Büyüme: Yanılsamalar ve Gerçekler
Para, Devletler ve Biz | Thomas Piketty | Ağustos 26, 2017 at 5:36 pmZengin ve yoksul ülkeler arasındaki büyük eşitsizlikler aynı şiddetle sürse de, dünya genelinde bir yakınsama yaşandığını ve gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerle arayı kapatma sürecinin günümüzde de devam ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca elimizde, bu arayı kapatma sürecinin öncelikle zengin ülkelerin yoksul ülkelerde yaptığı yatırımların neticesi olduğunu gösteren bir kanıt yok, hatta tüm kanıtlar tam aksini gösteriyor. (Geçmiş tecrübelere bakılarak, yoksul ülkelerin kendilerine yatırım yapmalarının gelecek açısından daha umut verici gözüktüğü söylenebilir.) Ancak, bu önemli yakınsama meselesinin ötesinde, asıl üzerinde durmak istediğimiz, 21. yüzyılda bir yavaş büyüme rejimine geri dönülebileceğidir. Daha açık ifade edersek, istisnai dönemler ve arayı kapatma halleri dışında, büyümenin gerçekte her zaman nispeten düşük olduğunu göreceğiz ve her şey gelecekte, en azından demografik bileşeni bakımından, daha da düşeceğine işaret ediyor.
Bu sorunu ve onun yakınsama süreci ve eşitsizlik dinamikleriyle ilişkisini daha iyi anlayabilmek için, üretimdeki büyümeyi ikiye ayırmamız büyük önem taşıyor: Bir yanda nüfusun büyümesi; diğer yanda ise kişi başına üretimdeki büyüme. Diğer bir deyişle, büyüme her zaman biri sat demografik ve diğeri ise tamamen ekonomik olan iki bileşenden meydana gelir, yalnızca ekonomik büyüme yaşam koşullarının iyileştirilmesini sağlayabilir. Kamuoyu tartışmalarında bu ayrışma çoğu zaman unutulur, hatta kimi zaman nüfustaki büyümenin tamamen durduğu varsayılır –ki buna henüz zaman var, hatta her şey yavaşça o yönde ilerlediğimize işaret etse de, çok zaman var. Örneğin, 2013-2014 yıllarında dünya ekonomisinin büyüme oranı, gelişmekte olan ülkelerde gözlemlenen süratli ilerlemeler sayesinde, büyük ihtimalle %3’ü geçecektir. Ancak dünya nüfusu hâlâ yılda yaklaşık %1 oranında büyümektedir, bu nedenle de kişi başına düşen dünya üretimindeki (ya da dünyada kişi başına gelirdeki) artışın oranı gerçekte %2’nin biraz üstüne zor çıkacaktır.
Çok Uzun Vadedeki Büyüme
Günümüzdeki eğilimlere dönmeden önce, zamanda geriye gidip, Sanayi Devrimi’nden bu yana dünyadaki büyümeye ilişkin aşamalar ve rakamlar hakkında bir fikir edinmeye çalışalım. Öncelikle Tablo 2.1.’de gösterilen uzun vadedeki büyüme oranlarını inceleyeceğiz. Bu tabloda birçok önemli nokta dikkati çekmektedir.
İlk tespit, büyümede 18. yüzyılda başlayan hızlı artışın nispeten düşük yıllık büyüme oranlarıyla ilerlediğidir; ikinci tespit ise, büyümenin demografik ve ekonomik bileşenlerinin kabaca aynı oranlarda gerçekleştiğidir. Erişebildiğimiz en isabetli tahminlere göre, dünya GSYH’sının yıllık büyüme oranı 1700-2012 arasında ortalama %1,6’ydı, bunun %0,8’i nüfustaki artışı, kalan %0,8’i de kişi başına üretimdeki artışı yansıtıyordu.
Bu seviyeler, günümüzdeki tartışmalarla kıyaslandığında kulağa oldukça düşük gelebilir, zira bugün yıllık %1‘in altındaki bir büyüme genellikle önemsiz kabul edilir ve büyümenin büyüme kabul edilebilmesi için, yıllık %3 ya da %4 oranına, hatta Avrupa’da Otuz Altın Yıl döneminde (Trente Glorieuses, 1945-1975) ve günümüzde Çin’de olduğu gibi, daha yukarılara ulaşması gerektiği varsayılır.
Aslında bu, 1700’ den bu yana gerek kişi başına üretimde, gerekse nüfusta gözlemlenen % 1’e yakın yıllık büyüme ritminin eğer uzun bir süre boyunca tekrar ederse – gerçekte çok hızlı ve Sanayi Devrimi’nden önceki yüzyıllarda karşılaştığımız sıfıra yakın büyümeyle kıyaslanamayacak bir büyümeye tekabül ettiği anlamına gelir.
Maddison’ın hesaplamalarına göre” demografik ve ekonomik büyüme oranı 0-1700 arasında %0,1’den düşüktür (tam olarak söylersek, nüfusta yıllık %0,06 ve kişi başına üretimde 0,02 oranında bir büyüme).
Bu tahminlerin kesinliği elbette yanıltıcıdır: Dünya nüfusunun 0 – 1700 arasındaki değişimine dair bilgilerimiz oldukça sınırlıdır – kişi başına üretimdeki değişime dair ise neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Aslında pek de önem taşımayan kesin rakam hakkındaki belirsizlikler ne olursa olsun, büyüme oranlarının ilkçağdan Sanayi Devrimi’ne dek yılda %0,1-0,2’nin altında seyrettiği konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bunun oldukça basit bir sebebi var: Daha yüksek büyüme oranları, milat civarında nüfusun çok az olduğuna –bu pek akla yatkın değil— veya yaşam standartlarının, ortak kabul gören geçim seviyelerinin net bir biçimde altında kaldığına işaret ederdi. Aynı sebepten, önümüzdeki yüzyıllardaki büyüme de, en azından demografik bileşen bakımından, şüphesiz çok daha düşük seviyelere geri dönecektir.
Kümülatif Büyüme Yasası
Bu gerekçelendirmeyi daha iyi anlayabilmek için, “kümülatif büyüme” yasası olarak adlandırabileceğimiz, çok uzun bir dönem boyunca biriken yıllık düşük büyüme oranlarının neticede hatırı sayılır bir ilerlemeye yol açacağı olgusuna kısaca göz atmak faydalı olabilir.
Daha somut ifade edecek olursak, dünya nüfusu 1700-2012 arasında neredeyse yılda ortalama %0,8 oranında büyümüştür. Ancak üç yüzyılda gerçekleşen bu kümülatif büyüme, dünya nüfusunun en az on katına çıkmasına neden olmuştur. Diğer bir deyişle, dünyanın nüfusu 1700 yılında 600 milyon iken, 2012 yılında bu sayı 7 milyarı geçmiştir (bkz. Grafik 2.1). Eğer bu ritim gelecek üç yüzyılda da sürerse, dünya nüfusu 2300 yılında 70 milyarı geçecek demektir.
Kümülatif büyüme yasasının tartışmalı etkilerini daha açık bir biçimde gösterebilmek için, yıllık bazda ölçülen büyüme oranları (alışılmış sunum tarzı budur) ile daha uzun vadede sağlanan ilerlemeler arasındaki ilişkiyi Tablo 2.2’ye yansıttık. Örneğin, nüfusta yıllık %1 oranındaki bir büyüme, otuz yıl sonunda % 35 artışa karşılık gelecektir: nüfus bu hızla yüzyıl sonra üç, üç yüzyıl sonra yirmi, bin yıl sonra ise yirmi bin kat artmış olacaktır. Bu tablodan çıkarılacak en basit sonuç, yılda %1-1,5’den yüksek olan büyüme oranlarının, baş döndürücü bir nüfus artışı olmaksızın sonsuza dek sürdürülemeyeceğidir.
Farklı zamansal çerçevelerin, büyüme sürecine dair birbiriyle çelişen algılar yarattığını açıkça görebiliyoruz. Bir yıllık süre için, %1 oranındaki bir büyüme oldukça düşük, hatta algılanamaz gibi görünebilir ve o yılı yaşayan kişiler çıplak gözle bu büyümeyi göremezler, o yılın bir önceki yılın neredeyse aynısı olduğu, tam bir durgunluk yaşandığı izlenimini edinebilirler. Demek ki büyüme nispeten soyut bir kavram, tamamen matematiksel ve istatistiki bir ifade olarak ortaya çıkar. Ancak, zamansal çerçeveyi bir nesli içine alacak, yani, bir toplumun işleyişindeki değişimleri yeniden değerlendirmek için en uygun zaman dilimi olan otuz yılı kapsayacak şekilde genişletirsek, aynı büyüme, oldukça gözle görülür bir dönüşümü ifade eden ve %30’u geçen oranda bir ilerlemeye karşılık gelir. Bu oran, her nesilde ikiye katlayan yıllık %2-2,5 oranındaki bir büyüme kadar gösterişli değildir, ancak yine de toplumu düzenli ve derinlemesine bir biçimde tazelemek, uzun vadede kökten dönüştürmek için yeterlidir.
“Kümülatif büyüme” yasası, “kümülatif getiri” denen yasa ile temelde özdeştir ve bu yasaya göre de, az orandaki yıllık getiri oranı, uzun vadede bileşik oranda artar ve otomatik olarak başlangıç sermayesinde büyük bir artışa dönüşür –getirinin sürekli olarak yeniden yatırıma dönüştürülmesi ya da en azından söz konusu toplumdaki büyüme oranına kıyasla daha küçük bir kısmının sermaye sahibi tarafından tüketilmesi kaydıyla.
Zaten bu kitabın başlıca savı da, sermayenin getiri oranı ile büyüme oranı arasında ilk bakışta çok küçük gibi görülen bir farkın, uzun vadede verili bir ülkedeki eşirsizliklerin yapısı ve dinamikleri üzerinde epey güçlü ve istikrar bozucu sonuçlara yol açabileceğidir, Her şey bir anlamda kümülatif büyüme ve kümülatif getiri yasalarından kaynaklanmaktadır, dolayısıyla bu kavramlarla şimdiden tanışmakta yarar var.
Demografik Büyümenin Aşamaları
Şimdi, dünya nüfusundaki büyümeyi incelemeye geri dönelim.
1700-2012 arasında gözlemlenen demografik büyüme ritmi –yıllık ortalama %0,8– ilkçağdan beri gerçekleşseydi, dünya nüfusunun 0-1700 arasında yaklaşık 100.000 katına çıkmış olması gerekirdi. 1700 yılındaki nüfusun yaklaşık 600 milyon olduğu tahmin ediliyorsa, tutarlı kalabilmek için, İsa’nın yaşadığı çağda nüfusun komik bir düzeyde olduğunu (gezegenin tamamında en fazla 10.000 kişi) varsaymak gerekecekti. Bin yedi yüz yıl boyunca biriken yıllık %0,2’lik bir büyüme oranı bile, milat civarında dünya nüfusunun yalnızca 20 milyon olduğu anlamına gelir; oysa erişebildiğimiz bilgiler o çağda dünya nüfusunun 200 milyonu geçtiğini, sadece Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaklaşık 50 milyon insan yaşadığını gösteriyor. Bu iki tarihe dair tarihsel kaynaklar ve nüfus tahminleri ne derece hatalı olursa olsun, 0-1700 arasındaki ortalama demografik büyüme oranının %0,2’nin altında kaldığı ve büyük ihtimalle %0,1’den de küçük olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur.
Genel inanışın aksine, Malthus’ün ilkeleriyle uyumlu olan bu çok düşük oranlı büyüme, tam bir demografik durgunluk manasına gelmemişti. Büyüme ritmi şüphesiz oldukça ağırdı ve birden çok nesil boyunca süren kümülatif büyüme, genellikle sağlık ya da beslenmeyle ilgili krizleri takiben birkaç yılda sıfıra düşüyordu. Dünya nüfusu 0-1000 arasında 1/4, 1000-1500 arasında 1/2 ve 1500-1700 arasında da yine 1/2 oranında artmış gibi görünmektedir; bu son dönemde demografik büyüme oranı yıllık %0,2’ye yaklaşmıştır. Demografik büyümenin kazandığı ivme, tıptaki ve sıhhi yaşam koşullarındaki iyileşmelerle birlikte ilerleyen kademeli bir süreç gibi görünmektedir, bu da onun fazlasıyla yavaş ilerlediği anlamına gelir.
