Kanuni İle Görüşme, Constantinople, Angora, Amasya, Viyana

Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | | Ekim 23, 2017 at 10:29 pm

Melchior Lorichs'in Constantinople'da 15 Şubat 1559 günü gördüğü gözüyle Kanuni Sultan Süleyman

Viyana, 1 Eylül 1555

Edirne’de bir gün kaldıktan sonra giderek yaklaştığımız İstanbul’a uzanan yolculuğumuzun son safhasına başladık. Bu yöreden geçerken her yerde pek çok çiçeğe rastlıyorduk –nergislere, menekşelere ve Türklerin ‘tulipan’ dediği lalelere. Bunların hiç de uygun bir mevsim olmayan kışın ortasında açmaları bizi şaşırttı. Yunanistan’da nergis ve menekşe çok boldur ve öyle güzel kokarlar ki buna alışık olmayanların başı ağrır. Lale ise pek az kokar ya da hiç kokusu yoktur, fakat güzelliği ve türlü renkleri insanı hayran bırakır. Türkler çiçeğe çok düşkündür ve genelde müsrif olmamalarına rağmen güzel bir gonca için birkaç Aspres vermekte tereddüt etmezler. Bu çiçekler bana armağan edilmesine rağmen yine de pahalıya mal oluyordu, zira karşılığında her zaman birkaç Aspres ödemeye mecbur kalıyordum.

Aslında Türklerin arasında yaşamak isteyen biri hududu geçer geçmez para kesesinin ağzını açmalı ve ülkeyi terk edene kadar hiç kapatmamalı. Orada bulunduğu sürece etrafa para saçmalı ve bunun boşa gitmemesi için de dua etmeli. Bir sonuç almasa da bütün diğer milletlerden nefret eden Türklerin katı yüreklerini yumuşatmanın tek yolu budur. Para onların dik başlı kafalarını yumuşatmak için tılsım gibi tesir eder. Eğer bu çare olmasaydı, ülkeleri de aşırı soğuk veya sıcak yüzünden sonsuza dek yalnızlığa mahkûm yerler gibi yabancılara kapalı kalırdı.

Edirne’den İstanbul’a giden yolun yarısında küçük Çorlu kasabası vardır. Burası Selim ile babası Beyazıd arasındaki savaş yüzünden ün kazanmıştır. Selim “Karabulut” adındaki atı sayesinde Kırım Tatarlarının hanı olan kayınpederinin yanına kaçabilmişti.

Marmara Kıyılarında

Yolumuzun üstünde deniz kıyısında ufak bir kasaba olan Silivri’ye gelmeden önce eski bir hendek ile sur kalıntılarına rastladık. Bunların sonraki Bizans imparatorları tarafından yapıldığı ve topraklarını savunma hattı içine alarak İstanbul halkını barbarların saldırılarından korumak gayesiyle Marmara Denizi’nden Tuna’ya kadar uzandığı söyleniyor. O günleri yaşamış yaşlı bir adamın anlattıklarına göre bu toprakların surlar içine alınması barbar tehlikesine karşı yeterli olmamış. Sonuçta saldırıları teşvik etmiş ve Bizanslıların savunma cesaretini kırmış.

Denizin sakin görüntüsü Silivri’de duraklamak için aklımızı çeldi. Dalgalar hafifçe sahili okşarken deniz kabukları toplayıp yunus balıklarının sıçrayışını seyrederek eğlendik. Havanın ılık olması pek hoşumuza gitti. İklimin ne kadar yumuşak ve tatlı olduğunu tarif etmem imkânsız. Çorlu’da esen rüzgâr hâlâ serindi, içinde kuzeyden taşıdığı bir şeyler seziliyordu ama sonradan iklim fevkalade yumuşadı.

İstanbul’a yaklaşırken denizin iki güzel kolu üzerindeki köprülerden geçtik. Toprak işlenmiş ve sanat doğaya biraz el uzatmış olsa bu yörenin güzelliği başka hiçbir yerde bulunmaz sanırım. Bugünkü haliyle topraklar kaderinden, ihmale uğramış olmaktan ve yabani sahiplerinin onu hor görmesinden dolayı matem tutuyor gibiydi. Burada, gözlerimizin önünde yakalanan pek lezzetli deniz balıklarıyla karnımızı doyurduk.

Türklerin imaret dediği hanlarda kalırken duvarlardaki çatlaklara sokulmuş kâğıt parçaları sık sık dikkatimi çekti. Bunların ne olduğunu merak ettiğimden çekip çıkardım. Fırsat bulduğumda Türk dostlarıma üzerlerinde ne yazılı olduğunu sordum ve böyle muhafaza edilmeyi gerektirecek hiçbir şeyin yazılı olmadığını öğrendim. Bundan dolayı duyduğum merak daha da arttı. Aynı şeye sık sık başka yerlerde de rastladım. Sorduğum zaman Türkler cevap vermekten kaçındılar. Ya bana inanmayacağımı sandıkları bir şeyi söylemeye utandılar ya da yabancı bir dinden olana böyle bir sırrı açıklamak istemediler. Sonraları Türklerle yakınlaştıkça dostlarımdan öğrendim ki üzerine Tanrı’nın adı yazılabildiği için kâğıda çok saygı duyarlarmış. Bu nedenle kâğıt parçalarının yerlerde sürünmesini istemezler, bulduklarında çiğnenmesin diye derhal alıp bir deliğe sokarlarmış. Bu davranışlarında herhalde bir kusur bulmazsınız ama hikâyemin devamını dinleyin. Kıyamet gününde Muhammed arafta günahlarından dolayı ceza görmekte olanları cennete çağırdığında gidecekleri tek yol olan kocaman kızgın bir demir ızgaranın üzerinden yalınayak yürüyerek geçmeleri gerekiyormuş (Bunun ne kadar ıstırap verici olduğunu tahmin edebilirsiniz; bir tavuğun kor ateş üzerinde nasıl hoplayıp zıplayacağını gözlerinizin önüne getirin). Ama anlatması pek hoş olan şu: ayaklar altında çiğnenmekten kurtardıkları kâğıt parçaları birden ortaya çıkarak tabanlarına yapışır ve böylece kızgın ızgaradan yara almaksızın geçerlermiş. İşte kâğıtları kurtarmanın değeri bu kadar büyük. Bir defasında rehberlerimiz bir hizmetkârımın kâğıdı adi bir iş için kullandığını görünce olayı bana ciddi bir suç olarak haber verdiler. Kendilerine onun bu davranışında söz etmeye değer bir şey olmadığını, zaten domuz etini de yediğini söyledim.

Türkler, batıl itikatlara öylesine bağlılar ki farkında olmadan kutsal kitapları olan Kuran’ın üstüne oturmak bile büyük suç. Hele bir Hristiyan için bundan büyük cürüm olamaz. Bir de gül yapraklarının yere dökülmesini hiçbir zaman hoş görmezler. İnançlarına göre gül, Muhammed’in terinden yetişmiştir –tıpkı eski insanların bu çiçeğin Venüs’ün kanından yaratıldığına inanmaları gibi. Sizi böyle saçmalarla sıkmak istemediğim için konuyu burada kapatıyorum.

20 Ocak’ta İstanbul’ a vardım. Sultan, ordusuyla birlikte Asya’da bulunuyordu. Başkentte Vali Hadım İbrahim Paşa ile o sıralarda gözden düşmüş olan Rüstem’den başka kimse kalmamıştı. Buna rağmen eski büyük mevkiine hürmeten ve yakında ona yeniden kavuşma ümidi beslediği için kendisine resmi bir ziyarette bulunup saygılarımızı ileterek hediyeler verdik.

Şehzade Mustafa’nın Hazin Sonu

Şimdi Rüstem’in yüksek makamından hangi nedenle azledildiğini anlatmak yersiz olmaz sanırım. Süleyman’ın, yanılmıyorsam Kırım’dan gelmiş bir cariyeden (Mahidevran) oğlu olmuştu. Adı Mustafa olan bu şehzade, o zamanlar gençliğinin zirvesindeydi. Asker olarak büyük bir şöhrete sahipti. Hâlbuki Süleyman’ın Roxalane’den başka çocukları da vardı. Bu cariyesine öyle çok bağlıydı ki ona meşru zevce payesi ve çeyizler verdi. Çeyiz bahşedilmesi Türkler arasında resmi evliliğin en sağlam teyididir. Süleyman, bunu yapmakla kendisinden önceki sultanların geleneğini bozmuş oldu. Onlar I. Beyazıd’dan beri evlilik akdi yapmamıştı. Mağlup olan ve karısıyla birlikte Timurleng’in eline düşen Beyazıd Tahammülfersa ıstıraplar çekmiş ama hiçbiri gözleri önünde karısına yapılan hakaret ve tecavüzler kadar alçaltıcı olmamıştı. Beyazıd’dan sonraki sultanlar bu olayı unutmamış ve kaderleri ne olursa olsun benzeri bir felakete uğramamak için nikâh yapmamışlar; çocukları da sadece cariye konumundaki kadınlardan olmuştu. Bunların karşılaşabileceği herhangi bir talihsiz olayın nikâhlı eşlerinin başına gelebilecekler kadar lekeleyici olmayacağını düşünüyorlardı. Türkler aslında odalıklardan ve cariyelerden olan çocuklarını, nikâhlı eşlerinin doğurduğu çocuklardan farklı görmezler. Onlar da aynı miras haklarına sahiptir.

Mustafa, yaradılışındaki yüksek meziyetler ve yaşının uygunluğu nedeniyle asker tarafından çok seviliyordu. Onların da halkın da isteği giderek yaşlanan babasına halef olmasıydı. Öte yandan, üvey annesi tahtı kendi çocukları için muhafaza etmek gayesiyle elinden geleni yapıyordu. Sultanın nikâhlı karısı olarak nüfuzunu kullanıp Mustafa’nın en büyük şehzade sıfatıyla sahip olduğu hakları ve meziyetlerini bertaraf etmek istiyordu. Amacına erişmek için Rüstem’in aklına ve desteğine başvurdu. Süleyman’ın Roxalane’den olan kızı(Mihrimah) Rüstem ile evliydi, dolayısıyla ikisinin de çıkarları müşterekti.

Rüstem, bütün paşalar arasında sultanın nezdindeki en geniş salahiyet ve nüfuza sahip kişiydi. İleriyi gören keskin bir zekaya sahipti. Süleyman’ın şöhretinin yayılmasında büyük rolü olmuştu. Rüstem’in geçmişini bilmek isterseniz söyleyeyim: domuz çobanıydı. Ancak eriştiği yüksek mevkiye layık olmayan biri hiç değildi –paraya düşkünlüğü dışında.

Sultanı kuşkulandıran tek vasfı buydu. Ama yine de onun sevgisine ve tasvibine sahipti. Hazine ile bütçenin idaresi Süleyman’a büyük sıkıntı veren bir konu olduğundan bu vazife ona emanet edilmişti. Rüstem, paraya olan zaafını bile sultanın çıkarları için kullanıyordu. Yönetimi altında hiçbir gelir kaynağına, ne kadar az olursa olsun aldırmazlık etmezdi. Sultanın bahçelerinde yetişen sebzeleri, gülleri, menekşeleri bile satarak para toplamış, ayrıca esirlerin tolgalarını, göğüs zırhlarını ve atlarını ayrı ayrı satışa çıkarmıştı. Diğer her şeyi de bu esasa uygun yönetmişti. Sonuçta, büyük meblağlar toplamış ve Süleyman’ın hazinesini doldurmuştu.

Türk sultanlarının oğlu olmak büyük bir mutsuzluk, zira aralarından biri babasının yerine tahta geçtiğinde bu diğerleri için kaçınılmaz bir ölüm demek. Türkler tahta rakip istemez. Onları zorlayan aslında hassa askerlerinin davranışıdır. Eğer tahta geçenin kardeşlerinden biri hayatta kalabilmişse bu askerler sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler. Bu talepleri geri çevrilecek olursa “Allah kardeşine uzun ömür versin”, “Allah kardeşini korusun” nidaları duyulmaya başlar. Bu yolla kardeşini tahta geçirmek istediklerini açıkça belli ederler. Dolayısıyla Türk sultanları ellerini kardeş kanıyla kirletmek ve saltanatlarına cinayetle başlamak zorunda kalırlar. Mustafa ya bu akıbetten korkmuştu ya da Roxalane onu feda ederek kendi çocuklarını kurtarmak istemişti; gerçek şu ki her ikisinin de davranışı Süleyman’a oğlunu öldürmenin uygun olacağı fikrini verdi.

