İnsanın Yeni Gündemi

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Nisan 8, 2017 at 8:12 am
Hazzın ve ölümsüzlüğün peşinde koşan insanlık, sahiden de tanrılar katına yükselmeye çalışıyor. Sadece ilahi olduğu için değil, yaşlılık ve ıstırabın üstesinden gelebilmesi, biyolojik temelleri üzerinde tanrısal bir kontrol edinmesini gerektirdiği için. Ölümü ve acıyı sistemimizden çıkarabilecek güce sahip olduğumuzda organlarımızı, duygularımızı ve zekamızı da binlerce farklı şekilde dilediğimizce yönlendirebileceğiz.

Gezegenin Tanrıları

Herkül’ün gücünü, Afrodit’in şehvetini, Athena’nın bilgeliğini, Dionysos’un deliliğini ya da istediğiniz her neyse onu satın alabilirsiniz. Şimdiye kadar, insan gücü genel olarak dış araçların geliştirilmesiyle artıyordu. Gelecekte bu, insan bedeni ve zihninin bir üst sürüme yükseltilmesine ya da doğrudan kullandığımız araçların birleşmesine bağlı olarak artacak olabilir.

İnsanları tanrı mertebesine yükseltmek muhtemel üç şekilde ilerleyebilir: Biyoloji mühendisliği, siborg mühendisliği ve organik olmayan varlıkların mühendisliği.

Biyoloji mühendisliği organik bedenlerimizin kapasitelerini fark etmekten tamamen uzak olduğumuz anlayışından yola çıkar. Doğal seçilim 4 milyar yıldır bedenlerimizin orasını burasını kurcalayarak amipten sürüngenlere, oradan memelilere ve sonunda Sapiens’e dönüşmemize yol açan ince ayarlar yapıyor. Sapiens’in son durak olduğunu düşünmemiz için ortada hiçbir sebep yok. Genlerimiz, hormonlarımız ve sinir hücrelerimizdeki görece küçük değişiklikler, taştan kesici aletler yapmanın ötesine geçemeyen Homo Erectus’u uzay gemisi ve bilgisayarlar üreten Homo Sapiens’e dönüşürmeye yetti de arttı bile. DNA’mız, hormon sistemimiz ve beyin yapımızdaki birkaç minik değişiklikle neler ortaya çıkabileceğim kim bilebilir? Biyomühendislik doğal seçilimin bütün hünerini sergilemesini sabırla beklemeyecektir. Biyomühendisler eski Sapiens bedeninin genetik kodunu baştan yazacak, beynindeki devreleri yeniden bağlayacak, biyokimyasal dengesini değiştirecek, hatta yeni uzuvlar geliştirecektir. Sapiens türü olarak nasıl Homo Erectus’tan farklıysak, bizden de o kadar farklı ve yeni küçük “tanrıcıklar” üretecekler.

Siborg mühendisliği bunu bir adım öteye taşıyarak organik bedeni organik olmayan biyonik eller, yapay gözler ya da kan dolaşımımızda seyrederek sorunlarımıza teşhis koyup hasarları onaracak nanorobotlar gibi araçlarla birleştirecek. Böylesi bir siborg, herhangi organik bir bedenin hayal bile edemeyeceği kabiliyetlere sahip olacaktır. Örneğin, organik bir bedenin işlemesi için her parçasının birbiriyle doğrudan temas halinde olması gerekir. Bir filin beyni Hindistan, göz ve kulakları Çin, ayakları Avustralya’daysa bu fil muhtemelen ölmüştür; mistik anlamda hayatta olsa bile göremez, duyamaz ve yürüyemez. Öte yandan bir siborg, aynı anda birden fazla yerde var olabilir. Siborg bir doktor Stockholm’deki evini hiç terk etmeden Tokyo’da, Chicago’da ya da Mars’ta bir uzay istasyonunda acil bir ameliyata girebilir. Bir çift biyonik göz ve elin yanında hızlı bir internet bağlantısı yeterli olacaktır. Tekrar düşününce, neden bir çift göz ya da el isteyelim ki? Neden dört tane olmasın? Hatta bunlar fuzuli bile olabilir. Siborg bir doktor zihniyle araçları yönetebilecekken neden elleriyle neşter tutmaya ihtiyaç duysun?

Tüm bunlar bilimkurgu gibi duyulsa da aslında tamamı zaten gerçekleşti. Maymunlar beyinlerine yerleştirilmiş elektrotlar sayesinde bedenlerinden ayrı biyonik el ve ayaklan kontrol etmeyi öğrendiler. Felçliler, biyonik uzuvları sadece düşünce gücüyle hareket ettirmeyi ya da bilgisayar kullanmayı başardılar. Dilerseniz evinizdeki elektronik aletleri, “zihin okuyucu” bir başlık sayesinde kontrol edebilirsiniz. Beyninize herhangi bir şey yerleştirmeyi gerektirmeyen bu başlık, kafa derinizden geçen elektrik sinyallerini okuyarak çalışıyor, Mutfağın ışıklarını açmak isterseniz, başlığınızı takıp önceden programlanmış ışıkları, örneğin sağ elinizi hareket ettirir gibi bir zihinsel işaret hayal ederek açabilirsiniz. Böyle bir başlığı internetten 440 dolar gibi bir ücret karşılığında sipariş edebilirsiniz.

2015’in başında, Stockholm’deki ileri teknoloji merkezi Epicenter’daki birkaç yüz çalışanın ellerine mikroçipler yerleştirildi. Pirinç tanesi büyüklüğündeki bu çipler, bugün kişisel güvenlik bilgilerini sakladığı işçilerin ellerini sallayarak kapıları açmalarını ya da fotokopi makinelerini çalıştırmalarını sağlıyor. Yakında bu yöntemle ödeme yapabilmeyi de umuyorlar. Bu girişimin arkasındaki ekipten Hannes Sjoblad durumu şu şekilde izah ediyor: “Teknolojiyle sürekli etkileşim halindeyiz, Bugün süreç oldukça karışık, şifrelere ve pin kodlarına ihtiyaç duyuyoruz. Tüm bunları bir dokunuşla halletmek daha kolay olmaz mıydı?”

Ne ki organik beynin hayatın emir-komuta merkezi olarak kalacağını varsayan siborg mühendisliği bile görece tutucu bir görüş olacak kabul edilebilir. Daha cüretkâr yaklaşımlar organik parçaları tamamen ortadan kaldırarak tümüyle organik olmayan varlıklar yaratmayı umuyor. Nöral ağların yerini, organik kimyanın sınırlarına takılmadan sanal ve sanal olmayan dünyaları dolaşabilecek akıllı yazılımlar alacak. Hayat organik bileşiklerin dünyasında 4 milyar yıl dolandıktan sonra, organik olmayan âlemin uçsuz bucaksız diyarlarında aklımızın ucundan bile geçmeyecek şekillere bürünerek ortaya çıkacak. Aklımızın ucundan geçecek her şey organik kimyanın bir ürünü sonuçta…

Organik âlemin sınırlarını aşmak, yaşamın gezegenimiz Dünya’nın sınırlarının ötesinde de var olmasına olanak sağlıyor. Doğal seçilim tam 4 milyar yıl boyunca yaşamı bu uçan kayanın özgün koşullarına bağlı kıldığından yaşam minicik bir gezegene sıkışıp kalmıştı. En güçlü bakteriler bile Mars’ta sağ kalamıyor, Ancak organik olmayan yapay zekâ, yabancı gezegenlerde koloni kurmakta hiç zorlanmayabilir; Organik hayatın yerini organik olmayan varlıkların alması gelecekte Kaptan Kirk yerine Mr. Data tarafından yönetilen galaktik bir imparatorluğun tohumlarını atıyor olabilir.

.,.