Demografik büyüme, gerçekten de 1700 yılından sonra ciddi biçimde ivme kazanmıştır; yıllık ortalama büyüme oranı 18. yüzyılda %0,4, 19. yüzyılda ise %0,6’dır. Avrupa, uzantısı olan Amerika’yla birlikte, en hızlı demografik büyümeyi 1700-1913 arasında yaşamış, bu süreç 20. yüzyılda tam tersine dönmüştür: Avrupa nüfusunun büyüme oranı, 1913 – 2012 arasında %0,4 ile yarı yarıya düşer; hâlbuki 1820-1913 arasında bu oran %0,8’dir. Bu, demografik geçiş olarak bilinen olgudur: Yaşam beklentisindeki sürekli artış, doğum oranlarındaki düşüşü telafi etmeye anık yetmez ve nüfusun büyüme ritmi yavaş yavaş düşmeye başlar.
Asya ve Afrika’da doğum oranı Avrupa’dakinden çok daha uzun süre yüksek seviyede kalmayı başarmış, bu yüzden de 20. yüzyılda demografik büyüme baş döndürücü seviyelere ulaşmıştır: Yılda %1,5 – 2 oranındaki bir büyüme, yüz yıl içinde nüfusun beş katına, hatta daha da fazlasına çıktığı anlamına gelir. Mısır’ın 20. yüzyıl başındaki nüfusu 10 milyonu biraz geçiyordu, bugün 80 milyonu bulmuştur. Nijerya ve Pakistan’ın nüfusları 20. yüzyıl başında 20 milyondan biraz fazlaydı, ancak bugün her birinin nüfusu 160 milyonu geçmiştir.
20. yüzyılda Asya ve Afrika’nın ulaştığı demografik büyüme ritmi –yılda %1,5-2 – 19. ve 20. yüzyıllarda Amerika’da gözlemlenen ritimle neredeyse aynıdır (bkz. Tablo 2.3.) ABD’nin 1780’li yıllarda 3 milyonu bulmayan nüfusu, 1910’lu yıllarda 100 milyona ve 2010’lu yıllarda ise 300 milyona ulaşmış, hatta 300 milyonu geçmiştir; bu da, iki yüzyılı biraz geçen bir süre zarfında nüfusun yüz katına çıktığı anlamına gelir. Elbette buradaki önemli fark, 20. yüzyılda Asya ve Afrika’da görülen % 1,5-2 oranındaki büyümenin tamamen doğal bir artışa (doğum oranının ölüm oranının üzerine çıkmasına) bağlıyken, Yeni Dünya’nın demografik büyümesinin büyük ölçüde diğer kıtalardan, özellikle de Avrupa’dan aldığı göçten kaynaklanmasıdır.
Demografik büyümedeki bu ivmenin neticesi şudur: 18. ve 19. yüzyıllardaki %0,4 ve %0,6’yı geçmeyen oranlarla kıyaslandığında, dünya nüfusundaki büyüme oranı 20. yüzyılda rekor bir seviye olan %1,4’e varmıştır (bkz. Tablo 2.3).
Demografik büyümenin sonsuz bir ivrneyle arttığı bu süreçten şu anda çıkmakta olduğumuzu anlamak önem taşıyor. 1970 ile 1990 arasında dünya nüfusu yılda %1,8 oranında büyümeyi sürdürdü; bu oran, 1950 ile 1970 arasında gözlemlenen tarihi rekora (%1,9) neredeyse eşitti. 1990-2012 arasında bu oran hala yılda %1,3’tü ki bu da oldukça yüksek bir orandı.
Resmi öngörülere bakılırsa, dünya ölçeğindeki demografik geçişin, yani gezegen nüfusunun istikrara kavuşmasının günümüzde hız kazanması gerekmektedir. Birleşmiş Milletler’in senaryosuna göre, demegrafik büyüme oranı 2030-2040’a kadar yılda %0,4’ün altına düşecek ve 2070-2080’den itibaren %0,1 civarında sabitlenecektir. Bu öngörüler gerçekleşirse, dünya 1700’ler öncesindeki, demografik büyümenin çok düşük olduğu bir rejime geri dönecektir. Bu doğru ise, dünya nüfusunun büyüme oranı 1700-2100 arasında devasa bir çan eğrisi çizmiş, eğrinin tepe noktasını da 1950 ve 1990 arasındaki %2’lik oran oluşturmuş olacaktır. (bkz. Grafik 2.2)
Diğer yandan, 21. yüzyılın ikinci yarısı için öngörülen düşük demografik büyümenin (2050 ve 2100 arasında beklenen %0,2 oranındaki artış) tamamen Afrika kıtasından kaynaklanacağını da (yılda %1’lik büyüme) belirtmek gerek. Diğer üç kıtada nüfus büyümesi ya duracak (Amerika’da %0) ya da nüfus azalacaktır (Avrupa’da ―%0,1 ve Asya’da ―%0,2). Barış zamanında böyle bir uzatmalı negatif büyüme durumu, tarihte ilk kez tecrübe edilmiş olacaktır. (bkz. Tablo 2.3).
Negatif Demografik Büyüme Mümkün mü?
Bu öngörüler bir dereceye kadar belirsizlik içerirler. Bir yandan yaşam beklentisindeki değişime (ve dolayısıyla da tıp alanındaki bilimsel keşiflere), diğer yandan da gelecek nesillerin sahip olunacak çocuk sayısı konusundaki kararlarına bağımlıdırlar. Yaşam beklentisi verili kabul edilirse, demografik büyüme kendiliğinden doğurganlık tarafından belirlenecektir. Akılda tutulması gereken önemli nokta şudur: İnsanların sahip olmaya karar verdikleri çocukların sayısındaki ufak değişikliklerin toplumun tamamı üzerinde hatırı sayılır etkileri olabilir.
Oysa demografi tarihi bize, doğurganlık tercihlerinin büyük ölçüde öngörülemez olduğunu göstermektedir. Bir kere, bireylerin kendileri için tayin ettikleri yaşam gayeleriyle bağlantılı kültürel, ekonomik, psikolojik ve kişisel görüşlere göre değişirler. Bu tercihler aynı zamanda farklı ülkelerin, aile yaşantısı ile mesleki yaşantıyı bağdaştırma olanağı verecek maddi koşullar (okul, kreş, cinsiyetler arası eşitlik vs.) sunma veya sunmama kararına göre de değişirler; şüphesiz bu husus 21. yüzyıldaki tartışmalarda ve kamu politikalarında giderek daha fazla önem kazanacaktır. Yukarıda genel hatlarını çizdiğimiz resmin ötesinde, nüfus tarihinde, genellikle her ülkenin kendi tarihine özgü bölgesel farklılıklar ve çarpıcı değişimler olduğunu da gözlemliyoruz.
En çarpıcı değişimler şüphesiz Avrupa ve Amerika’da yaşandı. 1780 yılında Ban Avrupa ülkelerinin toplam nüfusu hala 100 milyonun üstündeyken ve Kuzey Amerika’nın nüfusu da henüz 3 milyonu bulmamışken, hiç kimse bu dengenin değişeceğini tahmin edemezdi. 2010’lu yılların başına geldiğimizde, Kuzey Amerika’nın 350 milyonluk nüfusuna karşılık Batı Avrupa’nın nüfusu 410 milyonu geçmişti. Birleşmiş Milletler’in öngörülerine göre, bu arayı kapatma süreci, Kuzey Amerika’nın 450 milyonluk nüfusuna karşılık, Avrupa nüfusunun yaklaşık 430 milyona çıkacağı 2050’li yıllarda tamamen sona ermiş olacak. Bu değişimin yalnızca göç dalgalarıyla değil, aynı zamanda Yeni Dünya’daki doğurganlık oranının Yaşlı Avrupa’dakinden fazla olmasıyla da izah edilmesi ilginçtir; bu fark günümüze dek, üstelik Avrupa menşeli gruplar arasında bile süregelmiştir ve sebepleri, nüfus bilimciler için büyük ölçüde gizemini korumaktadır. Özellikle de Amerika’daki daha yüksek doğurganlığın nispeten daha cömert aile politikalarıyla izah edilmesi mümkün değildir: Çünkü Atlantik ötesinde bu tür politikalar neredeyse mevcut bile değildir.
Peki, bunu geleceğe yönelik daha büyük bir inançla, Kuzey Amerika’ya özgü iyimserlikle, kendisinin ve çocuklarının daimi büyüme içindeki bir dünyada yaşayacağına inanma temayülüyle açıklayabilir miyiz? Doğurganlık kararları gibi karmaşık seçimler söz konusu olduğunda, hiçbir kültürel ya da psikolojik açıklama devre dışı bırakılamaz. Ve hiçbir şey önceden belli olmaz: Amerika’nın demografik büyümesindeki düşüş durmuş değildir ve Avrupa Birliği’ne yönelik göçlerdeki artış sürerse ya da Avrupa’daki yaşam beklentisi Amerika’daki yaşam beklentisiyle arayı açarsa, bu durum tersine dönebilir. Birleşmiş Milletlerin öngörüleri kesinlik içermez.
Böyle çarpıcı demografik değişimleri her kıta özelinde de buluyoruz. Fransa, 18. yüzyılda Avrupa’nın en kalabalık ülkesiydi (daha önce de değindiğimiz gibi, Young ve Malthus bunu Fransa kırsalındaki yoksulluğun, hatta Fransız Devrimi’nin nedeni olarak görmüşlerdi), ancak daha sonra demografik geçiş Fransa’da normalde olduğundan daha erken gerçekleşti: 19. yüzyıldan itibaren doğumlarda ani bir düşüş ve nüfus gerçekleşti: 19. yüzyıldan itibaren doğumlarda ani bir düşüş ve nüfus büyümesinde neredeyse duraklama yaşandı (bu durum, yine vaktinden önce gerçekleştiği kabul edilen “Hıristiyanlıktan arındırma” olgusuna bağlandı). Nihayetinde 20. yüzyılda doğum oranında olağandışı bir sıçrama görüldü (genellikle, savaşlar ve 1940’taki yenilginin yarattığı travmadan sonra yürürlüğe sokulan aile politikalarına atfedilir). Birleşmiş Milletler’in 2050’li yıllarda Fransa’nın nüfusunun Almanya’nın nüfusunu geçeceği yönündeki tahminlerine bakılırsa, Fransa bu bahsi kazançJa kapatabilir, yine de bu değişimde etkili olan diğer hususları –ekonomik, politik, kültürel, psikolojik– ayırt etmek oldukça zordur.
Çok daha büyük bir ölçekte, Çin’in tek çocuk politikasının neticeleri herkese malumdur (Çin’in az gelişmiş ülke statüsünden kurtulmayı başaramamaktan korktuğu 1970’lerde alınan bu karar, günümüzde esnetilme evresindedir). Günümüzde Hindistan’ın nüfusu Çin’in nüfusunu geçmek üzeredir, hâlbuki bu radikal karar alındığında Çin’in nüfusu Hindistan’ın nüfusundan %50 oranında daha fazlaydı. Birleşmiş Milletler’e göre, 2020-2100 arasında dünyanın en kalabalık ülkesi Hindistan olacaktır. Ancak bu konuda da kesin bir şey söylemek mümkün değildir: Nüfus tarihi her zaman bireysel seçimler, kalkınma stratejileri, ülkenin psikolojik durumu, kişisel motivasyonlar ve güç istencinin bir karışımı olacaktır. Hiç kimse 21. yüzyılda nüfusta meydana gelebilecek değişimleri gerçekten öngörebildiğini söyleyemez.
Bu nedenle de Birleşmiş Milletler’in resmi öngörülerini “asıl senaryo” olmanın dışında, bir veri diye kabul etmek oldukça iddialı bir yaklaşım olur. Zaten Birleşmiş Milletler de iki farklı senaryo daha yayımlamış durumdadır ve 2100 yılına dair bu senaryolar arasındaki farklar, beklenilebileceği gibi, oldukça büyüktür.
Bildiklerimizin mevcut durumu itibariyle, bu asıl senaryo yine de elimizdeki en makul senaryodur. 1990 ile 2012 arasında Avrupa’nın toplam nüfusu zaten neredeyse tamamen durgunluğa girmiş ve bazı ülkelerde de azalışa geçmişti. Almanya, İtalya, İspanya, Polonya’daki doğurganlık 2000’li yıllarda kadın başına 1,5 çocuğun altına düştü ve nüfustaki hızlı düşüşü önleyen ise yalnızca yaşam beklentisindeki artışla birlikte yoğun bir göçmen akışıydı. Bu şartlarda, Birleşmiş Milletler’in 2030’dan itibaren Avrupa için öngördüğü %0 büyüme oranı ya da daha düşük oranlar kesinlikle aşırı değildir, hatta görünen o ki tüm tahminler içinde en makul olanıdır. Birleşmiş Milletler’in Asya ve diğer yerler hakkındaki tahminleri için de aynı durum geçerlidir: Japonya ya da Çin’de şu anda dünyaya gelen nesiller, 1990’larda doğanlardan 1/3 oranında daha azdır. Demografik geçiş büyük ölçüde tamamlanmıştır. Kişisel ve politik tercihlerdeki değişimlerin bu eğilimler üzerinde yapacağı etki sınırlıdır –hafif ekside olan (Japonya ve Almanya’da olduğu gibi) oranlar, hafif artıya geçebilirler (Fransa ve İskandinav ülkelerinde olduğu gibi I), ki bu da ciddi bir fark yaratacaktır- ancak, en azından gelecek birkaç on yıl süresince, görüp görebileceğimiz bu kadardır.