Sultan, İran Şahı Sagthama (şah I. Tahmasp (h. 1524-1576), ile savaşa girince Rüstem ona karşı başkomutan olarak gönderildi. İran hududuna yaklaşırken birden durdu ve sultana bir ariza yollayıp ciddi bir durumla karşılaştığını, kendisine ihanet edildiğini, askerin rüşvetle kandırılarak Mustafa’dan başkasını istemediğini bildirdi. Gereken salahiyete sadece sultanın sahip olduğunu, onun mevcudiyetine ve itibarına ihtiyaç gösteren bu durumla kendisinin başa çıkamayacağını ifade ederek tahtını kurtarmak istiyorsa derhal gelmesi gerektiğini de ilave etti. Bu haberden telaşa kapılan Süleyman derhal oraya doğru yola çıktı ve Mustafa’ya da bir mektup göndererek yanına çağırdı. Açıktan açığa ortaya konan bu suçlamalardan kendini temize çıkarmasını, eğer bunu yapabilirse hiçbir tehlikeyle karşılaşmayacağını yazdı. Mustafa zor durumda kalmıştı. Hiddetli ve gururu kırılmış olan babasının karşısına çıkarsa kendisini hiç kuşkusuz tehlikeye atmış olacak, reddederse ihanet tasarladığını açıkça kabul etmiş duruma düşecekti. En cesur ve tehlikeli yolu seçerek hüküm sürdüğü Amasya’dan yola çıktı ve babasının çok uzakta olmayan karargâhına gitti. Ya suçsuz olduğuna güveniyordu ya da asker oradayken kendisine bir kötülük gelmeyeceğinden emindi. Her neyse, bir felakete doğru sürüklendi. Süleyman oğlunu öldürmek için kararını başkenti terk etmeden önce vermişti. Müftünün (şeyhülislam) görüşünü aldı (Roma’da Papa bizim için ne ise, müftü de Türkler için aynıdır). Böylece dini kaideleri göz ardı etmemiş görünecekti.

Mustafa ordugâha vardığında asker büyük heyecan içindeydi. Onu babasının çadırına götürdüler. Çadırda her şey sakindi. Ortalıkta ne askerler ve hizmetkârlar vardı ne de ürküten bir hainlik seziliyordu. Hâlbuki çadırın iç bölmesinde güçlü kuvvetli birkaç dilsiz (Türklerin pek önem verdiği bir hizmetkâr sınıfı) bulunuyordu: Mustafa’yı öldürecek katiller! Şehzade, çadırın iç bölmesine girer girmez üzerine saldırıp boğazına kement geçirmeye uğraştılar. Mustafa güçlü bir adam olduğundan kendini cesurca savundu, sadece canı için değil taht için de boğuştu. Eğer kurtulup yeniçerilerin arasına kaçabilseydi, onlar gözdeleri olan Mustafa için kızgınlık ve merhametle galeyana gelecekler, onu sadece korumakla kalmayıp sultan ilan edeceklerdi. Bu facianın sahnelendiği yeri bir perdeyle ayıran bölmede bulunan Süleyman, bundan korkarak tasarladığı infazın geciktiğini görünce başını uzatıp dilsizlere tehdit dolu öfkeli gözlerle bakmış. Tereddüt ettikleri için onları korkutan hareketlerle azarlamış. Dilsizler bundan telaşa kapılarak daha büyük bir gayret gösterip zavallı Mustafa’yı yere yıkarak boynuna yay kirişini geçirip boğmuşlar. Sonra da yeniçeriler sultan ilan etmek istedikleri adamı görsünler diye cesedi bir halı üstünde çadırın önüne koymuşlardı.

Haber ordugâha yayılınca bütün asker kedere boğulmuş ve bu acı manzarayı görmeye gelmeyen kalmamıştı. En çok dikkat çekenler yeniçerilerdi. Hissettikleri dehşet ve öfke öyle büyüktü ki ümitlerini bağladıkları Mustafa cansız yerde yatarken biri başlarına geçseydi onları hiçbir şey durduramazdı. Olanlara sabırla katlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Böylece, kederli ve sessiz, gözleri yaşlarla dolarak talihsiz şehzadelerine doyasıya yas tutabilecekleri çadırlarına döndüler. Önce Süleyman’a “deli bozuk ihtiyar” diye verip veriştirdiler. Ardından Osmanlı hanedanının bu en parlak yıldızını birlikte söndüren Mustafa’nın üvey annesiyle Rüstem’e sövüp saymışlardı. O gün yeniçeriler ağızlarına bir lokma yemek koymamış, su dahi içmemişlerdi. Hatta aralarında günlerce yemek yemeyenler de olmuştu.

Asker böylece birkaç gün matem tutmuştu. Eğer Süleyman, Rüstem’i azledip (muhtemelen Rüstem’in teklifiyle) hiçbir resmi sıfatı olmadan İstanbul’a geri göndermeseydi askerin duyduğu acının ve matemin sonu gelmezdi. Sağduyusundan ziyade cesaretiyle tanınan ve Rüstem sadrazam olduğu sıra ondan sonra gelen İkinci Vezir Ahmet Paşa, yerine tayin edildi. Bu değişiklik askerin üzüntüsünü yatıştırdı, duygularını sakinleştirdi. Cahil halkın saflığı ile Rüstem’in işlediği suçları ve karısının yaptığı büyüleri Süleyman’ın keşfettiğine fakat geç olmakla beraber aklını başına topladığına inandılar. Rüstem’i bundan dolayı azlettiğini ve İstanbul’a döndüğünde karısını bile cezalandıracağını sandılar.

İstanbul

Artık konuma dönmeliyim. Süleyman’a geldiğimi bildiren bir ariza gönderildi. Onun cevabını beklerken ben de İstanbul’u gezip görebilme fırsatı buldum.

İlk istediğim şey, Ayasofya kilisesini ziyaret etmekti, Bunun için hususi izin gerekiyordu zira Türkler bir Hristiyan girerse ibadethanenin murdar olacağına inanıyorlardı. Burası gerçekten muhteşem bir yapı ve görülmeye değer. Ortasında yalnız tepedeki boşluktan ışık alan muazzam bir kubbe var. Hemen hemen bütün Türk camileri Ayasofya’yı model alarak yapılmış. Söylendiğine göre eskiden daha büyükmüş ve çevresindeki tali binalar geniş bir alana yayılıyormuş fakat bunlar yıkılmış. Şimdi sadece ana kilise var.

Şehrin bulunduğu mevkiye gelince, burasını tabiat sanki dünyanın başkenti olmak üzere yaratmış. Şehir, Avrupa’da fakat Asya’ya bakıyor. Mısır ile Afrika sağında. Buraları uzak olmalarına rağmen şehre deniz yoluyla bağlı. Etrafında birçok milletlerin yaşadığı ve her yanından sayısız nehirlerin sularını boşalttığı Karadeniz ve Azak Denizi şehrin solunda. Dolayısıyla, bu ülkelerde yetişen bütün faydalı ürünler İstanbul’a denizden kolayca naklediliyor. Şehrin bir yanı Marmara Denizi’nin sularıyla yıkanıyor. Bir diğer yanında, şekline bakarak Strabo’nun “Altın Boynuz” dediği nehir bir liman oluşturmuş. Şehrin üçüncü yanı ana karayla birleşik. İstanbul, böylece bir yarımadaya veya bir tarafından denizin, diğer tarafından yukarıda bahsettiğim nehrin kuşattığı bir buruna benziyor; Şehrin merkezinden bakınca denizin öte yakasında uzanan Asya topraklarında Keşiş Dağı (Uludağ) görünüyor. Her zaman karla kaplı bu dağın pek hoş bir görüntüsü var.

Deniz balıkla dolu. Bunlar Karadeniz’den ve Azak Denizi’nden aşağıya doğru yol alarak Boğaziçi’nden geçip Marmara’ya ve Ege ile Akdeniz’e iner ve oradan da tekrar geriye Karadeniz’ e dönerler. Öyle büyük ve kalabalık sürüler halinde göç ederler ki onları bazen elle tutmak dahi mümkündür. Uskumru, ton, tekir ve kılıç balığı pek mebzul. Balıkçılar; Türk’ten ziyade Rum’dur. Türkler önlerine konduğunda balığı reddetmezler ancak bunlar temiz kabul ettikleri cinsler olmalıdır. Zehir içerler de başkasını yemezler. Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum: bir Türk kurbağa, sümüklüböcek ve kaplumbağa gibi temiz kabul etmediği yiyeceği ağzına koymaktansa dilinin kesilmesine yahut dişlerinin sökülmesine razıdır. Rumların da benzeri vesveseleri var. Evde hizmet etmesi için bir Rum genci tutmuştum. Diğer hizmetkârlar onu kabuklu deniz mahsulleri yemeye bir türlü ikna edemediler. Nihayet bir gün bunları baharatlarla güzelce pişirip bir tabağın içinde önüne koydular. Başka cins balık diye hepsini iştahla yedi. Fakat hizmetkârların gülüşmelerinden ve alaya almalarından, sonra da ona kabukları gösterdikleri zaman aldatıldığını anladı. Ne kadar perişan olduğunu tahmin edemezsiniz. Odasına kapanarak gözyaşları ve üzüntü içinde kusup durdu. “Kefaretini ödemek için tam iki aylık ücretim gidecek” diyordu. Zira Rum papazlar günah çıkaranlara işlenen suça ve önemine göre az ya da çok fiyat biçerler ve sadece talep ettikleri parayı ödeyenin günahını affederlermiş.

Şehrin denize uzanan burnundan bahsetmiştim. Sultanların sarayı işte burada. Sanırım (zira henüz oraya girmedim) mimarisinde ve tezyinatında ihtişamıyla dikkat çeken bir yanı yok. Saraydan denize inen yamaçlarda sultanların bahçeleri bulunuyor. Eski Bizans’ın bu mahalde olduğu söylenmekte. Bir zamanlar Bizans’ın karşısında yerleşmiş bulunan fakat bugün izlerine pek rastlanmayan Chalcedon halkına neden kör denmiş olduğunun izahını benden beklemeyin. Aynı şekilde size Boğazın gelgitsiz olarak sürekli akan sularından yahut İstanbul’a Azak Denizi’nden getirilen, İtalyanların moronella, botarga ve caviare dedikleri salamura yiyeceklerden de söz etmeyeceğim. Bu gibi teferruatın bir mektupta yeri yok. Zaten mektubun sınırlarını aşmış bulunuyorum. Kaldı ki, bunları eski ve yeni yazarlardan da öğrenmek mümkün.

Yine İstanbul’a dönelim. Buradan daha güzel ve daha uygun mevkide kurulmuş bir şehir olamaz. Evvelce söylediğim gibi Türklerin şehirlerinde zarif binalar, güzel sokaklar aramak boşunadır. Sokakların dar oluşu göze hoş gelmelerini de engelliyor.

Melchior Lorichs 11,45 metreye 0,45 metre boyutlarındaki bu panoramasının üzerine ''Galata veya Pera denilen yerdeydim ve yıl 1559’du'' notunu düşmüş. Resimdeki sarıklı kişinin de Mimar Sinan olduğu iddia ediliyor.

