Meslek Hayatına Giriş
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | canakci | Haziran 5, 2017 at 12:06 pmOkul bittiği senenin yazında, ilk defa iş aramaya başladığımda Türkiye’deki “asla yaşanmayacak kentler” listemin başında Ankara, “yerleşip yaşanabilecek kentler” listemin başında ise önce Antalya ve ondan sonra ise çocukluğumun geçtiği kent olan İzmir geliyordu. O yüzden, İzmir’de bir gazetede “”Elektronik Mühendisi aranıyor”” ilanı görünce hemen başvurdum. “Hemen gel işe başla” dediler. Merkezi Ankara’da olan bir özel şirketin İzmir bürosuydu. Alsancak’da bir apartman dairesinde genişçe bir ofisi bulunan, üniversiteler ve sağlık sektörü başta olmak üzere, çok geniş bir kesime teknik cihazlar satan bir firma. Ürün spektrumu anlatılamayacak kadar geniş. Elektronik, elektromekanik, hidrolik, akustik, optik, nükleer (teknolojinin aklınıza gelen hemen her alanında) yüzlerce denecek sayıda farklı firmanın ekskluzif (münhasır) dağıtıcılığını almışlar. Ürün çeşidi “binlerce” denecek kadar çok. Müdürümüz, düzgün giyimli, kırklı yaşlarda, kır saçlı, ağzı laf yapan birisi. Yani, al götür Ankara’ya senatör yap, kendisini hiç kimse yadırgamaz. Biraz İngilizce de biliyor. Eğitim derecesi ilkokul. Buradaki işi kabul etmeden önce mandıracılık yapıyormuş.
İşe başlayınca orada Neşet ile tanıştım. Neşet, ODTÜ Fizik mezunu, kendini “”Fizik Mühendisi”” olarak tanıtıyor. (“Fizik Mühendisliği” diye bir şeyin de olabileceğini ben hayatımda ilk defa ondan duydum). Kendisi normalde Ankara’da çalıştığı halde (belki de sırf beni yetiştirmek için) buraya geçici görevle gönderilmiş.
İşe başlamadan önce ben daha ilk görüşmemde “pazarlama” konusunda onlara hiç yardımcı olamayacağımı, çünkü bu konuda benim hiçbir bilgi ve becerim olmadığı gibi, doğuştan yeteneksiz olduğumu da düşündüğümü açıkça belirtmiştim. Onlar da dediler ki “”bizde başka teknik işler var, teknik çeviri işleri var, yabancı firmalarla ilişkiler var, yani senin pazarlama yapman gerekmez.””
Ancak başladıktan sonra gördüm ki burada yani özellikle İzmir’de aslında pazarlamadan başka bir iş de pek yok. Dış firmalarla ilişkileri yürüten esas teknik ekip o sırada Ankara’da bulunmaktadır. Orada verilen kararlara ve yapılan yönlendirmelere göre burada çeşitli fakülte ve hastanelere gidilip broşür bırakılıyor, yani représentant’lık (plasiyerlik) yapılıyor. Nitekim daha ikinci günümden Neşet bana “”burada sıkılmayasın istersen sen de gel”” diye bir teklif yapması üzerine ben de onun yanında gittim. Yanına gittiğimiz hoca Gastroenteroloji kürsüsü başkanıymış. Neşet ona bir şeyler pazarlayacak, ben de nasıl yapıldığını izleyip göreceğim. Gittik, hocanın kapısı kilitli. “İlişmeyin” dediler hoca “siesta” yapıyordur. Meğer hoca her gün öğlen arasında kapısını kilitleyip kestirirmiş. Mecburen öğle arasının bitmesini bekledik. Öğle arası biraz geçtiğinde de kapıya tekrar iliştik. Bu defa kapı açıldı. Bir de ne görelim, hoca pijamalı halde. Pijamalarını giymeden uyuyamıyormuş. Giyinmesini bekledik, çıktı.
Hoca, Neşet’i görünce dedi ki; “”bana bir daha hiç bir şey satamayacaksın, çünkü seni hiç dinlemeyeceğim. Önce o sattığınız Fiberscope’u tamir ettir veya değiştir, yoksa bir daha hiç benim gözüme görünme”. Neşet; “hayrola hocam nesi var?” deyince de “daha anca iki defa kullandım ki biyopsi forseps’i çalışmıyor, böyle alet mi olur?” dedi.
Ben, o sırada bir cahil cesaretiyle atlayıp “merak etmeyin hocam hallederiz” deyiverdim. Hoca da Neşet’e peki o zaman şimdi bana istediğini anlatabilirsin dedi, bir taraftan da birine o aleti getirtti ve elimize verdi. Meğer Neşet, lagaluga ile durumu geçiştirebileceğini sanıyormuş. Bana ters ters baktı, sonra hocaya istediğini anlatmaya başladı. Yalnız kaldığımızda da bana “niye atladın öyle, nasıl halledecekmişiz ki?” dedi. Ben de “eğer öyle demeseydim hoca seni hiç dinlemeyecekti, buraya boşu boşuna gelmiş olacaktık” dedim. Hâlbuki hoca, Neşet’i belki bir saate yakın dinlemiş ve pazarladığı şeyle de ilgileniyormuş gibi gözükmüştü. Benimse tüm aklım ve endişem aletteydi.
Neşet, hayatımda gördüğüm en konuşkan, en ağzı laf yapan insanlardan biri. Ancak, aslında hemen hemen hiç bilmediği kimi teknik konularda uzun uzadıya konuşurken bazen çok fahiş yanlışlar da söylüyor. Uydur uydur söyler gibi, ama muhataplarının hiç farkına varmayışlarına ben çok şaşırıyorum. Hani Herodot Cevdet’in ballandıra ballandıra bir tarih anlatışı vardır ki hiç de aslı esası olmayan, işte aynen öyle. (Seneler sonrasında duydum ki kendisi kısa zamanda medikal üzerine şirketler sahibi çok zengin bir iş adamı olmuş. Olacağı daha o zamandan belliydi zaten. Türkiye’nin siyaset, ticaret, akademya piyasalarının benim gibilerden daha çok bu insan tipine ihtiyaç duyduğunu görebiliyorum, ama yapacak bir şey yok.)
Fiberskopi cihazları o sıralar daha henüz çok yeni ve acayip pahalı. Duodenoscope, yemek borusu ve mide’den duodenum’a kadar olan bölge içindeki çeper dokularını görüntüleme imkânı veriyor. Bir ucunda dikdörtgen lensli küçük bir ekranı bulunan hortum şeklindeki böyle bir cihazı ben hayatımda ilk defa görüyorum. Elektrikli elektronik hiçbir aksamı bulunmayan bir optik feinmechanik şaheseri. Hortumun ucuna yukarıdan bir cam fiber demetiyle gönderilen ışık öbür fiber demetinden geriye yukarıdaki dikdörtgen merceğe görüntü olarak dönüyor. Biyopsi forsepsi de uçtaki merceğin yanında bulunan pirinç tanesi büyüklüğünde bir kepçe. Yukarıda ekranın yanındaki küçük manivela hareket ettirilince çelik tel kepçeyi hareket ettiriyor. Böylece görüntülenen bölgeden küçük bir parçayı alıp dışarı getirmek ve mikroskopta incelemek mümkün oluyor. Hoca, belli ki kullanımdan sonra, gerekli temizliği muhtemelen layığınca yaptırmadığı için çelik tel içinden geçtiği kılıfa kaynamış ve kepçeyi çalıştıramaz olmuş. Zorlanırsa kopacak ve bizim o kaynağı yapabilecek teknik imkânlarımız yok.