Uzun vadeli tahminlere gelince, onlar çok daha büyük belirsizlikler taşırlar. Bununla birlikte, eğer 1700-2012 arasında gözlemlediğimiz demografik büyüme ritmi –yılda %0,8- gelecek üç yüzyıl boyunca sürse, dünya nüfusu da 2300 yılında 70 milyar seviyesine ulaşmış olurdu. Şüphesiz doğurganlıkla ilgili tavrın değişebileceği, (şu anda hayal edemeyeceğimiz bir biçimde çevreyi daha az kirleten bir büyümeyi sağlayabilecek, yok denilecek kadar az karbon izi bırakan geri dönüşümlü enerjilerle doğada tamamen çözünebilecek mallar ve hizmetler üretebilecek) teknolojik ilerlemelerin gerçekleşebileceği ihtimallerini göz ardı edemeyiz. Ancak şu aşamada 70 milyarlık bir dünya nüfusunun ne makul ne de arzu edilir bir şey olduğunu söylersek abartıya kaçmış olmayız. Gerçekleşmesi en olası varsayım, dünya nüfusunun büyüme oranının gelecek yüzyıllarda net olarak %0,8’in altında kalacağıdır. Demografik büyüme oranının uzun vadede düşük ama anı bir seviyede –yılda %0,1-0,2– olacağı yönündeki resmi tahmin ise oldukça makul görünmektedir.
Büyüme: Yazgıları Eşitleyen Güç
Her durumda, bu kitabın amacı demografik tahminlerde bulunmaktan ziyade bu çeşitli olasılıkları dikkate almak ve servetin dağılımındaki değişim açısından doğurduğu sonuçları analiz etmektir. Zira demografik büyüme yalnızca ülkelerin birbirleri karşısında sahip oldukları gelişmişlik ve güç açısından sonuçlar doğurmakla kalmaz, aynı zamanda eşitsizliklerin yapısı açısından da önemli çıkarımlar sağlar. Diğer her şeyin eşit olduğu bir durumda, yüksek bir demografik büyüme eşitleyici bir rol üstlenmeye meyleder, zira geçmişten gelen servetlerin, dolayısıyla mirasın önemini azaltır: Her nesil bir anlamda kendi kendini inşa etmek durumunda kalır.
Uç bir örneği alırsak, herkesin on çocuğunun olduğu bir dünyada, mirasa pek de güvenmemenin –genel bir kural olarak– çok daha doğru olacağı açıktır, çünkü ailenin serveti her nesilde ona bölünecektir. Böyle bir toplumda mirasın genel ağırlığı oldukça azalır ve kendi emeğine ya da kendi tasarruflarına güvenmek daha gerçekçi bir davranış olur.
Amerika’da olduğu gibi, başka ülkelerden alınan göçlerle nüfus sürekli yenilendiğinde de aynı durumla karşılaşılır. Göçmenler dikkate eğer bir servetle gelmediğine göre, bu tür toplumlarda geçmişten gelen servet miktarı, tasarrufla birikmiş yeni servetlere kıyasla oldukça sınırlıdır. Göçün yol açtığı demografik büyüme, özellikle de göçmenler ile yerli halk arasındaki ve bu iki grubun kendi içindeki eşitsizlikler açısından, bambaşka sonuçlar doğurur; dolayısıyla böyle bir toplumun durumu, nüfusunun dinamizmini asıl olarak doğal (yani doğum yoluyla) büyümeden alan bir toplumun durumuyla tam olarak karşılaştırılamaz.
Nüfustaki ciddi bir büyümenin etkileri hakkındaki önsezinin, belli bir dereceye kadar, hızlı bir ekonomik –yalnızca demografik değil – büyümeye sahip ülkeler açısından genellenebileceğini göreceğiz. Mesela kişi başına üretimin her nesilde on katına çıktığı bir ülkede, kişinin kendi emeğiyle elde ettiği gelir ve tasarrufa güvenmesi daha doğru olur: Önceki nesillerin gelirleri, şimdi kazanılan gelirlere kıyasla öyle düşük kalırlar ki, babalar veya dedeler tarafından biriktirilmiş servetler fazla bir şey ifade etmezler.
Buna karşılık, nüfus büyümesindeki durgunluk –daha da önemlisi azalma– geçmiş nesiller tarafından biriktirilmiş sermayenin etkisini artırır. Aynı durum ekonomik durgunluk için de geçerlidir. Düşük bir büyüme oranı söz konusu olduğunda, sermayenin getiri oranının büyüme oranını net bir biçimde geçmesi çok mümkündür; kitabın giriş bölümünde, uzun vadede zenginliğin paylaşımında çok büyük bir eşitsizliğe yol açan asıl kuvvetin bu olduğunu belirtmiştik. Tarihte karşımıza çıkan, servet ve miras olguları tarafından güçlü bir şekilde yapılandırılmış, aile servetinin babadan oğla aktarımına dayalı toplumların –geleneksel tarım toplumları ya da 19. yüzyılın Avrupa toplumları– yalnızca büyümenin düşük hızla seyrettiği bir dünyada ortaya çıkıp varlıklarını sürdürebildiklerini göreceğiz. Düşük büyüme oranlarına olası bir geri dönüş halinde, bunun sermaye birikiminin dinamikleri ve eşitsizliğin yapısı açısından doğuracağı önemli sonuçlan ele alacağız. Bu elbette miras yoluyla edinilmiş servetin yeniden önem kazanması anlamına gelir; etkileri Avrupa’da şimdiden hissedilmeye başlayan ve dünyanın diğer kısımlarına yayılması da olası, uzun vadeli bir hadise söz konusudur. Araştırmamız çerçevesinde demografik ve ekonomik büyümenin tarihine atfettiğimiz önemin gerekçesi budur.
Büyümenin, eşitsizliklerin azaltılması ya da en azından elit sınıf içinde daha hızlı bir yenilenme sağlanması yönünde ilerlemesine olanak veren başka bir mekanizmadan da –birinciden daha önemsiz ve muğlak olmakla birlikte, onun eksiklerini tamamlama potansiyeline sahiptir– söz etmemiz gerek. Büyüme sıfır ya da çok düşük olduğu zaman, farklı ekonomik ve sosyal işlevler, farklı tipte mesleki faaliyetler, bir nesilden diğerine hemen hiçbir değişikliğe uğratılmadan aktarılarak yeniden üretilirler, Yıllık % 0,5, % 1 ya da % 1,5 oranında bile olsa süreklilik gösteren bir büyüme ise, tam tersine durmadan yeni işler yaratıldığı, her nesilde yeni uzmanlık alanlarına gereksinim duyulduğu anlamına gelir. Zevkler ve kabiliyetler nesilden nesle ancak kısmen aktarılabildiğine göre (başka bir deyişle bunlar toprak, gayrimenkul ya da finansal sermaye kadar otomatik ya da mekanik bir biçimde aktarılmazlar), büyüme de ebeveyni bir önceki neslin elit sınıfından olmayan bireylerin toplumsal açıdan sınıf atlamasına imkân verebilir. Toplumsal hareketlilikteki bu artış her zaman gelir eşitsizliğinde bir azalma anlamına gelmese de, teorik açıdan, servetten kaynaklanan eşitsizliklerin zaman içinde yeniden üretilmesi ve genişlemesini, dolayısıyla da uzun vadede gelir eşitsizliklerini bir dereceye kadar sınırlandırır.
Modern büyümenin bireysel beceriler ve eğilimlerin keşfinde rakipsiz olduğu yönündeki bu biraz beylik düşünceye şüpheyle yaklaşmakta yarar var. Belli bir gerçeklik payı olsa da, bu sav 19. yüzyılın başından bu yana –çapları ve kökenleri ne olursa olsun- tüm eşitsizlikleri meşrulaştırmak ve yeni sanayi düzeninin galiplerini her türlü başarı halesiyle taçlandırmak maksadıyla sıkça kullanılmıştır. Liberal ekonomist ve Temmuz Monarşisi valisi Charles Dunoyer 1845 yılında De la Liberté du Travail [Çalışma Özgürlüğü Hakkında] isimli (doğal olarak halkı gözeten yasal düzenlemelerin tamamına itiraz ettiği} kitabında şöyle yazmıştı: “Endüstriyel ekonominin yol açacağı şeylerden biri yapay eşitsizlikleri yok etmektir; doğal eşitsizlikler ancak bu sayede daha belirgin hale gelebilir.” Dunoyer’ye göre bu doğal eşitsizlikler, fiziksel, entelektüel, ahlaki kapasitelerdeki farklılıkları içeriyordu; bu farklılıklar nereye baksa gördüğü yeni büyüme ve icatlar ekonomisi açısından vazgeçilmez bir öneme sahipti: bu nedenle, her türlü devlet müdahalesini reddediyordu: “Üstün nitelikler büyük ve faydalı her şeyin kaynağıdır. Her şeyi eşitliğe indirgerseniz, her şeyi duraklama noktasına getirirsiniz.” 2000-2010 yıllarında aynı düşüncenin zaman zaman yeniden dile getirildiğini, yeni bilgi ekonomisi en yetenekli bireylerin verimliliklerini artırmalarını sağlar, dendiğini duyduk. Bu argümanın genellikle aşırı eşitsizlikleri meşrulaştırmak ve kazananların konumunu savunmak için kullanıldığını, kaybedenleri ve gerçekleri pek de hesaba katmadığını, bu kullanışlı prensibin gözlemlediğimiz değişimlere gerçek bir açıklama getirip getiremeyeceğini doğrulamak yönünde pek de çaba harcanmadığını kabul etmek gerekir. Bu konuya geri döneceğiz.
Ekonomik Büyümenin Aşamaları
Şimdi kişi başına üretimdeki büyüme konusuna geliyoruz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, 1700-2012 arasında gerçekleşen toplam büyüme oranı, nüfusun büyüme oranı ile tam olarak aynı seviyedeydi: Yılda ortalama %0,8, yani üç yüzyılda en az on kat artış. Şu anda dünyada kişi başına düşen aylık ortalama gelir yaklaşık 760 avrodur. 1700’de bu gelir ayda 70 avronun altındaydı; bu seviye Sahraaltı Afrika’nın en yoksul ülkelerinin 2012 yılındaki gelir seviyesiyle yaklaşık olarak aynıdır.
Bu karşılaştırma aklımızı çelebilir, ancak önemi abartılmamalıdır. Bu kadar farklı ülkeler ve dönemler arasında koşutluk kurmaya çalışırken, her şeyi “şu toplumun yaşam düzeyi diğerininkinden on kat daha yüksektir” tarzında tek bir göstergeye indirgemek yanıltıcı olur. Büyüme bu seviyelere ulaştığında, kişi başına üretimdeki artış nüfusun büyümesinden daha soyut bir kavramdır, nüfusun büyümesi en azından az çok elle tutulur bir gerçekliğe tekabül eder (insanları saymak, mal ve hizmetleri saymaktan daha kolaydır). Ekonomik kalkınmanın tarihi öncelikle hem yaşam tarzlarındaki hem de üretilen ve tüketilen mal ve hizmetlerdeki çeşitlenmenin tarihidir. Dolayısıyla da çok boyutlu bir süreçtir ve doğası gereği tek bir parasal gösterge onu hakkıyla özetlemeye yetmez. Örnek olarak en zengin ülkeleri ele alalım. Batı Avrupa, Kuzey Amerika ya da Japonya’da ortalama gelir 1700 yılında kişi başına ayda 100 avronun çok az üstündeyken, 2012 yılında 2.500 avroyu geçmiş, yani yirmi katından fazla artmıştır. Gerçekte verimlilikteki, yani saat başına düşen üretimdeki artış bundan çok daha yüksekti, zira kişi başına düşen çalışma saati günümüzde büyük oranda azalmıştır: Tüm gelişmiş ülkeler zenginleştikçe, daha çok boş zaman yaratmak için çalışma sürelerini kısaltma seçimini yapmışlardır (daha kısa işgünü, daha uzun tatiller vs.).