İstanbul’un anıtları

Birçok yerde eski abidelerin dikkat çeken kalıntıları var ancak Konstantin’in Roma’dan pek çok eser getirdiği hesaba katılırsa burada neden bu kadar az olduklarına hayret etmemek elde değil. Bu abideleri şimdi teferruatıyla anlatmak niyetinde değilim ama yine de bazılarından bahsedeceğim. Eski hipodromun olduğu yerde bronzdan yapılmış iki yılan ve güzel bir dikilitaş bulunuyor. Ayrıca şehirde iki tane dikkat çeken sütun daha var. Bunlardan biri kaldığımız kervansarayın yakınında, diğeri de Türklerin Avrat Bazar yani kadınlar pazarı dedikleri yerde. Bu sütunu Arcadius yaptırmış. Üzeri baştan aşağı onun bazı seferlerini temsil eden rölyeflerle süslü. Tepesinde uzun süre kendi heykeli varmış. Buna sütun değil de içinden en üstüne kadar döne döne çıkan merdivenden dolayı kule demek daha doğru.

Çoğunlukla saray memurlarının oturduğu mekânların karşısında yer alan diğer sütun, başlığı ve kaidesi hariç, her biri yekpare sekiz adet somaki bloklarla inşa edilmiş. Bunlar birbirine o kadar iyi oturmuş ki tek bir monolit gibi görünüyor, halk arasındaki inanç da bu. Blokların birbirine bitiştiği yerler bütün sütun boyunca defne dallarıyla kuşatılmış. Bunlar aşağıdan yukarı bakıldığında eklenti yerlerini gizliyor. Sık sık meydana gelen depremlerle sarsılıp civarında çıkan bir yangında yanan bu sütun birçok yerinden çatlamış, Parçalanarak yok olmasını önlemek için de demir çemberlerle bağlamışlar. Tepesinde heykeller varmış, önce Apollo’nun heykeli, ardından Konstantin’in, en son olarak da yaşlı Theodosius’un. Hepsi de depremlerde ve fırtınalarda düşmüş.

Rumlar, yukarılarda bahsettiğim hipodromdaki dikili taşa ait şu hikâyeyi anlatıyorlar. Bu taş, kaidesinden koparak yüzyıllarca yerde yatıp durmuş. Sonraki imparatorlar döneminde bir mimar onu tekrardan kaidesine oturtma işini üstlenmiş. Fiyatta anlaşmaya varılınca tekerlekler ve halatlar kullanarak bir alet kurmuş ve o muazzam kitleyi havaya kaldırmış, ancak kaideyle arasında sadece bir parmak mesafe kalmış. Seyredenler mimarın bunca hazırlıktan sonra zamanı da çabayı da boşa harcadığını, işe yeniden büyük bir gayret ve masrafla girişeceğini sanmışlar. Oysa mimar cesaretini hiç mi hiç kaybetmemiş. Tabii ilimler hakkındaki bilgisini kullanarak büyük miktar su getirilmesini istemiş. Aletini bu suyla saatlerce ıslatmış. Dikili taşı tutan ipler ıslandıkça gerilip kısalmış, sonunda taşı böylece daha yukarı kaldırarak seyredenlerin hayranlığı ve alkışları arasında kaidesine oturtmuş.

Meraklı Hayvanlar

İstanbul’da cins cins hayvanlar gördüm –vaşaklar, yabankedileri, panterler, leoparlar ve aslanlar. Aslanlardan biri o kadar ehlileşmişti ki, yemesi için gözümün önünde ağzına henüz verilen bir koyunu sahibinin çekip almasına karşı koymadı. Kanın tadını henüz almış olmasına rağmen sükûnetini bozmadı. Bir de oldukça genç bir fil yavrusu gördüm. Dans ediyor ve topla oynuyordu, beni çok eğlendirdi. Herhalde tebessümünüzü gizleyemeyecek ve “O da ne! Bir fil top oynayıp dans mı ediyor?” diyeceksiniz ama neden olmasın? Seneca bize gerili ip üstünde yürüyen filden, Plinius Yunan alfabesini bilen bir diğerinden söz etmemiş miydi? Şimdi anlatacaklarımı dinleyin de bunları uydurduğumu sanmayın veya söylediklerimi yanlış anlamayın. File dans etmesi emredildiği zaman birbirini izleyen adımlarla ilerleyerek gövdesini sağa sola sallıyordu, cig dansı yapar gibi. Ona top atıldığında hortumuyla akıllıca yakalıyor ve geri yolluyordu, tıpkı bizim elle yaptığımız gibi. Eğer filin dans ettiği ve topla oynadığı hakkında söylediklerim sizi tatmin etmiyorsa bunu daha iyi ve bilimsel olarak açıklayacak birini bulmalısınız.

İstanbul’daki hayvanlar arasında bir de camelopard (zürafa) varmış ancak ben gelmeden hemen önce ölmüş. Kemiklerini görmek için gömüldüğü yeri kazdırdım. Bu hayvanın önü arkasından daha yüksek, dolayısıyla binilemez ve yük taşıyamaz. Ona camelopard denmesinin nedeni başının ve boynunun deveye benzemesi ve derisinde leopar gibi benekler olması.

Batının ve Doğunun Hristiyanları

Karadeniz’e yelken açmak fırsatını bulup da gitmeseydim bana çok tembelsin denmesini hak ederdim, çünkü Korint’e yelken açmak Karadeniz’i görmekten daha kolaydır diye kabul edilir. Pek güzel bir gezinti yaptım, sultanın zevk u safa yeri olan sayfiye mekânlarından bazılarına girmeme müsaade edildi. Bunlardan birinin katlanan kapıları üzerinde Selim’in İran Şahı İsmail’le yaptığı ünlü savaşın mozaikle canlandırıldığı resmini gördüm. Yine sultanın güzel kırların ortasında uzanan bahçelerini gezdim. Peri kızları için ne hoş mekânlar! İlham perileri için ne güzel yerler! Emekli olup da çalışmak için bulunmaz köşeler. Söylediğim gibi toprak sanki Hristiyan kültürüne ve ihtimamına hasret içinde matem tutuyor, İstanbul dahi, hatta daha da çok, hayır hayır bütün Yunanistan. Sanatı ve bilimleri keşfeden bu topraklar bizlere devrettiği medeniyeti geri almak için müşterek inancımız adına yabaniliğe karşı bizden yardım bekliyor. Ama hepsi boşuna. Hristiyanlığı sahiplenenlerin akıllarında başka istekler hâkim. Türklerin Rumlara hükmetmek için uyguladığı elim şartlar bizlerin kölesi olduğumuz lükse düşkünlük, oburluk, gurur, ihtiras, para hırsı, nefret, haset ve kıskançlık gibi ahlak bozukluğundan daha kötü değil. Kalplerimiz bunlarla öyle yüklü, öyle boğulmuş ki semaya bakamıyor, hiçbir yüce düşünceyi barındırmıyor ve hiçbir başarıyı gaye edinemiyor. Dinimizin ve vazife anlayışımızın bizleri acı çeken bu kardeşlerimize yardım için koşmaya zorlamış olması gerekirdi. Yalnız bu değil, şöhret ve şeref duygusu uyuşuk beynimizi aydınlatmasa dahi günümüzde geçerli olan şahsi menfaatler böyle güzelliği, zengin kaynakları ve üstünlüğü olan yerleri yabanlardan kurtararak sahiplenmemiz için bizi harekete geçirmeliydi. Hâlbuki bizler uçsuz bucaksız okyanuslarda Hindistan’ı ve Antipodları [Avustralya ve Yeni Zelanda] arıyoruz, çünkü oralardaki ganimetler ve yağma çok daha değerli. Bunlar tek damla kan dökmeden cahil ve saf yerlilerden, onların zararına ele geçirilebiliyor. Din bahanedir, gerçek gaye altındır.

Hâlbuki ecdadımız zamanında gayeler başkaydı. Onların düşünceleri, bol altına sahip toprakları tüccar zihniyetiyle keşfetmekten çok uzaktı. Nerede cesaret oraya gitmişlerdi. Yaptıkları uzak seferler, karşılaştıkları tehlikeler, gösterdikleri çabalar şahsi menfaatleri için değil şeref kazanmak içindi. Giriştikleri savaşlardan her biri para zengini değil, nam zengini olarak dönmüştü. Bu düşüncelerimi, mahrem kaydıyla sadece size söylüyorum –zira çağımızın ahlaki değerlerden mahrum olduğunu düşünmem başkaları tarafından suç sayılabilir. Her ne olursa olsun, okların bizi yok etmek üzere bilendiğini görüyorum. Eğer şerefimiz için savaşmayı reddedersek, var olmak için savaşmak zorunda kalacağız.

Biz yine Karadeniz’ e dönelim. Buranın suları dar bir geçitten Trakya (İstanbul) Boğazına akıyor. Yol alırken her iki yakayı da döverek, birçok kıvrımlar ve anaforlarla bir günde İstanbul’a ulaşıyor. Sonra da benzeri bir dar geçitten Marmara Denizi’ne boşalıyor.

Suların Boğaz’a girdiği yerin ortasında, üzerinde sütun olan bir kaya var. Sütuna bir Romalı’nın adı kazılı (doğru hatırlıyorsam Octavianus). Avrupa kıyısında ‘Pharos’ dedikleri bir kule inşa edilmiş. Üstünde geceleri gemicilere yol gösteren bir ateş yakılıyor. Biraz ilerde denize akan küçük bir dere var. Bu derenin yatağında, değeri oniks ve sardonikslerden aşağı olmayan çakıl taşları topladık. Cilalanınca nerdeyse onlar kadar parladılar. Boğaz’a girişten birkaç kilometre ilerde Darius’un ordusunu İskitlere karşı Avrupa’ya geçirdiği dar geçidi gösterdiler. Buradan biraz aşağıda, yarı yolda iki kale yer alıyor. Biri Avrupa’da (Rumeli Hisarı) diğeri karşısında, Asya sahilindeki (Anadolu Hisarı), ikinci kale, Türkler İstanbul’a hücum etmeden önce ellerinde bulunuyordu. Sağlam kuleleri olan diğeri ise Mehmed tarafından, şehri ele geçirmeden birkaç yıl önce yapılmış. Şimdiyse yüksek rütbeli esirler için hapishane olarak kullanılıyor.

Buradaki yüzen Cyanean adacıklarını anlatmamı beklediğinizi sanırım. Onlara “Çarpışan Kayalar” da denir. Size samimiyetle itiraf etmeliyim ki oralarda geçirdiğim birkaç saat içinde böyle bir adanın izine rastlamadım. Herhalde yüzerek başka yerlere gitmiş olmalılar!

Size bir şeyden bahsetmeliyim. Polybius; Karadeniz’in zaman içinde Tuna, Dinyeper ve diğer nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklardan biriken kum yığınlarıyla boğulacağını ve gemilerin seyrine elverişsiz hale geleceğini iddia etmişti. Bu hususta yanılıyordu. Karadeniz o dönemde gemilere ne kadar müsait idiyse bugün de öyledir. Zaman ve tecrübe, tartışma kaldırmayacak teorileri bile çoğu defa boşa çıkarır.

Amasya Yolunda

Sultan geldiğimizi öğrenince İstanbul valisine haber yollayarak Asya’ya geçip oradan Amasya’ya gönderilmemizi emretti. Biz de hazırlıklarımızı tamamlayıp rehberleri temin ettikten sonra 9 Mart günü Anadolu’ya geçtik. Türkler şimdi Asya’ya bu adı vermiş. O gün ancak Üsküdar’a kadar gidebildik. Burası eski Bizans’ın karşı kıyısında veya biraz aşağısında, meşhur Chalcedon şehrinin bulunduğu sanılan yerde bir köy. Türkler bizi, atlarımızı, arabalarımızı ve hizmetkârlarımızı karşı kıyıya geçirmekle bir gün için yeterince yolculuk yaptığımızı düşünüyorlardı.

İstanbul’a henüz yakınken, bu gibi durumlarda ekseriya olduğu gibi, yolculuk için unuttuğumuz veya arkada kalan gerekli bir şeyler varsa kolayca getirileceğini söylediler.

