ait birkaç örnek bilirsiniz ve sayısız başka örneği hayal edebilirsiniz.)

Olay belleği bizim, arkadaşlarımızın, okuduğumuz romanlardaki ve gördüğümüz filmlerdeki karakterlerin başından geçen, gazetelerde okuduğumuz, televizyon kliplerinde gördüğümüz türden olayların saklandığı özel depomuzdur ve bizi böylesine insan yapan uzun süreli belleğimizin başlıca bileşenini oluşturur. Olay anılarının tanık olduğumuz dış anılarla ya da tetiklenen diğer olaylarla tetiklenebileceği açık,” ama özgül olaylara ilişkin anıların hepsi çoğu zaman uykudadır (öyle olmasa çılgına dönerdik zaten).

Köpeklerin ya da kedilerin olay belleği var mı? Yıllarca ya da aylarca önce ya da hemen dün, hatta on dakika önce olan özgül olayları hatırlarlar mı? Köpeğimiz Ollie’yi koşuya çıkardığımda, bir gün önce caddenin karşı tarafındaki şirin Dalmaçyalıya “merhaba” diyebilmek için tasma kayışını nasıl zorladığını (Dalmaçyalının da aynısını yaptığını) hatırlıyor mu acaba? Üç gün önce nasıl alışılmışın dışında bir yol izlediğimizi hatırlıyor mu? Ollie’yi Şükran Günü tatili için bakım evine götürdüğümde sanki o yeri hatırlıyor, ama acaba geçen sefer (ya da herhangi bir sefer) oraya gidişinde başından geçen somut herhangi bir olayı hatırlıyor mu? Bir köpek belli bir yerden korkuyorsa, orada yaşadığı bir travmayı hatırlar mı, yoksa bu yalnızca orayla bağlantılı genel bir kötülük duygusu mudur?

Bu yazının tamamı Douglas Hofstadter'in ''I'm a Strange Loop'' (Ben bir garip döngüyüm) isimli eserinin 6ncı bölümünden alınmıştır.


Bu gibi sorular bana büyüleyici geliyor, ama burada bunlara yanıt vermem gerekmez. Hayvan farkındalığı üzerine bilimsel bir inceleme yazıyor değilim. Bütün yapmak istediğim okurların bu gibi sorular üzerine düşünmesi ve bunların bir bölümünün “evet”, bir bölümünün “hayır” yanıtını hak ettiği, bir bölümüne de şu ya da bu yönde bir yanıt veremeyeceğimiz konusunda benimle aynı fikirde olmaları. Ama asıl söylemek istediğim, diğer hayvanlardan farklı olarak biz insanlarda bütün bu bellek çeşitlerinin var olduğu; gerçekten bütün bunlar bizde fazlasıyla var. On beş yirmi yıl önce gittiğimiz tatillerde yaşadığımız olayları ayrıntılı olarak hatırlıyoruz. Bazı yerlerden ya da bazı kişilerden neden korktuğumuzu tam olarak biliyoruz. Venedik’te, Paris’te ya da Londra’da şu ya da bu kişiyle beklenmedik karşılaşma anımızı aynntılı olarak yeniden canlandırabiliriz. İnsan belleği inanılmaz zenginlikte derin ve karmaşık bir yapı. Üzerinde çalışabileceği böylesine zengin bir kavram ve anı dağarcığına sahip olan insanın dikkatini kendisine yöneltmesi kaçınılmaz olduğu gibi, kendisine odaklandığı zaman son derece derin ve karmaşık bir kendilik modeli geliştirmesinden daha doğal bir şey de yok. İşte “Ben”lik dediğimiz şey de bu derin ve karmaşık kendilik modelinden başka bir şey değil.
 

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.