Ben aleti korka korka aldım eve getirdim ve klasik metotlara saatlerce uğraştıktan sonra kazasız belasız kepçenin çalışmasını sağladım. Neşet, hocayla yeni bir randevu daha ayarladı ve bu defa daha mağrur bir edayla hocanın poliklinikteki mekânına dayandık. Forseps için gerekli teknik servisin yapıldığını ve kepçenin artık çok güzel çalıştığını hocaya gösterdik. Ama hayır! Hoca bizi bırakmadı, tuttu ve oraya hemen bir hasta getirtti. Hastaya boğazındaki sinirleri uyuşturan bir lokal anestezi ilacı içirildi ve az bekleyip skopi cihazını çarçabuk boğazından aşağı soktular. (İyi ki tamir ettiğim cihaz kolonoskopi değilmiş diye çok şükrettim)
O noktada hoca aleti devraldı. Minik ekranı direksiyon gibi kullanarak makas atan, slalom yapan çılgın bir şöför gibi sürüyor. Bu minval üzere kullanımın hastanın lezyonlu iç dokularında ne gibi ilave tahribat yapıp yapamayacağı üzerine benim henüz bir bilgim yok, ama şunu iyi biliyorum ki bu yeni icat fiber lifleri henüz radyal hareketlere karşı çok kırılgandırlar. İçerdeki bir tek cam lifin kırılması bile elde edilen görüntünün küçük bir noktasının eksilmesi demek. Hoca aleti böyle kullanacak ise onun her birkaç kullanımından sonra görüntü ayrıntıları seçilemeyecek kadar karanlık hale gelecek ve bu durumda da o fiber demetinin komple değiştirilmesi gerekecek.
Hoca nihayet mide içindeki gezintisini bitirdi, forseps ile istediği doku parçasını da aldı ve aleti geri çıkartma işini yardımcısına devretti. Yalnız bu çıkartma işi hakikaten bir hastane parodisi ya da horror filmi sahnesinin konusu olabilir. Skopi hortumu dışarıya doğru çekildikçe etrafına sıvaşan çok aşırı miktarda hacimli bir mukus ile birlikte geliyor. Adamdan çıkan “böğğ” sesleriyle birlikte ortaya bir kova koydular, kova neredeyse tamamen köpüklü balgamla doldu. Gerçekten müthiş bir manzara! Acaba yardımcılar kullanımdan sonraki temizlik işleminin usulünü ve gerekliliğini de hiç bilmiyor olabilirler mi?
Neyse, hoca memnun, Neşet de hocaya biraz daha pazarlama yaptı, o gün başka bölümlere de uğradık. Benim birkaç küçük teknik cihaza daha teknik desteğim oldu. İşe başlayalı henüz bir hafta on gün olmuştu ki uzunca bir bayram arifesinde ben grip oldum. Arada iş günleri de olduğu halde işe gitmedim evde yattım. Gündüzleri ateşim hafifler gibi olsa da akşama 39-40 oluyor. Ertesi gün daha iyi gibi ama daha ertesi gün yeniden yükseliyor. Bir hafta on gün yattıktan sonra işe gittim. Halsizlik ve ateş. Hastaneye gittim. Doktor normal ilaçlar, antibiyotik (ve görev) yazdı, rapor vermedi. Eve gittim yine ateşim yükseldi. İşe bir hafta daha gidemedim. Hafif iyileşir gibi oluyorum, ertesi gün yine ateşim 40-41° neredeyse koma durumuna geliyor. Muhtemelen ben o hastanelerden bir yerden acayip bir virüs kapmış olmalıyım. Gerçi orada herhangi bir şeye dokunduktan sonra mutlaka elimi de titizlikle sabunlarım ama demek ki işte olacağı varmış.
Böyle üç hafta kadar geçtikten sonra şirkete telefon ettim, dedim ki “”ben iyileşemiyorum, artık işe de gelemiyorum, beni hiç beklemeyin ve hakkınızı helal edin””. Onlar yine de iki günde bir beni aramaya devam ettiler. Hastalığımın başlaması üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçmişti ki İstanbul’daki ablamla telefonlaştık, “”ben bir türlü iyileşemiyorum”” diye ona da söyledim. Dedi ki “”buraya gel, ben seni iyileştiririm””. Güç bela atladım İstanbul’a geldim. Ablam bana başka bir antibiyotik başladı. Muhtemelen İzmir’deki doktorun bilmediği ya da akıl edemediği daha yeni çıkmış geniş spektrumlu bir antibiyotik. O sayede ben İstanbul’a gelmemin üzerinden daha bir hafta geçmeden ayaklandım. Bu arada İzmir’dekiler de beni aramışlar, (herhalde babamdan) ablamın telefonunu almışlar, oradan beni buldular. Dediler ki ; “maaşın bizde, İstanbul bürosu da seni istiyor, iyileşince uğra maaşını oradan al sonra ister orada devam et, istersen de buraya dön.” Adresi verdiler Saraçhane’de. Fatih’te kaldığım ablamın evine çok yakın, yürüme mesafesi.
Saraçhane IMÇ’deki ofise akşamüstü gittim. İçeri girdiğimde bir grup içtima halindeydiler. Sekreter benden biraz beklememi istedi. Oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla içeride elinde ajanda olan bir yetkili oturuyor, karşısında 8-9 genç ayakta sıraya dizilmiş halde tekmil vermeyi bekliyorlar. Yetkili sırayla her birine bazı sorular sorup notlar alıyor, arada bazı sarkastik yorumlar yapıp kimilerine fırça atmayı da ihmal etmiyor. Hani mafya filmlerindeki ağbilerin elemanlarına yaptığı gibi. Henüz askerlik de yapmadım ama “içtima, tekmil” gibi kavramları içeren “her Türk asker doğar”daki bu yönetişim tarzı bana iğrenç geliyor. Benim böyle bir otoritenin içinde kendime uygun bir yer bulmam imkânsız.
Fazla zaman geçmemişti ki elinde ajanda olan ağbi işini bitirip kalktı, yanıma geldi ve elimi sıktı. Birlikte içerideki bir odaya gittik. Orada oturan kişi daha büyük ağbi olmalı. O da kalktı, elimi sıktı “Sizi bekliyorduk” dedi. (Vaay… benle sizli konuşuyorlar). “Önce şunu vereyim, İzmir’den bildirdiler maaşınız” deyip üstünde adım ve bir rakam yazan (içinde para bulunan) bir zarfı bana uzattı. Sonra, “”nasılsınız, iyi misiniz, buraya gelmeyi, bizimle çalışmayı düşündünüz mü”” diye sordu. Bilmiyorum ki? “Pazarlamayı beceremiyorum, ben burada size ne yapabilirim ki?” Dedim. O da “”bizim pazarlamada bir sıkıntımız yok. Çok iyiyiz, çok şükür ki Yılmaz Bey’in (ajandalı ağbi) ekibindeki 9 genç mühendis arkadaş sayesinde rakiplerimizin çok önündeyiz. Ben kendim de çekirdekten yetişme satışçıyım, planladığımızdan bile daha çoğunu satabiliyoruz. Ama satışlarımız arttıkça, servis, bakım, montaj gibi konularda geri kalmaya başladık. Köşedeki masanın üzerinde duran (ECG yazısından Electrocardiogram olduğunu düşündüğüm) bir cihaza işaret etti. Mesela dün bu bozuk diye geldi. Bu aletlerin dilinden anlayabilen yeterli kapasitemiz yok, bu sorunu çözmek zorundayız”” dedi. “”Bu ofisin içinde servis, bakım mı yapılacak?”” dedim. “Hayır” dedi. Sekreterden bir anahtar istedi. Kalktık hep beraber bitişikteki tamamen boş dükkâna geçtik. “”Burayı daha yeni tuttuk””, dedi. “Burada yapılamaz mı?” dedi. “Basit bazı alet edevat ile temel bazı servislerin yapılabileceği küçük bir istasyon kurulabilir sanırım. Küçük el aletleri, multimetre, en fazlasından bir osiloskop, tezgâh, masa sandalye ile işe başlanabilir” dedim. “İşte biz de onu düşünüyoruz zaten” dedi. Dışarı çıktık. Tekrar içerideki ofise girdiğimizde bana “eğer gelmeyi düşünüyorsanız maaşınız verdiğim zarftaki gibi olmayacak tabii” dedi. Ben “ne olacak?” anlamında bakarken küçük bir kâğıda (mafya pazarlığı usulü) bir rakam yazdı ve bana uzattı. Öncekinin iki misline yakın bu rakamın beni nasıl etkilediğini anlamak üzere yüzüme baktı. Rakam beni etkilememişti ama itiraz da etmediğimi görünce “diğer mühendis arkadaşlar bilmesinler onlara bu kadar veremiyoruz” gibi bir laf da ekledi. Sonra sanki ben işi çoktan kabul etmişim gibi; “Eh.. o zaman yarın ben yanınıza bir adam veririm; kendiniz gider gezer gerekli bulduğunuz malzemeleri seçer alırsınız”” dedi.