Ertesi gün, Üsküdar’dan ayrıldık ve pek hoş kokulu, çoğunlukla lavanta çiçeği kokan çayırlardan geçerek yol aldık. Bu yörede korkusuzca dolaşan kaplumbağalar dikkatimizi çekti. Yanımızdaki Türklerin duygularına saygılı olmak istemeseydik bunları memnuniyetle tutardık. Onlara dokunsalar hatta sofranıza getirildiğini görseler kendilerini öyle murdar hissedeceklerdi ki ne kadar yıkansalar temizlenmiş olamayacaklardı. Türklerin ve Rumların bu cins hayvanlarla teması yasaklayan vesveselerinden daha önce de bahsetmiştim. Sonuçta kimse böyle zararsız bir hayvanı yakalamak istemediğinden her yerde pek çok kaplumbağa vardı. İki kafası olan bir kaplumbağayı birkaç gün saklasam da dikkatsizliğime kurban gitmeseydi daha uzun yaşayabilecekti.

İlk gün Kartal adında bir köye ulaştık. Size bundan böyle uğradığımız yerlerin adlarını vermem iyi olacak. İstanbul’a birçok kişi seyahat etmiştir, ama bildiğim kadar günümüzde Amasya yolunu kat eden hiç kimse yoktur. Kartal’dan sonra Gebze’ye geldik. Burası eski Libyssa olduğu sanılan bir Bithynia kasabası, Hannibal’in mezarıyla ünlü. Kasaba denize ve İzmit Körfezi’ne hâkim hoş bir manzaraya sahip. Çok uzun ve kalın servileriyle dikkat çekiyor.

İstanbul’dan ayrıldıktan sonra dördüncü durak yerimiz Nicomedia (İzmit) oldu, eski çağların namlı şehri. Burada bazı duvar ve sütun parçalarından başka kayda değer bir şey görmedik. Eski ihtişamından geriye kalan bütün izler bunlardan ibaretti. Şehrin bir tepe üzerindeki kalesi daha iyi korunmuştu. Bizim ziyaretimizden kısa süre önce yapılan kazılarda beyaz mermerden uzun bir duvar gün ışığına çıkarılmış. Bunun Bithynia krallarına ait eski sarayın bir parçası olduğunu sanıyorum.

Nicomedia’dan sonra Keşiş Dağı’nın sırtını aşarak Kasockli köyüne geldik ve Nicaea’ya (İznik) doğru yol aldık. Buraya hava karardıktan çok sonra varabildik. Uzaklarda kahkahalar atarak gülen insan seslerine benzer gürültüler duyunca bunların ne olduğunu sordum. Belki bazı denizciler –Ascanian Gölü’nün kıyısına yakındık– Türklerin âdetine aykırı olarak gece yolculuk yaptığımızdan bizimle eğleniyorlar diye düşündüm. Duyduğum seslerin Türklerin çakal dediği hayvanların ulumaları olduğunu söylediler. Bunlar kurtların küçük bir cinsi ama tilkiden büyük. Kurtlar kadar açgözlü ve doymak nedir bilmezler. Kalabalık dolaşırlar fakat insanlarla sürülere zarar vermiyorlar. Yiyeceklerini vahşi yollarla değil, kurnazlık veya hırsızlıkla temin ederler. Bu vasıflarından dolayı dolandırıcılarla hilebazlara Türkler “çakal” diyor –bilhassa da Asya’dan gelenlere. Geceleri Türklerin çadırlarına hatta evlerine girip buldukları yiyecekleri silip süpürüyorlar. Yiyecek bulmazlarsa ayakkabı, tozluk, kemer, kılıç kını gibi deriden mamul ne varsa çiğnerler. Hırsızlıkta çok kurnazlarmış ama bazen kendilerini gülünç şekilde ele verdikleri de oluyormuş. Mesela sürüden dışarıda kalan biri ulursa diğerleri nerede olduklarını unutarak ulumaya katılırmış. O zaman evin sakinleri uyanıp silaha sarılır ve suçüstü yakalanan hırsızlardan intikam alırlarmış.

Ertesi günü İznik’te, galiba da İznik Konsili’nin toplandığı binada uyuyarak geçirdik. İznik, aynı adı taşıyan gölün kıyısında. Şehrin surları ve kapıları iyi korunmuş durumda. Dört kapı var ve bunlar pazar yerinin ortasından görünüyor. Hepsinin üzerinde eski Latince ile şehrin Antoninus tarafından onarıldığı yazılı –hangi Antoninus olduğunu hatırlamıyorum ama şüphesiz bir imparatordur. Onun hamamlarına ait kalıntılar da vardı. Türkler burasını İstanbul’daki devlet binalarının yapımında taş ocağı olarak kullanıyorlarmış. Biz orada iken neredeyse hiç bozulmamış güzel bir silahlı asker heykeli buldular fakat onu hemen çekiçleriyle parçaladılar. Bundan rahatsız olduğumuzu belli edince, işçiler bize gülerek, adetlerimiz gereği ona tapmak ve dua etmek istemiş olup olmadığımızı sordular.

İznik’ten ayrılınca önce Yenişehir’e oradan Akbüyük’e sonra Pazarcık’a geldik. Buradan da Bozöyük’e (Cassumbasa) doğru yol aldık. Bozöyük Keşiş Dağı’nın üzerindeki dar bir geçitte kurulmuştu. İznik’ten itibaren buraya kadar takip ettiğimiz güzergâh bu dağın yamaçları üzerindeydi.

Bozöyük’te bir Türk hanında kaldık. Hanın yakınında çok yüksek bir kaya vardı, üzerine de kare şeklinde geniş bir sarnıç oyulmuştu. Sarnıçtan aşağı uzanan bir kanal ana yola kadar iniyordu. Eskiden burada yaşayan halk kış gelince sarnıcın içini karla doldurur, eriyen kar suyu da kanaldan akarak yolcuların susuzluğunu giderirmiş. Türkler halk için yapılan bu gibi hizmetleri en yüce hayır işi addediyor. Buraya yakın bir yerde, sağ tarafta Osmanlık görünüyordu. Aynı adı taşıyan aileye ilk olarak şöhret getiren Osman’ın geldiği yer burasıydı sanıyorum.

Bu geçitten geniş bir ovaya indik ve geceyi Chiausada denen bir mevkide ilk defa çadırda geçirdik. Sıcağa tahammül etmenin en iyi yolu buydu. Burada toprağın altında yalnız gün ışığı ile aydınlanan bir binaya rastladık. Bir de yapağıdan camlet ya da moher denen o ünlü kumaşın imal edildiği keçileri gördük. Bu keçilerin tüyleri çok ince ve parlak, yere kadar sarkıyor. Çobanlar tüyleri kırpmayıp tarıyorlar. Güzelliği ise ipekle kıyaslanabilir. Bunları sık sık suya sokuyorlar. Hayvanlar yörenin ince kuru otlarıyla besleniyorlar. Yünlerinin inceliğine bunun katkısı olduğu söyleniyor. Şurası muhakkak ki başka otlaklara götürülürse yünü değişikliğe uğruyor ve hayvanlar tanınmaz hale geliyorlar. Yöredeki kadınların bu yünden eğirdiği iplikler Galatia’da(Çukurhisar) bir şehir olan Angora’ya (Ankara) götürülüp ileride anlatacağım şekilde boyanıyor.

Bu ülkede çok sık rastlanan, kuyrukları ağır ve yağlı bir koyun cinsi var (bunların sürülerinde başka cins koyun bulunmuyor). Kuyrukların ağırlığı bir buçuk, iki, hatta dört beş kiloyu buluyor. Bazı yaşlı koyunların kuyruğu öyle büyük ki onu iki tekerlekli küçük bir arabaya koyuyorlar. Hayvan nereye gitse, kuyruğunu arabayla peşinden sürüklüyor. Anlattıklarıma herhalde inanmayacaksınız ama hepsi gerçek. Kuyruklar yağ bakımından verimli ancak koyunun eti bana oldukça sert ve bizdekilerden daha tatsız geldi. Bu koyunları güden çobanlar gece gündüz otlaklarda kalıyor. Karılarını ve çocuklarını onlara ev vazifesi gören arabalarla beraberlerinde götürüyorlar, bazen küçük çadırlar kurdukları da oluyor. Bunlar geniş kırlarda, mevsime ve otlaklara göre ovalarda veya yüksek arazide dolaşıp duruyorlar.

Bu yörede daha önce hiç görmediğim ve Avrupa’da pek bilinmeyen birkaç cins kuş keşfettiğimi sanıyorum. Aralarında adına “borazancı kuş” denmesi gereken bir ördek cinsi var. Bu ördek, posta arabasını sürenlerin boru seslerini aynen taklit ediyor. Hiçbir savunma imkânı olmamasına rağmen cesur ve zapt edilmesi güç. Türkler onun kötü ruhları ürküttüğüne inanıyorlar. Hürriyetine de pek düşkün. Bir çiftlikte tam üç yıl kapalı kaldıktan sonra hür olmayı bol yeme tercih ederek uçup nehir yataklarındaki eski yerlerine dönmüşler.

Ankara

Angora’da (Ankara) bir gün kaldık. Havanın sıcaklığı yüzünden acele etmedik. İran Şahı’nın temsilcisi de hâlâ yolda olduğu ve Amasya’ya onunla aynı zamanda varmamız istendiği için Türkler de aceleye gerek görmüyordu.

Geçtiğimiz köylerde kayda değer hiçbir şey görmedik. Sadece Türk mezarlıklarında üstünde Yunanca ve Latince yazıların izleri kalmış eski güzel mermer levhalara ve sütunlara sık sık rastlıyorduk. Fakat bunlar öyle harap olmuştu ki yazıları okumak mümkün değildi. Her konakladığımız yerde eski kitabeler ile Yunan ve Roma paraları aramak, bunlar yoksa nadir bitkiler bulmaya çalışmak pek hoşuma gidiyordu.

Uzaklardan çok büyük taşlar getirerek bunlarla yakınlarının mezarlarını örtmek Türklerin âdetidir. Aksi halde mezar açık kalır, zira onu toprakla doldurmazlar. Amaçları ölüye kendini savunmak üzere dik oturabileceği uygun bir yer sağlamak. Her ölünün bunu yapmak zorunda olduğuna inanıyorlar. Kişinin kötülük meleği dünyadaki hayatını sorgulayıp suçlarken; iyilik meleği ise savunmasına yardımcı olurmuş. Mezarın üzerine ağır bir taş koymalarının diğer sebebi de cesedi köpeklere, kurtlara ve diğer hayvanlara, bilhassa buralarda çok bulunan sırtlanlara karşı korumak. Sırtlan, mezarı kazar ve cesedi çekip alarak yuvasına taşır; Bu hayvanların yuvalarında birçok insana ve yük hayvanına ait kemik yığınlarını görmek mümkündür. Sırtları kurttan ufaktır ama gövdesi daha uzundur. Postu kurda benzer, sert kıllar ve büyük siyah beneklerle kaplıdır. Kafatası omurgasına mafsalsız olarak doğrudan bağlı olduğu için arkaya bakmak istediği zaman vücuduyla dönmeye mecburdur. Dişlerinin de yekpare kemik olduğu söyleniyor, Eski zaman insanları gibi Türkler de sırtlanın cinsel güç verdiğine inanıyorlar. İstanbul’da iki sırtlanı olan bir adam onları “sultana” yani sultanın karısı için sakladığını söyleyerek bana satmak istememişti. Halk arasında anlatıldığına göre Roxalane sultanın sevgisi eksilmesin diye aşk tılsımları yaparmış.

Her yerde pek çok eski sikkeye rastladık, bilhassa son imparatorlara, Constantine, Constans, Iustinus, Valens, Valentinus, Numerianus, Probus, Tacitus’a ve diğerlerine ait sikkelere. Türkler adına “gavur mangırı” dedikleri bu sikkeleri dirhem ve yarım dirhemlik tartı ağırlığı olarak kullanıyorlar. Asia, Amisus [Samsun], Sinope [Sinop], Comana [Gümenek], Amastris [Amasra] ve yolculuğumuzun son noktası olan Amasya civarındaki kasabalarda pek çok sikke bulmak mümkündü. Sikke aradığımı söylediğim bir bakırcının cevabına oldukça öfkelenmiştim. Kendisinde birkaç gün öncesine kadar bir küp dolusu sikke varmış ve bunları değeri olmadığını düşünerek eritip bronz kaplar yapmış. Eski çağlara ait bu sikkelerin yok olmasından büyük üzüntü duydum. “Bunu yapmamış olaydın yüz altın verirdim” diyerek ondan intikam aldım. Eski sikkeleri böyle yok etmesi beni nasıl rahatsız ettiyse, ben de onu avucundan kaçmış olan bu fırsattan dolayı üzüntü içinde gönderdim.

