Yönetim Sorunu
Zeitgeist / Denemeler | Gianfranco Poggi | Haziran 8, 2017 at 5:06 pmModern devleti, devlet dairelerindeki memurların sürekli ve talimatlara uygun çalışmaları yoluyla yönetimi sağlamak için oluşturulmuş karmaşık kurumsal düzenlemeler olarak tanımlayabiliriz. Bu dairelerin toplamı olan devlet belli sınırlar dâhilindeki bir toplumda yönetim işini üstlenir. Hem hukuken hem de mümkün olduğunca fiilen yönetime ilişkin tüm güç ve olanaklar tekelindedir. İlke olarak salt yönetimle ilgilenir. Yönetime bakış açısı ise, kendi özel çıkarları ve davranış kuralları çerçevesindedir.
Ancak yönetim nedir? Modem devlet ne amaçla oluşturulmuş kurumsal düzenlemeler bütünüdür? Bu sorulara bu bölümde yanıt vermeye çalışacağım, Bölümün başlığında “yönetim” kavramını kullandım. Bu bölümde sık sık olmasa bile kitabın diğer kısımlarında kullanacağım. Bu kavram, kapsadığı toplumsal ilişkilerin asimetrik niteliğini çok iyi belirtmekte, bu ilişkilerin gündelik içeriğinde mevcut olan emir verme ve alma olgusuna dikkat çekmektedir. Yukarıdaki soruların farklı ve daha sık kullanılan biçimlerinde “siyaset” ya da “siyasal” kavramları geçer Dolayısıyla, sorumuzu siyasetin niteliğinin ne olduğu sorusuna dönüştürebiliriz. Hatta belki de, “siyaset hakkında mıdır?” diye sorabiliriz.
Bu bölümde siyasetin niteliğinin önemli ve temel açılardan farklı iki tanımını ele alacağız. Tanımlardan biri, 1950’li yıllarda Amerikalı siyaset bilimcisi David Easton’ın konuya ilişkin tartışmalarından çıkarsanmıştır. Öteki ise, ünlü Alman hukuk kuramcısı ve sağ ideolog Carl Schmitt’in 1920’lerde ortaya attığı bir tanımdır.
SİYASETİN DAĞITIMLA İLGİLİ TANIMI
İlk önce bu tanımların dayandıkları toplumsal yaşam anlayışının birbirinden farklı olduğunu belirtelim. Easton’ın yaklaşımında toplumsal süreç çeşitli faaliyetlerin sürekli bir akış içinde olması, bu faaliyetler kanalıyla sınırlı sayıdaki değerli kaynakların birbiriyle etkileşimde bulunan bireylerce alınıp verilmesi ve bu tür kaynaklara sahip olmanın bireylerin temel amaçlarını oluşturması olarak görülmektedir. Söz konusu kaynaklar maddi olabileceği gibi, güç ya da saygı türü soyutlamaları da içerebilir. Ayrıca, dağıtım süreci tesadüfî değildir. Eğer toplumsal yaşamın bir düzeni ve sürekliliği olacaksa, dağıtım sürecinin büyük ölçüde kurumsallaştırılması gerekir. Hem değer verilen hem de değer verilmeyen kaynakların kişiler arasında dağıtımının meşru kılınması zorunludur.
Bu dağıtım sürecini yapısallaştırmanın, görece tahmin edilebilir ve istikrarlı kılmanın üç temel yolunu ele alalım. Bunlardan ilki göreneklerdir: Toplumun tüm üyeleri ya da büyük çoğunluğu tarafından paylaşılan anlayışa göre değer verilen ya da değersiz bulunan şeylerin bazı kişilere ya da makamlara dağıtımının haklı görülmesi. Bir diğeri değiş tokuştur. Bir tarafın kendisi için değerli olan bir şeyi gene değeri olan farklı bir şey elde etmek için başka birine bırakması. Üçüncüsü ise, emirdir: Değerli kaynakların bir kişinin sözüyle dağıtılması.
Easton, tüm siyasal alanı bu sonuncu dağıtım süreci çerçevesinde tanımlar. Easton’a göre, herhangi bir etkileşim ortamında “siyaset”ten söz edilebilmesi için, görenek ya da değiş tokuşla gerçekleşmeyen bir değer dağıtımının mevcudiyeti gerekir. Görenekler aracılığıyla yapılan dağıtım, tüm ilgili kişilerin görüş birliği içinde olduklarının bir ifadesidir. Bir kişinin iradesine tabi olmayı dışlar. Değiş tokuş sonucu ortaya çıkan dağıtımda da ilgili taraflar eşittir. Birbirlerine boyun eğme yerine, anlaşırlar. Buna karşılık siyasal dağıtımlar, zorunlu olarak bir tarafın diğerinin iradesine tabi olmasını içerir.
