Yeni Çağa Yeni Rakamlar
Ütopya - Kusursuz bir dünya nasıl olmalı? | Rutger Bregman | Şubat 18, 2018 at 9:45 pmHer şey öğleden sonra üçe çeyrek kala, yerin on kilometre kadar altından gelen ve yarım yüzyılı aşkın bir süredir benzeri görülmemiş türden sarsıntılarla başladı. Yüz kilometre ötede sismograflar çıldırmaya başladı ve Richter ölçeğiyle 9 büyüklüğünde bir depremi haber verdi. Yarım saatten az bir süre sonra altı, on iki, hatta on sekiz metre yüksekliğinde ilk dalgalar Japonya kıyılarına ulaştı. Birkaç saatlik süre içinde yaklaşık dört yüz kilometrekarelik bir alan çamur, enkaz ve su altına gömüldü.
Neredeyse 20.000 kişi yaşamını yitirmişti.
Felaketin akabinde Guardian’da yer alan bir manşet “JAPONYA’NIN EKONOMİSİ SERBEST DÜŞÜŞE GEÇTİ” diyordu. Birkaç ay sonra Dünya Bankası hasarın 230 milyar doları bulduğu hesabını yaptı; Yunanistan’ın toplam gayri safi yurtiçi hâsılasına denk bir rakam. 11 Mart 2011’deki Sendai deniz depremi, gelmiş geçmiş en maliyetli felaket olarak tarihe geçti.
Ancak hikaye orada bitmiyordu. Amerikalı ekonomist Larry Summers deprem günü çıktığı bir televizyon programında, bu trajedinin tuhaf da olsa, bir yandan Japon ekonomisini kalkındırmaya yarayacağını söyledi. Evet, kısa vadede üretim yavaşlayacaktı ama birkaç ay sonra toparlanma çabaları talebi, istihdamı ve tüketimi artıracaktı.
İşe bakın ki Larry Summers haklıydı.
2011’deki hafif düşüşün ardından, bir sonraki yıl ülke ekonomisi %27’lik bir büyüme gösterdi, 2013 rakamlarıysa daha da iyiydi. Japonya “her şerde bir hayır vardır” görüşüne dayalı, köklü bir ekonomik yasanın etkilerini deneyimliyordu – en azından GSYH açısından.
Aynı şey, Büyük Buhran için de geçerliydi. Amerika krizden yakasını kurtarmaya ancak son yüzyılın en büyük felaketine adım attığında başlayabildi: II. Dünya Savaşı. Bir diğer örnek de ülkem Hollanda’da 1953 yılında yaklaşık 2.000 kişinin ölümüne neden olan seldi. Felaketin ardından gelen yeniden inşa süreci Hollanda ekonomisine müthiş bir itici güç sağladı. Ulusal endüstrinin 1950’ler başında ani düşüşteyken, güneybatının büyük bölümünün sular altında kalması, yıllık büyümeyi %2’den %8’lere yükseltti. Bir tarihçi durumu, “Düştüğümüz çukurdan kendi çabalarımızla kurtulduk,” diye özetliyordu.
Gördükleriniz
O zaman iklim felaketlerine kucak mı açalım? Semtleri yerle bir mi edelim? Fabrikaları havaya mı uçuralım? İşsizliğe muhteşem bir panzehir olur, ekonomide harikalar yaratırdı.
Siz fazla heyecana kapılmadan belirtelim, herkes katılmaz bu düşünce şekline. Filozof Frederic Bastiat 1850’de “Ce qu’on voit et ce qu’on ne voit pas,“ başlıklı bir makale kaleme aldı. Anlamı kabaca “Gördüğünüz ve görmediğiniz”di. Bastiat’ya göre belli bir açıdan bakıldığında bir pencereyi kırmak fena fikir sayılmayabilirdi. “Tamirin altı frank tutacağını hayal edin. Bunun da altı franklık bir ticari kazanç yaratacağını. İtiraf ediyorum, bu mantığa söyleyecek sözüm yok. Camcı gelir, işini yapar ve altı frangı memnuniyetle cebine atar…” Ce qu’on voit.
Ancak Bastiat’nın da fark ettiği gibi bu teori görmediğimiz şeyi hesaba katmayan bir teoridir. Şimdi de Başsavcılık Dairesi’nin sokak faaliyetlerinde % 15’lik bir artış bildirdiğini hayal edin. Ne tür bir faaliyetten söz edildiğini bilmek istersiniz, doğal olarak. Mahalledeki barbekü partilerinde mi yoksa kamuya açık alandaki çıplaklıkta mı? Sokak müzisyenlerinde mi sokak soygunlarında mı? Limonata satıcılarında mı camların kırılmasında mı? Faaliyetin içeriği ne?