Adam müneccim midir ki benim oraya geleceğimi biliyor, o işi kabul edeceğimi biliyor, hepsinden daha önemlisi hayatımda ilk defa göreceğim bu cihazlarla ilgili teknik sorunları çözebileceğimi biliyor, ve önceden kontratı yapıp o dükkânı tutuyor, beni beklemeye başlıyor? Bunların hepsi bence çok tuhaf. Tabii ki bilmiyorlar. Ama belki Ankara’yla konuşup kararlaştırmışlardır. Bu bir teşebbüstür, denemedir. Ben de bilmiyorum. Birlikte deneyip göreceğiz.
Böylece başladım. Hemen ilk günden itibaren işler çok hızlı bir tempoyla gelişti. İlk altı ay boyunca ben haftanın her günü, tatil, bayram günleri dâhil sabah erkenden oraya gelip anahtarımla açtım, akşam geç vakitlere kadar çalıştım. Hiç hasta olmadım, mazeretim olmadı. İlk o EKG’yi başarıyla onarıp teslim ettikten sonra tezgâhımın üstü her gün ömrümde ilk defa gördüğüm sayısız değişik cihazla dolup taşmaya başladı. Benim hırsla bitirip teslim ettiğim gün onun yerine iki cihaz daha geliyor. Onları teslim edince dört tane daha. Sanki, bunların hepsi birden bir yerlerde yığılı beni beklemektedir de, oradan bilhassa peyderpey alıp getirmeye başladılar. Bir gün öncekilerin aynılerinden gelse hiç sorun yok. Ben iki katı, dört katı hızla bitirmeyi belki başarabilirim. Ama öyle olmuyor. Gelen cihazların her biri daha önce gördüklerimden tamamen farklı. Elektronik, elektromekanik, hidrolik, akustik, optik, farklı sistem cihazları.
Şunu öğreniyorum ki, bu acayip durumun kaynağı devletimizin düzeninde yatıyor. Hastanelerin, üniversite laboratuvarlarının kahir çoğunluğu devlete ait. Merkezi olarak verilen kararlara göre bu cihazlar kamunun sorumluluğunda. Özel firmalar; satış ve pazarlama yapıyor, kurum satın almaya karar verince de proforma temin ediyorlar. Akreditifi kamu açıyor. Mal, kamunun adresine gelip orada teslim alınıyor. Satıcı firma aracı komisyonunu dış firmadan alıyor. Bunun içinde satışçının servis yükümlülüğü yok. Servis, bakım hizmetleri hastane, üniversite vb kurumun kendi uhdesinde. Örneğin hastanenin başında mühendisleri ve teknisyenleri olan bir bakım müdürlüğü var. Tüm cihazların servis ve idamesinden o sorumlu. Üretici yabancı firma ve onun yerli temsilcisi (büyük cihazlar için montajı dâhil olarak) çalışır teslim ettikten sonra sorumluluğu bu bakım müdürlüğüne devrediyor. Yani, dış firmanın da yerli temsilcisinin de bir servis bakım yükümlülüğü yok. Varsa garanti yükümlülüğünü bile sürdürmek pratikte pek mümkün değil. Çünkü bir bütçesi yok. Varsa bütçe belki bakım müdürlüğündedir, ama gel gelelim kurum içindeki müdürlükler bu yükümlülüğü taşıyabilecek bir düzene sahip değil. Sıhhi tesisat, aydınlatma, bina bakım gibi geleneksel ihtiyaçlara ancak güç yetiştirebiliyorlar.
Kurum yetkilisi satın aldığı cihazla ilgili bir servis ihtiyacı durumunda bakım müdürlüğünden bir destek alamayacağını görünce mecburen satıcı firmanın temsilcisine başvuruyor. Satıcının bakım yükümlülüğü olmadığından da onu ya bir daha satın almama tehdidi yahut da yeni cihaz satın alma vaadiyle yola getirmeye çalışıyor. Şurası bir gerçek ki bu teknik cihazlar hepsi henüz yeni icattır, çok pahalıdır ve farklı firmaların ürettiği pek çok çeşidi bulunmaktadır. Üstelik hepsi de senede birkaç nesil hızla evrilmektedir. O yüzden, servis bakım bütçesi de olmayınca, kötü kurumsal kullanıcının elinde hepsi çok kısa sürede hurdaya çıkmaya mahkûm.
Bir gün tezgahıma sığmayan kocaman bir etüv, bir santrifüj, minik bir refraktometre, spektrometre, ertesi gün bunların daha farklı cinslerinden geliyor. Tabii 40 küsur yıl öncesinden(1974) söz ediyorum. Bütün bu cihazlar şimdiyle (2017) kıyaslayınca, hepsi çok ilkeller. Dijital diye bir şey henüz yok, analog elektronik kısımları da pek az. O yüzden sofistike sorunlar pek çıkmıyor ama parça tedariki de çok güç. Basit bir parça yüzünden pahalı bir cihaz tamamen muattal hale geliyor. Üstelik hastanede sürekli kullanıma girmiş bir cihaz ise hizmetler tamamen aksıyor, hasta mağdur oluyor. Dışarıyla tek temasımız telex ile ve Ankara merkez üzerinden, doğrudan ilişkimiz yok. Zaten basit parçaları bir tane bir tane dışarıdan sipariş etmek mümkün değil. Eğer elimde hangi cihazdan kaç tane satıldığı bilgisi olsa bir tahmin yürüterek belirli miktarlar önceden tedarik edilebilir ama bu bilgi yok. Bana gelmiyor. Hangi cihazdan piyasaya kaç tane satılmış olduğuna, kaç çeşidinin olduğuna dair bilgi veya teknik dökümanlar asla gelmiyor ki hazırlıklı olayım. Bu bilgi ve belgeler ya tutulmuyor, ya da bilhassa benden gizlidir. Her ikisi de korkunç.
Arızalar çoğu zaman şaşırtıcı derecede basit ve hiç parça gerektirmeden çözülebilir nitelikte. Kimisi hiç temizlik yapılmadığı için, kimi hatalı temizlik müdahalesi yapıldığından, kimisi hoyrat kullanımdan, hatta bilhassa mahsus bozulmuş izlenimi veriyor. Çoğu zaman akıllı bir kullanıcının kendisi de çözebileceği, ya da en azından şehrin bir ucundan ta buraya kadar taşınmasını gerektirmeyecek nitelikte. Yine de ben halledince büyük bir tatmin duygusu yaşıyorum. Mutlu oluyorum. Sanırım tatmin veren tarafı, bilmece çözmedeki gibi her defasında olayı anlamak için yaratıcı bir çaba gerektirmesi ve sonunda da yararlı bir çözüme ulaşılabilir olması. Aynı iş eğer çözüm bulunamaz veya aynı işlemin defalarca tekrarı niteliğinde olsa idi bu defa benim için katlanılmaz olurdu sanırım.