Ancak söz konusu kaynaklar değerli ve kıt olduğu için, siyasal dağıtım tamamıyla bir kişinin iradesine bağlı olamaz. Etkili dağıtım, emirler bağlayıcı olduğu sürece mümkündür. Diğer bir deyişle, bir emre o anlık iyi niyetim ya da aldırmazlığım sonucu itaat etmek yerine, muhalefetime rağmen yaptırım gücü olduğu için itaat ediyorsam, emri veren, otoritesini müeyyidelere dayandırmalıdır. Burada itaat edenin ödüllendirilmesi yerine itaatsizliğin cezalandırılması söz konusudur.
Demek ki siyaset bir kaynağın dağıtımı ile ilgilidir. Yaptırım gücü olan meşru emirler verme yetkisidir. Bu kaynağın kendisi de” başka değerli şeylerin dağıtımı için kullanılacaktır. Eğer siyaseti bu şekilde tanımlarsak şu sonuca varırız. Siyaset pek de önemli olmayan, sıradan bir iştir ve bölük pörçük dağıtımlarla uğraşır. Ancak, insiyaki olarak siyasetin bu olmadığını, önemli bir toplumsal olgu olduğunu, toplumun tam merkezinde gerçekleşen ve baş aktörleri bulunan bir faaliyet olduğunu düşünürüz. Easton bu itirazları gidermek için emre dayalı bir türlü dağıtımın siyasal olarak nitelendirilemeyeceğini belirtir. Siyasal dağıtımlar, görece kapsamlı, sürekli ve çok geniş tanımlanmış bir tabanı olan toplumsal konularda gündeme gelir. Bir babanın emirleri, bir kulüp başkanının yönetim biçimi, hatta bir firmanın genel müdürünün kararları gerçek siyasal olgular değildir. Yerel örgütlenmelerde üyelik çoğu kez isteğe bağlıdır. Üstelik isteğe bağlı olsa da olmasa da, durumdan memnun olmayan bir üye kendisi için ciddi kayıplar söz konusu olmadan gruptan ayrılabilir. Ancak bu tür gruplar, üyeliğin kolayca bırakılamayacağı çok daha geniş bir grubun parçalarıdır.
Çoğunlukla belli coğrafi sınırlar içinde olan bu kapsayıcı gruba “toplum” diyelim. O takdirde Easton “siyasal” terimini toplumun tümü İçin doğrudan ya da dolaylı etkileri olan emre-dayalı dağıtımlar için kullanmaktadır. Böyle anlaşıldığında siyaset gözlenebilen ve çok yönlü ast-üst ilişkilerini içerir. Genellikle en son kertedeki yaptırımı kendine özgü bir itaat sağlama yöntemi olan zor kullanımıdır. Easton’a göre siyaset özünde sınırları olan etkileşim ortamlarında mevcuttur. Doğaldır ki bu ortamlar benzer ortamlarla yan yana bulunabilir. Ayrıca, belirttiğim gibi, siyaset etkileşimde bulunan taraflarca değer dağıtımı gibi işlevsel bir sorunla ilgilidir. Bu işlev ilke olarak en azından iki kurumsal yoldan daha yerine getirilir: Görenek ve değiş tokuşla.
Bu kurumsal seçenekler karşısında değer dağıtımlarından bazılarının emre dayalı olması gerektiğini söylemek için ne gibi nedenlerimiz var? Soruyu farklı ifade edecek olursak, siyaset toplumsal yaşamın zorunlu bir boyutu mudur? Hiç kuşkusuz, en basit etkileşim ortamları dışında sorunun yanıtı “evet” olacaktır. Ne göreneğin ne değiş tokuşun ne de her ikisinin birden gereken tüm dağıtımları karşılayabileceği kuşkuludur. Bir noktada, emre dayalı dağıtım dışında çözümlenemeyecek durumların ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Neden? Çünkü değer dağıtımı yapan kapsamlı ve katı bir görenekler dizisi, niteliği gereği, kaynakların iyi kullanımına ve yenilik arayışlarına yanıt veremez. Zaman zaman bu tür düzenlemeler bir toplumun sürekliliğini ve değerlerini koruyabilmesi ve gerek doğa, gerekse diğer toplumlarla arasındaki sınırları gözetebilmesi için gereklidir. Tamamen göreneklerin denetimi altındaki bir toplum yeni durumlar ortaya çıktığında belki sürekliliğini sağlayabilir. Eğer gelenekler yeniliğe açıksa, toplumun bazı üyelerine beklenmedik durumlarda başkalarını harekete geçirme yetkisi veriyorsa, farklı seçenekler arasında seçim yapılmasına ve bu seçimlerin kabulüne olanak tanıyorsa bu mümkündür. Ancak, böyle bir durumda emir vermenin gerekliliğini baştan kabul etmiş oluyoruz. Değiş tokuşa gelince, en gelişmiş ve esnek değiş tokuş sistemlerinin bile, yaptırım gücü olan kuralların mevcudiyetine dayandığını Durkheim epey zaman önce belirtmişti. Konuyu Durkheim’ın terimleriyle ele alacak olursak, kontratın geçerli olması kontrat kurumunun mevcudiyetine bağlıdır. Kurumun kendisi ise, kontrat sonucu oluşamaz, aksine, bağlayıcılığı ve yaptırım gücü olması gerekir. Burada gene emrin gerekliliğine geri dönüyoruz.