İşte günümüz toplumunun kutsal gelişim ölçümü Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın ölçmediği şey, tam da budur. Ce qu’on ne voit pas.
Görmedikleriniz
Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla. Sahi, nedir o?
Eh, tanımı kolay: GSYH, bir ülkenin ürettiği tüm mal ve hizmetlerin toplamının mevsimsel dalgalanmalar, enflasyon ve kimi durumlarda alım gücünden arındırılmış halidir.
Buna Bastiat’nın yanıtı şu olurdu: Resmin çok önemli bir kısmını görmezden geldiniz. Kamu hizmeti, temiz hava, işletme ikramı içecekler – bunların hiçbiri GSYH’da zerre kadar büyüme yaratmaz. Bir iş kadını temizlikçisiyle evlenirse ve kocası işinin yerine, ücretsiz ev işlerini koyarsa GSYH’de düşüş olur. Ya da Wikipedia’yı ele alalım. Paradan çok, zaman yatırımıyla desteklenen bu site eski Britannica Ansiklopedisi’nin pabucunu dama attı – bu süreçte GSYH’yi de birkaç tık aşağı çekti.
Bazı ülkeler tahmini gölge ekonomilerini de hesaba katıyorlar. Örneğin, istatistikçiler 2006’da ülkenin karaborsasına dalış yapmak kaydıyla, Yunan GSYH’sini %25 büyütmüş, bu da Avrupa borç krizi patlak vermeden hemen önce devletin birkaç yüklü kredi almasını sağlamıştı. İtalya da 1987’de karaborsasını hesaba katmaya başladı ve ekonomisi bir gecede %20 kabardı. “Ekonomistler ülkenin vergi kaçıranlar ve yasadışı işçilerden oluşan heybetli yeraltı ekonomisini ilk defa hesaba katarak istatistikleri yeniden düzenleyince, İtalyanları bir coşku dalgası sardı,” diyordu New York Times.
Mevcut işlerimizin yarısından çoğunu temsil eden ve de karaborsaya dâhil olmayan, gönüllü çocuk bakımı ve yemek pişirme gibi tüm ücretsiz işler de cabası. Evet, bu işlerin bir kısmı için temizlikçi ya da bakıcı tutabilir ve GSYH’yı etkilemelerini sağlayabiliriz ama yine de çoğunu kendimiz yapıyoruz. Tüm bu ücretsiz işleri hesaba katmak ekonomiyi (Macaristan’da) %37’den (Birleşik Krallık’ta) %74’e varan bir oranda genişletebilir. Ne var ki ekonomist Diane Coyle’un dediği gibi, “resmi istatistik kuruluşları genelde buna zahmet etmiyorlar – belki de söz konusu işler daha çok kadınlar tarafından yapıldığı için.”
Konusu açılmışken, şimdiye dek sadece Danimarka GSYH’sinde anne sütüyle beslemenin değerini ölçmeye kalkıştı. Sonuçsa hiç de öyle azımsanacak gibi değildi. ABD’de anne sütünün ekonomiye potansiyel katkısına dair tahminler yılda 110 milyar $ gibi inanılmaz bir seviyelerde –neredeyse Çin’in askeri bütçesi kadar.
GSYH bilişimde kaydedilen ilerlemeleri hesaba katmada da hayli başarısız. Bilgisayarlarımız, fotoğraf makinelerimiz ve telefonlarımız artık hiç olmadığı kadar akıllı, hızlı ve havalı ama hiç olmadığı kadar da ucuz. Dolayısıyla fazla bir rol oynamıyorlar. Otuz yıl önce tek bir gigabyte depolama için 300.000 doları bastırıyorduk, bugünse birkaç bozukluk yetiyor. Bu tür baş döndürücü teknolojik gelişmeler GSYH’de cep harçlığından hallice bir yer tutuyor. Ücretsiz ürünlerse (telekom şirketlerine bir servete mal olan arama servisi Skype gibi) ekonominin küçülmesine bile yol açabiliyor. Bugün cep telefonu sahibi ortalama bir Afrikalı, Başkan Clinton’ın 1990’larda sahip olduğu bilgi erişiminden fazlasına sahip olduğu halde bilişim sektörünün ekonomideki payı, internetin var olmadığı yirmi beş öncesinden bu yana yerinden kıpırdamadı.