Sadece cihazları görüyorum. Anahtar şirkette de var. O yüzden ben yokken de getirip bırakabiliyorlar. Bitenleri üstünde notuyla birlikte benim bıraktığım yerden teslim alıyorlar. İnsanlarla neredeyse hiç işim olmuyor. Bu da işin benim için avantajlı bir yönü. Gelip kapıyı açıp da içeride daha önce hiç karşılaşmadığım bir cihaz gördüğümde hiç şaşırmıyor, hemen merakla incelemeye koyuluyorum.
Bir sabah içeriye girince… Haydaa!…. Yok artık!…. Bunu da mı yapmışlar? “Japon bir çocuk!” “Bu da mı arızalı? Bunu kim getirip buraya koymuş ki?” diye ben büyük bir şaşkınlık içinde bakarken Japon çocuk birden canlandı, ayağa kalktı ve yanıma gelip dillendi.
“”Ben JEOL’den Hachiro. Buraya elektron mikroskobunu kurmak için geldim, seni beklememi söylediler. ””
Ama yani her şey de benim için bu kadar mı apansız olmalı? Her şeye de bu kadar mı hazırlıksız yakalanmalıyım? Ben daha firmanın elektron mikroskobu diye bir şey sattığını bile henüz bilmiyorum. Oysa bunun en az altı aylık evveliyatı olmalı.
Hachi ortaokul çocuğundan bile daha genç görünüyor, oysa en az yirmili yaşlarında olmalı. Müşterimiz de Türkân Saylan Hanımefendi imiş.
Benim bir şeyden haberim yok ama dünyanın en yüksek (1 angström) çözünürlüklü hem de fiyatı en ucuz mikroskobunu Türkan Saylan Hoca, Türk Elektron Mikroskopi Cemiyeti Başkanı olarak bundan aylar önce sipariş etmiş. Mallar, birçok kutular halinde kurulacağı yere ulaşıp yerleştirilmiş ve nihayet montajcısı da çağırılıp kente ulaşınca… Benim işte anca ondan sonra haberim oluyor. (Bu tür mallar ilgili kurum tarafından doğrudan ithal ediliyor. Satıcı firma pazarlama yapar, FOB proforma fatura temin eder, gerisini müşteri kuruluş kendisi yürütür. İthalat gerçekleştikten sonra da satıcı kendi komisyonunu doğrudan üreticiden alır.)
Hachi, bir kısım ölçümler yaptı. Kurulacak yerin zemin titreşimi ölçüsü izin verilen sınırın azcık üstünde. Soğutma için kullanılacak şebeke suyunun harareti istenen derecenin çok üstünde. Besleme cereyanı da trifaze 220/380, oysa 100/173 olmalıydı. Haydaa!.. Bu cihazı buraya kurmak mümkün değil. Şirkete telefon ediyoruz. Bu vakte kadar bana haber vermeden konuyu sözde takip etmiş olan Yılmaz Bey diyor ki “ben de tahmin etmiştim böyle bir şeyler olacağını, sen merak etme gerilim için sanayide bir trafo yaptırırız trifaze. Su için de ekovatlı soğutucu yaptırırız.” “Ee peki, ne zaman olacak?” “Bir iki günde olur, benim tanıdıklarım var. Çabuk yaparlar.”
Ben spektlerini hazırlıyorum. Hemen o gün siparişi veriyoruz. Ama Türkân Hoca teftiş etmeye geldiğinde de durumu mecburen açıklamamız gerekiyor. Anlatınca hoca hiddetten köpürüyor, hop hop hoplayıp feveran ediyor. Peki, ama siz kendiniz sayın hanımefendi, baş yetkili olarak bu cihazı sipariş ederken speklerine hiç mi bakmadınız? Ekibinizdeki yetkili kişilere hiç mi kontrol ettirmediniz? Orada hepsi kocaman harflerle yazılı duruyor. Ben; bu durumdan sorumlu tutulup, azarlanacak en son kişiyim aslında.
Neyse, gerilimi trafo ile ayarlayacağız, soğutma suyunu ekovatlı kazanda soğutacağız. Titreşim konusu da idare edilebilir sınırda. İstenen çözünürlük elde edilemezse mazeretimiz olur. Arada bayram da var hem bu arada trafo ve soğutucu üretilip bitirilebilir. Biz de montaja hazırlık çalışmalarımızı bitiririz.
Umduğumuz gibi de oluyor. Trafo ve soğutucu bayram bitmeden çabucak yapılıp geliyor. Görünüşleri ortama yakışmayacak gibi ama bir şeylerin arkasına saklayacağız artık çaresiz. Kurmaya başlıyoruz. Tabii ben bir şey bilmediğim için sadece Hachi’ye yardım etmeye çalışıyorum. En zor kısmı kule gibi cihazın en tepesindeki elektron tabancası kısmı. Sırf cam kabini olan ampul gibi bu şey vakum tüp gövdeye vidalanıyor. Vidalanacak kısım da cam. Bence bu ciddi bir tasarım kusuru. Cam, cama vidalanır mı hiç? İşte elektron tabancasını kutudan alıyorum. Yukarıya tırmanmış haldeki Hachi’nin eline veriyorum. O da alıyor cihazın tepesine yerleştirip çevirerek vidalamaya başlıyor. Dikkat ve itinayla çevirirken “tınnn” diye bir ses. Camda minik bir çatlak beliriyor. Hachi’den de “hıyyy” diye bir çığlık. Tabanca gitti. Kullanılamaz artık… Ne olacak? Viyana’daki merkezden yenisini isteyeceğiz, gelince onu takacağız.
O zaman yurt dışına bağlanabilen tek telefon Türkan Hoca’nın telefonu. Mecburen kendisine konuyu açıyoruz. Yine köpürüyor. “”Çoluk çocuğu buraya göndermişler. Bu iş ciddi bir iş. Ben biliyordum zaten sizin bu işi yapamayacağınızı”” gibi rencide edici şeyler söylüyor. Bunca sene sonra şimdi Türkan Hocayla ilgili en çok hatırımda kalan şey onun bu köpürme halleri. Telefon; Viyana’ya bağlanıp, Hachi durumu oradaki patronuna Japonca rapor etmeye çalıştığı sırada da telefonu onun elinden alıp oradaki yetkiliye kırık dökük İngilizcesiyle diyor ki “Bana bir çocuk gönderdiniz. O, bu işi yapamayacak. Bunu alın ve bana doğru dürüst uzman bir kişi gönderin”. HandsFree’yi de açtığı için biz de duyabiliyoruz. Oradaki adam da diyor ki; Hachi bizim en yetkin uzmanlarımızdandır. Merak etmeyin size cihazı en mükemmel şekilde çalıştırıp teslim edeceğiz. Aksaklıkların da size hiçbir maliyeti olmayacak”. Hoca diretiyor. “Devam etmesine izin vermiyorum. Eğer bana doğru dürüst yeni bir yetkili eleman göndermeyecekseniz alın makinenizi geri. Bu şekilde kurulursa sonra ileride benim başıma büyük iş açacak. Ben devletimin büyük parasının altına imza attım.” Birkaç saniye sessizlikten sonra oradaki adam da diyor ki; “Gerçekleşmiş alışverişi geri çevirmemiz teknik olarak mümkün değil. Size başka montajcı da gönderemem. Ama isterseniz elemanımı geri alayım, kendiniz ne haliniz varsa görün. Yok, kendiniz bu montajı gerçekleştiremeyeceğinize göre bırakın tüm sorumluluk bizde olarak montajımızı bitirelim. Hoca, sustu kaldı. Nihayet, ” O.K.” deyince de adam Hachi’yi istedi. Japonca bir şeyler konuştular, sonra kapattılar. Parça, Viyana’dan yola çıkıp mucize bir şekilde ikinci günün sabahında elimizde oldu. Montaja devam edilirken ben de soğutma suyunun tesisatını bitirdim. 380/173 trafo sorunsuz çalıştı. Yeni yaptırılan kazanlı su soğutucusunu bağladım. Kazana yeni su doldurmuştum ki Hocanın doktora öğrencisi ve doçent iki hanım yardımcısı geldiler, bizi yemeğe götürmek istediklerini söylediler. Biz de birlikte hastanenin kafeteryasına çıktık. Yemeğe henüz başlamıştık ki bir adam geldi hocanın bizi çağırdığını söyledi.