Bazı dağıtımların emir sonucu gerçekleşmesi gerektiği savı (Easton’ın deyimiyle, siyasetin gerekliliği), üç ayrı dağıtım türü arasındaki bileşim sorununu çözümleyemiyor, Ancak burada önemli olan şudur: Karmaşıklığı, sürekliliği ve boyutları belirli bir düzeyin ötesinde olan etkileşim ortamlarında en azından bazı değerleri emre dayalı olarak dağıtacak bir mekanizma zorunludur. Dolayısıyla her toplum, zaman zaman da olsa, böyle bir mekanizmaya başvurmayı olanaklı kılacak kalıcı düzenlemeler yapmak zorundadır.
SİYASETIN “BİZ VE DİĞERLERİ” BİÇİMİNDE TANIMI
Her ne kadar Easton’ın yaklaşımı ilk bakışta geçerli gözüküyorsa da, siyaseti etkileşim ortamlarında değer dağıtımına ilişkin olarak tanımlamanın yeterli olup olmadığı tartışılabilir. Örneğin Schmitt, Der Begriff des Politischen adlı kitabında tam tersi bir dizi öneride bulunuyor. Bu kitap 1927 yılında ilk kez yayımlandığında Schmitt, Alman hukuk geleneğinde siyaset bilimine yakınlıklarıyla tanınan “devlet kuramcıları” arasında tartışmalı ama saygıdeğer bir isimdi. Kitabını, devleti siyasal bir varlık ve siyaseti devletin yetki alanı olarak tanımlayan –ve Schmitt’e göre akıl almaz boyutlarda kısır döngüler çizen- meslektaşlarının görüşlerini sorgulamak için yazmıştı.
Schmitt, siyasetin niteliğini tanımlayabilmek için önce “siyasal” içerikli kararların neler olduğunu saptamak gerektiğini belirtir. Bu ise, siyasal alanın sınırlarını belirleyecek iki karşıt terimin bulunmasına bağlıdır. Nasıl ki, ahlaki kararların sınırları “iyi/kötü”, ekonomik kararlarınki “karlı/karsız” ya da hukuksal kararlarınki “yasal/yasal olmayan” gibi karşıt terimlerle belirleniyorsa, Schmitt’e göre, siyaset için karşıt terimler üzerinde henüz bir anlaşma sağlanamaması, bu alanda çalışanların liberal ve hümanist önyargıları sonucu sorunun gerçek niteliğini görememelerinden kaynaklanmaktadır.
Bu noktada bir parantez açarak Schmitt ve Easton’ın toplumsal yaşama ilişkin temel bakış açılarını karşılaştıralım. Gördüğümüz gibi Easton birbiriyle bağlantılı birçok etkileşim ortamı öngörmüş, bunların her birinin görece düzenli bir dağıtım sürecine sahip olduğunu belirtmiş ve en azından bazılarının, işlevsel olarak diğerlerine eşit olsalar bile, siyasal nitelikte olduklarına değinmişti. Schmitt’e göre ise, toplumsal yaşam kendi içinde düzensiz ve tehdit edicidir. Görece düzenli etkileşim ancak belirli ortam ya da toplumlarda, kendi çıkarlarına ters düşen ve yayılmacılık politikası güden devletlerin kargaşa yaratma tehlikesine karşı koyabilen toplumlarda söz konusudur. Yasal, dinsel, ekonomik, bilimsel vb. deneyimlerin insan yaşamında her zaman gerçekleşme olasılığı vardır. Bu olasılığın gerçeğe dönüşmesi ise bir toplumu diğerinden ayıran tarihin belirlediği hassas sınırların siyasal faaliyetlerle korunmasına bağlıdır. Her ne kadar zaman zaman bazı faaliyetler birden fazla toplumun üyelerinin katılımını gerektiriyorsa da, genelinde düzenli toplumsal yaşam tek tek toplumlarda mevcuttur. Dolayısıyla siyaset topluluklar arası sınırları çizmek ve korumakla yükümlüdür. Özellikle de her topluluğun kültürel benliğini dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı savunmak görevini üstlenmiştir.
Yukarıdakilerle bağlantılı olarak Schmitt siyasal alanı “dost/düşman” ayrımı çerçevesinde tanımlar. Bir topluluğun en temel siyasal işlevi başka topluluklardan hangilerinin dost hangilerinin düşman olduğunu belirlemektir. “Biz ve Diğerleri” ikileminde dost olarak nitelediğimiz topluluklar, bizim bağımsız ve bölünmemiş bir toplum olarak varlığımızı kabul edenler, düşman diye nitelediklerimiz ise, birliğimizi ve bağımsızlığımızı tehdit edici siyasal faaliyette bulunanlardır.