GSYH pek çok iyi şeye karşı kör olmanın yanında, her çeşit insani dertten de yarar sağlıyor. Trafik kilitlenmesi, uyuşturucu kullanımı, zina mı söz konusu? Benzin istasyonları, rehabilitasyon merkezleri ve boşanma avukatları GSYH için altın madeni. Siz bir GSYH olsaydınız, ideal vatandaşınız uzatmalı boşanma sürecini avuç dolusu Prozac alarak ve Kara Cuma’larda ipini koparmışçasına alışveriş yaparak atlatmaya çalışan, kanser hastası ve takıntılı bir kumarbaz olurdu. Çevre kirliliği ise çifte işlev görüyor: Bir şirket işin ucuzuna kaçarak para basıyor, diğerine ortaya çıkan pisliği halletsin diye para veriliyor. Buna karşılık yüzyıllarca yaşamış bir ağaç, siz onu kesip de kereste olarak satana dek hesaba katılmıyor.
Zihinsel hastalıklar, obezite, hava kirliliği, suç – GSYH açısından ne kadar çoksa o kadar iyi. Gezegenin en yüksek kişi başına düşen GSYH’sine sahip ABD’nin toplumsal sorunlarda da başı çekmesinin nedeni yine bu. “GSYH standartlarına göre,” diyor yazar Jonathan Rowe, “Amerika’nın en kötü aileleri aslında basbayağı aile olarak işlevini sürdürebilenler – kendi yemeklerini kendileri pişiren, yemekten sonra yürüyüşe çıkan ve çocuklarını ticari kültüre postalamak yerine birlikte sohbet eden aileler.”
GSYH birçok gelişmiş ülkede yükselişte olan eşitsizliğe ve krediyle hayat idame etmeyi cazip bir seçeneğe dönüştüren borçlara karşı da eşit derecede kayıtsız. 2008’in son çeyreğinde, küresel finansal sistemin kendi içine doğru patlama noktasına geldiği bir zamanda, Britanya bankaları hiç olmadığı kadar hızlı büyümekteydi. Krizin zirve noktasında GSYH’da İngiliz ekonomisinin %9’luk bir payını temsil ediyorlardı; neredeyse tüm imalat sektörü kadar. Üstelik de 1950’lerde katkıları hâlâ yok denecek kadar azken.
Bankaların “verimliliğini” risk alma davranışları açısından ölçmenin iyi bir fikir olacağına istatistikçiler tarafından karar verilmesi, 1970’leri buldu. Risk ne kadar büyükse GSYH pastasındaki dilimleri de o kadar büyüktü. Dolayısıyla finansal sektör diliminin en az imalat endüstrisi kadar değerli olduğuna inanmış politikacıların dolduruşuyla, bankaların durmadan borç vermeleri de sürpriz değildi. “Bankacılık sektörü GSYH’ya eklenmek yerine ondan çıkarılsa finans krizinin hiç yaşanmamış olacağını tahmin etmek yanlış olmaz,” diyordu.. kısa süre önce Financial Times.
Pervasızca ev kredisi ve türev ürün işportacılığı yaparak, milyonluk primleri yalayıp yutan bir CEO, bugün GSYH’ya öğretmenlerle dolu bir okuldan ya da araba teknisyeniyle dolu bir fabrikadan çok katkı sağlıyor. Görünüşe bakılırsa genel kuralı “uğraşın ne kadar hayatiyse (temizlik, çocuk bakımı, öğretmenlik) GSYH’daki oranın o kadar düşüktür” olan bir dünyada
yaşıyoruz. Nobel ödüllü James Tobin 1984’te şöyle demişti: “Gençlerimizin en iyileri de dâhil kaynaklarımızın giderek daha büyük bir kısmını mal ve hizmet üretimimizden uzak finansal aktivitelere, toplumsal verimlilikleriyle orantısız yüksek bireysel getiri üreten aktivitelere harcıyoruz.”Her Çağın Rakamları Kendine
Yanlış anlamayın – pek çok ülkede ekonomik gelişme, refah ve sağlık halen mutlulukla el ele yürüyor. Halen doyurulması gereken karınların ve inşa edilecek evlerin olduğu yerler bunlar. Başka hedefleri büyümeden öncelikli kılmak, zenginlere özgü bir ayrıcalık. Ancak dünya nüfusunun büyük bölümü için öncelik parada. “Toplumda parayı zenginlerden çok düşünen tek bir kesim vardır: fakirler” demişti Oscar Wilde.