Bu yolun nereye çıkacağını ya da gelecekte tanrıları andıran nesillerimizin neye benzeyeceğini bilmemizin imkânı yok. Geleceği öngörmek hiçbir zaman kolay değildir. Devrim niteliğindeki biyoteknolojiler bunu daha da zorlaştırıyor. Taşımacılık, iletişim ve enerji alanlarındaki yeni teknolojilerin etkilerini görmek başlı başına zorluyken, mesele insanın sürümünü yükseltmeyi amaçlayan teknolojilere geldiğinde bambaşka bir mücadeleye dönüşüyor. Bahsi geçen teknolojiler, İnsan zihni ve arzularını dönüştürmek için de kullanılabileceğinden, bugünün aklı ve arzularıyla bu etkilerin derinliğini ölçmek, doğal olarak mümkün değil.

Binlerce yıl boyunca tarih pek çok teknolojik, ekonomik, sosyal ve siyasi devrime sahne oldu. Tüm bu süreçte değişmeyen tek şey insanlığın kendisiydi. Araç ve kurumlarımız, kutsal kitapların indirildiği zamanlardan çok farklı; ne var ki insan zihninin derinliklerindeki yapılar olduğu gibi kaldı. Kutsal kitapların sayfalarında, Konfüçyüs’ün metinlerinde, Sofokles ve Euripides’in trajedilerinde hala kendimizi bulabiliyoruz. Tıpkı bizim gibi insanlar tarafından yaratılan bu klasiklere baktığımızda bizden bahsediyorlar gibi hissediyoruz. Modem bir tiyatro uyarlamasında Ödipus, Hamlet ya da Otello kot pantolon ve tişört giyip Facebook hesaplarıyla oynuyor olabilirler ama oyunun aslındaki duygusal çelişkiler hep aynı kalıyor.

Bununla birlikte, teknoloji insan zihninin yeniden yapılandırılmasını sağladığında Homo Sapiens türü ortadan kalkacak, insan tarihi nihayet sona erecek ve bizim gibi insanların kavrayamayacağı yepyeni bir süreç başlayacak. Birçok düşünür 2100 ya da 2200 yılında dünyanın neye benzeyeceğini öngörmeye çalışıyor. Bu tam anlamıyla bir zaman kaybı. Kayda değer her öngörü, insan zihninin yeniden yapılandırılmasını hesaba katmak durumunda ve bunu da hakkıyla yapmak mümkün değil. “Bizimki gibi zihinler biyoteknolojiyle ne yapabilir?” gibi bir soruya pek çok akıllıca cevap verilebilir. Ancak, “Başka türlü zihinlere sahip varlıklar biyoteknolojiyle neler yapabilir?” sorusuna pek de akıllıca bir cevap bulamazsınız. Söyleyebileceğimiz tek şey, bize benzeyen insanlar biyoteknolojiyi kullanarak kendi zihinlerini yeniden yaratabilir ve bizim bugünkü zihnimizin, olabilecekleri kavramasına imkan yoktur.

Detaylar belirsiz olsa da tarihin genel gidişatı hakkında fikir sahibi olabiliriz. 21. yüzyılın üçüncü büyük projesi, İnsan türüne İlahî bir güç, yaratma ve yok etme gücü sağlayacak ve Homo Sapiens türünü Homo Deus’a dönüştürecek. Açıkça ilk iki projeyi de kapsayan bu üçüncü proje, gücünü de bu iki projeden alıyor. Yaşlanmaktan, ölümden ve ıstıraptan kaçmak için beden ve zihinlerimizi yeniden yaratma kabiliyetine sahip olmayı istiyoruz ancak bir kez buna sahip olduğumuzda bunun gibi bir yetenekle başka neler yapabileceğimizi kim bilebilir? Bu nedenle yeni insanın gündeminde birçok alt başlıkla beraber tek bir başlık var esasında: Tanrı mertebesine yükselmek.

Bu sav bilimsellikten uzak ya da açık biçimde kulağa delice geliyorsa sıklıkla ilahilik yanlış anlamda kullanıldığı içindir. İlahilik belirsiz soyut bir kavram değildir. Her şeye muktedir olmakla aynı anlama da gelmez. İnsanları tanrı mertebesine yükseltmekten bahsedildiğinde her şeye muktedir göklerdeki “tanrı baba” figürü yerine antik Yunan tanrıları ya da Hindu devalarını düşünmek daha yerinde olacaktır. Gelecek nesillerimiz tıpkı Zeus ya da Indra’nınkiler gibi kendi korkularına, tuhaflıklarına ve sınırlarına sahip olacaklar. Ancak bizden çok daha geniş bir yelpazede sevebilecek, nefret edebilecek, yaratabilecek ve yakıp yıkabilecekler.

Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süper güçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşindeler.

Binlerce yıldır ilahi addedilmiş belirli geleneksel kabiliyetler, bugün üzerine pek de kafa yormadığımız çok sıradan uğraşlar haline geldi. Sıradan bir insan geçmişteki bir antik Yunan, Hindu ya da Afrika tanrısından çok daha hızlı hareket edip iletişim kurabiliyor. Örneğin Nijerya’daki Igbolar, yaratıcı tanrı Chukwu’nun insanları ölümsüz yapmak istediğine inanır. İnsanlara biri öldüğünde bedenine küller serpmeleri halinde bedenin yeniden hayata döneceğini söylemesi için bir köpek gönderir. Maalesef yorgun köpek yolda oyalanır ve sabırsız Chukwu da bu önemli mesajı acilen yetiştirmesi için bir koyun yollar. Kaderin cilvesi bu ya, hedefine vardığında nefes nefese kalmış koyun talimatları yanlış aktarır ve insanlara ölülerini gömmelerini söyleyerek ölümü kalıcı hale getirir. Bu nedenle bugün insanların ölmesi gerekir. Keşke Chukwu uyuşuk köpeklere ya da alık koyunlara güveneceğine mesajını iletmek için Twitter kullansaydı!

Eski tarım toplumlarındaki birçok din, metafizik sorulara ve ölümden sonraki yaşama şaşırtıcı derecede ilgisizdir. Bunun yerine tarım üretimini artırmak gibi oldukça gündelik dertlere odaklanırlar. Bu nedenle Eski Ahit’te tanrı asla ölümden sonra cezalandırmaktan bahsetmez, ödüller vaat etmez. İsrailoğulları’na, “[…] Size bildirdiğim buyruklara iyice kulak verirseniz […] ülkenize ilk ve son yağmuru vaktinde yağdıracağım. Öyle ki tahılınızı, yeni şarabınızı, zeytinyağınızı toplayasınız. Tarlalarda hayvanlarınız için ot sağlayacağını, siz de yiyip doyacaksınız. Sakının, ayartılıp yoldan çıkmayasınız; başka ilahlara tapmayasınız, önlerinde eğilmeyesiniz! Öyle ki, Rab size öfkelenmesin; yağmur yağmasın, toprak ürün vermesin diye gökleri kapamasın; size vereceği verimli ülkede çabucak yok olmayasınız,” (Yasa’nın Tekrarı 11: 13-17) .. Bugün biliminsanları Eski Ahit’in tanrısından çok daha iyisini yapabiliyor. Yapay gübreler, endüstriyel böcek ilaçları ve genetiğiyle oynanmış tohumlar sayesinde tarım üretimi, kadim çiftçilerin tanrılarından beklentilerini katbekat aşıyor. Sıcaktan kavrulan İsrail devleti artık kızgın bir ilahın gökleri kapayıp tüm yağmuru durduracağından korkmuyor; bilakis yakın zamanda Akdeniz kıyılarına kurdukları tuzdan arındırma (desalinasyon) tesisleri sayesinde içme suyunu denizden karşılayabiliyor.

Bugüne dek, geçmişin tanrılarıyla rekabet edercesine, daha da gelişkin araçlar yaparak yarışıyorduk. Çok da uzak olmayan bir gelecekte kadim tanrıları sadece araçlarıyla değil, bedensel ve zihinsel yetileriyle de aşabilecek süper insanlar yaratabiliriz, Ne var ki o noktaya ulaştığımızda, ilahlık bizim için sanal gerçeklik kadar sıradan olacaktır; çantada keklik bir harikalar harikası.