Ankara (Angora) İstanbul’dan beri on dokuzuncu konaklama yerimizdi. Burası Galatia’da, bir Gal boyu olan Tektosagların eskiden yaşadığı bir kasaba. Plinius ve Strabon Angora’dan bahsederler. Ancak günümüzdeki şehir bu eski yerleşim yerinin sadece bir kısmı üstünde kurulmuş.

Angora’da çok güzel bir kitabe gördük, Augustus’un halkı için yaptığı işleri kısaca anlatan tabletlerin bir kopyası. Okunabildiği kadarını adamlarıma kaydettirdim. Kitabe herhalde eskiden valinin oturmuş olduğu ikametgâhın mermer duvarları üzerine kazılmıştı. Burası şimdi harap ve çatısız durumda. Yarısı girişin sağında yarısı da solunda. Tabletin üst kısmındaki yazılara hiç dokunulmamış. Okumakta çekilen güçlük aralardaki boşluklardan dolayı ortalarda başlıyor. Alt kısmında ise balta darbeleriyle hiç okunamayacak kadar tahrip edilmiş. Tapınağın Asya eyaleti tarafından Augustus’a hediye edilerek kutsanmış olması kuvvetle muhtemel. Bilhassa bu nedenle kitabenin uğradığı tahribat edebiyat açısından ve bilginler için ciddi bir kayıp.

Daha önce de bahsettiğim keçi yününü ıslatarak yapılan camlet’in (moher) nasıl boyandığını ve bir baskı aletiyle üzerine su dökülerek dalgalı görüntüsünün nasıl verildiğini gördük. Geniş ve kesintisiz dalgalı parçalar en makbul addediliyor. Dalgaları ufak ve farklı boyda olanlarla renkleri birbirine karışanlar aynı malzemeden yapılmalarına rağmen kusurlu sayıldığından değerleri birkaç altın kadar daha ucuz. Bu kumaşla giyinmek yüksek mevkilerdeki yaşlı Türkler arasında bir seçkinlik işareti. Süleyman bile bundan başka bir kumaşla giyinmiş olarak görünmek istemez ve yeşil rengi tercih edermiş. Bu renk bizlere göre yaşını almış biri için uygun değil ama dini akideleri ve peygamberleri olan Muhammed’in ihtiyarlığında aynı renkte giyinmiş olması bunu emrediyor.

Türkler siyahın kötü ve talihsizlik getiren bir renk olduğuna inanıyor ve birinin siyah giymesini uğursuzluk addediyorlar. Öyle ki paşalar bizi birkaç defa siyah elbiselerimizle görünce hayretlerini gizlememiş, hatta ciddi şikâyetlerde bulunmuşlardı. Türkiye’de hiç kimse eğer büyük paralar kaybetmemiş veya ciddi bir felakete uğramamışsa halkın içine siyahlar giymiş olarak çıkmaz. Pembe renk ise seçkinlik alametidir ancak savaş zamanı ölümün habercisi addedilir. Beyaz, sarı, mavi, menekşe, kurşuni ve diğerleri daha uğurlu renkler sayılır. Türkler kehanete ve fala gerçekten büyük önem verirler. Bir paşanın atı tökezlediği için makamından azledildiği meşhurdur. Bu olay büyük bir felaketin işareti olarak görülmüş ve onu azlederek uğursuzluğu devletin başından bir şahsın başına aktarmak istemişler.

Ankara’da Balygazar köyüne, oradan Zarekuct ve Zermec Zii üzerinden Halys Nehri (Kızılırmak) kıyılarına ulaştık. Bu yöreden Algeos köyüne doğru yol alırken uzakta Sinop’a yakın dağları görebiliyorduk. Dağların aşıboyası rengindeki toprağı ona kırmızı bir görüntü vermişti, adını da (Sinopis) oradaki kasabadan almış.

Meşhur Kızılırmak bir zamanlar Medler ile Lydia Krallığı arasında hudutmuş. Eski çağlarda bir kahin, eğer Krezüs İran’la savaşmak için bu nehri geçerse “güçlü bir imparatorluğu ortadan kaldıracaktır” demiş –Krezüs bunun kendi imparatorluğu olduğunu bilememiş. Nehrin kıyısında ufak bir ağaçlık vardı. Burası ilk önce içindeki tuhaf bir çalı yüzünden dikkatimizi çekti. Sonra bunun meyankökü olduğunu anladık ve balından doyasıya yedik. Yanımızda bir köylü duruyordu. Ona tercümanımız vasıtasıyla nehirde çok balık olup olmadığını ve nasıl tutulduğunu sorduk. Çok balık olduğunu ancak tutmanın mümkün olmadığını söyledi. Buna hayret ettiğimizi belirtince “biri elini uzatıp yakalamaya çalıştığında beklemeden kaçıyorlar” cevabını verdi.

Türkler yiyecek konusunda o kadar sade ve yemek yeme zevkinden öyle uzak ki ekmek, tuz, biraz sarımsak veya soğan, bir de adına yoğurt dedikleri bir çeşit mayalanmış sütten başka bir şey istemezler. Galenos, bu ekşitilmiş süte ‘oxygala’ demişti. Bunu buz gibi suyla sulandırıp içine ekmek doğrayarak susadıkları zaman içiyorlar. Aşırı sıcaklarda biz de bunun faydasını gördük. Lezzetli ve hazmı kolay olduktan başka susuzluğu gideren fevkalade bir gücü var. Kervansaraylarda, yani daha önce de sözünü ettiğim Türk hanlarında diğer yiyeceklerin yanı sıra bu ekşitilmiş süt de çok satılıyor. Türkler yolculuk sırasında ete veya sıcak yemeğe rağbet etmezler. Hoşlandıkları şeyler ekşitilmiş süt, peynir, kuru erik, armut, şeftali, ayva, incir, kuru üzüm ve vişnedir. Bu meyveleri temiz suda kaynatıp büyük toprak tepsilere koyarlar. Herkes bundan canının çektiğini satın alır. Meyveyi ekmeğin yanında katık olarak yerler. Sonra da suyunu içerler. Böylece yiyecek ve içecek çok ucuza mal olur –öyle ki bizde bir kişinin günlük yemek masrafı bir Türk’ün 12 günde harcayacağı paradan daha çoktur. Hatta, resmi ziyafetleri bile genellikle böreklerden, çeşitli tatlılardan, yanına koyun eti ve tavuk ilave ettikleri muhtelif pirinç yemeklerinden ibarettir. Türkler iğdiş edilmiş horozu bilmiyor. Sülünün, ardıç kuşu ve benzerlerinin adını dahi duymamışlar. İçtikleri suya biraz da bal veya şeker karıştırılmışsa Jupiter’in nektarını bile kıskanmazlar.

Her şeyi eksiksiz anlatmış olmak için unutmamam gereken bir içkiden de bahsetmek istiyorum. Kuru üzümü öğütüp sıkarak bir tahta fıçıya koyup üzerine belli bir miktar su ilave ederek karıştırırlar. Sonra da üstünü itina ile örterek mayalanması için iki gün dinlendirirler. Eğer mayalanma gecikirse içine şarap tortusu katılır. Mayalanmaya başladığında tadına bakarsanız, çok tatlı olduğu için yavan ve nahoş gelebilir. Fakat sonradan biraz ekşileşiyor. Tatlı bir şey karıştırılarak içilirse tadı pek hoş. Üç dört gün için çok lezzetli bir içki, hele bol karla soğutulursa. İstanbul’da kar bulmak her zaman mümkün. Türkler bu içkiye “Arap şerbeti” (şıra) diyorlar. Üç dört günden daha uzun süre içilmeden kalırsa bozulup buruklaşarak insanın hem başını hem de ayaklarını şarap kadar etkiliyor. O zaman da Türklerin dini kaideleri içilmesini yasaklıyor. Bu içkiyi çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bir de yaz ayları için sakladıkları, üzümler var ki genellikle pek serinletici oluyor. Onların ağzından duyduğuma göre bu üzümleri şöyle muhafaza ediyorlar. Bir miktar iyice olgunlaşmış iri taneli üzüm salkımlarını alıyorlar –güneşin sıcaklığı dünyanın bu bölgesinde üzümü kolayca olgunlaştırıyor. Toprak bir küpün veya tahta bir fıçının dibine önce bir kat dövülmüş hardal tohumu serip üzümleri üzerine yerleştiriyorlar. Üstüne bir kat daha hardal tohumu yayarak bastırıyor, etrafını da hardal tohumu unuyla iyice sıkıştırıyorlar. Fıçı böylece ağzına kadar üzümle dolunca içine aldığı kadar mayalanmamış çok taze şarap doldurulup kapatılıyor. Sıcaklar gelip de susuzluk çökünce fıçıyı açıp üzümleri ve suyunu satıyorlar. Türkler bu suyu üzümler kadar seviyor. Ben şahsen hardalın tadından hoşlanmadığım için üzümleri iyice yıkatıyordum. Aşırı sıcak havalarda bana çok hoş ve lezzetli geliyordu. Mısırlıların saçma bir âdeti varmış. Bahçelerinde yetişen faydasını gördükleri mahsullere kutsal varlıklar olarak taparlarmış. Dolayısıyla benim de faydalı bulduğum bu yiyecek ve içeceklere böyle şükran dolu methiyeler yapmama şaşmamanız gerekir. Ancak yolculuğuma tekrardan dönmemin zamanı da geldi.

Halys nehri (sanırım Türkler ona Aitoczu diyorlar) kıyılarından Goukurthoy’a oradan Çorum’a ve sonra da Tekke, Thioi’ye (Tekke Köyü) vardık. Burada, adına derviş dedikleri Türk keşişlerinin ünlü bir tarikatı var. Bu dervişlerden Chederle (Hıdır, Hızır) adındaki bir kahraman hakkında çok şeyler öğrendik. Pek güçlü ve cesurmuş. Bizim Aziz George’a tıpatıp benzediğini söylediler. Onun başarılarını da Hızır’a atfediyorlardı, mesela dehşet saçan kocaman ejderhayı öldürüp genç kızı kurtarması gibi. Bunlara daha birçok hikâyeler katarak diledikleri gibi uyduruyorlardı. Hızır uzak diyarlara gidermiş ve sonunda suyundan içeni ölümsüzleştiren bir nehre ulaşmış. Bu nehrin dünyanın hangi köşesinde olduğunu bilmiyorlardı, herhalde kimsenin hüküm sürmediği kuş uçmaz kervan geçmez diyarlardaydı. Doğruluğunda katiyetle ısrar ettikleri husus nehrin gözlerden uzak koyu karanlıklar içinde saklı olduğu ve Hızır’ın zamanından beri hiçbir ölümlünün onu bulamadığı. Hızır, o zamandan beri kendisi gibi aynı sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşan muhteşem atının üstünde dolaşıp duruyormuş. Savaşı seviyormuş. Hangi dinden olursa olsun haklı olan tarafın, ondan yardım dileyenin imdadına koşarmış.

Bu hikâyeler oldukça eğlendirici ama şimdi anlatacağım daha da gülünç. Hızır Büyük İskender’in arkadaşlarından biriymiş. Türklerin kronoloji ve tarihler hakkında hiçbir fikri yok. Tarihteki dönemleri fevkalade bir şekilde birbirine karıştırıyorlar. Eğer içlerinden öyle geliyorsa Hazreti Eyüp’ün Kral Süleyman’ın teşrifatçısı, Büyük İskender’in de onun başkomutanı olduğunu söylemekte tereddüt etmezler hatta daha büyük saçmalıklar da atfedebilirler.