Birliğimiz ve bağımsızlığımız en önemli amaçlarımız arasındadır. Ancak bunları koruduğumuz sürece topluluğumuzun ruhuna uygun diğer faaliyetlerde bulunabiliriz. Eğer bu böyleyse, yönetim sorunu ve “devlet kuramı” konularında pek çok kişi tarafından kabul görmüş yaklaşımların bazıları savunulabilir olmaktan çıkar. Özellikle bu, siyaseti ve hukuku eşanlamlı gören Rechtsstaat kuramını benimseyenler için doğrudur. Schmitt’e göre, siyasal kararların yasal kurallarla ya da “yasal/yasal olmayan” türü ayrımlarla hiçbir ilişkisi yoktur. Hukuk, sadece standartlaştırılmış ya da standartlaştırılabilecek kararlarla ilgilidir. Dost ve düşman arasındaki kararlar ise, kapsayıcı bir kurallar sisteminin dışında faaliyet gösteren bağımsız topluluklar arasındaki mücadele sonucunda oluşur. Dolayısıyla bu kararlar, belirli standartlara tabi olmayacak kadar güncel ve sonucu belirsiz durumları kapsar.
Bu demektir ki, her siyasal karar ivedi bir durumla, istikrarsız ve bedeli belli olmayan ortamlarda harekete geçmeyi zorunlu kılan sorunlarla ilgilidir. Bu durumlarda yasallık değil, etkinlik önemlidir. Aslında siyaset hukuktan önce gelir, tersi değil. Hukuk kuramları da, ivedi durumların toplumsal yaşamın olağan akışından daha önde geldiğini kabullenmek zorundadır.
Siyasal kararları, kavramlarla oynayarak ya da ideolojik kaygılardan hareketle başka türde kararlarla karıştırmamamız gerekir. Düşmanımız karlı ekonomik ilişkilere girebileceğimiz bir topluluk olabilir ya da olmayabilir. Ahlaki açıdan kötü olabilir. Bunların önemi yoktur. Dost ve düşman arasındaki karar hepsinin üstündedir. Bu kararı doğru verebilmek için siyaset adamı kafasını yasal, ahlaki, ekonomik vb. tüm ikincil kaygılardan arındırmalıdır. Bu kaygılar, siyaset dışı alanlarda önemli olsa bile siyasal bir karar her şeyden önce var olmakla ilgilidir. Ahlaki değildir. “Diğeri” tarafından “Biz”e kabul ettirilen bir tepkidir.
Eğer “’Diğeri” nedeni ne olursa olsun “Biz”i düşman olarak tanımlıyor ve düşmanca davranıyorsa, aynı tür bir karşılık vermek zorundayız. Tepkimiz de, silahlı bir çatışmanın en azından olasılığını gündeme getirmelidir.
Son kertede düşman, siyasal ihtilaf vb. kavramların asıl anlamı zor kullanma olasılığında yatar. Zora başvurma ise, düşmanın tamamen yok edilmesi ile sonuçlanır… Savaş, düşmanlığın sonucudur… Savaş, siyasetin içeriği, amacı ya da tek yolu değildir. Ancak, siyasetin varsaydığı gerçek bir olasılıktır. “Siyasal boyut” kendine özgü teknikleri olan savaş durumuyla ilgili değildir ama savaşın gerçek bir olasılık olduğunu belirten, topluluk için yarattığı durumu dile getiren bir davranış biçimidir. |
Özetle siyaset, düşmanımız olan “Diğerleri” ile çatışma olasılığına karşı sürekli bir hazırlığı içerir. Ayrıca, her ne kadar siyaset insan yaşamının belirgin faaliyetlerinden sadece biri ise de, diğer tür faaliyetlerden üstündür; çünkü asıl amacı topluluğun devamını sağlamaktır. Toplum sürekliliğini koruyamazsa diğer faaliyetlerin yürütülmesine de olanak yoktur. Siyasal kararlar, özünde düzensiz ve sorunlarla yüklü olan topluluklar arası ilişkileri ilgilendirir. Başka hiçbir karar bu denli önemli değildir.