İnsanların tanrı mertebesine erişmek için şanslarını deneyeceğine kuşku yok, ellerinde bunu istemek için çokça sebep ve gerçekleştirebilecek birçok yöntem var. Bazen umut vaat eden yollar bir sonuca varmasa da alternatifler hep olacaktır, İnsan genomunun ciddi müdahaleler yapılamayacak kadar karmaşık olduğu ortaya çıksa da, bu durum düşünce gücüyle kontrol edilen bilgisayarlar, nanorobotlar ya da yapay zekânın gelişimini engellemeyecektir.

Paniğe gerek yok. En azından şimdilik. Sapiens türünü bir üst sürüme yükseltmek Hollywood’un kıyamet senaryolarından ziyade tarihi bir süreç içinde ilerleyecek. Homo Sapiens bir robot isyanıyla yeryüzünden kazınmayacak. Muhtemelen kendini adım adım bir üst sürüme güncellerken robotlar ve bilgisayarlarla birleşecek ve gelecekteki nesiller artık İncili yazan, Çin Seddi’ni inşa eden ve Charlie Chaplin’in antika şakalarına gülen hayvanlar olmadıklarını fark edecekler. Tüm bunlar bir günde ya da birkaç yılda gerçekleşmeyecek olsa da şimdiden gündelik hayatımızda karşılık bulmaya başladı. Her gün milyonlarca insan akıllı telefonlarının hayatlarını biraz daha kontrol etmesine izin veriyor ve daha etkin antidepresanlara başlıyor. İnsanlar sağlık, mutluluk ve gücün peşinde bir bir özelliklerini değiştirecekler, ta ki artık insan olmadıkları güne dek.

Biri Bu Gidişata Dur Desin!

Sakin karşılayanlar bir yana, pek çok kişi bu tür ihtimalleri duyduğunda hemen paniğe kapılıyor. Akıllı telefonlarının verdiği tavsiyeleri dinlerken ya da doktorlarının yazdığı her ilacı alırken mutlu olsalar da, geliştirilmiş süperinsanlardan bahsedildiğinde, “Umarım o vakitten önce bu dünyadan göçmüş olurum,” diyorlar. Bir arkadaşım yaşlanmaktan korkma nedeninin, etrafından kopuk, olan biteni anlamayan ve hiçbir şeye katkıda bulunamayan nostaljik, yaşlı bir kadına dönüşmek olduğunu anlatmıştı. Süperinsanları duyduğumuzda, tür olarak hepimiz bu korkuyu yaşıyoruz. Böylesi bir dünyada kimliğimizin, rüyalarımızın, korkularımızın bile yersiz kalacağından ve artık hiçbir şeye katkıda bulunamayacak olmaktan korkuyoruz. Bugün ne olursanız olun, dindar bir Hindu, bir futbolcu ya da gelecek vaat eden lezbiyen bir gazeteci; avcı bir Neandertal Wall Street’e ne kadar yabancı hissederse, gelişmiş bir dünyada siz de o kadar yabancı hissedeceksiniz.

Borsalardan on binlerce yıl farkla kurtuldukları için Neandertaller’in NASDAQ’la ilgili sorunları yoktu. Ne var ki bugünkü anlam dünyamız da birkaç on yıl içinde kaybolabilir. Dünyadaki varlığınız anlamsızlaşmadan önce sizi kurtarması için ölüme güvenemezsiniz. 2100 yılında sokaklarda tanrılar yürümeyecek olsa da Homo Sapiens’i geliştirme çabası dünyayı tanınamayacak kadar değiştirecek. Bilimsel araştırmalar ve teknolojik gelişmeler çoğumuzun anlayabileceğinden çok daha hızlı ilerliyor.

Uzmanlara göre genetiğiyle oynanmış bebeklere ya da insan seviyesinde yapay zekâya ulaşmaya daha çok yolumuz var. Ancak çoğu araştırmacı akademik ödeneklere ve üniversite programlarına bağlı bir zaman çizelgesi çerçevesinde düşünüyor. Bu nedenle o “uzun yol” yirmi yıl gibi bir süreyi ima ederken, “asla” dedikleri şeyin gerçekleşmesiyse elli yıl bile sürmeyebilir.

İnternetle ilk karşılaşmamı hala hatırlıyorum. 1993’te lisedeyken birkaç kişi, şu an bilgisayar mühendisi olan arkadaşımız Ido’yu ziyarete gitmiştik. Biz masa tenisi oynamak istiyorduk, Ido çoktan bir bilgisayar hayranı olmuştu. Masa tenisine başlamadan son mucizesini göstermekte ısrar etti. Telefon kablolarını bilgisayara bağlayıp birkaç tuşa bastı. Bir dakika boyunca duyulan cızırtılar ve sinyallerden sonra bir sessizlik oldu. Bağlantı kurulamamıştı. Biz kenarda homurdanırken Ido yeniden denedi. Tekrar tekrar, defalarca. En sonunda küçük bir sevinç çığlığıyla bilgisayarını yakınlardaki üniversitenin merkezi bilgisayarına bağlamayı başardığını söyledi. “Peki, merkezi bilgisayarda ne var?” diye sorduk. “Şimdilik hiçbir şey,” diye itiraf etti. “Henüz yok, ama istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz.” Sorgulamaya devam ettik, “Mesela?” “Bilmem, her şeyi, dedi Ido, anlattıkları pek de gelecek vaat etmiyordu. Masa tenisi oynayıp sonraki haftalarda Ido’nun saçma fikrini yeni eğlencemiz haline getirdik. Üzerinden yirmi beş yıl geçti. Önümüzdeki yirmi beş yılda nelerle karşılaşacağımızı kim bilebilir?

Bu nedenle bireyler, kurumlar ve hükümetler giderek ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi kudreti daha da ciddiye alıyor. Sigorta şirketleri, emeklilik fonları, sağlık sistemleri ve maliye bakanlıkları beklenen yaşam süresinin artması karşısında dehşete düşmüş durumdalar. İn· sanlar beklenenden daha uzun süre yaşıyor ve emeklilikleriyle tıbbi tedavi masraflarını karşılamaya yetecek para yok. Yetmişli yaşlar yeni kırklar olmaya başladıkça, uzmanlar emeklilik yaşını yükseltmeyi ve iş piyasasının tamamını yeniden yapılandırmayı öneriyor.

Öncelikle kimse bu gidişatı nasıl durduracağım bilmiyor. Bazı uzmanlar yapay zeka, nanoteknoloji ya da genetik gibi tek bir alandaki gelişmelere hâkim ama kimse her konuda uzman değil. Bu yüzden tüm noktaları birleştirerek resmin tamamını görebilme yetisine sahip hiç kimse yok. Farklı alanlar birbirlerini öyle karmaşık şekillerde etkiliyorlar ki, en iyi beyinler bile yapay zekâ gibi bir alandaki gelişmelerin nanoteknolojiyi nasıl etkileyeceğini ya da tam aksi bir durumun neye yol açabileceğini öngöremiyor. Kimse son bilimsel gelişmelerin tamamını özümseyemiyor, küresel ekonominin on yıl içinde neye benzeyeceğini ya da bu telaşla nereye gittiğimizi bilmiyor. Sistemi tam olarak anlayan biri olmayınca, haliyle onu durdurabilecek biri de olmuyor.

İkinci olarak, biri bu gidişatı durdurabildiğinde ekonomimizle birlikte toplumumuz da çökecektir. Sonraki bölümlerde açıklanacağı üzere, modern ekonomi devamlılığını sağlamak için sürekli büyümeye ihtiyaç duyar. Büyüme durursa ekonomi rahat bir dengede durulmak yerine parçalara ayrılarak çöker, Bu nedenle kapitalizm ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi güçler peşinde koşmamızı istiyor. Giyebileceğimiz ayakkabıların, kullanabileceğimiz otomobillerin, gidebileceğimiz kayak tatillerinin bir sınırı var. Sürekli büyüme üzerine kurulu bir ekonomi ölümsüzlük, mutluluk ve ilahlık gibi dur durak bilmeyen hedeflere muhtaçtır.