Türklerin adına cami dediği, ibadethanede harikulade mermerden yapılmış berrak suyu olan bir çeşme var. Bizi bu suyun Hızır’ın atının idrarından kaynaklandığına inandırmaya çalıştılar. Ayrıca Hızır’ın dostlarına, seyisine, kız kardeşinin oğluna ait birçok hikâyeler anlatıp civardaki mezarlarını gösterdiler. Onlardan destek dileyenlere her gün gökten yardım yağdığına bizi inandırmaya uğraştılar. Aynı batıl inanca göre Hızır’ın ejderhayı beklerken ayağını bastığı toprakla küçük taşlar bir içeceğe karıştırılıp yutulursa, bu yüksek ateşle baş ve göz ağrısına karşı en güçlü tedavi imiş. Bütün yöre yılanlarla doluydu öyle ki sıcakta güneşlenen bu yaratıklar yüzünden oralara yaklaşmak mümkün olmuyormuş. Bu arada unutmadan İlave etmek isterim ki Türkler Hızır olduğunu söyledikleri Aziz George’un Rum kilisesinde bulunan resimlerinden hoşlanıyorlar. Bu resimlerde Aziz George atın sağrısında oturan ve ona şarap sunan bir oğlan çocukla birlikte temsil ediliyor. Rumlar onu genellikle böyle resmetmişler.

Uzun yolculuğumun artık sonuna yaklaşıyordum. Amasya’ya ulaşmadan önce son defa Baglison’da konakladım ve İstanbul’dan 7 Nisan’da ayrılışımızın otuzuncu gününde Amasya’ya geldik. Şehre yaklaşırken bazı Türkler karşılamaya çıkmışlardı. Bize refakat ederek saygılarını sundular.

Amasya

Amasya, Kapadokya’nın başkenti. Eyalet valisinin adalet meclisi ve daimi ordugâhı burada. Şehir İris Nehri ‘nin (Yeşilırmak) her iki yakasında birbirine bakan iki tepede kurulmuş. Nehir şehri ikiye bölüyor. Bir tiyatroda art arda yükselen koltuklardan bakar gibi şehrin bir yüzünü diğer yüzünden görmek mümkün. Bu tepeler birbirine o kadar yakın ki arabaların ve yük hayvanlarının şehre girip çıkması için sadece tek bir yol var.

Buraya vardığımız gece büyük bir yangın çıktı ve yeniçeriler her zamanki usulleriyle, çevresindeki evleri yıkarak söndürdüler. Türk askerlerinin yangın çıkmasını istemelerinin bir nedeni var. Söndürmek onların vazifesi olduğu için –söylediğim gibi genellikle etrafındaki binaları yıkıyorlar- sadece yanan evlerin değil, komşu binaların eşyalarını da yağmalıyorlar. Dolayısıyla yağma fırsatı çıksın diye evleri sık sık gizlice ateşe verirler. Bunun bir benzeriyle İstanbul’da karşılaştığımı hatırlıyorum. Birçok yerde birden yangın çıkmıştı. Bunların büyük bir ihtimalle kaza eseri olmadığı belliyken kundakçılar bulunamamış ve İranlı casuslar suçlanmıştı. Sonradan daha titizlikle yapılan araştırmada yangını limandaki gemicilerin çıkardığı anlaşıldı. Gemiciler yangın bahanesiyle yağmaya fırsat yaratmak istiyorlarmış.

Amasya’ya bakan en yüksek tepenin üstünde büyük bir kale ile daimi bir Türk garnizonu bulunuyor. Bu kuvvet, daha sonra da anlatacağım gibi, Türk hâkimiyetinden hoşnut olmayan Asya aşiretlerine ve buralara kadar uzanıp baskınlar yapan İranlılara karşı koymak için. Tepede geniş bir alana yayılmış eski kalıntılar var. Bunlar herhalde Kapadokya krallarına ait. Amasya sokaklarında evlerin göze çarpan bir güzelliği yok. İspanya’daki usule göre kerpiçten yapılmışlar. Damları düz ve yapımında aynı malzeme kullanılmış. Evin damı yağmur veya fırtınadan zarar görürse eski bir sütunu yuvarlayarak sathını sıkıştırıp yeniden düzlüyorlar. Ev halkı yazları damda açık havada uyuyor. Bu havalide yağmur ne sık ne de şiddetli ama yağdı mı yoldan gelip geçenlerin üstü başı damlardan akan çamurla berbat oluyor. Bir gün kaldığımız yerin yakınındaki bir evin damında eski Pers satrapları gibi divana uzanmış yemeğini yiyen bir genç gördüm.

Amasya’ya varınca saygılarımızı arz etmek üzere Sadrazam Ahmet Paşa ile diğer paşaların yanına götürüldük (sultan burada değildi). İmparatorun talimatları çerçevesinde müzakerelere başladık. Paşalar ileri sürdüğümüz görüşlere daha bu safhada peşin hükümlü görünmemek için muhalefet etmediler ve efendileri isteklerini bildirene kadar konuyu tehir ettiler. Sultan dönünce huzuruna kabul edildik. Kendisine yaptığımız takdime, ifade etmeye çalıştığımız sebeplere ve aldığımız talimatların arzına karşı ne davranışında ne de duruşunda müspet bir hava seziliyordu.

Melchior Lorichs'in gözünden bir başka Kanuni Sultan Süleyman

Kanuni’nin karşısında

Sultan alçak bir sedire oturmuştu. Otuz santimden yüksek olmayan bu sedirin üstünde birçok değerli örtüler ve zarif işlemeli yastıklar vardı. Yayı ve okları yanında duruyordu. Söylediğim gibi yüzünde tebessümden başka her şey mevcuttu. Bu ifadeye, hüzünle birlikte azametli bir sertlik hâkimdi. Geldiğimizde bizi kollarımızdan tutan mabeyincilerle huzuruna çıkarıldık. Bu usul, Sultan Amurath’ın (I. Murad) kendisiyle görüşmek isteyen bir Hırvat tarafından Sırbistan Despotu Marcus’un intikamını almak için öldürülmesinden beri her zaman riayet edilen bir âdetti. Elini öper gibi yaptıktan sonra sırtımızı kısmen dahi ona dönmeden geri geri yürütülerek karşısındaki duvara götürüldük. Ardından mesajımın kendisine okunmasını dinledi. Duymayı ümit ettiklerine uymadığı için yüzünde küçümseyici bir tavırla, “Güzel, güzel” dedi (zira imparatorumun taleplerine asil ve bağımsız bir ifade hâkimdi, bu nedenle en ufak arzusuna bile boyun eğilen biri tarafından kabul görmeyeceği aşikârdı). Sonra da ikametgâhımıza dönmemiz buyruldu.

Asalet ve Meziyet

Sultanın karargâhı çok kalabalıktı. Hizmetkârlar ve yüksek mevki sahibi kimselerle doluydu. Bütün hassa süvarileri, sipahiler, garîbler, ulufeciler ve çok sayıda yeniçeriler karargâhtaydı. Bu muazzam kalabalığın içinde tek kişi yoktu ki itibarını kendi şahsi cesaretinden ve meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. Kişiye, verdiği hizmetlere ve yüklendiği vazifeye göre saygı gösteriliyor. Bu nedenle üstünlük mücadelesi de yok. Herkesin yaptığı işe uygun olarak tayin edildiği bir makamı var. Sultan vazifeleri ve görülecek hizmetleri bizzat kendisi dağıtıyor. Bunu yaparken o kimsenin servetini ve rütbesini önemsemiyor, namzet olanın şöhretini ve nüfuzunu düşünmüyor. Sadece meziyetlerini göz önüne alıyor, kabiliyetini, karakterini ve mizacını tetkik ediyor. İşte böylece herkes layık olduğunun karşılığını görüyor ve makamlar da işlerin üstesinden gelebilecek kimselerle doluyor.

Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkanı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Kendilerini ecdatlarına ve tesadüfen doğmuş oldukları ortama ne kadar az borçlu hissederlerse duydukları gurur o derece büyüktür. Meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı’nın bir lütfu kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Nasıl ki müzik gibi sanata, matematik ve geometriye olan istidat babadan oğla geçmiyorsa, karakterin de irsi olmadığını, oğlun mutlaka babasına benzemesi gerekmediğini ve vasıfların insana Tanrı tarafından ihsan edildiğini düşünürler. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır, Başka bir yerde konuya tekrar döneceğimi sanıyorum. Bu düşüncelerim sadece sizin kulaklarınız için.

Şimdi gelin benimle ve başlarında ipekli kumaşın kat kat dolandığı kar beyaz sarıklar olan şu muazzam kalabalığa bakın. Rengârenk kıyafetler, her tarafta altın, gümüş, mor renklerin, ipek ve atlas kumaşların pırıltısı. Bunları teferruatıyla tarife kalkmak hem çok uzun sürer hem de kelimeler yetersiz kalır. Bugüne kadar gözlerime böyle güzel bir manzara sunulmamıştı. Bütün bu ihtişamın içinde yine de büyük bir sadelik ve tasarruf göze çarpıyor. Makamı ne olursa olsun herkesin kıyafeti aynı biçimde. Bizdeki gibi pahalı ve üç günde eskiyen kenar şeritleri ve lüzumsuz süslemeler yok. Türklerin en güzel kıyafetleri, işlemeli olsa bile –ki çoğu öyleydi- sadece bir dukaya mal oluyor.

Bizler onların giyim tarzına nasıl şaşıyorsak bizim kıyafetlerimiz de Türkleri hayrete düşürüyordu. Ayak bileğine kadar inen kaftanlar giyiyorlar. Bunlar kişiyi daha heybetli göstermekle kalmıyor endamını da artırıyor. Öte yandan bizim elbiselerimiz o kadar kısa ve dar ki vücudun, saklı kalması daha uygun olacak hatlarını ortaya çıkarıyor. Giyene yaraşması şöyle dursun şu ya da bu nedenle insanın boyunu kısaltıp bodur gösteriyor.

O büyük kalabalığın içinde bilhassa takdire değer bulduğum husus sessizlik ve disiplindi. Genellikle her türlü kalabalığın yarattığı izdihamda meydana gelen gürültü ve uğultudan eser yoktu. Herkes kendine ayrılan yerde çıt çıkarmadan duruyordu. Subaylar yani generaller, albaylar, yüzbaşılar ve teğmenler –Türkler bunların hepsine ağa unvanı verir– oturmuşlardı. Askerler ise ayaktaydı. En dikkat çekenler ise uzun bir saf halinde diğerlerinden ayrı bir tarafta duran birkaç bin yeniçeriydi. Benden biraz uzaktılar. Öyle hareketsizdiler ki, onları adet olduğu üzere selamlamam söylendiği zaman başlarını eğerek bana karşılık verene kadar canlı insan mı yoksa heykel mi olduklarında bir an tereddüt etmiştim. Meydanın bu kısmından ayrılırken pek hoş bir manzarayla karşılaştık: Sultanın hassa süvarileri atları üzerinde dönüyorlardı. Atlar sadece güzel ve yüksek boylu değil fevkalade tımarlıydı ve üzerlerinde süslü haşalar vardı.

İran Elçisi

Sultanın huzurundan isteklerimizin kabul göreceği konusunda pek az ümitle ayrıldık. İran temsilcisi 10 Mayıs’ta geldi. Beraberinde muhteşem hediyeler getirmişti –gayet ince dokunmuş halılar, iç kısımları rengârenk işlemelerle süslenmiş Babil işi otağ perdeleri, mücevherlerle bezenmiş Şam kılıçları, zarif bir sanat eseri olan koşum takımlarıyla süsleri ve harikulade güzellikte kalkanlar. Ancak gelen hediyeler arasında bir Kur’an vardı ki hepsini gölgede bırakıyordu. Türkler, içinde kaideler ve kanunlar bulunan bu kitabı Tanrı’nın gönderdiği vahiyle Muhammed’in meydana getirdiğine inanıyorlar. Böyle bir hediye de diğerleri arasında çok yüksek bir değere sahip oluyor.

Dikkatlerini daha çok bize yöneltebilmek için İran temsilcisiyle hemen orada sulh akdedildi. Aramızdaki sorunlar artacağa benziyordu. Yaptıkları bu sulh akdinin gerçek olduğu hakkında en ufak bir kuşku duymamamız için onlara gösterdikleri itibarda hiçbir şeyi ihmal etmiyorlardı. Daha önce de bahsettiğim gibi her konuda aşırıya kaçmak Türklerin âdetidir –ister dostlarına saygıda ister düşmanlarına duydukları nefreti onları rencide ederek belirtmekte.