Easton’ın siyasal olarak nitelendirdiğini Schmitt, siyasetin ikincil önemde bir türevi olarak görmektedir. Hiç kuşkusuz herhangi bir toplum diğer topluluklarla dost ya da düşman ilişkileri çerçevesinde etkileşimde bulunurken zorunlu olarak içte birtakım dağıtım sorunlarıyla karşı karşıya gelecektir. Örneğin birisinin, devletin hangi kurumlarının hangi kararları almakta yetkili olduklarına, bu kurumların ne tür bir gücü olduğuna, bu kurumlarda kimlerin görev yapacağına ve bireyler ya da gruplar arasında hangi toplumsal değerlerin dağıtımında etkili olacaklarına yasal olarak karar vermesi gerekir. Ancak, siyasetini salt bu tür sorunlara indirgeyen toplulukların sonu endişe vericidir. Böylesi bir topluluk ahlaki açıdan kimi düşman kabul edeceğine nasıl karar verecektir ya da kuralları uygulamaya koyarak onunla nasıl başa çıkacaktır? Topluluğun kendi içinde durum ne olursa olsun, topluluklar arası ilişkiler ahlaki bir boşlukta yürütülür. Hazırlıklı olmak her şey demektir.
Schmitt’e göre dünyada çoğulcu bir yapının mevcudiyeti, diğer bir deyişle siyasal toplulukların birden fazla olması, hiçbir topluluğun içeride siyasal çoğulculuğa izin vermemesini, siyasal karar alma merkezlerinin çoğalmasına ya da dağılmasına göz yummamasını gerektirir. Her topluluk içinde sadece bir merkezin bu tür kararlar alma yetkisi vardır ve bu yetki dikkatle korunmalıdır. Hatta siyasal kararları tek bir kişinin vermesi gerekir; çünkü topluluğun dost ve düşmanlarının kim oldukları sorununu karara bağlamak için o anki durumu değerlendirebilmek ancak tek bir kişinin işidir. Ahlaki değerlendirmeler liberal bir bakış açısı için önemlidir. Ancak eldeki ivedi sorunun çözümlenmesinde hiçbir önemleri yoktur
Savaş, savaşan adamın ölmeye hazır olması, düşman tarafından olan insanların yok edilmesi… Tüm bunların ahlaki bir önemi yoktur. Sadece varoluşla ilgilidir. Varoluş ise, herhangi bir ideal, program ya da değerler dizisinde değil, mücadelenin gerçeğinde önem kazanır. İnsanların birbirini öldürmelerini haklı kılmak için öne süreceğiniz hiçbir amaç yeterince akılcı, hiçbir değer yeterince doğru, hiçbir program yeterince örnek, hiçbir toplumsal ideal yererince çekici, hiçbir meşruiyet savı ya da yasal düzenleme yeterince bağlayıcı değildir. Bir savaş idealler ya da haklar uğruna mücadele edilmesinden dolayı değil, gerçek bir düşmana karşı konulmasından dolayı anlam kazanır. |
Açıktır ki Schmitt düşüncelerinde sertlik yanlısı olmanın ötesinde kan dökülmesini savunmaktadır. Ancak bu tutumunu tartışma götürmez faşist eğilimlerine bağlamadan önce şunu da belirtmek gerekir. Yakın tarihte ahlaki, ideolojik ya da yasal kıstasların uluslararası ilişkilere uygulanması sonucunda devletler arasındaki gerginliklerin ortadan kalktığını ya da silahlı çatışmaların hızını yitirdiğini görmüyoruz.
İKİ GÖRÜŞÜN KARŞILAŞTIRILMASI
Bu noktada, Easton ve Schmitt’in yönetime ilişkin fikirleri arasındaki önemli farklılıklara değinmek istiyorum. Birincisi, Easton’ın görüşleri içeriye dönüktür. Her şeyden önce, siyasal sistemin iç sorunlarıyla ilgilidir; Schmitt’inki ise dışa dönüktür. Sistemin dış sorunları üzerinde durur. İkincisi, Easton için insanlığın en önemli sorunu kaynakların kıt oluşudur. Schmitt için ise sorun tehlikenin mevcudiyetidir. Üçüncüsü, Easton’ın görüşleri siyasetin ekonomist denebilecek bir tanımını içerir. Easton’ın anlayışına göre, siyasal süreç, bireylere özel yaşamlarında değer verdikleri şeylerin dağıtımını sağlar. Schmitt’e göre ise siyasetin tek işlevi olan topluluğun güvenliği ve birliğini korumak, soruna bireyler açısından bakıldığında sadece o topluluğun üyeleri iseler önem taşır, Easton’ın anladığı türde bir siyaseti özetlemek için bir yasama meclisinin tartışmalarına ya da bir yargıcın verdiği kararlara bakmamız gerekir. Sembolik, karşılıklı tartışmaya dayanan, sivil süreçler önemlidir. Schmitt’in dünyasında ise siyasetin bu boyutları, askeri bir tehdidi bertaraf etmek ya da askeri bir müdahaleye girişmek için bir topluluğun temelini oluşturan gerçek silahlı güç karşısında ikincil önem taşır.