Peki, dur durak bilmeyen hedeflere muhtaçsak neden en azından mutluluk ve ölümsüzlükle yetinip, bu süperinsan güçlerinin peşindeki korkutucu macerayı bir süreliğine rafa kaldırmıyoruz? Çünkü bu hedef diğer ikisinden bağımsız düşünülemez. Felçli hastaların yeniden yürümesini sağlayacak biyonik bacaklar geliştirdiğinizde, aynı teknolojiyi sağlıklı insanları geliştirmek için de kullanırsınız. Yaşlı insanlardaki hafıza kaybını nasıl durduracağınızı bulduğunuzda, aynı tedaviyle gençlerin hafızalarını da güçlendirirsiniz.

Yükseltme ve geliştirmeyi, iyileştirmeden ayırabilecek net bir çizgi bulmak zordur. Tıp çoğu zaman normun dışında kalan insanları kurtarmak için yola çıksa da, aynı bilgi normali aşmak için de kullanılıyor. Viagra tansiyon problemleri için ortaya çıkmış bir ilaçken, Pfizer’i oldukça şaşırtarak cinsel iktidarsızlığa çare oldu. Milyonlarca erkek yeniden cinsel yetilerine kavuşurken, hiçbir sorunu olmayanlar, aynı ilacı normali aşmak ve daha önce sahip olmadıkları cinsel gücü elde etmek için kullandılar.

Bazı ilaçlar üzerinden anlatabileceğimiz benzeri hikayeler aynı zamanda tüm bir tıp tarihinin öyküsüdür. Modern plastik cerrahi I. Dünya Savaşı sırasında, Aldershot askeri hastanesinde Harold Gillies yüz hasarlarını tedavi ederken ortaya çıktı. Savaştan sonra cerrahlar aynı tekniklerin son derece sağlıklı ama çirkin burunları daha güzel numunelere dönüştürebildiğini fark etti. Plastik cerrahi hala hasta ve yaralılara yardım etmeye devam etse de, bir o kadar da estetik operasyonlara odaklanmaya başladı. Bugünlerde plastik cerrahlar sağlıklı olanı tedavi edip zengini güzelleştirdikleri özel kliniklerde milyonlar kazanıyor.

Aynı süreç genetik mühendisliğinde de gözlemlenebilir. Bir milyarderin süper zeki bir çocuk yaratma niyetinde olduğunu açıklaması durumunda oluşabilecek kamuoyu tepkisini bir düşünün. Süreç tabii ki böyle ilerlemeyecek. Her şey genetik profillerinin bir sonucu olarak çocukları ölümcül genetik hastalıklara yakalanma riski taşıyan anne babalarla başlayacak. In vitro fertilizasyon uygulayacak ve döllenmiş yumurtanın DNA’sını test edip risk faktörlerini arayacaklar. Her şey yolundaysa ne ala. Ancak DNA testinde korkulan mutasyonlar tespit edilirse embriyonun yok edilmesi gerekecek.

Neden tek döllenmiş yumurtayla risk alalım? Birden fazlasını dölleyerek, üç dört tanesi hasarlıysa bile en azından bir sağlıklı embriyoya sahip olabiliriz. In vitro uygulaması yeterince ucuz ve kabul edilebilir olduğunda kullanımı yaygınlaşabilir. Mutasyonlar sık karşılaşılan risklerdir. Herkesin DNA’sında zararlı mutasyonlar ve risk barındıran aleller bulunabilir. Eşeyli üreme bir piyango bileti gibidir. (Ünlü ve muhtemelen uydurma bir anekdot, Nobel ödüllü Anatole France’la güzeller güzeli yetenekli dansçı Isadora Duncan’ın 1923’teki buluşmasını anlatır. O dönemdeki popüler insan ırkının ıslahı hareketini tartışırken Duncan, “Benim güzelliğim ve senin zekâna sahip bir çocuk düşünsene!” dediğinde France yanıtlar: “Tabii, ama ya benim güzelliğim ve senin zekânı alırsa ne olur bir düşünsene.”) O zaman neden bu piyangoya biraz müdahale etmeyelim? Birden fazla yumurta dölleyerek en iyi kombinasyonu seçelim. Kök hücre araştırmaları bir kez ucuz ve sınırsız insan embriyosu sağlamayı başarırsa, kendi DNA’nızı taşıyan, son derece doğal, hiçbir genetik mühendisliğe maruz kalmamış ihtimaller arasından en uygun bebeği seçebilirsiniz. Bu işlemi birkaç nesil devam ettirdiğinizde, kolaylıkla süperinsanlardan oluşan bir toplum (ya da tüyler ürpertici bir distopya) kurabilirsiniz.

Peki ya birden fazla yumurta dölleyip hepsinde ölümcül mutasyonlar olduğunu fark ederseniz ne olacak? Tüm embriyolar yok mu edilmeli? Yoksa bunu yapmak yerine sorunlu genler mi değiştirmeli? çığır açıcı gelişme mitokondriyal DNA’yla yaşanacak. İnsan hücrelerinde bulunan küçük bir organel olan mitokondri, hücrelerin kullandığı enerjiyi üretir. Hücrenin çekirdeğindeki DNA’dan tamamen farklı, kendine özgü bir gen dizilimi vardır. Hasarlı mitokondriyal DNA, organizmaya ciddi zarar verebilir hatta ölümcü) hastalıklara yol açabilir. Hâlihazırda sahip olduğumuz in vitro teknolojisiyle “üç-ebeveynli bir bebek” yaratarak mitokondriyal genetik hastalıkların üstesinden gelmek teknik olarak mümkün. Bebeğin nükleer DNA’sı iki ebeveynden gelirken, mitokondriyal DNA üçüncü bir insandan alınıyor. 2000’de Michigan’da Sharon Saarinen, Alana isminde oldukça sağlıklı bir kız bebek dünyaya getirdi. Alana’nın nükleer DNA’sı annesi Sharon ve babası Paul’dan aktarılırken, mitokondriyal DNA’sı başka bir kadından alındı. Teknik açıdan bakılınca Alana’nın üç biyolojik ebeveyni var. 2001‘de ABD hükümeti, güvenlik ve teknik endişeler nedeniyle bu tedaviyi yasakladı.

Ne var ki 3 Şubat 2015’te İngiltere Parlamentosu, bu tedavinin ve ilgili araştırmaların önünü açarak “üç-ebeveynli embriyo” adı verilen yasanın lehinde oy kullandı. Nükleer DNA’yı değiştirmek teknik olarak henüz mümkün olmadığı gibi yasal da değil, ancak teknik zorluklar aşıldığında hasarlı mitokondriyal DNA’yı değiştirmemizi mümkün kılan mantık, aynı imkânı nükleer DNA’ya da tanıyacak gibi duruyor.

Tüm bu değişimler çerçevesinde atılacak ikinci adımsa iyileştirme olacaktır. Ölümcül genleri ıslah etmek bir kez mümkün olduğunda tüm kodu yeniden yazarak geni iyileştirmek dururken neden yabancı bir DNA’yı aktarma zahmetine katlanalım ki? Sonrasında aynı mekanizmayı sadece ölümcül genleri ıslah etmek için değil otizm, zekâ geriliği veya obezite gibi daha az ölümcül hastalıklardan sorumlu genleri iyileştirmek için de kullanabiliriz. Kim çocuğunu bu hastalıklarla mücadele ederken görmek ister ki? Genetik bir testin kızınızın akıllı, güzel ve iyi huylu olacağını ancak kronik depresyondan mustarip kalacağını öngördüğünü düşünün. Bir test tüpünün içinde hızla yapılacak acısız bir müdahaleyle onu yıllar sürecek sıkıntılardan kurtarmak istemez miydiniz?