Montajı yaptığımız yere varınca gördük ki hoca orada alı al moru mor bir şekilde bizi beklemektedir. Soğutucunun kazanı su akıtmaya başlamış, hoca da orayı teftişe geldiğinde laboratuvarın zeminini sırılsıklam bizi ortada yok görünce çılgın bir şekilde bağırmaya başlamış. Ben orada iken akmayan suyun, ben gidince akmasına epey şaşırmıştım. Hoca biz gelince hışımla dışarı çıktı, ama ardından odacıyı gönderip bilhassa beni odasına çağırttı.
Hocanın odasına giderken her nedense Hachi de benimle birlikte geldi. Vardığımızda bu defa hoca bana dönüp dedi ki; “senin bu işlerden hiç anlamadığın meydanda, şirketini ara seni istemediğimi söyle, yerine başkasını göndersinler, o devam etsin, istersen ben konuşayım.” “Siz konuşsanız daha uygun olur” dedim. Saraçhaneyi aradık. Hoca müdüre “bana gönderdiğiniz bu adam acemi, hiç bir şey bilmiyor, hastaneyi su bastırttı, bunu alın yerine başkasını gönderin” dedi. Bu arada Hachi neler olduğunu sordu, ona da durumu aynen aktardım. Saraçhane’deki müdür çok şaşırdığım bir şekilde “”hocam şirkette ondan iyi elemanımız yok. Maalesef başkasını gönderemeyiz, ama sorunlarınızın en iyi şekilde giderileceğini de size garanti ederiz “” dedi. Oysa ben Yılmaz’ı falan gönderirler diye düşünmüştüm. Bu arada Hachi de atladı “ben onsuz çalışamam, o giderse ben de giderim” gibi komik bir dayanışma gösterdi. Bunun üzerine hoca oflayıp poflayıp bizi bıraktı.
Soğutucuyu imal eden adamı çağırdık. Sahiden bir imalat kusuru varmış ki götürüp ayni gün kaynak yapıp geri getirdiler. Tekrar sisteme bağladım ve bu defa doğru çalıştığını görünce rahatladım. Bu arada esas cihazın montajı da neredeyse bitmişti. Ertesi gün testlere başladık. Benchmark testlerimiz mükemmel çıktı. Mikro diseksiyon vb yan cihazların da montajını tamamladıktan sonra Hocayı çağırdık. Deneyip kendi numune preparatları üzerinde de güzel neticeler elde edildiğini görünce bize haksız davrandığını anladı sanırım. Doçent kızları çağırıp bize (o sırada Türkiye’de henüz bulunmayan) kendi özel yeşil çayından pişirmelerini emretti. Onlara davranışı da bence çok kabaydı.
Meslek hayatımın ilk yılında ilk defa burada kendimi çok kötü ezilmiş, aşağılanmış hissetmiştim. Bir daha da böyle bir şey başıma gelmedi. Türkan Hoca kendi lordu olduğu akademik kürsülerinin dışında Cüzamla (LEPRA) Savaş Derneği, Elektron Mikroskopi Cemiyeti gibi daha birçok sivil toplum kuruluşunun da başında idi. Bu ilk tecrübemde; aşırı şişirilmiş, egolu, karizmatik kişilerin kof bir tarafları olduğunu, kurumların başına geçtikten sonra aslında başarılarını borçlu oldukları kendi altındaki kişileri sürekli ve kötü bir şekilde ezdiklerini, bizzat kendi üstlerine düşen görevleri yerine getirmede ise hiç de başarılı olamadıklarını görmüştüm. Daha sonraki deneyimlerim de hep bu gözlemimi doğrular nitelikte oldu.
Çalıştığım şirket; çift masa çift tüplü juki’li trandelenburg’lu, röntgen sistemleri de satmakta idi. Otomatik yatar kalkar masasıyla çok pahalı olan bu sistemler hastaneler dışında özel mütehassıs muayenehaneleri tarafından da satın alınıyordu. Bir röntgen mütehassısı biliyorum, yaşı 65’in üzerinde olmasına rağmen İstanbul’un çeşitli semtlerinde Beyoğlu’nda ve Yalova’da tam 12 tane muayenehanesi var. Muayenehane açmak için Radyoloji Uzmanı doktor olmak gerekli ama çalıştırmak için kendisinin orada bizzat bulunması gerekmiyordu. Dolayısıyla; adam kazandıkça yeni muayenehane açmış, kendisi hiç uğramıyor bile. Yaptığı yatırım bir yıl olmadan geri dönüp darphane gibi para basmaya devam ediyor. Oğlu ABD’de metalürji mühendisliği okumuş, gelmiş bakmış burada kendi mesleği hiç para etmiyor; gitmiş bir de Radyoloji Teknisyenliği sertifikası almış gelmiş. Muayenehanelerin hepsini aslında o işletiyor. Babasını emekliye ayırmış, ama raporlarda yine de sadece onun imzası gerekli.
Bizim Japon marka cihaz, Siemens gibi daha eski Alman cihazlara göre, hem daha kaliteli hem de epey daha ucuz olduğu için çok satılıyor. Ama gel gelelim piyasada montajcı servisçi kıtlığı var. Siemens’in eski teknisyenlerinden biriyle anlaşmışlar. Makineleri parça başı yüklü bir para karşılığında o kuruyor. (Bir markayı bilen birisi öbürünü de kurmayı becerebiliyor çünkü makineler prensip olarak birbirinin aynı.) Ancak bu teknisyeni arıza servis/bakım için kullanmak mümkün değil. Montaj işinden iyi kazandığı için de hiç kârı olmayan arıza servisi işine elini sürmüyor.
İki makineyi beraberce kurduk. Birinde cihaz aksamını içeri sokabilmek için ikinci kattaki muayenehanenin duvarını yıkıp dışarıdan üçayak makaralı caraskalla yukarı çekmemiz gerekti. Bu makinelerle ilgili hayati tehlikeli iş kazası riski çok fazla. Çok yüksek gerilim (70kV), ağırlık (1,5ton) altında kalma, farkına varmadan şua (x-ışını) yeme, mikrop kapma vb riskleri var. İkinci montajımızda 1,5 tonluk masa açık halde iken kapanmayınca, usta altına girdi. Meğer mikrosviç kırıkmış, eliyle kımıldatmasıyla masa adamın üstüne doğru kapanmaya başladı. Odanın öbür ucundaki ana şaltere 1 sn’den daha az zamanda uçup yetişmem sayesinde ezilmekten kurtuldu. Eğer kapatamasaydım ,sinek gibi ezilmekten kurtulması çok güçtü. Zaten kapattığımda sıkışmaya başlamıştı, tombul adam sonunda masanın altından zor çıktı. Aynı dönemde, bir radyoloji uzmanı doktorun kurcalarken ışın tüpünün yüksek gerilimine çarpılıp bitkisel hayata girmesi gazetelerin manşetine çıkmıştı.