İkinci Vezir Ali Paşa İranlılara bir bahçede ziyafet verdi. Biraz uzakta olmasına ve aramızdan bir nehir geçmesine rağmen ziyafeti görebiliyorduk. Şehrin meyilli arazide yerleşmiş olduğunu, insanın göremediği ve kendisinin de görülemeyeceği hiçbir yeri bulunmadığını evvelce söylemiştim. Ali Paşa Dalmaçya doğumlu. Çok hoş ve akıllı, insaniyet tarafından noksansız biri (bir Türk için şaşılacak kadar). Paşalar; sofrayı gölgeleyen bir tentenin altında yaslanmış oturuyorlardı. Hepsi de aynı kılıkta giyinmiş yüz kadar genç, yemeği anlatacağım usulde sofraya getirdiler:

Önce misafirlerin uzanmış olarak oturdukları sofraya doğru aralarında aynı mesafeyi muhafaza ederek ilerlediler. Selam vermelerine mani olmasın diye boş olan ellerini dizlerinin üzerine koyup başlarını eğerek selam verdiler. Sonra da mutfağa en yakın duranı sahanları alarak yanındakine, o üçüncüye, üçüncü de dördüncüye geçirdi. Yemek böylece sofraya en yakın olana ulaşıyor ve baş kethüda sahanları onun elinden alarak sofraya koyuyordu. Yüz veya daha çok sahan bu usulle ve herhangi bir karışıklığa meydan verilmeden, sözün gelişi akıp durdu. Bu iş bittikten sonra hizmet edenler misafirleri tekrar selamladılar ve aynı düzende, ancak son gelenler bu defa başta, ilk gelenler de sonda olmak üzere çekildiler. Diğer yemekler de sofraya bu usulde getirildi. Türkler anlık işlerde dahi intizama dikkat ederler. Biz ise en mühim konularda bile bunu ihmal ederiz. İran temsilcisinin maiyeti de efendilerinden uzak olmayan bir sofrada Türklerle birlikte ikram görüyordu.

Dönüş

Söylediğim gibi İranlılarla sulh akdedilince artık Türklere en basit isteklerimizi dahi kabul ettirme imkânımız ortadan kalktı. Aramızda varılabilecek antlaşma altı aylık bir mütareke olacaktı. Bu süre içinde Viyana’ya bir cevap yollanabilir ve buna oradan karşılık getirilebilirdi. Ben sıradan bir elçinin işlerini yürütmek üzere gelmiştim. Fakat sulha dair hiçbir hazırlık yapılmamış olduğundan paşalar Süleyman’ın bir mektubuyla soylu efendime gitmeme ve kral cevap vermeyi arzu ederse bunu getirmeme karar verdiler. Dolayısıyla tekrardan sultanın huzuruna çıkarıldım. Bana ayak bileğime kadar uzun üstü işlemeli iki bol hilat giydirildi. Bunlardan fazlasını zaten taşıyamazdım. Maiyetime de muhtelif renklerde ipek kaftanlar verildi. Onlar da bu kaftanları içinde bana refakat ettiler. Sanki bir tragedyada Agamemnon’un veya benzeri bir kahramanın rolünü oynayacakmışım gibi debdebeli bir kafileyle huzura çıkarıldım. Altın sırmayla işli bir kumaşa sarılıp mühürlenmiş mektubunu aldıktan sonra sultana veda ettim. Maiyetimden ileri gelenler de onu selamlamak için huzuruna kabul edilmişlerdi. Ardından paşalara da aynı şekilde saygılarımı arz ederek 2 Haziran’da maiyetimle birlikte Amasya’dan yola çıktım. Ayrılmak üzere olan elçilere Divan’da kahvaltı vermek adettir. Hükümetin toplandığı makama ‘Divan’ deniyor. Ancak bu kahvaltı âdeti taraflar dostluk içindeyse yerine getirilir. Bizim ilişkilerimiz ise henüz sulh zeminine oturmamış durumdaydı.

Süleyman’ın üzerimde bıraktığı etkiyi anlatmamı arzu edersiniz sanırım. Yılların ağırlığını hissetmeye başlamış olmasına rağmen davranışındaki asalet ve genelde dış görünüşü böyle uçsuz bucaksız bir imparatorluğun hükümdarına yakışır seviyede. Her zaman tasarruftan yana ve kendine hakim. Hatalar yapmış olabileceği gençlik döneminde bile Türklerin gözünde suçlanmamış. İlk yıllarında dahi şaraptan uzak durmuş. Türklerin ekseriya düşkünü olduğu kötü alışkanlıklara kapılmamış. Onu en acımasızca tenkit edenler bile karısına aşırı derecede boyun eğmesinden ve sonuçta Mustafa’nın katlinden başka aleyhinde ileri sürülecek önemli bir şey bulamıyorlar. Bu zaafını da genelde karısının kullandığı aşk iksirlerine ve büyülere yüklüyorlar. Onunla meşru evlilik yaptıktan sonra kanunen hiçbir mani bulunmamasına rağmen cariyeleri olmadığına inanılıyor. Dinin ve geleneklerin katı bir muhafızı; onlara bağlılığı topraklarını genişletmek arzusundan aşağı değil, Yaşına göre –neredeyse 60’a yaklaşmakta– sağlığı yerinde. Cildinin bozuk olmasının gizli bir hastalıktan veya bacağında iyileşemeyen bir yaradan, kangrenden ileri geldiği sanılıyor. Elçiler ülkesinden ayrılırken onlara sıhhatinin yerinde olduğu izlemini vermek için yüzüne kırmızı pudra sürüyor. Böylece yabancı hükümdarlar sağlığının ve gücünün yerinde olduğundan kuşku duymazlar da korkuları artar diye düşünüyor. Ayrılırken buna şahit oldum. Son defa huzuruna çıktığım zaman beni ilk kabul ettiğinden farklı bir görünüşü vardı.

Haziran ayının şiddetli sıcağı altında dönüş yolculuğumuza başladık. Hava tahammülümün üstünde sıcaktı, öyle ki ateşlendim. Baş ağrısı ile burun ve boğaz akıntısı yaptı. Hafif olmakla beraber bunlar İstanbul’ a gelene kadar beni terk etmedi.

İran elçisi de bizimle aynı günde Amasya’dan yola çıktı. Aynı güzergâhı takip ettik. Önce de bahsettiğim gibi şehre giriş ve çıkış için tek bir yol vardı. Çevredeki tepelerin sarp oluşu başka yerden ulaşma imkânını ortadan kaldırmıştı. Bir süre gittikten sonra yol doğuya ve batıya doğru ikiye ayrılıyordu. İranlılar doğuya gidene saptılar, biz de batıya uzanan yolu takip ettik. Amasya’dan çıkarken birbirine yakın kurulu çadırlarıyla ovada dört bir yana yayılmış Türk ordugâhını da gördük.

Tekrar İstanbul’da

Dönüş yolculuğumu anlatarak vaktinizi almak istemem zira hemen hemen aynı yerlerden geçtik ve aynı yerlerde konakladık. Tek fark daha çabuk dönmemiz oldu. Bazen günde iki misli yol alıyorduk. Böylece İstanbul’a 24 Haziran’da ulaştık. Sürekli ateşim olduğu için ne kadar yorucu bir yolculuk yaptığımı artık siz tahmin edin. Çok zayıf ve halsiz döndüm ama sonra doktorum Quacquelben’in tavsiyeleriyle dinlenerek ve aldığım sıcak banyolar sayesinde kolayca eski gücüme kavuştum. Banyodan çıkınca bana soğuk duş yaptırıyordu. Bundan hoşlanmadımsa da çok faydasını gördüm.

İstanbul’dayken Türk ordugâhından yeni dönen biri bana bir hikâye anlattı. Asya halkının Osmanlıların idaresinden ve dininden ne kadar hoşnutsuz olduğunu gösterdiği için bunu size yazmaktan memnuniyet duyacağım. Anlattığına göre Süleyman dönüş yolunda bir Asyalının misafiri olmuş ve geceyi onun evinde geçirmiş. Sultan gidince evin sahibi böyle bir misafirin kalmasından dolayı evinin iffeti bozuldu ve kirlendi diye her tarafı sularla yıkamış ve dini âdetlerini yerine getirerek tütsüler yakmış. Bunun haberi kendisine ulaştığında Süleyman adamın öldürülüp evinin yerle bir edilmesini emretmiş. Asyalı, böylece Türke nefretini ve İranlılara hissettiği yakınlığı canıyla ödemiş.

Viyana Yolunda

Eski gücüme kavuşmak için İstanbul’da iki hafta kadar kaldıktan sonra Viyana’ya doğru yola düştüm. Yolculuk uğursuz başladı. Tam şehirden çıkarken İstanbul’da satılmak üzere Macaristan’dan getirilen kız ve erkek çocuklar yüklü arabalarla karşılaştık, Türkiye’de bundan daha sıradan bir mal yoktur. Antwerp’in dışına çıkan yollarda türlü mallarla dolu arabalara nasıl tesadüf ediliyorsa, biz de zaman zaman korkunç bir esarete götürülmekte olan zavallı Hristiyan kölelerin kafilelerine rastlıyorduk. Genç ve yaşlı erkekler sürüler halinde veya bizde pazara götürülen atlar gibi birbirlerine zincirlerle bağlı uzun sıralarla yürüyorlardı. Hristiyan ahalinin bu zavallı durumu karşısında gözyaşlarımı tutamıyordum.

Yolculuğa uğursuz başladığımı bu anlattıklarım ispat ermiyorsa başka bir olay daha var. Maiyetimdeki arkadaşlar yanlarındaki hizmetkârlardan bazılarını Türkiye’de kalmaya daha fazla tahammül edemediklerinden geri götürmem için bana teslim etmişlerdi. İki gün yolculuktan sonra resmi unvanı ‘Voyvoda’ olan reislerinin hastalanıp bir arabada yolculuk ettiğinin farkına vardım. Üzerinde veba yarası olan ayağının çorabını rahatlamak için çıkarmıştı. Hastalığın bulaşmasından duyduğumuz korku bizi çok rahatsız etti. Adamcağız pek uzak olmayan Edirne’ye kadar ancak dayanabildi ve orada öldü.

Bu olay başka sıkıntılara yol açtı. Diğer Macarlar ölenin eşyalarını paylaşmaya kalktılar. Biri ayakkabılarını, bir diğeri yeleğini, bir başkası hiçbir şey ziyan olmasın diye gömleğini, biri de çamaşırlarını aldı. Onları da bizi de apaçık görünen bu tehlikeden korumak mümkün değildi. Doktorum aralarına girip giyeceklere dokunmamaları için Tanrı adına yalvardı. Bu hastalığa yakalanmak kesin ölüm demekti ancak söyledikleri sağır kulaklara çarpıyordu. Neticede Edirne’den ayrılışımızın ikinci gününde aynı adamlar doktorumun etrafını aldılar. Baş ağrısına ve vücudun ağırlaşmasının yanı sıra depresyona ve bezginliğe karşı bir çare bulması için dualar ederek yalvarıyorlar; bu belirtilerin veba başlangıcı olmasından şüphe ediyorlardı. Doktor kendilerini boş yere ikaz etmediğini, hastalığa tutulduklarını, bunun için de her şeyi yaptıklarını söyledi. Yine de onlara elinden geldiğince yardım edeceğini ama yolculuk sırasında gereken şeyleri temin etmenin imkânsız olduğunu bildirdi.