Peki, neden bir adım daha ileri gitmeyelim? Hayat sağlıklı insanlar için bile bu kadar çetin bir mücadeleyken, küçük kızınızın normalden birazcık daha güçlü bir bağışıklık sistemine, biraz daha iyi bir hafızaya ya da azıcık daha neşeli bir karaktere sahip olmasını istemez misiniz} Siz bunları kendi çocuğunuz için istemediniz diyelim, ya komşularınız kendi çocukları için bu yöntemi uygularsa? Sizinki geride mi kalacak? Tamam, diyelim ki hükümetiniz tüm vatandaşlarına bebeklerine müdahale etmelerini yasakladı, ama Kuzey Koreliler bu yöntemle bizimkileri geçecek inanılmaz dahiler; sanatçılar ve adetler yetiştirmeye başladığında ne olacak? Böyle böyle küçük adımlarla çocuk seçebileceğimiz genetik kataloglara doğru yol alacağız.

İyileşme, her tür gelişme ve sürüm yükseltmenin ilk adımıdır. Düşünce gücüyle yönetilen bilgisayarlar ya da genetik mühendisliği üzerine çalışan profesörlere bu araştırmalara nasıl başladıklarını sorun. Muhtemelen çoğu, bir hastalığı iyileştirmeye çalıştığını söyleyecektir. “Genetik mühendisliği sayesinde,” diyeceklerdir, “kanseri yenebiliriz. Eğer beyinlerimizi bilgisayarlara bağlayabilirsek şizofreniyi tedavi edebiliriz.” Belki, ama şüphesiz bununla kalmayacaktır. Bilgisayarlarla beyinleri birbirine başarıyla bağladığımızda, bu teknolojiyi sadece şizofreniyi tedavi etmek için mi kullanacağız? Bununla yetineceğimizi düşünen biri, bilgisayarlar ve beyinler hakkında çok şey biliyor olsa bile, toplum ve insan haletiruhiyesi hakkında pek de fikir sahibi değil demektir. Bu kadar mühim bir atılımın sonuçlarını iyileşmeyle sınırlayıp geliştirme için kullanıma kapatamazsınız.

Toplumlar pek tabii yeni teknolojilerin kullanımını sınırlandırabilirler. İnsan ırkını ıslah etme hareketleri II. Dünya Savaşı’ndan sonra gözden düştü ve organ ticareti artık hem mümkün hem de çok kazançlı olsa da sınırlı bir etkinlik olarak kaldı. Dolayısıyla gelecekte, tasarlanmış bebeklerin insanları öldürüp organlarını alması teknolojik olarak mümkün olsa bile bu da sınırlı bir etkinlik olarak kalacaktır.

Savaş alanında Çehov Kanununun pençelerinden kaçabilmeyi nasıl başarıyorsak, başka alanlarda da kaçmayı başarabiliriz. Bazı silahlar hiç patlamasa da sahneye çıka bilirler. Bu nedenle insanlığın yeni gündemi üzerine kafa yormak çok önemli. Tam da yeni teknolojilerin kullanımı konusunda seçim yapmamız gerektiği için, ne olup bittiğini iyice anlayıp bu teknolojiler bizim yerimize karar vermeden, kendi kararlarımızı vermeliyiz.

Bilgi Çelişkisi

21. yüzyılda insanlığın ölümsüzlüğe, mutluluğa ve tanrısallığa ulaşmayı amaçladığını öngörmek bazı insanları kızdırabilir, uzaklaştırabilir ya da korkutabilir; bu nedenle birkaç noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor.

Öncelikle bu iddialı girişimler, 21. yüzyılda bireylerin edimi olarak değil insanların kolektif eylemi olarak hayata geçecek. Birçok insan bu projelerde rol alsa bile her birinin oynadığı rol çok küçük olacak. Kıtlık, salgın ve savaşlar azalsa da elitler sonsuz gençlik ve ilahi güçler peşinde koşarken, gelişmekte olan ülkelerde ve köhne mahallelerde milyarlarca İnsan yoksulluk, hastalık ve şiddetle mücadele etmeye devam edecek. Bu açıkça haksızlık gibi görünüyor. Tek bir çocuk bile sağlıksız beslenmeden ölmeye, tek bir yetişkin bile uyuşturucu savaşlarında öldürülmeye devam ettiği sürece, insanlığın tüm gücüyle bu yaraları sarmaya çalışması gerektiği iddia edilebilir. Ne zaman son savaş baltası toprağa gömülür, o zaman yönümüzü bir sonraki büyük hedefe çevirebiliriz, Ancak tarih böyle ilerlemez. Saraylarda yaşayanların planları, barakadakilerle hiçbir zaman birbirini tutmadı ve bu durum 21. yüzyılda da değişecek gibi görünmüyor.

İkinci olarak bu tarihsel bir öngörü, siyasi bir manifesto değil. Gecekondularda yaşayanların kaderini görmezden gelsek bile ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi güç peşinde koşmamız gerektiğini o kadar kolay söyleyemeyiz. Bu projeleri benimsemek büyük bir hata olabilir. Fakat tarih çok büyük yanlışlarla doludur. Sicilimize ve günümüzün değerlerine baktığımızda, sonunda bizi yok edecek olsa da, ölümsüzlük, mutluluk ve ilahi güce ulaşmaya çalışacağız gibi görünüyor.

Üçüncü olarak, ulaşmaya çalışmak elde etmekle aynı şey değildir. Tarih çoğu zaman abartılmış umutlarla şekillenir. 20. yüzyılda Rus tarihi, çoğunlukla eşitsizliği yenmeye çalışan komünistlerin çabalarıyla şekillendi ama bu çaba başarıya ulaşamadı. Benim öngörüm, insanlığın 21. yüzyılda neye ulaşmayı deneyeceğine odaklanıyor, neyi başaracağına değil, Gelecekte ekonomi, toplum ve siyasetin ölümü yenme çabasıyla şekilleneceğini iddia etmem, 2100 yılında insanların ölümsüz olacağı anlamına gelmez.

Dördüncü ve en önemlisiyse bu öngörünün bir kehanet olmaktan çok, olası seçeneklerimizi değerlendirmek yönünde bir çaba olduğudur. Eğer bu tartışma daha farklı seçimler yapmamıza ve öngörünün boşa çıkmasına neden olacaksa, bu çok daha iyi. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceksek öngörülerde bulunmanın ne anlamı var?

Karmaşık sistemler, mesela hava durumu gibi kompleks yapılar, bizim öngörülerimizden bihaberdir. İnsan gelişimiyse aksine bunlara tepki verir. Daha doğru tahminler” daha çok tepki doğurur. Çelişkilidir ki, daha çok veri toplayıp bunları daha iyi hesapladıkça olaylar iyice yoldan çıkarak tahmin edilmez hale gelir. Ne kadar çok bilirsek, o kadar az öngörebiliriz. Bir gün uzmanların ekonominin en basit yasalarını çözdüğünü hayal edin. Bankalar, hükümetler, yatırımcılar ve müşteriler bu yeni bilgiyi yeni yöntemlerle kullanarak rakiplerinin önüne geçmeye çalışacak. Yeni bilginin kullanımı yeni davranışlara yol açmıyorsa ne işe yarar, değil mi? Ne var ki insanlar davranışlarını değiştirirlerse ekonomik teoriler metruk ve işe yaramaz hale gelir. Bu durumda geçmişteki ekonominin nasıl işlediğini bilsek de, bırakın geleceği, şimdi bile çarkın nasıl döndüğünü anlayamayız.

Bu farazi bir örnek değil, 19. yüzyılın ortasında Karl Marx gerçekten muhteşem ekonomik çıkarımlarda bulundu. Bu çıkarımlara dayanarak proletaryayla burjuvazi arasında gerçekleşecek ve ilk grubun galibiyetiyle sonuçlanarak kapitalist sistemin çöküşüne neden olacak, giderek şiddetlenen çatışmalar öngördü. Marx devrimin” Sanayi Devrimi’nin öncüsü İngiltere, Fransa ve ABD gibi ülkelerde başlayarak dünyaya yayılacağından oldukça emindi.