Son olarak, bu iki farklı görüş, Avrupa’da siyasetin niteliğine ilişkin çok eski bir tartışmayı yansıtmaktadır. Easton’ın görüşü Thomas More’un Utopia adlı kitabındaki fikirleri akla getirmekte ve Normanlar sonrası İngiltere’nin siyasal deneyimlerine dayanmaktadır. Saldırgan komşularının sürekli tehditlerinden dört bir yanını çevreleyen denizle korunan bir ülkede, siyasal düşünce ve eylem doğal olarak içe dönmüş, İngiliz Uluslar Topluluğu’nun refahını sağlamak (İngilizce’deki “Commonwealth” kelimesi bile bu ortak refaha verilen önemi belirtir) ve ülke içinde şeref ve ayrıcalık hiyerarşilerini belirlemek ön plana çıkmıştır. Burada siyasetin özünü kamuoyu tartışmaları, hakların korunması, yasaların yapılması ve bu yasaların yürürlüğe konması oluşturmuştur. Buna karşılık Schmitt, Kıta Avrupası ‘nda ilk önce Makyavel tarafından 16. yüzyılda savunulan, sonraları Batı ve Orta Avrupa’da ortaya çıkmaya başlamış bağımsız devletlerin yönetim biçimini oluşturan bir görüşü yeniden gündeme getirmektedir. Burada siyasetin en önemli boyutu, her ülkenin etrafındaki komşularının sınırlarına ister gerçek, isterse olası bir tehdit yöneltiyor olması ve bunun sonucunda ilgili tarafların tümünün kabul edebileceği bir denge sağlama çabasıdır. Bu durumda siyasal düşünce ve eylem zorunlu bir biçimde dışa dönük olmakta, en önemli boyutunu diplomasi ve savaş oluşturmaktadır.
Easton ve Schmitt’in yaklaşımlarındaki eksiklikler ne olursa olsun, günümüz siyasetini böylesi kurumsal bir düzeyde ele alan başka hiçbir görüşün aynı ağırlıkla değerlendirilebileceğini sanmıyorum. Özellikle üretim araçlarına sahip bir sınıf egemenliğini sağlamak ya da sona erdirmek amacıyla örgütlü güç kullanımını siyasetin özü olarak gören Marksist yaklaşım Easton’ın görüşlerinin radikal bir türü olarak görülebilir. Her ne kadar Marksist yaklaşım baskı ve sınıf mücadelesine ağırlık verdiği için Easton’ın görüşlerine kıyasla daha katı ise de, her iki bakış açısında topluluk her şeyden önce işbölümü çerçevesinde tanımlanmakta ve topluluk içinde dağıtım süreçleri vurgulanmaktadır.
İKİ GÖRÜŞÜN UZLAŞTIRILMASI
Easton ve Schmitt’in yaklaşımları arasındaki keskin farklılıklara rağmen, siyasetin temel yapısal niteliklerinden biri hakkında görüş birliğinde olmaları ilginçtir. Her ikisine göre de siyasetten sorumlu olan kurum güç kullanımına imkân tanıyacak ayrıcalıklara sahip olmalıdır. Hiç kuşkusuz Easton bu ayrıcalığın tek bir kurumla sınırlı olması gerektiğinde Schmitt kadar ısrarlı değildir ve güç kullanımının ülke dışından çok içeride gerçekleştiğini savunmaktadır. Ancak, zor kullanmanın gerekliliği hakkındaki ortak görüşleri bu iki yaklaşımın bir şekilde uzlaştırılabileceğini göstermektedir. Belki de her biri siyasete bakışlarında bütünün kendi içinde yeterli bir tanımını sunmak yerine sadece bir boyutunu belirtmektedir.
İlk bakışta Schmitt’in yaklaşımını benimseyip Easton’ınkine ikincil bir önem vermek, bu iki görüşü bağdaştırabilmek açısından makul görülebilir. Bir topluluğun toprak ve kültür bütünlüğü ile tarihsel sürekliliğini korumak hem mantıksal hem de kronolojik olarak üretilen değerlerin içerideki dağıtımını sağlamaktan önce gelir. Buna karşılık, Easton’ın görüşlerini ön plana çıkarmak ve topluluğun bağımsızlığının içerideki değer dağıtımından kaynaklandığını savunmak saçma görülebilir.