Bu çarpıcı gelişme 20. yüzyıla çok şey borçludur. Dünyada, 1700-2012 arasında %0,8 olan kişi başına yıllık ortalama büyüme, 18. yüzyılda %0,1, 19. yüzyılda %0,9 ve 20. yüzyılda %1,6 olarak ayrıştırılabilir (bkz. Tablo 2.1) Batı Avrupa’da 1700-2012 arasındaki %1’lik ortalama büyüme ise, 18. yüzyıl için %0,2, 19. yüzyıl için %1,1 ve 20. yüzyıl için de %1,9 olmak üzere ayrıştırılabilir. Avrupa’da ortalama satın alma gücü 1700-1820 arasında bariz biçimde yükselmiş, ardından da 1820-1913 arasında iki katından ve 1913-2012 arasında da altı katından fazlasına çıkmıştır. 18. yüzyıl, önceki yüzyılların mustarip olduğu ekonomik durgunluktan nasibini almıştır. 19. yüzyıl tarihte ilk kez kişi başına üretimde sürdürülebilir bir büyümeye tanık olmuştur, ancak nüfusun büyük bir kesimi, en azından yüzyılın ilk üç çeyreğinde, bundan pek istifade edememiştir. Ekonomik büyüme ancak 20. yüzyılda herkes için elle tutulur ve önemli bir gerçekliğe dönüşmüştür. Avrupalıların 2010’lu yılların başında ayda 2.500 avro olan ortalama geliri Belle Epoque’ta 1900-1910 civarında ayda 400 avronun biraz altındaydı.
Ancak satın alma gücünün yirmi katına, on katına ya da altı katına çıkması ne anlama geliyor? Bunun, 2012 yılının Avrupalılarının, 1913 yılında da ürettikleri ve tükettikleri tüm mal ve hizmetleri nicelik olarak altı kat daha fazla üretip, altı kat daha fazla tükettikleri anlamına gelmediği açıktır. Mesela, gıda ürünlerinin ortalama tüketiminin altı katına çıkmış olmasına imkân yoktur. Çıkması anlamsız olurdu, zira besin ihtiyacımız böyle bir artışa ulaşılmasına gerek kalmadan zaten giderilmiş olurdu. Diğer tüm ülkelerde olduğu gibi Avrupa’da da, satın alma gücünde ve yaşam kalitesinde uzun vadede görülen yükselme, her şeyden önce tüketim kalıplarındaki dönüşüme bağlıdır: Çoğunlukla gıda ürünlerinin bulunduğu bir tüketici mal sepetinden, endüstriyel ürünleri ve hizmetleri içeren çok daha büyük bir çeşitlilik barındıran bir tüketim sepetine geçtik.
Ayrıca 2012 yılının Avrupalıları, 1913 yılında tükettikleri mal ve hizmetlerin nicelik olarak altı katını tüketmeyi isteseler bile, bunu yapmalarına olanak yoktur: Bazı malların fiyatları “ortalama” fiyatlardan daha yavaş, bazılarının fiyatı da daha hızlı bir biçimde yükselmiştir: dolayısıyla satın alma gücünün her tip mal ve hizmet için altı katına çıktığını söylemek mümkün değildir. Kısa vadede, “nispi fiyat” problemi göz ardı edilebilir ve satınalma gücündeki artışı doğru bir biçimde ölçmek için devlet istatistik kurumlarının oluşturduğu “ortalama” fiyat endekslerinin kullanılabileceği düşünülebilir. Ancak uzun vadede tüketim kalıplan ve nispi fiyatlar, özellikle yeni mal ve hizmetlerin ortaya çıkmasıyla radikal biçimde değiştiğinde, istatistikçiler ellerindeki binlerce fiyat verisini işlemek ve ürünlerin kalitesindeki artışı ölçmek için ne denli karmaşık teknikler kullanırlarsa kullansınlar, ortalama fiyat endeksleri meydana gelen dönüşümlerin doğasını doğru bir şekilde kavramamızı sağlayamazlar.
Satınalma Gücünün On Kat Artması Ne Anlama Gelir?
Aslında, Sanayi Devrimi’nden bu yana yaşam standartları ve tarzlarındaki çarpıcı değişimi ölçmenin tek yolu, gelir seviyelerinin günümüzdeki parasal karşılığına bakmak ve bunları başka dönemlerde de tüketilen farklı mal ve hizmetlerin fiyat seviyeleriyle karşılaştırmaktır. Şimdilik, bu tür bir çalışmadan çıkarılabilecek temel dersleri özetlemekle yetineceğiz.
Mal ve hizmetleri her zaman yapıldığı gibi şu şekilde üçe ayırıyoruz: Verimlilikteki artışın ekonominin ortalamasının üstünde ve fiyatların, fiyatlar genel seviyesinin nispeten daha altında olduğu endüstriyel mal ve hizmetler; verimlilikteki artışın uzun süre boyunca sürekli ve belirleyici olduğu, ancak endüstriyel ürünlerdekine kıyasla düşük seyrettiği ve bu nedenle fiyatların fiyatlar genel seviyesi ile koşut biçimde arttığı gıda malları (bu elbette, ciddi bir artışla büyüyen nüfusun beslenmesine izin verdiği gibi, tarımsal işgücünün de giderek başka işler yapabilecek şekilde özgürleşmesini sağladı) ve son olarak, verimlilikteki artışın genel olarak nispeten düşük olduğu (hatta bazı durumlarda sıfıra yakın, bu da bu sektörün neden giderek artan bir işgücünü kendine çekme eğiliminde olduğunu açıklar) ve fiyatların fiyatlar genel seviyesinden çok daha hızlı yükseldiği hizmetler.
Bu genel ayrım herkesin malumudur. Ana hatları tüm dünyada geçerlilik arz etse de, daha da ayrıntılı bir biçimde ele alınmaları gerekir. Aslında her sektör kendi içinde büyük bir çeşitlilik barındırır. Gıda ürünlerinin birçoğunun fiyatı gerçekten de tüm fiyatların ortalamasıyla aynı oranda değişmiştir. Mesela Fransa’da havucun kilosu, 1900-1910 ve 2000-2010 dönemlerinde fiyatlar genel seviyesi ile aynı oranda değişmiştrir, dolayısıyla havuç üzerinden ifade edilen satınalma gücü de ortalama satınalma gücü ile aynı değişimi göstermiştir (yaklaşık olarak altı katına çıkmıştır). 20. yüzyılda ortalama bir ücretlinin satın alma gücü, günde 10 kilonun biraz altında havuç satın almaya yetiyordu ve 21. yüzyılın başında ise bu miktar yaklaşık 60 kiloya çıktı. Diğer gıda ürünleri, mesela süt, tereyağı, yumurta gibi hayvansal ürünler, işleme, üretim, saklama vs. gibi konularda önemli teknik gelişmelerden nasibini aldı. Bu nedenle de nispi fiyatlarda bir düşüş ve satınalma gücünde de altı kata ulaşan bir artış gözlemledik. Aynı durum, taşıma maliyetlerindeki düşüşten yararlanan ürünler için de geçerlidir: Bu yüzyılda bir Fransızın portakal satınalma gücü on kat, muz satınalma gücü ise yirmi kat artmıştır. Buna karşılık, ekmek ya da et (kilo olarak) satınalma gücü ise dört kattan daha az artmıştır; gerçi bu ürünlerde de kalite ve çeşitlilik konusunda ciddi bir artış yaşanmıştır.
Endüstriyel ürünlerde durumlar daha da çeşitlilik gösterir, bunun öncelikli sebebi radikal biçimde yeni diye nitelendirebileceğimiz ürünlerin ortaya çıkışı ve onların performansındaki çarpıcı gelişmelerdir. Geçtiğimiz dönemden verilebilecek tipik örnek, elektronik ürünler ve bilgisayar teknolojisidir. 1990-2000 arasında bilgisayarlar ve cep telefonlarında, ardından 2000-2010 arasında tablet bilgisayarlar ve akıllı telefonlarda meydana gelen değişimler birkaç yıl içinde satın alma gücünde on katlık bir artışa yol açmıştır: Bir ürünün fiyatı yarıya düşerken, performansı beş katına çıkmıştır.
Endüstriyel gelişmenin uzun tarihinde en az bunun kadar çarpıcı başka örnekler bulunabileceğini görmekte yarar var. Mesela bisikleti ele alalım. 1880-1890 arasında satış katalogları ve broşürlerinde yer alan en ucuz modeller, ortalama İşçi ücretinin altı aylık toplamına eşitti; kaldı ki bunlar, “tekerlekleri sadece tek kat kauçukla kaplanmış ve tek freni de doğrudan ön tekere bağlı olan”, oldukça ilkel modellerdi. Teknik gelişmeler sayesinde, 1910-1920 arasında bisiklet fiyatı, bir aylık ortalama ücretin de altına indi. Gelişme devam etti ve 1960-1970 yıllarının kataloglarında yer alan kaliteli (çıkarılabilir tekerlekli, iki freni, zincir muhafazası, çamurluğu, taşıma arkalığı, farı, yan aynası olan) bisikletleri, bir haftalık ortalama gelirden daha düşük bir fiyata satın alabilir hale geldik. Ürünün kalitesi ve güvenliğindeki baş döndürücü gelişmeler bir yana, bisiklet satın alma gücü de 1890-1970 arasında on dört katına çıkmış oldu.
Gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkeler için, elektrik ampullerinin, ev aletlerinin, çarşafların, tabakların, giysilerin, otomobillerin fiyatları o dönemde geçerli olan ortalama ücretlerle karşılaştırılmak suretiyle bu örnekler çoğaltılabilir. Tüm bu örnekler, “Yaşam standardı şu dönemle şu dönem arasında on kat yükselmiştir” tarzında tek bir göstergeyle tüm bu değişimleri ifade etmeye çalışmanın ne denli boşuna ve indirgemeci olduğunu gösterir. Yaşam tarzı ve aile bütçelerinin yapısı da radikal biçimde değişmiştir ve satın alma gücündeki artış her birine farklı şekillerde yansımıştır ortalamalar pek bir anlam ifade etmez, çünkü sonuç kişinin o ürünü ne ağırlıkta tükettiğine ve kalite anlayışına göre değişir. Özellikle de birkaç yüzyılı içine alacak bir karşılaştırma yapma, kalktığımızda, bu hususların oldukça belirsiz kaldığını görürüz.
Bunlardan hiçbirinin büyüme gerçeğini etkilemeyeceği ortadadır, tam tersine: Dünyadaki insanlara daha iyi beslenme, iyi giyinme, seyahat etme, bilgi edinme, tedavi görme vs. gibi olanaklar sağlayan Sanayi Devimi’nden bu yana maddi yaşam koşullarının iyileştiği açıktır. Büyüme oranlarını daha kısa dönemler, mesela bir ya da iki nesil itibarıyla ölçmenin cazibesini koruduğu gerçeği de değişmemiştir. Otuz ya da altmış yıllık bir dönemde, büyüme oranı yılda %0,1 (nesil başına %3), yılda %1 (nesil başına %35), ya da yılda %3 (nesil başına % 143) olarak gerçekleşmiştir. Büyüme oranları, ancak fazla uzun dönemlerde kümülatif olarak ele alındıklarında ve inanılmaz çarpımlara ulaşıldığında, kısmen anlamlarını yitirip, nispeten soyut ve keyfi göstergelere dönüşürler.
Büyüme: Yaşam Tarzlarında Farklılaşma
Bu konuyu neticelendirmek için çeşitliliğin şüphesiz en uç noktada olduğu hizmetleri ele alalım. Teoride mesele oldukça açıktır: Bu sektördeki verimlilik artışı çok daha sınırlıdır, bu nedenle de hizmetler üzerinden gösterilen satın alma gücü de o kadar belirgin biçimde yükselmemiştir. Geçtiğimiz yüzyıllar boyunca hiçbir büyük teknolojik yenilikten istifade etmemiş olan, “saf” hizmete verilen tipik örnek berberliktir. Saç kesimi için gereken çalışma süresi bu yüzyılın başına dek aynı kalmıştır; buna karşılık saç kesiminin fiyatı, (ilk bakışta) ortalama ücret ve ortalama gelir ile aynı ritimde artan berber ücretleriyle aynı çarpana sahiptir, yani saç kesim fiyatı ücretler oranında artmıştır. Diğer bir deyişle, bir saatlik çalışmayla 21. yüzyılın başında kazanılan ortalama ücret, yaklaşık olarak 20. yüzyılın başında ortalama ücretin karşılayabildiği sayıda saç kesimini karşılar: Bu yüzden de saç kesimi satın alma gücünün yükselmiş olduğunu söyleyemeyiz, aksine, bu konuda satın alma gücü biraz azalmıştır.