Daha o gün konaklama yerine varınca her zaman âdetimiz olduğu üzere ilgi çekici şeyler aramak için yürüyüşe çıktık. Bir çayırda yabancısı olduğum bir ot buldum. Birkaç yaprağını koparıp burnuma götürdüğüm zaman sarımsak kokusu aldım. Ne otu olduğunu biliyor mu diye onları doktoruma gösterdim. Yakından incelediğinde scordium olduğunu söyledi ve ellerini göğe kaldırarak vebaya karşı bir çare bahşettiği için Tanrı’ya şükretti. Sonra da bu ottan bir hayli toplayıp büyük bir tencerede kaynattı. Bir yandan da Macarlara sevinmelerini söylüyordu. Ardından otun suyunu aralarında paylaştırarak yatmaya giderken bunu Limni toprağı ve diascordium ile almalarını ve iyice terlemeden uyumamalarını tembih etti. Verdiği talimatları yerine getirdiler ve ertesi gün kendilerini iyi hissettiklerini söyleyerek ilaçtan biraz daha istediler. Bunu da içtikten sonra iyileşmeye başladılar. İşte böylece Tanrı’nın yardımıyla bu berbat hastalığın tehdidinden kurtulduk. Ama yine de yolculuğumuzu başka terslik olmadan bitirmek kısmet değilmiş.

Belgrad’da

Trakyalılar ve Bulgarların Niş’e kadar, Sırpların da Niş’ten diğer Güney Slavlarının başladığı Semendire’ye kadar uzanan topraklarından geçerek aşırı sıcak altında Belgrad’a vardık. Aslan ve Büyük Köpek –burçları gökyüzündeki en yüksek mevkilerindeydi. Burada perhiz günü olması nedeniyle bize lezzetli balıklar ikram ettiler. Aralarında eni de boyu da çok büyük sazanlar vardı. Pek makbul olan bu balıkları Tuna’da tutuyorlar. Beraberimdeki hizmetkârlar midelerini sazanla tıka basa doldurdular. Ya oburluktan ya da mevsimin tesirinden dolayı çoğu ateşlendi. Bu kadar balıkla 40 kişiyi doyurmak mümkündü. Hepsinin fiyatı da yarım thaler’in altında. Diğer ürünlerin de çoğu aynı şekilde ucuz. Saman ve kuru ot ise bedava, kim isterse tarlalardan dilediği kadar toplayabiliyor. Her yer ot dolu. Bunların bütün masrafı biçip taşımanın işçiliğinden ibaret.

Sava nehrini geçtikten sonra her cins ürün açısından pek verimli olan Pannonia’ya vardık. Eski Macarların buraya yerleşmekle ne kadar akıllı davrandığını takdir etmemek mümkün değil. Hem Avrupa’da hem denizin ötesindeki topraklarda uçsuz bucaksız araziler kat etmiş ve oralarda sadece kavruk çayırlara, zayıf ve kuraklığın yok ettiği arpa, yulaf ve buğday tarlalarına rastlamıştık. Hâlbuki Macaristan’a girdiğimizde bitkilerin boyları uzamıştı, öyle ki, bu yüzden önde giden arabayı çoğu defa arkadaki arabadan görmek mümkün olmuyordu.

Semendire’de, söylediğim gibi, Güney Slavlarının toprakları başlıyor ve Drava’ya kadar uzanıyordu. Bunlar ayyaş bir topluluk, genellikle hain oldukları da söyleniyor. Rascian denen bu halkın tam olarak hangi kökten geldiğini ve neden bu adı taşıdıklarını keşfedemedim. Ancak bize karşı iyi niyetli davrandılar. Onların hiç de ilgi çekici olmayan köylerinden geçerek neredeyse dört bir yandan bataklıklarla çevrilmiş küçük Essek kasabasına geldik. Burası Katzianer’in mağlup olduğu ve ordumuzun imha edildiği meşhur yerdi. Macaristan ovalarını aşarken bizi kavuran sıcağa karşı koyamadım ve ateş nöbetleri gelmeye başladı.

Essek’den ayrılarak Drava’yı geçtikten sonra Lasquen’e geldik. Burada yolculuğun, sıcağın ve ateşin verdiği yorgunlukla dinlenirken mahalli memurlar gelerek sağ salim vardığım için beni tebrik ettiler. Bana ekmek ve şarabın yanı sıra kocaman kavunlar, armutlar ve cins cins erikler getirmişlerdi. Hepsi de fevkalade lezzetliydi –toprağının bereketiyle ünlü Campania’da bunlardan iyisini yetiştirdiklerinden şüpheliyim. İstirahat ettiğim odadaki uzun masanın üstü bu hediyelerle dolmuştu. Hizmetkârlarım hastalığım yüzünden Macarları odama davet etmeyişim üzerine onları akşam yemeğine alıkoydular. Uyandığımda gözüm masaya ilişti. Uykuda mıydım yoksa rüyada mı emin değildim ama gözlerimin önünde sanki bir cornucopia (bereket boynuzu) duruyordu. Sonunda doktoruma bu meyvelerin nereden gelmiş olduğunu sordum. Gördüklerim beni en azından serinletsin diye oraya kendisinin koydurmuş olduğunu söyledi. Tatlarına bakabilir miyim diye sorduğumda bana mani olmadı ama sadece tatmama müsaade etti. Meyveler dilimlendi. Her birinden ufak bir parça yedimse de serinleyemedim. Ertesi gün Macarlar gelerek hizmetlerini arz ettiler. Sonra da bazı komşularının kötü davranışlarından şikâyetle imparatorun himayesini istediler.

Buradan Macar Kralı Lajos’un mağlubiyetine sahne olan Mohaç’a ulaştık. Kasabaya yakın bir yerde sarp yamaçların arasından akan derin bir çay gördüm. Zavallı genç kral atıyla bu çayda boğulup ölmüştü. Süleyman’ın mükemmel disiplinli kalabalık kuvvetlerine alelacele toplanmış ve çoğu silahsız köylüler olan bir avuç askerle karşı koymaya kalkması kötü talihin bir eseri miydi, yoksa sadece kötü bir karar mıydı bilmiyorum.

Mohaç’tan Tolna’ya, oradan da Feldvar’ a [Dunaföldvar] geldim. Sonra da Tuna üzerinde Güney Slavlarının yaşadığı ve adına Cophin [Csepel ?] dedikleri oldukça büyük bir adaya geçtim. Ardından Tuna’yı tekrar aşarak Belgrad’dan ayrılışımın on birinci günü olan 4 Ağustos’ta Buda’ya ulaştım. Yolda atlarımızın çoğunu kaybetmiştik. Hayvanlar taze arpa yedikten sonra üstüne aşırı soğuk su içince çatlayıp ölmüşlerdi. Birçok eşkıya tehlikesi atlattık. Bütün yöre bunlarla doluydu, bilhassa Heydon’larla. Nasıl kıl payı kurtulduğumuzu sonradan Buda Paşasının cezalandırdığı bazı haydutların anlattıkları gösteriyordu. Adamlar bizi tuzağa düşürmek için çürük bir köprünün aştığı geniş bir dere yatağına saklanmış olduklarını itiraf ettiler. Küçük bir grubun böyle bir köprüde bizi çevirmesinden kolay bir iş olamazdı. Çürümüş olduğu için araları açılmış çatlaklar ve delikler yüzünden, ne kadar dikkatli olsanız da, atların düşme tehlikesiyle karşılaşmadan köprüyü geçemezdiniz. Düşmanların bir kısmı önden saldırırken diğerleri arkadan bastırsa, o sırada bazıları da her iki yanınızda dere yatağı içinde çarpışıyor veya sazların arasında saklanıyor olsalar ve siz de köprünün durumu yüzünden atınızın üstünde kolay kolay kımıldayamazken Caudine Forks’daki Romalılardan beter olur, ya esir edilir ya da canınızdan olurdunuz. Bilemiyorum, kalabalık olduğumuzdan mı veya yanımdaki Macarları gördüklerinden mi, yoksa uzun bir saf halinde yol aldığımız için hepimiz köprüde aynı zamanda durmadığımız yahut başka bir şeyden korktukları için mi; Tanrının yardımıyla Buda‘ya salimen varabilmiştik.

Nihayet Estergon’a geldik. Ertesi gün sancak beyi tarafından dostça karşılandım. Söz arasında Macar askerlerinin küstahlığı hakkındaki mütalaamı rica etti.( Yolda, Macar askerler ve Türkler arasında, çalınan bir at nedeniyle çıkan kavgada, Macarlar bir Türkün burnunu kesmişti) İmparatorun elçisinin aralarında olması bile onları her zamanki davranışlarından alıkoymamıştı. Bana çalınan atı geri almamı söyledi. Yaralanan Türk, biz görüşürken sancak beyinin avlusunda bir köşede duruyordu, Burnu yerine dikilmiş ve başı sarılmıştı. Boğuk ve zavallı bir sesle başına gelen bu talihsizlikten dolayı bir hediye ile kendisini teselli etmemi istedi. Ona yaranın tedavisi için gerekeni yapacağım diyerek iki duka altını verdim. Daha fazlasını isteyince sancak beyi onu azarlayarak bunun tedavi için kâfi geldiğini hatta fazlasıyla karşılayacağını, başına gelenin kaderi olduğunu, bunu da bana yüklememesi gerektiğini söyledi.

Avusturya’da

Kendisine veda ettikten sonra o gün Komorn’a [Komarom] hareket ettim. Ateş nöbetlerimin belli sürelerde tekrarlamasını bekliyordum ama beni terk ettiklerini anladım. Nöbetler Türk topraklarında kalmıştı. Hıristiyan dünyasına adımımı atınca devama cesaret etmediler. Beni hastalığımdan kurtardığı, uzun ve çetin yolculuğumun sıkıntılarına son verdiği için Tanrı’ya şükrettim.

İki gün sonra Viyana’ya vardım. Romalıların Kralı haşmetmeap hükümdarım Ferdinand’ı malikânesinde bulamadım. Yerine Bohemya Kralı Maximilian oradaydı. Gösterdiği nezaket yorgunluğumu büyük ölçüde unutturdu. Yolda çektiğim sıkıntılar ve hastalığım yüzünden şimdi bile o kadar zayıf düşmüş durumdayım ki çoğu kimse Türkler tarafından zehirlendiğimi düşünmüştür. Arşidük Ferdinand geçenlerde buradaydı. Kendisine saygılarımı arz etmeye gittiğimde maiyetindekilerden birine kim olduğumu sormuş. O da benim duyabileceğim kadar yüksek bir sesle genelde gitmiş oldukları ülkeden bu durumda dönenlerden biri dedi. Sanırım yaşlı Claudius gibi bir çeşit mantar yutmuş olduğumu anlatmak istemişti. Bunun böyle olmadığına eminim. Bir süre dinlendiğim takdirde rengimin yerine geleceğine, sağlığıma ve eski gücüme yeniden kavuşacağıma kuşkum yok. Aslında her gün biraz daha iyi hissediyorum.

Bu arada Romalıların Kralı’na döndüğümü bildirerek kendisini altı aylık mütarekeden haberdar ettim. Şu sırada katıldığı Diet’den geri geldiğinde her şey hakkında çok daha teferruatlı ve kati bilgiler vereceğim.

Korkusundan veya başka nedenlerden dolayı benimle İstanbul’ a gitmekten vazgeçen kimseler şimdi benimle dönmüş olmak için çok şey verirdi. Plautus’un şu sözleri onlara pek uygun düşüyor: “Cevizi yemek isteyen kabuğunu kırmak zorundadır.” Yükü paylaşmayan bir kimsenin kazanılandan pay istemeye hakkı yoktur.

O döneme ait bir Constantinople panoraması

Amasya ve İstanbul’a yaptığım seyahati size –belki de kabaca eğrilmiş bir iplik yumağına benzer şekilde karşılıklı konuşuyor gibi anlatmış bulunuyorum. Arzunuza uyarak aceleyle yazmış olmam, kullandığım üslubu bağışlamanız için yeterli bir mazerettir sanırım. Daha dikkatle yazacak bol vaktim olsaydı bile telaş içinde ve çok meşgul birinden daha zarif bir anlatım beklemek haksızlık olur. Yazdıklarımı sadelik içinde gevelemiş olmamda beni teselli eden tek husus, içinde gerçek dışı hiçbir şey bulunmamasıdır. Böyle anlatılanların taşıdığı en büyük değer de budur. Hoşça kalın.

Tags:

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.