Bir gün, Okmeydanı’ndaki devlet hastanesine gittiğimde gördüm ki oraya toplam 11 sistem satılmış ve kurulmuş. Üzerinden geçen 1-2 yılın içinde de hiçbir tamir ve bakım hizmeti alınamadığından 10 tanesi kapanmış, muattal kalmış. Kapıları kilitli. Hastalar; o tek bir makine için önceki geceden sıraya girip bekliyorlar. Sıra gelmiyor!
Aslında, buradaki sorun da diğerleriyle aynı. Hastanenin servis ve bakımla ilgili bir bütçesi yok. Teorik olarak bu görev hastanenin Servis Bakım Müdürlüğü’nün görevi. Ama onlar bünyesindeki çok sayıda teknisyen ve mühendis kadrosuyla sadece ısıtma soğutma, su, aydınlatma vb. tesisat arızalarına bakıyorlar. Birkaç senedir satın alınmaya başlanan bu hassas cihazlara hiçbiri ellerini bile sürmüyor. Belki Japonya’ya gönderilip eğitilmeleri ya da çok daha fazla yeni eleman almaları gerek vs… Devlet mantığıyla bu işin doğru çalışan bir düzeni kurulamamış. Belki kurulması da asla mümkün değil. O yüzden tamamen çözümsüz bırakılmış. Şirkettekilere sordum “peki, ne olacak” diye. “Sen yapabiliyorsan yap iyi olur. Malzeme gerekirse de kullan parasını onlardan almanın bir yolunu nasıl olsa buluruz” dediler.
Okmeydanı’na 2-3 gün gittim geldim ve kendim de şaşırdığım bir biçimde bütün makinelerin hepsini ayağa kaldırabildim. Pek azında X ışını tüpü gibi, devre kartı gibi özel malzemeler gerekti. Çoğu sanki bilhassa mahsus bozulmuş gibi basit arızalardan dolayı yatmaktaydı. Bundan ciddi olarak şüphelendim. ( (Mesela makine muattal olunca oranın çalışanları da tatile çıkıyorlarsa falan. Devlette her türlü akla gelmedik saçmalık söz konusu olabilir. Sıkıntısı da vatandaşa düşer.)
Özel servis yedek malzemelerine gelince hepsinden elimizde stok var. Japonlar; nelerin zamanla arızalanabileceğini düşünüp yeterince yedeklerini göndermişler. Servis de tamamen yapılamıyor değil aslında. Özel muayenehanelerin sistemleri arızalandığında anlaşmalı teknisyen çoğu zaman koşa koşa gidiyor. Parasını da misliyle alıyor.
Bir sabah atölyede oturuyorum; işim başımdan aşkın bir adam geldi. Yunanistan sınırındaki kasabamızda, Radyoloji mütehassısı imiş. Skopi cihazı arızalanmış, hiç ışık vermiyormuş. Şirkete defalarca telefon etmiş, kendisini sallamışlar. Sonunda; kendisi gelip bu işi her ne pahasına olursa olsun halletmeye karar vermiş. Şirketten kendisine ancak beni razı ederse işinin yapılabileceğini söylemişler. Kaç para istersem verecekmiş. Para meselesi değil de burada aynı şekilde muaccel çok sayıda cihaz var. Hepsi beni bekliyor, “benim şehir dışına gitmem imkânsızdır” dedim. Adam ağlamaklı, sonunda iyice açıldı. Koca kasabada bunlar muayenehanesi olan iki radyoloji mütehassısıdır. İkisinin de birer radyoskopi cihazı var. “Ayna” diyorlar. Hastanın ayna ile içine bakıp reçete yazıp eşlerine gönderiyorlar. Eşleri de eczacı, ilaçları satıyor. Bizimkinin ışın tüpü gitmiş anlaşılan, hiç ışın vermiyor. Ekran kapkaranlık. Skopi cihazı da gidince bir radyoloji mütehassısı orada ne iş yapabilir? “Cihazım bozuk” diyecek olsa hasta öbürüne gidecek, ilacı da öbürünün eczanesinden alacaklar. Hastayı ömür boyu kaybedecek, ailecek iflas edecekler. Önceleri eskisi gibi hastayı soyup dayandırtıyor, düğmelerine basıp pilot lamba, röle şakırtısı gibi uyaranlarla (sanki ayna herhangi bir şey gösteriyormuş gibi) bakılıyor ve sonra hastaya ilaç yazılıyor. Nasıl olsa hasta ekranı görmüyor. Ancak bir taraftan da içi cız etmektedir. Ya hastalardan durumu anlayan olursa, ya öbür doktor durumu fark ederse? Sonunda canına tak edip kapıma dayanıyor. Tek çaresi beni kendine acındırmak. Gerekirse kapımda yatacak. Diyorum ki;” bak bu tüp değiştirmek çok büyük bir uzmanlık işi değil, bir bakıma ampul değiştirmek gibidir. Ben sana tüpü vereyim sen git kendin değiştir. Tüp değiştirilince sorunun %95 çözülür.” Yokk, yapamazmış! Ne kadar tehlikeli olduğunu biliyormuş. (O sıralarda kurcalarken yüksek gerilime çarpılıp girdiği bitkisel hayatta aylardır hâlâ yaşamakta olan Dr. Alp’in haberini o da dinlemiş). Ölesiye korkuyor. Yerinden asla kalkmıyor, ben de işimi yapamıyorum. Sonunda dedim ki; “tamam, seninle geleceğim, ama şimdi git akşamüstü gel, ben de bu arada elimdeki acil işleri bitirmeye çalışayım.”
Sözümü dinledi, gidip akşamüstü geldi, çantam ve tüple arabasına bindim. Taa İpsala’ya kadar onunla gittim. Aynayı on dakikada tamir ettim. Otobüse binip gece yarısı döndüm. Hiç para da istemedim. Tabii, tüp parasını fatura mukabili şirkete ödemişti zaten.
Yine bir gün atölyede oturuyorum, yaz vakti penguen gibi kostüm kravat, şık giyinmiş üç kişi gelip benim atölyeyi bastılar. Bir üniversitenin akademikerleri. Yakın zaman önce bizden bir stereo-mikroskop almışlar. (O zamanlar henüz çok yeni ve çok pahalı bir icat). Ama işte o yeni işe başlayan doçent kız arkadaş bunu bozmuş her ne yaptıysa. Acele tamir olması gerekiyor, bedeli kaç para ise ödeyecekler ve o arkadaştan da çatır çatır tahsil edecekler. “Nesi var”. “Fokus tutmuyor.” İşte şimdi soru en bilmediğim yerden çıkmış durumda’ Hayatımda hiçbir mikroskopla uğraşmışlığım yok. Çocukken oyuncak monoküler olanıyla bakmışlığım var. Ama binoküler birini de hayatımda ilk defa görüyorum. Lenslerin ayarının çok güç bir iş olduğunun farkındayım. “”Elimizden gelmez. Tamir olması için Japonya’ya kadar gitmesi lazım”” da diyemem. “”Tamam, bırakın bakar ve size sonucu bildiririz”” diyorum. Onlar çıkınca merak edip bakıyorum, hakikaten fokus edilemiyor. Lameli çıkartıp ters çeviriyorum, aaaa… ters koymuşlar! Döndürüp koyunca fokus mükemmel. Yahu bunların işi bu, preparat lamelin üstüne gelirse odaklamanın olamayacağını bilmemeleri mümkün mü? Bence imkânsız. Hayatında bir kere olsun mikroskopta bakmış olan (benim gibi) birisi bile bunu mutlaka bilebilir. O zaman geriye bir tek ihtimal kalıyor. Biz onlara yüklü bir fatura keseceğiz. Onlar da götürüp kıza gösterecekler. Bak sen bozdun biz de tamir ettirdik, işte bu da faturası diyecekler. Yahut da belki bizi test ediyorlar. Her halükârda çok çirkin bir durum. Mikroskobu içeriye “bedelsiz” notuyla onarılanların arasına bırakıyorum.