Ancak mesele bu kadar basit değildir. Schmitt’in görüşlerinin, ahlaki açıdan itici yönlerini bir kenara bıraksak bile, yeterli bir başlangıç oluşturamayacak kadar ciddi eksiklikleri vardır. En temel yanlışı, topluluğu yani, “Biz”i bir veri olarak ele alması, sonra da bu verinin ne kadar kolay yok olabilir, ne kadar tehlikede ve ne kadar ortama bağımlı olduğunu vurgulamasıdır. Ancak topluluğu oluşturmak, Schmitt’in tanımladığı türde bir siyasetin koruması gereken kader birliğini yaratabilmek hiç kuşkusuz siyasetin en önemli boyutudur. Topluluk bir veri değildir. Siyasetin bir ürünüdür. Siyaset ancak topluluğu oluşturduktan sonra koruyabilir. Ve ilk kertede topluluğu oluşturmak için siyaset Easton’ın vurguladığı, Schmitt’in ise küçümsediği sembolik süreçler olmadan işlevini yerine getiremez. Easton’ın yanıldığı nokta ise, bu süreçleri ancak değer dağıtımıyla ilişkileri kurulduğu ölçüde siyasal olarak nitelendirmesidir. Gördüğümüz gibi değerler önce yaratılmalıdır ki dağıtılabilsin. Değer yaratmak ise dağıtımdan daha önemli olabilir. Ayrıca, yaratılan birtakım değerler, örneğin bir park ya da seçim hakkı, bireyler arasında dağıtılamaz. Bu tür değerlere ancak topluca sahip olunabilir.
Eğer Schmitt’in siyaset tanımında gaddarca ve şeytanca bir boyut varsa, Easton’ınkinde de basit ve yaratıcılıktan uzak bir boyut vardır. Herhalde siyaset, birtakım açgözlülerin, birbirine husumet beslemelerine rağmen işbirliğinde bulunarak el sıkışmalarıyla gerçekleştirilecek bir dağıtım sürecinin ötesindedir.
Catlin’in aşağıdaki tanımı gerçeğe daha yakındır: “Siyaset, insanların birlikte hareket etmek ve rekabet içinde olmak; boyun eğmek ve kontrolü elinde tutmak; bunları gerçekleştirirken de herhangi bir nesnenin üretilmesi ve tüketilmesi amacıyla değil, diğer insanlarla etkileşimlerinde kendi isteklerini gerçekleştirmek için faaliyette bulunmalarıyla ilgilidir.“ Buna karşın, toplumun tümü için bağlayıcı olan kararların alınması ve meşrulaştırılması, iç düzenin sağlanması ve sürdürülmesi gibi Easton’ın vurguladığı süreçler olmaksızın Schmitt’in tanımında topluluğun temelini oluşturan türde bir kimlik kazanılması olanaksız gözükmektedir.
Belki de Schmitt, toplulukların kendi kimliklerini, ancak kendilerine ait olarak kabul ettikleri şeyleri başkalarından sakınarak tanımlayabileceklerini söylerken haklıdır. Ama bir topluluk “Biz”i neyin biz yaptığını kavramaksızın dostla düşman arasındaki ayrımı nasıl yapabilir? Bu nedenleri kavramak ise topluluğun kendi içindeki yaşamı özgün bir düzene sokmadan nasıl mümkündür? Ancak bu böyle ise, o zaman neden içteki kargaşa tehdidine karşı bu tür bir anlayışı yaratacak süreçlere “siyasal” demeyelim?
Özetle, eğer Easton’ın içe dönük kavramsallaştırmasından dağıtıma ilişkin aşırı vurguyu çıkaracak olursak ve bu kavramsallaştırmayı topluluk için hayati olan değerlerin tek tek bireyler yerine ortak sahiplenilmesini kapsayacak biçimde genişletirsek, Schmitt’inki gibi siyasetin temel, özgün ve vazgeçilmez boyutlarına işaret eden bir görüş açısı elde ederiz. Aslında bu iki görüş birbirini tamamlamaktadır. Schmitt’in yaklaşımını şeytanca ya da faşist olarak nitelendirip bir kenara atsak bile tarih onu doğrulamaktadır. Toplumsal yaşamın tehlikeliliği ve nihai düzensizliği kabul edildiğinde bunun uzantıları tamamen gayri ahlaki ve özellikle günümüzde, gerçekten korkutucudur. Son iki yüzyılda kat edilen tüm aşamalara rağmen, Adam Smith’in aşağıdaki cümlelerindeki umudu paylaşmak için her türlü neden, ama ona inanmak için çok az gerekçe vardır: “Dünyanın çeşitli ülkelerindeki insanlar cesaret ve güç eşitliğine ulaşabilirlerse, ortak bir korku sonucu bağımsız devletlerin adaletsizlikleri birbirinin haklarına saygı göstermeye dönüşebilir.“
KURUMSAL FARKLILAŞMA KURAMI
Buraya kadar, anlamlı olarak “siyasal” denebilecek faaliyetleri içeren toplumsal yaşamın temel birtakım koşullarını saptamaya çalıştık. Bu koşulların nasıl karşılandığı, faaliyetlerin nasıl bir örüntü oluşturduğu sorularını sormadık. Sadece, yönetimin zor kullanma olanaklarına sahip olması gerektiğine işaret etmekle yerindik. Bu sorunlar kitabın geri kalan kısımlarında ele alınacaktır. Bu bölümde tartıştığımız kavram çerçevesinde asıl amacımız, yönetim sistemlerinden birinin, modern devletin, kendine özgü yapısal niteliklerinin zamanla nasıl geliştiğini incelemek olacaktır;
Açıktır ki, modern devletin niteliği gereği birden fazla devlet mevcut olduğundan ve modern devletler tarihsel olarak çeşitli kurumsal düzenlemeler sergilediklerinden, modern devletten bahsederken sadece tek bir yönetim sistemine gönderme yapmak ancak aşırı bir soyutlama düzeyinde mümkündür. Konuyu bu düzeyde ele aldığımızda bazı sosyologlar modern devletin oluşumunu bir “kuramsal farklılaşma” örneği olarak görmeyi uygun bulmaktadırlar. Diğer bir deyişle, bir toplumun temel işlevsel sorunlarının zamanla giderek karmaşıklaşan ve belirginleşen bir dizi yapısal düzenlemelere yol açtığı bir süreç. Bu görüşe göre modern devletin oluşumu, örneğin ekonomiyi, aileyi ve dini etkileyen benzer kurumsal farklılaşmalarla koşut gider ve bunları tamamlar.