Marx kapitalistlerin de okumayı bildiğini unuttu. Başlarda sadece bir avuç takipçisi onu ciddiye alıp çalışmalarını okuyordu. Ancak bu ateşli sosyalistler taraftar ve güç kazandıkça kapitalistler alarma geçti. Onlar da Das Kapital”i inceleyerek Marksist analizlerin çıkarımlarını benimsemeye başladılar. 20. yüzyılda, sokak çocuklarından başkanlara herkes, tarih ve ekonomide Marksist yaklaşımları sahiplenmişti. Hastalığın seyrine dair Marx’ın öngörülerine şiddetle karşı çıkan iflah olmaz kapitalistler bile onun yaklaşımlarından faydalandı. 1960’larda CIA. Vietnam ve Şili” deki toplumsal yapıyı incelerken Marksist sınıf teorisinden faydalandı. Nixon ya da Thatcher dünyaya bakarken, kendilerine en önemli “üretim araçları” nelerdir diye sordular. 1989’la 1991 arasında George Bush komünizmin “Şeytan İmparatorluğu”nun çöküşünü izlediği halde, 1992’de Bill Clinton’a yenilmekten kurtulamadı. Clinton’ın başarılı kampanyasının sloganı tek bir ilkeyle özetleniyordu: “Sorun ekonomi, aptal herif“ Marx bile daha iyi ifade edemezdi.

İnsanlar Marksist yaklaşımları kullanmaya başlayarak davranışlarını da buna göre şekillendirdiler. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerdeki kapitalistler işçilerin suyuna gitmeye, milli bilinci güçlendirmeye ve işçileri siyasi sisteme dâhil etmeye çalıştılar. Sonuç olarak işçiler seçimlerde oy kullandıkça, işgücü sırayla tüm ülkelerde güç kazanmaya başladı ve böylelikle kapitalistler yataklarında mışıl mışıl uyuyabildiler. Nihayetinde Marx’ın öngörüleri boşa çıkmış oldu. Komünist devrimler İngiltere, Fransa ve ABD gibi öncü endüstriyel güçleri hiçbir zaman kuşatamadı ve proletaryanın diktatörlükleri tarihin tozlu sayfalarında kayboldu.

Tarihsel bilginin çelişkisi budur. Davranışı değiştirmeyen bilgi işe yaramaz, ama davranışı çok hızlı değiştiren bilgi de hızla bağlamını yitirir, Daha çok veriye sahip oldukça tarihi daha iyi anlarız ama tarih rotasını hızla değiştirir ve bilgilerimiz de hızla miadını doldurur.

Yüzyıllar önce, İnsan türü yavaş yavaş bilgi biriktirebiliyor, siyaset ve ekonomi de sakin bir ritimde değişiyordu, Bugün bilgimiz aşırı bir hızla artıyor ve teoride dünyayı gitgide daha iyi anlıyoruz. Ancak aslında tam tersi gerçekleşiyor. Yeni bilgiler daha hızlı ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlere neden oluyor; biz ne olduğunu anlama çabasıyla bilgi birikimini çoğaltıyoruz ve bu da daha büyük dalgalanmalara yol açıyor. Zamanla günümüzü anlamakta ve geleceği öngörmekte daha da zorlanır hale geliyoruz. 1016 yılında Avrupa’nın 1050’de nasıl bir yere benzeyeceğini tahmin etmek görece daha kolaydı. Şüphesiz hanedanlıklar yıkılabilir, işgal edilebilir ya da doğal afetler olabilirdi. Ancak 1050’de Avrupa’nın hala krallar ve rahipler tarafından yönetilen, çoğu sakini kıtlık, salgın ve savaşlardan perişan olmuş köylülerden oluşan bir tarım toplumu olacağı açıktı. Oysa 2016’da, 2050’de Avrupa’nın neye benzeyeceği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Siyasi sistemin ne olacağını, işgücü piyasasının nasıl yapılandırılacağını ya da çalışanların nasıl bedenlere sahip olacağını bile söyleyemiyoruz.

Çimenlerin Kısa Bir Tarihi

Tarihin bir hükmü yoksa ve gidişatını da tahmin edemiyorsak, neden tarih okuyoruz? Bilimin en temel amacının geleceğe dair öngörülerde bulunmak olduğu düşünülür; meteorologların yarın havanın yağmurlu mu güneşli mi olacağını bilmesi beklenir; ekonomistlerin değeri düşen kurun bir krize yol açıp açmayacağının, iyi doktorların akciğer kanseri tedavisinde kemoterapinin mi radyoterapinin mi daha etkili olacağının bilgisine sahip olması beklenir. Benzer şekilde tarihçilerden de atalarımızın davranışlarını incelemeleri ve daha aklı başında kararlar alıp benzer hatalar yapmamızı engellemeleri istenir. Ancak günümüzde, geçmiş zamanların aksine, bu beklentiler hemen hemen her zaman boşa çıkar. İkinci Pön Savaşı’ndaki Hanibal’ın taktiklerini öğrenerek III. Dünya Savaşı’nda kullanmaya çalışmak zaman kaybıdır. Süvarilerin savaşında işe yarayan yöntemlere siber savaşta ihtiyaç duyulmayacaktır.

Bilim de geleceği öngörmekten ibaret değildir. Bilim insanları her alanda ufkumuzu genişleterek yeni ve bilinmeyen gelecekler yaratmanın peşindeler. Bu durum tarih için daha da geçerli. Tarihçiler zaman zaman kehanetlerle şanslarını deneyip (pek de başarılı olmasalar da) aslında değerlendiremeyeceğimiz seçeneklerin varlığından bizİ haberdar etme amacı güderler. Tarihçiler geçmişi tekrar etmeyelim diye değil, geçmişten kendimizi kurtaralım diye geçmiş üzerinde çalışırlar.

Her birimiz, belirli değerleri ve kuralları olan, kendine has bir ekonomik ve siyasi sistemle idare edilen belirli bir tarihsel gerçekliğe doğarız. Bu durumun doğal, sabit ve engellenemez olduğunu düşünerek, bu gerçekliği olduğu gibi kabul ederiz. Dünyamızın bir dizi rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir olayla meydana geldiğini, tarihin sadece teknoloji, siyaset ve toplumla değil, aynı zamanda düşüncelerimiz, korkularımız ve rüyalarımızla şekillendiğini unuturuz. Geçmişin soğuk eli, atalarımızın mezarından çıkıp boğazımıza sarılarak bakışımızı tek bir geleceğe yönlendirir. Doğduğumuz andan itibaren hissettiğimiz o el yüzünden, bunu varoluşumuzun doğal ve kaçınılmaz bir parçası sanırız. Bu nedenle nadiren kendimizi sarsıp özgür kılarak başka gelecekler tasavvur ederiz.

Tarih okumak, geçmişin sımsıkı tutunan o soğuk elini gevşetmeyi amaçlar. Başlarımızı çevirip atalarımızın hayal edemediği ya da hayal etmemizi istemediği ihtimalleri fark etmemizi sağlar. Rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir dizi olayı gözlemleyerek, kendi düşünce ve hayallerimizin nasıl şekillendiğini fark eder ve farklı düşünceler; farklı hayaller üretiriz. Tarih okumak bize ne yapacağımızı söylemese de daha fazla seçenek sunar.

Dünyayı değiştirmeye çalışan akımlar genellikle tarihin yeniden yazılmasıyla ortaya çıkar. İnsanların geleceği yeni baştan tasavvur etmelerinin önü de böylelikle açılır. İster işçilerin grev yapmasını, ister kadınların bedenlerinin kontrolünü ellerine almasını, ister ezilmiş azınlıkların siyasi haklarını geri almasını istiyor olun, atılması gereken ilk adım bu toplulukların tarihlerini yeniden anlatmaktır. Yeni tarih, “Bugünkü halimizin ne doğal olduğunu ne de sonsuza dek süreceğini,” söyler. Bir zamanlar her şeyin başka olduğunu hatırlatır. Sadece bir dizi tesadüfî olay bugünün haksız dünyasını ortaya çıkarmıştır. Akıllıca davranırsak dünyayı değiştirebilir, çok daha iyi bir dünya kurabiliriz. Marksistler bu nedenle kapitalizm tarihi okur, feministler ataerkil toplumların oluşumunu çalışır ya da Siyahîler köle ticaretinin dehşetlerini anarlar. Geçmişi e ebedileştirmeyi değil ondan kurtulmayı amaçlarlar.