Her gün yeni ve bilmediğim cihazlar gelmeye devam ediyor. Mesela kocaman etüvler var. Piyasada neredeyse tek tabanca. Bunlar aslında içinde ısıtıcısı, termometre ve termostatı olan ısı yalıtımlı basit birer dolaptan ibaret. Ama içlerinde çok ilginç özel yapım bir şalter bulunuyor. Ampul gibi cam bir balon, filaman kısmı ısınınca hava basıncı cıva sütununu eşikten aşırtıyor devre kapanıyor. Bilhassa kontaktör kullanamamışlar, gürültüsüz oluşu, histeresisi ve çok akıma dayanması nedeniyle böyle bir çözüm bulmuşlar. Normalde ömrü de çok uzun olması lazım, ama erişilemeyecek bir yerde de olmasına rağmen birileri o cam balonu kırıyor. Nasıl beceriyorlar anlamıyorum. Hainlik işte. Civa, etüvün içlerine her tarafa yayılıyor. Kocaman aleti sırtlanıp bana getiriyorlar. Cam şalterden elimizde bol var. Verelim kendileri değiştirsin. Yok yapamazlar. Aslında değiştirmek hiç de zor değil ama etüvün içine yayılmış olan civayı bulup tamamen temizlemek ve yok etmek çok güç. Temizleyemezsem ısınan etüvden ömür boyu civa buharı soluyacaklar. Kim bilir daha başka dolaylı ne zararları olacak.
Bir gün atölyemde kocaman bir karton kutu buldum. Bir laboratuara kurulması gerekiyormuş. Ama nasıl kurulacağını öğrenmek için önce burada denemem lazım. Bi-distile cihazıymış. Özelliği kule gibi birbirine eklenen çoğu şeffaf hepsi cam onlarca parçadan oluşuyor. Kurarken biri çatlarsa cihaz muattal kalır. Yanlış kurulduğunda da kendi kendini patlatabilir, yani çok acayip bir şey. Şirkete dedim ki “ben bunu kurmaya çalışırken kırarsam ne olacak?” “Canın sağ olsun” dediler. Lego gibi yapısını çözmeye çalışarak kurmam ve sökmem neredeyse bir günümü aldı. Sonra de götürüp yerinde sorunsuz olarak çarçabuk kurabildim.
Bir gün bir Alman şirketinin iki teknisyeni geldi. Tabii bana önceden haber veren yok. İkisi de saçı sakalı ağarmış yaşlı başlı insanlar. Histoloji Embriyoloji kürsüsüne satılan çok pahalı bir ultrasantrifüj ile bir diğer kan analiz cihazının onarımı için gelmişler. Birisi cihaz donanımını bilen elektronikçi, öbürü ise sadece uygulama çalışmalarını biliyor. Çünkü bu ultrasantrifüj dediğimiz şey tüpleri bir rotor etrafında döndüren elektrik motorlu bildiğimiz santrifüjlerden çok farklı, o yüzden cihazın kullanımı da kendisi kadar karmaşık ve özel uzmanlık gerektiriyor. Dakikada 70 bin devir gibi inanılmaz hızlara çıkan üç kademeli bir motoru var. Bu hızlara çıkılabilmesi çok özel tasarımlı rotor haznesinin çok güçlü vakum ve soğutma sistemi sayesinde. Devrin en yüksek teknolojisinin kullanıldığı, o ana kadar gördüğüm en yoğun elektronik kullanılan cihaz. Şimdiki teknolojiyle birkaç santimetreküpe sığdırılabilen analog servo, cryo ve vakum kontrol devreleri o devirde birkaç metreküp hacminde.
Cihazın içini henüz açmıştık ki adamlardan birisi “Kakerlake” diye yüksek sesle bağırdı. Bu hassas laboratuarda böyle bir şeyi (hamamböceğini) görmeyi hiç ummuyormuş gibi çok şaşırmış. Daha sonra da bazı kabloların (muhtemelen fareler tarafından) kemirilmiş olduğunu gözlemledik. Gerilim de günün farklı saatlerinde %15 kadar yükselip %20 kadar düşebiliyordu. Tüm bu gördüklerim bana da çok şaşırtıcı geldi. Bodrum kattaki elektrik dağıtım panosuna indiğimde gördüklerim daha da dehşet vericiydi. Panoda birkaç bara taşıdığı aşırı enerjiden dolayı kıpkırmızı (yani üzerine tüy düşse tutuşur) halde. Meğer çoktandır böyle imiş. Niye böyle olduğu ve bu kadar enerjinin nerede kullanıldığı bulunamıyor. Hastanenin elektrik mühendisi servis bakım müdürüyle de görüştüm. Kendi bilgi ve kontrolü dışında devreye alınan cihazlar nedeniyle ipin ucunu kaçırmış, üstelik kendisini haklı çıkartacak sayısız mazerete de sahip.
Aslında bu biraz da benim durumuma benziyor. Benim de yapmam gereken herhangi bir işi başaramamam için her zaman sayısız mazeretim var. Öncelikle ihtiyacım olan bilgilerden hemen hiç birine sahip değilim ve bana gerekli bilgileri zamanında aktarabilen bir sistem mevcut değil. Ama bu herhangi bir kişinin tembelliği veya kusurlarından kaynaklı da değil. Sistem böyle kurulmuş. Yönetim erki gücünü tüm bilgi akışının tepesinde oturmasından ve merkezden aşağıya bilgileri ancak çok sınırlı bir inisiyatif sağlayacak biçimde aktarmasından alıyor. Bu sistemde işle ve müşteriyle doğrudan muhatap olan en uçtaki çalışan kişiler yukarıdaki yöneticilerin ancak düğmesine basıldığında çalışan birer robotu olabiliyor.
Daha derin düşününce bu sistemin aslında kâlû beladan beridir ülkemizin yerli ve millî kamu yönetim sisteminin ruhunu temsil ettiği duygusuna da varıyorum. Gerçi en az iki yüz yıldır birileri de hep çıkıp “uçtaki organlara da belirli karar inisiyatiflerinin verilmesi” (ademi merkeziyetçilik) doğrultusunda öneriler getirilmişler ama yukarıdaki saltanat sistemi bunu hep kulak arkası etmiş ve aktif bir şekilde engellemeyi bu güne kadar başarmış. Sistem en küçük bir ailede veya şirketteki işlerin yürütülüş biçiminden ülkenin kamu yönetimine kadar her noktasında merkeziyetçi bir yapı arz ediyor. Bireylerin kendi işini geliştirebilmek, verimliliğini arttırmak üzere inisiyatif alması ve herhangi bir zihinsel katkıda bulunabilmesi neredeyse imkansız hale gelmiş. Tabii bunun sonucunda “”işlerin hiçbir zaman yeterli verimlilikte yapılamaması gibi”” toplum tarafından sürekli ödenen bir bedeli de var.