Aslında hizmetlerdeki çeşitlilik öylesine fazladır ki hizmet sektörü kavramı pek de bir anlam ifade etmez. Ekonomik faaliyetleri üç sektöre –birincil, ikincil, üçüncül– ayırma fikri 20. yüzyılın ortasında, her sektörün aşağı yukarı eşit– veya kıyaslanabilir– bir ekonomik faaliyet ve işgücü oranını temsil ettiği toplumlarda (bkz. Tablo 2.4.) ortaya atılmıştı. Ancak işgücünün % 70-80’i hizmet sektöründe çalışmaya başladığı andan itibaren, bu istatistiki kategori anlamını yitirmiştir, çünkü söz konusu toplumda üretilen malların ve hizmetlerin tabiatına dair artık çok az bilgi verir duruma gelmiştir.
Gelişimiyle 19. yüzyıldan bu yana yaşam şanlarındaki iyileşmenin önemlice bir bölümünü temsil eden bu devasa faaliyetler bulamacının içinde yolumuzu bulabilmek için, birçok alt kategori oluşturmamız gerekiyor. Öncelikle, en gelişmiş ülkelerde toplam istihdamın %20’sinden fazlasını (tüm sanayi sektörlerinin toplamı kadar) tek başlarına bünyelerinde toplayan sağlık ve eğitim hizmetlerini ele alalım. Tıptaki ilerlemeler ve yükseköğrenimdeki sürekli gelişmenin hızına bakılırsa, bu oranın giderek artacağını düşünmek için yeterince sebebe sahibiz. Perakende ticaret, oteller, kafeler, restoranlar, kültür ve eğlence de hızlı bir biçimde büyümüştür; bunlarda istihdam edilen işgücü de genellikle toplam işgücünün %20’sinden fazlasına tekabül etmektedir (hatta bazı ülkelerde %25’i bulmaktadır). Şirketlere verilen hizmetlere (danışmanlık, muhasebe, tasarım, veri işleme vs.), emlak ve finansal hizmetleri (emlak acenteleri, bankalar, sigorta acenteleri vs.) ve bir de ulaşımı eklediğimizde toplam işgücünün diğer bir %20’lik dilimine ulaşırız. Buna toplam işgücünün % 10’una tekabül eden kamu ve güvenlik hizmetlerini (genel kamu hizmetleri, adalet, polis, silahlı kuvvetler vs.) eklersek, işgücünün resmi istatistiklerde yer alan yaklaşık %70-80’lik dilimine ulaşırız.
Bu hizmetlerin önemli bir kısmının, özellikle de sağlık ve eğitimin genellikle vergiler ile karşılandığını ve insanlara ücretsiz olarak sunulduğunu belirtmemiz gerekiyor. Finansmanın ayrıntıları da, bunun ne kadarının vergilerle karşılandığı da ülkeden ülkeye değişebilir –mesela Avrupa’da bu oran ABD’dekinden ve Japonya’dakinden yüksektir. Ancak yine de tüm gelişmiş ülkelerde bu oran yüksektir– genellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinin maliyetinin en az yarısı ve birçok Avrupa ülkesinde de üçte ikisi vergilerle karşılanır. Bu, uzun vadede farklı ülkelerde yaşam kalitesindeki artışı karşılaştırma konusunda yeni zorluklar ve belirsizlikler ortaya çıkarır. Bu önemsiz bir mesele değildir: Bu iki sektörün toplam GSYH’nın ve en gelişmiş ülkelerdeki işgücünün %2’sinden fazlasını temsil etmesi bir yana –ki bu oran gelecekte artacaktır– muhtemelen eğitim ve sağlık son yüzyıllarda yaşam koşullarında gerçekleşen en reel ve en gözle görülür iyileşmeleri temsil etmektedir. Yaşam beklentisinin kırk yaş olduğu ve neredeyse hiç kimsenin okuma yazma bilmediği toplumlar yerine, artık seksen yıldan fazla yaşamanın oldukça sık karşılaşılan bir durum olduğu ve herkesin en azından kısmen kültüre erişebildiği toplumlarda yaşıyoruz.
Ulusal hesaplarda, karşılıksız sunulan kamu hizmetlerine, her zaman kamu kurumları –yani sonuçta vergi mükellefleri– tarafından karşılanan üretim maliyetleri üzerinden değer biçilir. Bu maliyetler özellikle çalışan sağlık personeline ve hastanelerde, okullarda, devlet üniversitelerindeki sözleşmeli çalışanlara ödenen ücretleri içerir. Değer biçme yönteminin kendine özgü kusurları elbette vardır, ancak mantıksal açıdan tutarlıdır ve bir yöntem olarak, karşılıksız sunulan kamu hizmetlerini GSYH hesaplamaları dışında tutup, yalnızca mal üretimine odaklanmaktan daha tatmin edicidir. Bu hizmetleri hesaplamaların dışında bırakmak ekonomik açıdan saçma olurdu, çünkü bu, sağlık ve eğitim hizmetlerini özel değil kamu sistemi içinde yürütmeyi –hizmetler tamamen aynı da olsa– tercih eden bir ülkenin yurtiçi hasıla ve milli gelir düzeyini tamamen keyfi bir biçimde düşürürdü.
Ulusal hesaplar için kullanılan yöntem hiç olmazsa bu sapmanın giderilmesine olanak verir. Yine de kusursuz olduğu söylenemez: Özellikle, sunulan hizmetlerin kalitesine dair herhangi bir nesnel ölçüte sahip değildir (bu hususta bazı ilerlemeler öngörülüyor), Mesela, özel sağlık sigortası sistemi sosyal sağlık sigortasından daha pahalıysa ve kalite açısından herhangi bir fark da yaratamıyorsa –ABD ve Avrupa karşılaştırması bunu düşündürmektedir- o zaman sağlık sigortası için özel bir sistemi benimsemiş ülkelerde GSYH yapay bir biçimde fazla değerleniyor demektir. Ulusal hesaplarda, devlet hastaneleri, okullar ve üniversitelerin binaları ve onlardaki araç ve gereçlerden oluşan kamu sermayesine herhangi bir bedel biçilmediğini de belirtmemiz gerekiyor. Bunun sonucunda, sağlık ve eğitim hizmetlerini özelleştiren bir ülkede, üretilen hizmetler ve çalışanlara ödenen ücretler aynı kalsa da, GSYH yapay bir biçimde artmış oluyor. Maliyet değerlemesi yönteminin, eğitim ve sağlık hizmetlerinin temel mahiyetteki “değeri” ile eğitim ve sağlık alanındaki genişleme dönemlerinde gerçekleşen büyüme oranına, gerçekte sahip olduklarından daha az değer biçilmesine yol açtığını da hesaba katmak gerekiyor.
Bu nedenle, ekonomik büyümenin uzun vadede yaşam koşullarında hatırı sayılır bir iyileştirmeye izin verdiğine şüphe yoktur; elimizdeki en isabetli tahminlere göre, 1700-2012 arasında dünyada ortalama gelirde on kattan daha fazla bir büyüme gerçekleşmiştir (aylık 70 avrodan 760 avroya) ve bu oran en zengin ülkelerde yirmi katı geçmektedir (aylık 100 avrodan 2.500 avroya). Bu denli köklü dönüşümleri ölçmenin zorluklarını da göz önünde tutarak, özellikle tek bir göstergeyle özetlenmeye çalışıldıklarında, bu rakamlar birer fetiş haline getirilmemeli ve sadece herhangi birer büyüklük seviyeleri olarak dikkate alınmalıdırlar.
Büyümenin Sonu mu Geldi?
Şimdi gelecekte ne olacağı konusuna gelelim: Az önce gerçekliğini vurguladığımız kişi başına üretimdeki çarpıcı büyüme, 21. yüzyılda acımasızca inişe mi geçecek? Teknoloji ya da ekolojiden yahut her ikisinden de kaynaklanan sebeplerle büyümenin sonuna doğru mu ilerliyoruz?
Bu soruya yanıt vermeyi denemeden önce, geçmişteki büyümenin, ne denli çarpıcı olursa olsun, hemen her zaman nispeten düşük yıllık ritimlerle –genellikle yılda 0/01-15 oranda- gerçekleştiğini akılda tutmakta yarar var. Tarihteki fark edilir biçimde daha hızlı –örneğin yılda %3-4 ya da üstünde- büyüme örnekleri, diğer ülkelerle arayı kapatmak durumunda olan ülkelerle sınırlıdır; tanım gereği, ataktaki ülke diğer ülkelerle arayı kapatınca nihayete eren bu süreç bir geçiş halidir ve zamansal açıdan sınırlıdır. Ve böyle bir arayı kapatma süreci yapısı gereği küresel bazda gerçekleşemez.
Küresel bazda, kişi başına üretimdeki büyüme oranı 1700-2012 arasında ortalama %0,8’dir; bunun içinde 1700-1820 arasında %0,1, 1820-1913 arasında %0,9 ve 1913-2012 arasında ise % 1,6’lık bir büyüme saklıdır. Tablo 2.1.’de gösterdiğimiz gibi, 1700-2012 arasında dünya nüfusunda da aynı oranda, yani ortalama %0,8’lik bir büyüme olduğunu görüyoruz.
Tablo 2.5’te her bir yüzyıl ve her bir kıtadaki ekonomik büyüme oranını gösterdik. Avrupa’da kişi başına üretimdeki büyüme 1820-1913 arasında % 1 ve 1913-2012 arasında da % 1,9’dur. Amerika’da bu oran 1820-1913 arasında %1,5’e ulaşmış ve 1913-2012 arasında yeniden % 1,5 seviyesini görmüştür.
Bu göstergelerin ayrıntıları önemli değildir, önemli olan şudur: Tarihte, teknolojik gelişmelerin ön saflarında bulunan ve kişi başına üretimdeki büyüme oranının sürekli olarak % 1,5’in üzerine çıktığı bir ülke yoktur. Geçtiğimiz on yılları ele alacak olursak, en zengin ülkelerde daha düşük bir büyüme ritmi olduğunu gözlemleriz: 1990-2012 arasında kişi başına üretimdeki büyüme oranı Batı Avrupa’da % 1,6, Kuzey Amerika’da %1,4 ve Japonya’da %0, 7’dir. Bu gerçeği anımsayarak işe başlamak önemli, zira genel kanı büyümenin yılda en az % 3 ya da %4 oranında olması gerektiğidir. Görüldüğü üzere, bu inanış gerek tarihsel gerekse mantıksal açıdan bir yanılsamadır.
Öncelikli meseleleri hallettiğimize göre, şimdi gelecekteki büyüme oranları hakkında ne söyleyebiliriz? Robert Gordon gibi bazı ekonomistlere göre, kişi başına üretimdeki büyüme ritmi, başta ABD olmak üzere, en gelişmiş ülkelerde giderek yavaşlamaya mahkûmdur ve 2050-2100 arasında yılda %0,5’in altında seyretmesi olasıdır. Gordon’un analizi, buharlı makine ve elektrikten bu yana birbirini izlemiş farklı icat dalgalarının karşılaştırılması ve yakın zamandaki –özellikle bilişim teknolojisindeki– icat dalgalarının öncekilerden çok daha düşük bir büyüme potansiyeli taşıdıkları tespiti üzerine kurulmuştur: Yakın geçmişteki dalgaların üretim biçimlerine müdahalesi öncekiler kadar kökten değildir ve bir bütün olarak ekonominin verimliliğine katkıları daha azdır.
Demografik büyümeden söz ederken söylediğim gibi, 21. yüzyılda büyümenin ne kadar olacağını öngörmek benim işim değil; ben daha ziyade, zenginliğin paylaşım dinamikleri açısından olası farklı senaryoların neticelerini değerlendirmeye çalışıyorum. Gelecekteki yeniliklerin ritmini öngörmek, gelecekteki doğurganlık oranlarını öngörmek kadar zor. En gelişmiş ülkelerde kişi başına üretimin uzun vadede yılda % 1,5’in üzerinde bir artış göstermesi, geçmiş yüzyılların tarihsel tecrübesinden hareketle baktığımda, bana pek olası gözükmüyor. Ancak bu oranın %0,5 mi, % 1 mi, yoksa % 1,5 mi olacağını söylemem mümkün değil. İleride sunacağım medyan senaryo, zengin ülkelerde kişi başına üretimde uzun vadede % 1,2 artış yaşanacağı tahminine dayanıyor; Gordon’un (bana biraz fazla karamsar gelen) öngörülerine kıyasla daha iyimserdir, ama bu senaryonun gerçekleşmesi, hızla tükenen hidrokarbon enerji kaynakları yerine yeni enerji kaynakları kullanılmadığı sürece olanaksızdır. Ancak her durumda bu da birçok senaryodan biri olmaktan öteye gitmiyor.