Geçmişteki büyük sosyologlar arasında bu yaklaşımı modern devletin niteliğini kavramsal olarak anlamak için kullanan pek çok ünlü ad vardır. Günümüzde de aynı yaklaşımı benimseyen sosyologlar çoktur. Ayrıca bu yaklaşımın evrimsel değişimlerle uğraşan başka bilim dalları için de çekiciliği yadsınamaz. Üstelik değişik düzeylerde kullanılabilir. Denebilir ki, modern devletin gelişimindeki temel süreç, “modernleşen” Batı toplumlarında bir yandan kişisel alanla toplumsal alan, öte yandan da kamusal alanla siyasal alan arasındaki farklılıkların kurumsallaştırılması ve bu sürecin daha sonraları her alan içinde giderek ileri götürülmesidir. Örneğin, kamusal alanda “güçler ayrımı” anayasal kurumlara farklı yönetim işlevleri vermiştir. Kişisel alanda, meslek grupları aile kurumundan farklılaşmıştır, vb.
Böylece bu yaklaşımı benimseyen biri, farklılaşma sürecinin oldukça genişletilmiş, gerekli uyarlama ve kısıtlamalara tabi tutulmuş bir modelini, çok geniş bir olaylar dizisine uygulama ve her özel durumda aynı “mantığın” nasıl çalıştığını görebilme avantajına sahiptir. Nitekim bu kitapta birçok kez bu yaklaşımı yararlı buldum. Ancak genelinde üç nedenden dolayı yaklaşımı tümüyle benimsememeyi tercih ettim.
Birincisi, çoğu kez açıkça belirtildiği gibi, biyolojik evrim kuramlarıyla ilişkisinden dolayı bu yaklaşım gerçek bir bilimsel kuram statüsünü kazandığını ileri sürmekte, özellikle de incelediği olayları açıkladığını iddia etmektedir. Bu tür bir iddianın doğrulanması için sosyologların meşru bir nedenleri olup olmadığı bir kenara, bugüne kadar hiç kimse Darwin ya da Mendel’in doğal evrim kuralı için geliştirdikleri açıklayıcı güce erişebilmiş ve toplumsal evrimin mekanizmalarını belirleyebilmiş değildir.
İkincisi, güçlü ve zayıf noktaları ne olursa olsun bu kuram farklılaşma sürecini geri dönüşe kapalı olarak görmektedir. Bu durumda da, devlet ve toplum arasındaki ayrıma, dolayısıyla farklılaşmayı giderek ortadan kaldıran en son gelişmelere ışık tutması olanaksızdır.
Son olarak, modern devletin kurumsallaşma öyküsünü sadece genel bir toplumsal değişim kuramı çerçevesinde anlatmak, olsa olsa devletin Avrupa kıtasındaki varlığının diğer bölgelere nasıl yayıldığının bir haritasını çıkarmaya yarayabilir. Ancak bizim bu kitaptaki amaçlarımız açısından bu yeterli değildir. Böylesi genel bir kuram devletin kökenleri hakkında bize bilgi veremez. Herhangi bir toplumda, Weber’in deyimiyle “maddi-manevi” güçler ve çıkarlar ile bunlar arasındaki etkileşimden ortaya çıkan yeni yönetim sistemini saptamakta yetersiz kalır. Ayrıca, modern devletin gelişiminde ağırlığı olan fikirleri yansıtabileceği de söylenemez. Örneğin, kamuoyu tartışmaları ile bağlayıcılığı olan yasalar arasındaki ikilemi kapsayan eski Yunan düşüncesinin siyasal sürece bakış açısı. Hıristiyanlığın dinsel bireyciliği ile evrenselliği ve kişisel hakların kısıtlanması durumunda bireyin kendisinden güçlü bir makama karşı bile meşru olarak direnebileceğini savunan Alman düşün geleneği gibi modern devletin gelişiminde temel rol oynamış düşünceleri irdeleyemez.