Size bir örnek olarak şirketimizde işlerin nasıl yürütüldüğünü ve hızla büyümesinin nasıl sağlandığını anlatmak istiyorum. Sözgelimi eğer bir yerlerde bir “”su laboratuvarı”” kurulacaksa, Ankara merkezdeki ekip hemen daha başka nerelerde böyle bir laboratuvarın açılabileceğini, laboratuvarın nelere gereksinimi olacağını, bunların yurt dışındaki üreticilerini araştırıyor. Maliyetlerini öğreniyor. Uygun bulursa, ülkesine gidip o firmanın Türkiye münhasır temsilciliğini alıyor. Sonra bu cihazları ihaleli veya ihalesiz satın alacak kurumun bütçesini ve yetkili kişilerini öğreniyor, başlıyor irtibatı geliştirmeye. Genellikle daha ihale açılmadan işi pişiriyor, hatta ihaleye kendi hazırladığı şartname ile girilmesini de sağlıyor. Şirket ilgili kurumun bütçesini, hangi mevzuata göre nereye nasıl harcama yapabileceğini bakanlıklardaki bürokratlardan öğrendiği için, çoğu zaman kurumun başındaki yetkili karar merciinden daha da iyi bilebiliyor ve çoğu zaman onu neyi nasıl yapacağı konusunda yönlendirebiliyor. Tedarikçi rakipleri varsa eğer onları ekarte etmenin bir yolu da bazen aranıp bulunabiliyor. Bazen de rakip firmayla malı kimin satacağı konusunda anlaşmaya gidiliyor. Hitap edilen piyasanın ağırlıklı kısmı kamu kurumlarından oluştuğu için, bunlarla o malın bir pazarı oluştuktan sonra özel sektör tüketicisi de bir bakıma mecburen onun arkasından geliyor. Bu malların Türkiye’de üretimi ve ikamesi imkânlarının araştırılması geliştirilmesi yahut ekonomik ömrünün uzatılması, verimliliğinin arttırılması (bakım onarım) çalışmaları söz konusu değil. Kullanıcının eğitimiyle ilgili bütçe de genellikle yetkili hoca ve asistanına bir yurt dışı gezisi olarak sunuluyor.
Gördüğünüz gibi, burada şirketin ürettiği katma değerin (yani kazanılan paranın) tamamı pazarlama/satış faaliyetinin bir sonucu ve bunda da Ankara’daki çalışmalar aslan payını oluşturmaktadır. Çünkü; müşteriyi ve tedarikçiyi bulan, pazarlama emekçisini onlara yönlendiren, sonra da bütçesiyle, ithalatıyla ürünü fiilen temin eden ve satışı gerçekleştiren, faturayı, tahsilâtı muhasebeleştiren Ankara’daki merkez ofis. Piyasanın en büyük kısmı İstanbul’da olsa da burada (şirket sahibinin yeğeni olan ilkokul mezunu) bir müdür, onun askeriyeden gelme elektrik teknisyeni bir yardımcısı ve 10-12 pazarlamacı genç ile bir de sekreter ve hademeden ibaret bir kadrolaşma söz konusu. Tüm faaliyetler merkezden gelen talimatlar doğrultusunda gerçekleştiriliyor ve günlük olarak Ankara’ya raporlanıyor. Şube, kendisinin nereye kaç paralık hangi maldan sattığının kaydını tutmuyor. Bir muhasebeci bile yok. Modern iletişim araçlarımızın tamamı sadece daktilo, telefon ve teleksten ibaret. Bu kayıtlar merkez ofiste mutlaka bir şekilde tutuluyor olmalı. Ama şubelerle bu bilginin organik bir paylaşımı söz konusu değil o yüzden buradaki tüm işler uzaktan kumandayla yürütülüyor. Müdür tarafından tutulan yahut onunla paylaşılan bilgilerin de müşteriyle doğrudan muhatap olacak kişilerle paylaşımı söz konusu değil.
Burada çalışmaya başlamamın üzerinden bir yıldan fazla geçmişti. Firmanın sattığı yüzlerce çeşit cihazla montaj /tamir bakım çalışmam oldu. Bunların içinde müşteri nezdinde tatminkâr bir sonuca ulaşamayanı hiç olmadı ve ben bunun için ilk altı ay boyunca bayramlar ve hafta sonları dâhil her gün çalıştım. Yaptığım iş bana ciddi bir tatmin de vermişti, ama artık bu tatmin gittikçe azalmaya başladı. Çünkü artık bu şekilde çalışmamın bana da vatana millete de yeterince yararlı olmadığını, bir geleceğinin olmadığını anlamış bulunuyordum. Kendime hiç böyle bir meslek tahayyül etmemiştim. Burada bir sistem kurma, o sistemi yaratıcı bir çalışma ile kendi zihinsel katkılarımla geliştirme gibi bir fırsat bana hiçbir zaman verilmeyecek. Koşu bandının üstünde bir adım yol ilerlemeden sürekli koşturma gibi sürecek. Dünyada bu işin böyle yürümediğini, bizde de önünde sonunda farklı bir biçime evirileceğini biliyorum.
İstediğim şey; bana belirli bilgilerin otomatik olarak aktarıldığı, günübirlik çalışma yerine belirli çalışmaları kendi başıma programa alıp yürütebileceğim bir düzen, bir organizasyon değişikliği. Ama bu sadece İstanbul bürosunu değil de şirket genelini ilgilendiren bir konu. Haddim olmayarak şirket genel müdürlüğüne yapmak istediğim bir öneri. Ama benim orayla şimdiye kadar resmi ve doğrudan hiçbir irtibatım yok. Şimdiye kadar hiç görmediğim avukatlıktan gelme bir genel müdür var Ankara’da. Bu organizasyon ve düzen değişikliğini aklı yatarsa eğer belki yapsa yapsa ancak o yapabilir. Ona doğrudan bir mektup yazdım ve önerilerimi anlattım. O sırada beni bir görevle İzmir’e göndermişlerdi. Cevap ben orada iken önerime özel bir cevap olarak değil de, sanki bir memorandum imiş gibi (tüm şube yetkililerine de birer sureti gidecek bir iç yazışma şeklinde) ve önerilerimin “uygulanmasının mümkün olmadığı” şeklinde kısa bir yazıyla geldi. Sanki İstanbul’daki şube müdürüyle takıştığım için, böyle bir öneride bulunduğumu düşünmüş olmalıydı. Oysa böyle bir şey söz konusu değildi.
Ani bir kararla, hemen, daha İzmir’deyken, bir istifa mektubu yazdım. İstanbul’a döndüm. Daha önce hiç tanışmadığım genel müdür İstanbul’a gelmişti. Kimseyle özel bir takışmam olmadığını öğrenince belki başka (muhtemelen rakip) bir firmadan cazip bir teklif aldığımı düşünmüş olmalılar. (Oysa değil böyle bir şey, ayrılınca ne yapabileceğime dair en ufak bir fikrim bile yoktu.)
Çalışmalarımdan memnun olduklarını, eğer aldığım ücretten memnun değilsem bunda haklı olabileceğimi ve bu durumu da pekâlâ konuşabileceğimizi söylediler. Önerilerime gelince, henüz askerliğimi yapmamış olduğum ve herhangi bir zaman askere çağrılabileceğim de söz konusu olduğuna göre şimdilik benimle böyle bir işe kalkışmanın mümkün olamayacağı çok açık değil miydi? Şimdilik böyle devam edip bu öneriyi de askerliğim sonrasında yeniden ele almamız uygun olmaz mıydı? Bu son konuşmayı genel müdür benimle ayrı bir yerde özel olarak yaptı. Aslında düşününce kendisine tamamen hak vermiyor değildim, askerliğe çağrılıncaya kadar burada çalışmaya devam etmemek için makul hiçbir gerekçem de yoktu. Önünü arkasını hesap etmeden ani ve hissi bir karar vermiştim. Ama değiştirmedim ve kararımın arkasında durdum. Elimdeki tüm işleri bitirip, kıdem tazminatı filan da istemeden ceketimi alıp çıktım.