Yılda % 1 Seviyesindeki Büyüme Bir Toplumu Derinlemesine Değiştirir
Bana öyle geliyor ki büyüme tahminlerinin ayrıntılarından daha önemli ve anlamlı olan (daha önce gördüğümüz üzere, bir ülkede uzun vadeli büyümeyi tek göstergeye indirgemek istatistiki bir yanılgıdır) ve şu anda vurgulamamız gereken şey, kişi başına üretimde gerçekleşen yıllık % 1 oranında büyümenin aslında aşırı derecede hızlı, genelde düşünülenden çok daha hızlı bir büyüme olduğudur.
Meseleyi anlamanın en doğru yolu, bir kez daha ona nesiller üzerinden bakmaktır. Yılda % 1’lik bir büyüme, otuz yıllık bir zaman diliminde kümülatif olarak %35 oranında büyümeye tekabül eder. Yılda % 1,5 oranındaki bir büyüme ise aynı sürede kümülatif olarak %50’nin üzerine çıkar. Pratikte bu, yaşam tarzlarında ve istihdamda hatırı sayılır değişimlere yol açar. Daha somut bir biçimde ifade edecek olursak, kişi başına üretimdeki büyüme Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da geçtiğimiz otuz yıl boyunca yılda % 1-1,5 arasında seyretti ve yaşamlarımız büyük ölçüde dönüştü: 1980’lerin başında ne internet ne de cep telefonu vardı. Hava taşımacılığından nüfusun büyük bir kesimi faydalanamıyordu, günümüzde tıpta yaygın olarak kullanılan ileri teknolojilerin çoğu henüz bilinmiyordu ve nüfusun ancak azınlık denebilecek bir kısmı yükseköğrenim görebiliyordu. İletişim, ulaşım, sağlık ve eğitim alanlarında oldukça büyük değişimler yaşandı. Bu dönüşümler aynı zamanda istihdamın yapısını da ciddi biçimde etkiledi: Kişi başına üretimin otuz yıllık bir zaman diliminde % 35 ila % 5 o oranında gelişmesi, bugün üretilenlerin –dörtte bir ile üçte bir arasında– büyük bir kısmının otuz yıl önce mevcut dahi olmadığını gösterir. Dolayısıyla da bugün icra edilen mesleklerin ve görevlerin dörtte biri ila üçte birinin otuz yıl önce mevcut olmadığını söyleyebiliriz.
Demek ki 18. yüzyıldaki gibi, büyümenin sıfıra yakın ya da yılda %0,1‘in altında olduğu geçmiş toplumlarla hatırı sayılır bir farklılık söz konusudur. Yıllık büyümenin %0,1 ya da %0,2 olduğu bir toplumda her yeni nesil kendini neredeyse bir önceki nesille özdeş biçimde yeniden üretir: Mesleklerin yapısı da, servetin yapısı da aynıdır. 19. yüzyılın başından bu yana en gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, büyümenin yılda % 1 olduğu bir toplum ise kendisini derinlemesine ve kalıcı bir biçimde yenileme şansına sahiptir. Bunun, toplumsal eşitsizliklerin yapısı ve zenginliğin paylaşım dinamikleri açısından önemli neticeleri olduğunu göreceğiz. Büyüme yeni türden eşitsizlikler yaratabilir –mesela yeni faaliyet alanlarında çok daha hızlı bir biçimde servetler inşa edilebilir– ve bu arada geçmişten gelen servet eşitsizliklerinin anlamını, mirasın da belirleyiciliğini yitirmesine yol açabilir. Şüphesiz yıllık % 1 oranındaki bir büyümenin yol açtığı dönüşümlerin şiddeti, %3 ya da %4 oranındaki bir değişimin getirdiklerinden çok daha düşüktür: bu da, özellikle Aydınlanma çağından bu yana var olan daha adil bir toplumsal düzen umudunu ciddi biçimde hayal kırıklığına uğratabilir. Kuşkusuz ekonomik büyüme, yalnızca teknolojik ilerlemeye ve piyasa kuvvetlerine değil, bu amaca uygun kurumlara dayanması gereken demokratik ve meritokratik beklentileri tek başına karşılayamaz.
“Otuz Altın Yıl”dan Sonraki Kuşaklar: Kesişen Atlantik Ötesi Yazgılar
Kıta Avrupa’sı –özellikle de Fransa– Otuz Altın Yıl olarak adlandırdığımız, 1940’ların sonundan 1970’lerin sonuna dek süren, büyümenin istisnai biçimde hız kazandığı otuz yıllık dönemin nostaljisiyle yaşıyor. 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başından bu yana hangi kötü kaderin bu denli düşük bir büyümeye yol açtığı hala anlaşılamadı. Bugün, 2010’lu yılların başında bile birçok insan, bu kötü “Trente Piteuses”[Otuz Perişan Yıl] parantezinin (aslında yakında otuz beş, kırk yıl olacak) bir gün kapanacağını, bu kabusun sona ereceğini ve her şeyin eski haline döneceğini hayal ediyor.
Aslında meseleye tarihsel bir perspektiften baktığımızda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu otuz yıllık dönemin asıl istisnayı teşkil ettiğini, 1914-1945 arasında ABD ile Avrupa’nın arasında devasa bir mesafenin açıldığını ve bu mesafenin Otuz Altın Yıl döneminde hızlı bir biçimde kapandığını görürüz. Bu arayı kapama süreci bir kere tanımlandıktan sonra, Avrupa ve ABD küresel ekonominin ön safına yerleştiler ve aynı ritimde büyümeye başladılar ki bu da sınıra varmış ekonomilere özgü yavaş bir ritimdi.
Avrupa ve Amerika’daki büyüme oranlarının değişimini gösteren Grafik 2.3 bu konuyu açık bir şekilde gösteriyor. Kuzey Amerika’da böyle bir Otuz Altın Yıl nostaljisi yoktur, bunun sebebi elbette Arnerika’nın böyle bir dönem yaşamamış olmasıdır: Kişi başına üretim, 1820-2012 arasındaki uzun dönem boyunca yaklaşık olarak aynı ritimde, yıllık %1,5 – 2 civarında artmıştır. Şüphesiz bu ritim 1913-1950 arasındaki dönemde hafiften düşmüştür, %1,5’in biraz üstündedir, daha sonra 1950-1970 arasında %2’nin biraz üstüne çıkmıştır ve 1990-2012 arasında da %5’in biraz altına düşmüştür. İki dünya savaşından daha ciddi zararlar gören Batı Avrupa’daki değişimler bununla karşılaştırılamayacak derecede keskindir. Kişi başına üretim 1913’ten 1950 yılına dek duraklamış (yılda %0,5’in altında bir büyümeyle), daha sonra 1950’den 1970’e kadar %4 yıllık büyümeye sıçramıştır. Ancak bunun hemen sonrasında şiddetli bir düşüş yaşamış ve neredeyse Amerika’nın büyüme seviyesinin biraz üstüne gerilemiştir –bu oran 1970-1990 arasında %2’nin biraz üstünde, 1990-2012 arasında ise % 1,5’in altındadır. Batı Avrupa büyümenin altın çağını 1950-1970 arasında yaşadı ve sonraki dönemlerde ise bu oran yarıya –hatta üçte bire– düştü. Grafik 2.3’ün bu düşüşün derinliğini tam olarak yansıtamadığını belirtmek zorundayız, zira 20. yüzyıldaki büyüme tecrübesi Kuzey Amerika’daki neredeyse istikrar durumuna daha yakın olan İngiltere’yi de –olması gerektiği gibi– Batı Avrupa’ya dâhil ettik. Sadece Kıta Avrupa’sına odaklanmış olsaydık, 1950-1970 arasında kişi başına üretimdeki büyümenin yılda %5’in üstüne çıktığını görürdük: bu, geçtiğimiz yüzyıllar boyunca zengin ülkelerin hiçbirinde karşılaşmadığımız bir tecrübedir.
20. yüzyılda büyüme konusunda yaşanan bu birbirinden oldukça farklı ortak tecrübeler, bugün farklı ülkelerin, ticari ve finansal küreselleşme, hatta genel anlamda kapitalizm karşısında neden bu denli farklı tavırlar benimsediklerini açıklamaktadır. Kıta Avrupa’sında, özellikle de Fransa’da insanlar pek doğal olarak savaşın bitişini izleyen yılları güçlü bir devlet müdahalesinin olduğu, büyümeyle kutsanmış bir dönem olarak görmekte ve 1980’lerde başlayan ekonomik liberalleşmeyi, çoğunlukla büyümedeki düşüşün sebebi olarak değerlendirmektedirler.
İngiltere ve ABD’de, savaş sonrası tarih tamamen farklı bir şekilde yorumlanır, Anglosakson ülkeler ile savaşı kaybeden diğer ülkeler arasındaki mesafe 1950-1970 arasında süratle kapanmıştır. 1970’li yılların sonunda ABD’de, Amerikan ekonomisinin çöküşüne, Alman ve Japon ekonomilerinin başarılarına kapaklarında yer veren süreli yayınlar çoğalmaya başlamıştı.
İngiltere’de kişi başına GSYH Almanya, Fransa, Japonya ve hatta İtalya’daki seviyenin altına düştü. Bu arayı kapatma –hatta İngiltere’ye göre öne geçme– hadisesinin “muhafazakâr devrim “in ortaya çıkışında önemli bir rol oynadığı düşünülebilir. İngiltere’de Thatcher, ABD’de ise Reagan, Anglosakson girişimleri zayıflatan Welfare State’ten [Refah Devleti] vazgeçileceği, dolayısıyla İngiltere ve ABD’ye eski konumlarını geri verecek katıksız bir 19. yüzyıl kapitalizmine geri dönüleceği sözünü verdiler. Bu iki ülkede bugün bile çoğu insan bu muhafazakâr devrimlerin tam bir başarı olduğunu düşünür, çünkü büyüme oranları yeniden Kıta Avrupa’sı ve Japonya’nın büyüme oranlarını yakalamıştır.
Aslında, 1980”lerde başlayan liberalleşme hareketi de, 1945 yılında başlayan devlet müdahaleciliği gibi, ne böyle bir onuru ne de böyle bir aşağılanmayı hak ediyor. Fransa, Almanya ve Japonya, 1914-1945 arasındaki çöküşlerinin hemen ardından, ne türden politikalar izlemiş olurlarsa olsunlar büyümedeki gecikmelerini muhtemelen telafi edeceklerdi. Olsa olsa devlet müdahalesinin bir zararının dokunmadığını söyleyebiliriz. Aynı şekilde” dünya ekonomisindeki sınıra ulaştıktan sonra, bu ülkelerin –Grafik 2.3.’ün gösterdiği gibi- Anglosakson ülkelerden daha hızlı büyümelerinin sona ermesi ve tüm büyüme oranlarının hizaya girmesi de şaşırtıcı değildir (bu konuya tekrar döneceğiz), ilk bakışta, liberalleşme politikalarının bu basit gerçek üzerinde pek bir etkisi olmuş gibi görünmemektedir, zira büyüme hızı ne yükselmiştir ne düşmüştür.
Küresel Büyümenin Çifte Çan Eğrisi
Yeniden özetleyelim. Geçtiğimiz son üç yüzyıldaki küresel büyüme, oldukça yüksek bir tepe noktasından geçmiş bir çan eğrisi olarak görülebilir. İster nüfus ister kişi başına üretimdeki büyüme olsun, büyüme ritmi 18. ve 19. yüzyıl, özellikle de 20. yüzyıl süresince kademeli olarak artmıştır ve 21. yüzyılda çok daha düşük seviyelere geri dönmeye hazırlanmaktadır.