Büyük devrimler için işleyen kurallar, gündelik hayatta da geçerlidir. Genç bir çift, yeni evlerini tasarlayan mimardan evin önüne küçük bir yeşil alan yapmasını ister. Neden? “Çünkü yeşillik güzeldir;” diye cevaplayacaklar muhtemelen. Peki, neden böyle düşünürler? Bunun da arkasında bir tarih var.

Taş Devri’ndeki avcı-toplayıcılar mağaralarının önü güzel olsun diye çim yetiştirmezdi. Atina Akropolisi’nde, başkent Roma’da, Kudüs Tapınağı’nda ya da Pekin’deki Yasak Şehir’de ziyaretçileri karşılayacak bir yeşil alan yoktu. Özel mülklerin ve kamu binalarının önündeki alanlarda çim yetiştirme fikri ortaçağın sonlarına doğru Fransız ve İngiliz aristokratların şatolarında doğdu. Modern çağın başında bu alışkanlık kök salarak asaletin sembolü haline dönüştü.

Bakımlı çimler; özellikle çim biçme makineleri ve otomatik sulama sistemlerinin olmadığı devirlerde çok fazla zahmet ve emek gerektirdiği halde karşılığında hiçbir değerli ürün vermiyordu. Çim yemedikleri için üzerinde hayvan bile otlatamıyordunuz. Yoksul köylülerin değerli toprakları ve zamanlarını çimlere harcayacak lüksü yoktu. Şatonun girişindeki bakımlı çim alansa kimsenin taklit edemeyeceği özel duruma oldukça yaraşır bir statü sembolüydü. “O kadar varlıklı ve güçlüyüm ve o kadar çok toprağım ve hizmetkârım var ki bu yeşil fanteziyi karşılayabiliyorum,” demenin aleni bir beyanıydı. Çim alan ne kadar bakımlı ve büyükse hanedan o kadar güçlü demekti. Bir dükü ziyaret ettiğinizde çimleri bakımsızsa onun da sıkıntı içinde olduğunu bilirdiniz.

Kıymetli çimler sık sık önemli kutlamalara, sosyal etkinliklere ev sahipliği yapsa da, geri kalan vakitlerde yasaklı bölgeydi. Bugün bile sayısız saray, hükümet binası ve kamu alanında tabelalar insanlara, “Çimlere basmayınız,” uyarısında bulunur. Oxford’da olduğum dönemde sadece yılda bir gün oturmamıza ve dolaşmamıza izin verilen harikulade çimlerle kaplı kocaman bir avlu vardı. Diğer günlerdeyse ayağıyla kutsal çimeni kirleten öğrencinin vay haline…

Asil saraylar ve şatolar çimleri bir otorite sembolüne dönüştürdüler. Modern dönemin sonunda kralların kafası uçurulup, dükler giyotine yollanırken yeni başkan ve başbakanlar çimleri korudular. Parlamentolar, yargı binaları, başkanlık sarayları ve diğer kamu binaları bakımlı keskin yeşil bıçakların üzerinde güçlerini ilan ettiler. Bir yandan da çimler spor dünyasını ele geçirdi. Binlerce yıldır buzdan kuma, akla gelebilecek her türlü zeminde oynayan insanlar, ne hikmetse son iki yüzyıldır futbol ve tenis gibi önemli oyunları çimlerde oynamaya başladı. Tabii ki sadece parası olanlardan bahsediyoruz. Rio de Janerio’nun favela’larında Brezilya futbolunun gelecek nesilleri toprak ve çamurun içinde eğreti toplarla oynarken, zengin banliyölerde çocuklar özenle bakılan çimlerin üzerinde keyiflerine baktı.

İnsanlar o vakitten beri çimleri siyasi güç, sosyal statü ve ekonomik varlıkla ilişkilendiriyor. 19. yüzyılda yükselen burjuvazinin heyecanla çimleri benimsemesine şaşmamalı. Önceleri sadece bankacı, avukat ve sanayiciler özel mülklerinde çim alan kullanabiliyordu. Sanayi Devrimi orta sınıfı genişletip, çim biçme makinesi ve otomatik sulama sistemlerini geliştirince milyonlarca aile bir anda çim masrafını karşılayabilmeye başladı. Amerikan banliyölerinde taptaze çimler, varlıklı insanların Iüksü olmaktan çıkıp bir orta sınıf ihtiyacına dönüştü.

Banliyö kültürüne yeni bir geleneğin eklenmesi de bu zamana rastlar. Kilisedeki pazar ayininden sonra birçok insan sadakatle çimlerini biçmeyi adet haline getirdi. Sokaklarda yürürken, her ailenin çimlerinin genişliği ve durumuna bakarak varlıklarını ve statülerini ölçebilmeye başladık. Şu bakımsız çimlerin halinden yan komşunun evinde bir terslik olduğu belli. Çim bugün ABD’de darı ve buğdaydan sonra en yaygın ekin; çim pazarıysa (bitkileri, gübresi, biçme makineleri, sulama sistemleri ve bahçıvanlarıyla) her yıl milyarlarca dolar büyüyor.

Çimler sadece bir Avrupa ya da Amerikan çılgınlığı olarak da kalmadı. Loire Vadisi’ni hiç ziyaret etmemiş insanlar bile, ABD başkanlarını Beyaz Saray’ın çimlerinde konuşma yaparken gördü, yeşil sahalarda futbol maçları izledi ya da Homer’le Bart Simpson’un çim biçme sırasının kimde olduğu üzerine ettikleri kavgalara şahit oldu. Dünyanın her yerinde insanlar çimleri güç, para ve prestijle ilişkilendirdiler. Uçsuz bucaksız diyarlara yayılan çimler, şimdi de İslam dünyasının kalbini çalıyor. Katar’da yeni inşa edilen İslami Sanatlar Müzesi’nin çimleri, Harun Reşid’in Bağdat’ından çok XIV: Louis’nin Versay’ını anımsatıyor. ABD’de bir şirket tarafından tasarlanıp üretilen ve Arap çölünün ortasında 100 bin metrekareden fazla yer kaplayan çim alanın yeşil kalabilmesi her gün akıl almaz miktarda su harcanarak sağlanıyor. Bu sırada Doha’dan Dubai’ye banliyölerdeki orta sınıf aileler de çimleriyle gururlanıyor. Beyaz entariler ve kara çarşaflar olmasa kendinizi Ortadoğu’dan çok ABD’nin ortasında sanabilirsiniz.

Çimlerin tarihini okuduktan sonra, hayalinizdeki evi tasarlarken önüne küçük bir çim alan kondurma fikrini tekrar gözden geçirebilirsiniz. Yine de dilediğinizi yapmakta özgürsünüz tabii. Ancak Avrupalı düklerden, kapitalist patronlardan ve Simpsonlar’dan vasiyet aldığımız kültürel yükten özgürleşip kendiniz için bir Japon kaya bahçesi ya da tamamen özgün yeni bir tasarım da hayal edebilirsiniz. Tarihi öğrenmek için en iyi motivasyon geleceği tahmin etmek değil kendinizi geçmişten kurtararak başka yazgılar tasavvur edebilmektir. Bu şüphesiz sınırsız bir özgürlük tanımaz, geçmişle şekillendiğimiz gerçeğinin önüne geçemeyiz; ancak bir parça özgürlük bile hiç olmamasından iyidir.

Birinci Perdedeki Silah

Burada verilen tüm öngörüler, günümüzdeki sorunları tartışmayı amaçlayıp geleceği değiştirmek için bir davet niteliğindedir. İnsanlığın ölümsüzlük ve mutluluğun peşinde, tanrı mertebesine erişmeye çalışacağını öngörmenin, inşa ettikleri evin önünde bir çim alan isteyeceklerini öngörmekten pek de bir farkı yok esasında. Ancak bunu bir defa sesli dile getirdiğinizde, hemen ardından diğer seçenekler hakkında da düşünmeye başlıyorsunuz.