Bu iki çan eğrisi arasındaki farklar yeterince açıktır. Nüfus büyümesine baktığımızda ise, yükselişin çok daha önce, 18. yüzyılda, düşüşün de kişi başına üretimdeki düşüşten çok daha önce başladığını görürüz. Bu büyük ölçüde tamamlanmış olan demografik geçiş olgusudur. Nüfus artışının ritmi dünya ölçeğinde doruk noktasına 1950-1970 arasında, yılda %2’lik bir oranla ulaşmıştır ve o günden bu yana da sürekli düşmektedir, Bu konu hakkında hiçbir şeyden kesin emin olamasak da, sürecin devam edeceğini ve dünya ölçeğindeki demografik büyümenin 21. yüzyılın ikinci yarısında sıfıra yaklaşacağını söylemek mümkündür. Çan eğrisi bunu açıkça göstermektedir (bkz. Grafik 2.2)
Kişi başına üretimdeki büyümeye gelince, mesele biraz daha karışıktır. Bu tamamen “ekonomik” nitelikteki büyümenin yükselişe geçmesi uzun zaman almıştır: 18. yüzyılda neredeyse sıfıra yakın bir seviyede duraklamış, 19. yüzyılda bir nebze yükselmiş ve herkes tarafından paylaşılan bir gerçekliğe dönüşmesi 20. yüzyılı bulmuştur. Dünyada kişi başına üretimdeki büyüme de 1950-1990 arasında –elbette Avrupa’nın atağa geçmesi sayesinde– ve 1990-2012 arasında %2 oranını geçmiştir –bu kez Asya ‘nın, özellikle de Çin’in atağa geçmesi sayesinde; o dönemde Çin’deki büyüme resmi istatistiklere göre {tarihte hiç görmediğimiz bir seviyeye) % 9’a ulaşmıştı.
2012 yılından sonra ne olacak? “Medyan” bir büyümeye dair öngörümüzü Grafik 2.4’te gösterdik, ancak bu tablo aslında fazla iyimser, çünkü en zengin ülkelerde –Ban Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya– bu oranın 2012’den 2100’e kadar yılda %1,2 (birçok ekonomistin öngörüsünden epey yüksek bir oran) olacağını ve en fakir ülkeler ile gelişmekte olan ülkelerin yakınsama sürecini herhangi bir mani olmadan sürdürerek 2012-2030 arasında yıllık %5 ve 2030-2050 arasında %4 oranında büyüyeceklerini varsayıyoruz. Eğer bu öngörüler gerçekleşirse, Çin, Doğu Avrupa, Güney Amerika, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki kişi başına üretimin seviyesi, 2050 itibarıyla dünyanın en zengin ülkelerindeki seviyeye ulaşacaktır. Bu tarihten sonra, 1. Bölüm’de tarif ettiğimiz üretimin dünya üzerindeki dağılımı, nüfusun dağılımına yaklaşacaktır.
Bu iyimser medyan senaryoda dünyada kişi başına düşen üretimdeki büyüme 2012-2030 arasında yine aynı seviyeyi görür, 2050’den sonra da % 1,5 seviyesinin altına düşerek, yüzyılın son çeyreğinde % 1,2 seviyesine yönelir. Demografik büyüme oranının çizdiği çan eğrisiyle karşılaştırırsak (bkz. Grafik 2.2), bu ikinci çan eğrisinin iki özelliği olduğunu görürüz: İlki, tepe noktasına birinciden daha geç ulaşmasıdır (neredeyse bir yüzyıl sonra, yani 20. yüzyılda değil 21. yüzyılın ortasında}; ikincisi, sıfır ya da sıfıra yakın bir büyüme seviyesinden ziyade, yıllık %1’den biraz daha yukarıda kalan, geleneksel toplumların büyüme oranlarından çok daha yüksek bir seviyeye doğru inişe geçmiştir (bkz. Grafik 2.4 )
Bu iki eğriyi birbirine eklersek, dünya toplam üretiminin büyüme oranındaki değişimi gösteren üçüncü bir eğri elde ederiz (bkz. Grafik 2.5). Bu son oran, 1950’ye kadar her zaman yıllık %2 seviyesinin altında kalmış, daha sonra 1950-1990 arasında %4 seviyesine, tarihteki en hızlı demografik büyüme ile üretimdeki en hızlı ilerlemeyi birleştiren istisnai seviyeye ulaşmıştır. Dünyada üretimdeki büyümenin hâlihazırda düşmeye başlayan ritmi, gelişmekte olan ülkelerdeki, özellikle Çin’deki aşırı hızlı büyümeye rağmen, 1990-2012 arasında %3,5’in biraz altına indi. Medyan senaryomuza göre, bu ritim 2012-2030 arasında devam edecek ve 21. yüzyılın ikinci yarısı boyunca yaklaşık %1,5’e düşecektir.
Bu “medyan “ öngörülerin varsayımsal olduğunu daha önce de söylemiştik. Bu takvim “detayları” ya da büyüme oranları (ve bu konuda detayların çok önemli olduğu açıktır} bir yana, asıl önemli olan küresel büyümenin bu iki çan eğrisinin artık büyük ölçüde belli olmasıdır. Grafik 2.2 – 2.5’te gösterilen medyan öngörüsü iki açıdan iyimserdir: Zengin ülkelerde verimlilikteki artışın yılda % 1 olacağını (ki bu, özellikle de temiz enerji konusunda, ciddi bir teknolojik ilerleme anlamına gelir) ve gelişmekte olan ekonomilerin gelişmiş ülke ekonomilerine yakınsama sürecinin, 2050 yılında tamamlanana dek, herhangi bir büyük politik ve askeri engelle karşılaşmadan oldukça süratli bir biçimde süreceğini varsayan Küresel büyümenin çan eğrisinin çok daha hızlı inişe geçtiği ve bu grafiklerde gösterilenden daha düşük seviyelere indiği daha kötümser senaryoları hayal etmek de mümkündür.
Enflasyon Sorunu
Büyümenin Sanayi Devrimi’nden bu yana sunduğu bu tablo, enflasyon konusuna değinmezsek eksik kalır. Enflasyonun tamamen parasal bir olgu olduğunu, dolayısıyla da bizi pek ilgilendirmediğini düşünebiliriz, Aslında şu ana dek zikrettiğimiz büyüme oranlarının tamamı “reel” olarak nitelendirebileceğimiz büyümeye, (tüketici endeksi üzerinden hesaplanan) “nominal” büyümeden enflasyon oranını (tüketici endeksindeki artışı) düştükten sonra elde ettiğimiz büyüme oranına karşılık gelmektedir.
Gerçekte enflasyon sorunu araştırmamızda önemli bir rol oynuyor. “Ortalama” fiyat endekslerinin soruna yol açtığına daha önce de işaret etmiştik, zira büyüme her zaman yeni mal ve hizmetler ile nispi fiyat hareketlerini simgeler, bunu da tek bir göstergeye indirgemek aşırı derecede zordur. Bu nedenle de enflasyon ve büyüme kavramlarının her zaman pek doğru tanımlanmadığını görürüz: Nominal büyümeyi (çıplak gözle görülebilecek yegâne büyüme) bir reel, bir de enflasyonist bileşene ayırmak kısmen keyfi bir işlemdir ve çok sayıda tartışmaya yol açar.
Mesela yıllık %3 oranında bir nominal büyüme varsa ve fiyatlardaki artışın %2 oranında olduğunu tahmin ediyorsak, reel büyüme oranı % 1 olacaktır. Ancak, mesela akıllı telefonlar ve tabletlerin asıl fiyatlarının eskiye göre daha düşük olduğunu düşünerek (istatistikçilerin dikkatli bir biçimde ölçmek için uğraştıkları kalite ve performanstaki dikkate değer iyileştirmeler bir yana) enflasyon tahminimizi daha düşük tutar ve fiyatların %2 değil, sadece % 1,5 oranında yükseldiğini kabul edersek, ulaşacağımız reel büyüme oranı % 1,5 olacaktır. Gerçekte, aradaki fark çok küçük olduğunda, iki göstergeyi birbirinden kesin olarak ayırmak mümkün değildir ve her tahmin gerçeğin ancak bir kısmını yansıtır: Büyüme oranı akıllı telefonlar ve tabletlere meraklı olanlar için şüphesiz % 1,5’e, başkaları için % 1’e yakındır.
Nispi fiyatlardaki hareketler Ricardo’nun teorisi ve onun kıtlık prensibi çerçevesinde çok daha belirleyici bir rol oynayabilir: Belli fiyatların, mesela toprağın, gayrimenkullerin, hatta petrolün fiyatının uzun bir süre boyunca çok yüksek seviyelere çıkması, zenginliğin paylaşımını kalıcı olarak bu kıt kaynakları ellerinde tutanların lehine değiştirir. Nispi fiyatlarla ilgili bu sorunların yanında, bizzat enflasyonun da, yani fiyatların genel seviyesindeki yükselişin de zenginliğin paylaşım dinamikleri açısından temel bir rol oynayabildiğini göreceğiz. Özellikle de, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra zengin ülkeler kamu borçlarından enflasyon sayesinde kurtulmuşlardı. Enflasyon aynı zamanda 20. yüzyıl boyunca toplumsal kesimler arasında, genellikle kaotik ve kontrolsüz bir biçimde, her türden yeniden paylaşıma da olanak tanımıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda gelişen servet merkezli toplum ise, tam tersine bu uzun dönemi karakterize eden sağlam bir parasal istikrardan ayrı düşünülemez.
18. ve 19. Yüzyıllardaki Parasal İstikrar
Zamanda biraz geriye gidelim: Akılda öncelikle tutulması gereken şey, enflasyonun büyük ölçüde 20. yüzyıla ait bir icar olduğudur. Geçtiğimiz yüzyıllar boyunca ve Birinci Dünya Savaşı’na dek enflasyon sıfır ya da sıfıra yakındı. Fiyatlar birkaç yıllık ya da on yıllık dönemler boyunca yükselmiş ya da düşmüştür, ancak bu iniş ve çıkışlar nihayetinde genellikle dengeye kavuşmuştur. Bu durum uzun vadeli fiyat serilerine sahip olduğumuz ülkelerin hepsi için geçerlidir.
Özellikle, bir yanda 1700-1820 ve diğer yanda 1820-1913 dönemlerinde fiyat artışlarının ortalamalarını alacak olursak, ABD ve Almanya gibi Fransa ve İngiltere’de de enflasyonun önemsiz olduğunu görürüz: yılda %0,2 – 0,3. Hatta 19. yüzyılda İngiltere ve ABD’de olduğu gibi negatif seviyelerle de karşılaşıyoruz. 1820-1913 arasında her iki ülkede de yıllık ortalama -%0,2.
Şüphesiz bu büyük parasal istikrar da zaman zaman bozulmuştur. Ancak bu hep kısa sürmüş ve normale dönüş, kaçınılmazmış gibi, oldukça süratle gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi de bunun simgesel bir örneğidir. 1789 yılının sonundan itibaren devrimci hükümetler, ünlü “assignat”ları (tarihteki ilk kağıt para örneklerinden biri) tedavüle çıkardılar. 1790-1791’den itibaren dolaşım ve değişim aracı olarak gerçek bir para birimine dönüşen “assignat” lar, 1794-1795’lere kadar süren –ve “assignat” ile ölçülen– ciddi bir enflasyona yol açtı. Ancak önemli olan, “franc germinal”in ihracıyla birlikte madeni paraya geri dönüşün, Ancien Regime’in para birimiyle aynı paritede gerçekleşmiş olmasıdır. Devrimin III. yılındaki 18 Germinal tarihli (7 Nisan 1795) yasa –adı monarşiyi anımsatan– eski “livre tournois”yı tedavülden kaldırmış ve onun yerine ülkenin yeni resmi para birimi olan “frank”ı tedavüle çıkarmıştı, ancak yeni madeni paranın ayarı eskisiyle aynıydı. 1 franklık madeni paranın (1726’dan beri “livre tournois”da olduğu gibi tam olarak 4,5 gram saf gümüş içermesi gerekiyordu; bu oran önce 1796, sonra da 1803 yasalarıyla onandı, böylece Fransa’da çift metalli (gümüş-altın) para sistemine kesin olarak geçiş yapıldı.
Nihayetinde, 1800-1810 arasında frankla ölçülen fiyatlar, 1770 – 1780 arasında “livre tournois” ile ölçülen fiyatlarla yaklaşık aynı seviyeye oturdu, bu sayede de Fransız Devrimi sırasında para biriminde meydana gelen değişimler paranın satın alma gücü açısından hiçbir şeyi değiştirmemiş oldu. Zaten, başta Balzac olmak üzere 19. yüzyılın başındaki romancılar, gelir ve servetleri betimlerken sürekli bir para biriminden diğerine geçerler: Dönemin tüm okurları için “franc germinal” (ya da “altın frank”) ve “livre tournois” tek ve aynı para birimini ifade ediyordu. Goriot Baba için “bin iki yüz livre iki adet yüzlük frank”a sahip olmak arasında bir fark ve bu konuda herhangi bir açıklama yapmaya gerek yoktu.
Frankın 1803 yılında sabitlenen alan karşılığı, ancak 25 Haziran 1928’de yürürlüğe giren para kanunuyla resmen değiştirildi. Aslında Fransa Merkez Bankası banknotları altın ya da gümüş ile değiştirme uygulamasına 1914 Ağustos’undan itibaren son vermişti ve 1926-1928 arasındaki parasal istikrar dönemine geldiğimizde, “altın frank” çoktan “kağıt frank”a dönüşmüştü. Madeni paraların paritesi ise 1726’dan 1914’e kadar, uzun bir süre boyunca aynı şekilde korunmuştu.
Aynı parasal istikrarı İngiliz para biriminde de (“pound sterling”) görüyoruz. Ufak müdahaleler dışında, iki ülkenin para birimleri arasındaki mübadele kuru iki yüzyıl boyunca fazlasıyla sabit kalmıştır: Sterlin, 19. yüzyılda –18. yüzyılda da olduğu gibi– yaklaşık 20-25 “tournois” ya da “franc germinal”e karşılık geliyordu” bu durum 1914’e kadar sürdü. Dönemin İngiliz romancılarına göre, sterlin ve onun şilin, gine gibi tuhaf alt birimleri kaya gibi sağlamdı. Fransız romancıları da “livre tournois” ve altın frank için aynı şekilde düşünüyordu. Tüm bu birimler adeta zamanla değişmeyen bir niceliğe karşılık geliyor, bu nirengi noktalan da parasal büyüklüklere ve farklı toplumsal statülere ebedi bir mana yüklüyorlardı.
Aynı durum diğer ülkeler için de geçerliydi: Önemli değişiklikler, 1775’te Amerikan dolarında ve 1873’te altın markta yapıldığı gibi, yeni para birimlerinin tanımlanması ve yeni paraların yaratılmasından ibaretti. Ancak madeni para paritesi bir kere sabitlendikten sonra, hiçbir şey değişmez: 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında herkes bir pound sterlinin 5 dolar, 20 mark veya 25 franka eşit olduğunu bilirdi. Paraların değeri uzun yıllar boyunca aynı kalıyordu ve bunun gelecekte farklı olacağını düşünmek için de bir neden yoktu.
Klasik Romanda Paranın Anlamı
18. ve 19. yüzyıl romanında para her yerdedir; yalnızca soyut bir güç olarak değil, aynı zamanda ve en önemlisi, hissedilir ve somut bir büyüklük olarak karşımıza çıkar: Romancıların gelir ve servet seviyelerini sürekli olarak frank ya da livre cinsinden tasvir etmelerinin sebebi, bize bilgi vermek değil, bu niceliklerin okurun zihninde belirli toplumsal statüleri ve herkesin bildiği yaşam seviyelerini sabitlemeye izin vermesidir. Büyüme hızı da nispeten düşük olduğu için bu parasal göstergeler daha da sabit bir görünüm alıyor, sözü geçen tutarlardaki değişim de bu nedenle çok yavaş ilerliyordu, 18. yüzyılda kişi başına üretim ve gelirdeki büyüme oldukça düşüktü. Jane Austen’ın romanlarını yazdığı 1800-1810 civarında, İngiltere’de ortalama gelir yılda 30 pound seviyesindeydi. 1720 ya da 1770 yılında ortalama gelir bundan farklı değildi: Demek ki Austen da bu sabit göstergelerle büyümüştü. Rahat ve seçkin bir yaşam, ulaşım, giyim, beslenme ve eğlence, evde asgari sayıda yardımcı bulundurmanın –kendi kıstaslarına göre– bu ortalama gelirin yirmi otuz kat daha fazlasını gerektirdiğini biliyordu: Romanlarındaki karakterler ancak yılda 500 ile 1.000 pound arasında bir gelire sahip olduklarında kendilerini artık muhtaç hissetmezler.
Bu gerçekleri ve algıları şekillendiren eşitsizliklerin ve yaşam standartlarının, özellikle de bunlardan kaynaklanan servet ve gelir dağılımının yapısına daha detaylı olarak geri döneceğiz, Şu aşamada vardığımız önemli nokta, enflasyonun yokluğu ve çok düşük bir büyüme hızında bu meblağların oldukça somut ve sabit gerçeklere işaret ettiğidir. Elbette bundan yarım yüzyıl sonra, 1850-1860 yıllarında ortalama gelir güç bela yılda 40-50 pounda çıkmıştı: Okurlar Jane Austen’in romanlarında geçen rakamların düşük kaldığını düşünmüş olabilirler, ancak bu yine de onlara çok da yabancı gelmemiştir. Belle Epoque’ta, 1900 – 1910 yıllarına doğru İngiltere’de ortalama gelir 80-90 pounda ulaşmıştı: Büyüme fark edilir düzeydeydi, ancak romancının sözünü ettiği 1.000 poundluk yıllık gelir –ya da fazlası– her zaman anlamlı bir göstergeyi temsil etmeyi sürdürdü.
Parasal göstergelerde aynı istikrarı Fransız romanında da gözlemleyebiliyoruz. 1810-1820 arasında, Goriot Baba’nın yaşadığı çağda, Fransa’da ortalama gelir yılda 400-500 frank seviyesindeydi. “Livre Tournois” cinsinden ifade edilen ortalama gelir, Ancien Regime” dekinin biraz altındaydı. Balzac da Austen gibi, düzgün bir yaşam sürmek için bu gelirin en az yirmi ya da otuz katına sahip olmak gerektiği bir dünyayı tasvir eder; Yıllık 10.000 ya da 20.000 frankın altında bir gelir, Balzac’ın karakterleri için sefalet demekti. Orada da bu seviyeler 19. yüzyıl boyunca ve Belle Epoque’ a kadar azar azar değişmişti: Bu seviyeler uzun zaman boyunca okur açısından alışıldık seviyeler olarak kaldı. Bu meblağlar yazarın bir sahneyi, yaşam tarzlarını, mücadeleleri, özetle bir medeniyeti birkaç sözle, ama kesin çizgilerle tasvir etmesine olanak veriyordu.
Amerikan, Alman, İtalyan ve uzun süren parasal istikrarı tecrübe etmiş tüm ülkelerin romanlarında bunun başka örnekleri kolayca bulunabilir. Birinci Dünya Savaşı’na dek, paranın bir anlamı vardı ve romancılar da ondan faydalanmaktan, onu keşfetmekten ve onu edebi bir bahse dönüştürmekten geri durmadılar.
20. Yüzyılda Parasal Göstergelerin Sonu
Bu dünya Birinci Dünya Savaşı’yla tarihe karıştı. Bu şiddetli ve yoğun savaşı finanse etmek, askerler ve kullandıkları giderek daha pahalı ve karmaşık hale gelen silahların bedeline katlanmak, ülkeleri borç batağına sürükledi. Ağustos 1914 itibarıyla, savaştaki ülkeler altın karşılığı para basma sisteminden çıkarak, itibari para sistemine geçtiler. Savaştan sonra tüm ülkeler kamu borçlarıyla baş edebilmek için az ya da çok para basma yöntemine başvurdu. 1920’li yıllarda altın standardını yeniden uygulamaya sokma girişimleri, 1930’lardaki krize dayanamadı –altın standardından İngiltere 1931, ABD 1933, Fransa ise 1936 yılında çıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasının dolar-altın standardı biraz daha uzun süre hayatta kalmayı başaracaktı: 1946’da uygulamaya konuldu, doların altına konvertibilitesi kaldırılınca 1971’de sona erdi.
1913-1950 arasında enflasyon Fransa’da yıllık %13’ü geçti (yani fiyatlar yüze katlandı) ve Almanya’da % 17’ye ulaştı {fiyatlar üç yüz katına çıktı}. Bu savaşlardan daha az etkilenmiş ve politik açıdan istikrarını o kadar kaybetmemiş olan İngiltere ve ABD’de ise enflasyon oranı bariz biçimde daha düşüktü: 1913-1950 arasında yılda %3’ün altındaydı. Ancak bu bile, önceki iki yüzyıl boyunca hiç kıpırdamamış olan fiyatların üç katına çıktığını gösteriyordu.
Tüm ülkelerde 1914-1945 yıllarının yarattığı şoklar, savaştan önceki dünyanın parasal göstergelerini tamamen altüst etmişti, bu enflasyonist süreç o günden sonra asla gerçekten sona ermedi.
Bu durum, 1700-2012 arasında dört ülkede enflasyonun geçirdiği değişimi gösteren Grafik 2.6’ da açıkça görülebilir. Enflasyonun 1950-1970 arasında yıllık %2-6 seviyesinde seyrettikten sonra, 1970’lerde keskin bir yükselişe geçtiğini, 1980’lerin başından itibaren neredeyse her yerde başlayan güçlü dezenflasyonist hareketlenmeye rağmen, 1970-1990 arasında İngiltere’de % 10, Fransa’da %8 seviyesine çıktığını görüyoruz. Dört ülkede yıllık yaklaşık %2 oranında bir enflasyonla karşılaştığımız 1990-2012 döneminin, önceki dönemlerle karşılaştırıldığında, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki sıfır enflasyonlu döneme dönüşün işareti olduğu düşünülebilir.
Ama, yıllık %2 oranındaki bir enflasyonla %0 oranındaki bir enflasyon arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Yıllık % 1-2 oranındaki reel büyümeye yıllık %2 oranındaki enflasyonu eklersek, tüm belirleyici tutarların da –üretim, gelir, ücret- yılda %3-4 oranında artmış olması gerekecektir; bu da on ya da yirmi yıl sonra bu tutarların tamamen değişmiş olacağını gösterir. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başındaki ücretlerin seviyesini kim hatırlıyor? Kaldı ki, özellikle İngiltere ve ABD’de 2007-2008 yıllarından bu yana para politikalarında meydana gelen değişimden ötürü, yıllık %2 oranındaki bu enflasyonun gelecek yıllarda artması da gayet muhtemeldir. Günümüzün para politikaları bir yüzyıl önceki politikalardan önemli derecede farklıdır. 20. yüzyılda, özellikle 1913-1950 arasında, enflasyona en çok başvuran iki ülke olan Almanya ve Fransa’nın, günümüzde enflasyonist politikalar konusunda temkinli davranan ülkelerin başında geldiğini görmek oldukça ilginçtir, Bu ülkeler aynı zamanda neredeyse tamamen enflasyonla mücadele prensibi üzerine kurulmuş bir para bölgesi –avro bölgesi– oluşturmuş bulunuyorlar.
Farklı dönemlerde zenginliğin paylaşım dinamiklerinde, özellikle de sermaye birikimi ve servet paylaşımında enflasyonun oynadığı rolü ileride yeniden ele alacağız.
Şu aşamada, 20. yüzyılda sabit parasal göstergelerin ortadan kalkmasının, önceki yüzyıllardan ciddi bir kopuş olduğunu, bunun yalnızca ekonomik ve politik bir kopuş değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, edebi bir kopuş anlamına geldiğini vurgulamakla yetinelim. 1914-1945 yıllarının yarattığı şoklardan sonra, paranın ya da onun belli tutarlar biçimindeki ifadesinin edebiyatı tamamen terk etmesi elbette tesadüfi değildir. Servet ve gelir, 1914 yılına kadar tüm ülke edebiyatlarında mevcuttu, bunlara dair bilgiler 1914-1945 arasında yavaş yavaş edebiyattan çıktı ve bir daha asla görünmedi. Necib Mahfuz’un romanlarında ya da en azından fiyatların enflasyonla tahrif edilmesinden önce, iki dünya savaşı arasında, Kahire’de geçen romanlarında, kahramanların konumlarını ve kaygılarını tasvir etmek için gelir ve para konularına cömertçe yer verilmiştir. Balzac ya da Austen’ın dünyasından çok uzak değiliz: Toplumsal yapıların büyük ölçüde değiştiği açıktır, ancak parasal göstergelerle algıları, beklentileri ve hiyerarşileri ilişkilendirmek hala mümkündür. Uzun süren enflasyonun paranın anlamını tamamen silip süpürdüğü 1970-1980 yıllarının İstanbul’unda geçen Orhan Pamuk romanlarında ise herhangi bir meblağ zikredilmez. Pamuk, Kar romanında, kendisi gibi yazar olan romanın kahramanına, bir romancı için para hakkında ya da önceki yılın fiyatları hakkında konuşmaktan daha sıkıcı bir şey olmayacağını söyletir. 19. yüzyıldan bu yana dünya şüphesiz fazlasıyla değişmiştir.