İnsanlar tanrı mertebesine erişmeyi hayal edemedikleri ya da ölümsüzlük rüyaları göremediklerinden değil, bu kadar açık sözlü ifadelere alışkın olmadıkları için çok şaşırıyorlar. Oysa bu konularda düşünmeye başladıklarında, bu iddialar pek çoğuna makul geliyor. Böbürlendiğimiz teknolojik gelişmeleri bir kenara bırakırsak, ideolojik olarak bunlar yeni düşünceler değil. Dünya üç yüzyıldır Homo Sapiens’in hayatını, gücünü ve mutluluğunu kutsayan hümanizmle yönetiliyor. Ölümsüzlük ve mutluluk kazanmaya, tanrı mertebesine yükselmeye çalışmak, uzun zamandır etrafta var olan hümanist idealleri makul sonuçlarına taşıyor sadece. Uzun zamandır cebimizde sakladıklarımızı açıkça masaya seriyor.

Ben de masaya bir şey koymak istiyorum: Bir silah. Birinci sahnede beliren ve üçüncü sahnede patlayacak olan bir silah. İlerleyen bölümler; humanizmin (insan türüne tapınmanın) dünyayı nasıl fethettiğini tartışacak. Ancak hümanizmin yükselişi aynı zamanda kendi sonunun tohumlarını da ekiyor. İnsanları tanrılara yükseltme çabası hümanizmi makul sonucuna götürürken, diğer yandan da hümanizmin doğasındaki kusurları ortaya çıkarıyor. Kusurlu bir idealle yola çıktığınızda, kusurları ancak idealin gerçekleşmesi yakınsa fark edersiniz.

Bu sürecin çoktan hastanelerin geriatri bölümlerinde işlemeye başladığını görebilirsiniz. İnsan hayatının kutsallığına sarsılmaz bir inançla bağlı hümanist bakış yüzünden insanları “Bunun nesi kutsal?” diye sormak zorunda bırakan acınası bir seviyeye varana dek onları hayatta tutuyoruz. Benzer inançlarla 21. yüzyılda insan türünü sınırlarının ötesine süreceğiz muhtemelen. İnsanları tanrılara dönüştürecek teknolojiler, insanları bağlamlarından koparıp alakasız varlıklar haline getirebilir. Örneğin yaşlılık ve ölümün işleyişini çözüp onları engelleyebilecek güce sahip bilgisayarlar, aynı zamanda İnsanları işlerinden de edebilir.

Bu nedenle 21. yüzyılın asıl gündemi, bu uzun açılış bölümünde öne sürdüklerimden çok daha karmaşık olacak. Şu an ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallığa erişme çabası, gündemimizdeki ilk üç madde gibi görünüyor olabilir. Ancak bu hedeflere yaklaştıkça ortaya çıkacak karışıklıklar bizi tamamen farklı sonuçlara yönlendirebilire Bu bölümde açıklanan gelecek, sadece geçmişin geleceğidir; yani geçtiğimiz üç yüzyılda hâkim olan fikir ve umutların ışığında şekillenmiş bir geleceğin. 21. yüzyılın fikirleri ve umutlarıyla doğmuş esas gelecekse bambaşka ola bilir.

Tüm bunları anlamak için tek yapmamız gereken geriye dönüp bakmak ve Homo Sapiens’in aslında ne olduğunu, hümanizmin nasıl dünyaya hâkim bir din haline geldiğini ve hümanizm rüyasını gerçekleştirmeye çalışmanın aslında neden insanlığın kendi sonunu getireceğini incelemektir.

İlk kısım bizim türümüzü bu kadar özel yapan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken Homo Sapiens’le diğer hayvanlar arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Okurlar geleceğe dair bir kitapta, hayvanların neden bu kadar yer kapladığını merak edecektir. Şahsi kanım doğa ve insan türünün geleceği hakkında ciddi bir tartışmanın diğer hayvanlarla başlamadan yürümeyeceğidir. Homo Sapiens kendisinin de bir hayvan türü olduğu gerçeğini unutmak için elinden geleni yapıyor. Ancak kendimizi tanrılara dönüştürmeye çalışırken nereden geldiğimizi hatırlamak hayati önem taşır. İlahileştiğimiz geleceğe dair hiçbir inceleme, hayvani geçmişimizi ya da hayvanlarla ilişkimizi göz ardı edemez. Çünkü hayvan-insan ilişkisi, gelecekte süperinsanlarla insanlar arasında kurulacak ilişkiye en yakın model olma özelliği taşır. Süper zeki siborgların etten kemikten, sıradan insanlara nasıl davranacağını mı merak ediyorsunuz? İnsanların daha az zeki hayvan akrabalarına nasıl davrandığıyla başlamak sağlıklı olabilir. Mükemmel bir benzetme olmasa da hayal etmek yerine gerçekten gözlemleyebileceğimiz en iyi model budur.

Kitabın ikinci kısmı, birinci kısmın sonuçlarından yola çıkarak Homo Sapiens’in geçtiğimiz bin yılda nasıl tuhaf bir dünya yarattığını ve bizi günümüzün yol ayrımlarına taşıyan geçmişimizi inceliyor. Homo Sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve İnsanların tüm anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı? Bu öğretinin ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçları nelerdir? Bu öğreti gündelik yaşantımızı, sanatımızı ve en gizli tutkularımızı nasıl şekillendiriyor?

Üçüncü ve son kısımdaysa kitap 21. yüzyılın başına dönüyor. İnsan türü ve hümanist öğretiyi çok daha iyi anladıktan sonra bugünkü uğraşlarımızı ve muhtemel geleceğimizi betimliyor, Hümanizmin yerine getirmeye çabaladığı girişimler neden kendi sonunu getirebilir? Ölümsüzlük, mutluluk ve ilahilik arayışımız insanlığa duyduğumuz temel inancı nasıl sarsabilir? Bu felaketin alametleri nelerdir ve gündelik hayatta her birimizin verdiği kararlara nasıl yansır? Eğer hümanizm gerçekten tehlikedeyse, yerini ne alabilir? Bu kitap sadece felsefe yapmıyor ya da başıboş kehanetlerde bulunmuyor. Daha çok akıllı telefonlarımızı, flört etme ritüellerimizi ya da işgücünü mercek altına alarak gelecek hakkında ipuçları arıyor.

Bu yazının tamamı yazarın ''Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi'' isimli eserinin birinci bölümünden alınmıştır.

Hümanizme kalpten gönül verenlere tüm bunlar oldukça karamsar ve iç karartıcı gelebilir. Ancak hemen sonuca varmamak gerek. Tarih birçok din in, imparatorluğun ve kültürün yükseliş ve çöküşüne sahne oldu. Bu tip ayaklanmalar her zaman kötü sonuçlar doğurmaz. Hümanizm pek de uzun sayılmayacak bir süredir, üç yüzyıldan beri dünyada hâkimiyetini sürdürüyor. Firavunlar Mısır’ı üç bin yıl, Papalık ise Avrupa’yı bin yıl yönetti. II. Ramses döneminde bir Mısırlı’ya bir gün firavunların yok olacağını söyleseydiniz, muhtemelen dehşete kapılıp, “Nasıl firavunsuz yaşarız? Düzen, barış ve adaleti kim sağlar?” derdi. Ortaçağda insanlara tanrının öleceğini söyleseydiniz korku içinde, “Nasıl tanrısız yaşarız? Hayatımıza kim anlam verip bizi kıyametten koruyacak?” diye feryat ederlerdi.

Geçmişe bakınca, birçokları firavunların düşüşü ve tanrının ölümünü olumlu gelişmeler olarak görüyor. Belki de hümanizmin çöküşü de aynı derecede hayırlara vesile olur. İnsanlar bilinmeyenden korktukları için değişimden kaçınırlar. Ancak tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiğidir.

Tags: ,

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.