Her şeye rağmen Bolluk Diyarı’nda uzun ve tarihsel bir yolcuğun sonuna geldik. Son otuz yılı aşkın bir süredir büyümenin durumumuzu iyileştirdiği söylenemez, hatta bazı durumlarda tam tersi söylenebilir. Daha kaliteli bir yaşam istiyorsak, başka araçlar ve alternatif ölçütler arama yolunda ilk adımı atmak zorundayız.
GSYH’nin toplumsal refah açısından doğru bir ölçüm işlevi görmeyi sürdürdüğü fikri, zamanımızın en yaygın mitlerinden biri. Başka pek çok konuda mücadele veren politikacılar bile GSYH’nin büyümesi gerektiği konusunda hemfikirler. Evet, büyüme iyidir. İstihdam açısından iyidir, alım gücü açısından iyidir ve daha çok harcama olanağı vereceği için, devlet açısından iyidir.
Bir çeşit devlet karnesi gibi son büyüme rakamlarını ortaya koyan GSYH olmasa modern gazetecilik yolunu kaybederdi. GSYH’de daralma” ekonomik gerileme anlamına gelir; ciddi boyutlarda daralma ise ekonomik kriz. Aslında GSYH bir gazetecinin isteyebileceği hemen her şeyi sunar: düzenli aralıklarla yayımlanan somut rakamlar ve uzmanlardan alıntılar yapma fırsatı. GSYH en önemlisi net bir kıstas sunar. Hükümet görevini yapıyor mu? Ülke olarak diğerlerine kıyasla ne durumdayız? Hayat biraz daha iyileşti mi? Hiç korkmayın, elimizde son GSYH rakamları var, onlar bilmemiz gereken her şeyi söyler.
Bundan daha seksen yıl önce GSYH diye bir şeyin olmadığını hayal etmek bile zor.
Elbette ki ölçme arzusu çok gerilere, pudralı peruk dönemine dek uzanır. ‘Fizyokrat’ diye bilinen ekonomistler o günlerde tüm servetin topraktan geldiğine inanırdı. Dolayısıyla dikkatlerini en çok hasat verimine odaklarlardı. 1665’te İngiliz William Petty “milli gelir” adını verdiği şeyle ilgili tahmin sunan ilk kişiydi. Amacı İngiltere’nin vergi gelirleri konusunda ne kadar kalkınabileceğini., dolayısıyla Hollanda’yla savaşı ne kadar zaman finanse edebileceğini öğrenmekti. Fizyokratlann aksine Petty hakiki servetin topraktan değil, ücretlerden türediğine inanıyordu. Bu yüzden de ücretlerin daha ağır vergilendirilmesi gerektiği çıkarımını yaptı. (Tesadüfe bakın ki kendisi zengin bir toprak sahibiydi.)
Milli gelirin farklı bir tanımı da Britanyalı politikacı Charles Davenant tarafından geliştirildi. Davenant 1665 tarihli makalesinin başlığıyla kendini ele veriyordu: “Savaşa Tedarik Sağlamanın Yolları ve Araçları Üzerine” Bu tür tahminler Fransa’yla rekabetinde İngiltere’ye kayda değer bir avantaj sağladı. Fransız kralının kendine ait eli yüzü düzgün ekonomik İstatistikler elde etmesi, on sekizinci yüzyıl sonlarını bulacaktı. Maliye bakanı Jacques Necker 1781’de XVI. Louis’ye ‘Compte rendu au roi’yı yani ‘Kral için mali bilanço’yu sundu. Kral o dönemde çoktan iflasın eşiğine gelmişti. Bu belge kralın birkaç borç daha almasını sağlasa da, 1789 devrimini engellemek için geç kalmıştı.
‘Milli gelir’ teriminin anlamı aslında hiç sabitlenemedi, aksine son entelektüel akımlarla ve günün ticari zorunluluklarıyla hep dalgalanma gösterdi. Bir ülkenin servetini tanımlayan şeyin ne olduğu konusunda her çağın kendine özgü fikirleri vardı. Modern iktisadın babası Adam Smith’i ele alalım. Smith milletlerin servetinin sadece tarım değil aynı zamanda imalat üstüne kurulu olduğuna inanıyordu. Buna karşılık hizmet ekonomisinin tamamı -eğlence işiyle uğraşanlardan avukatlara dek her alana yayılan ve modern ekonominin kabaca üçte ikisini oluşturan sektör- “bir hiç değerindeydi” Smith”e göre.
Ancak nakit akışı, çiftliklerden fabrikalara, sonra da üretim hatlarından iş kulelerine doğru kaydıkça tüm bu serveti cetvele geçirme yolundaki hesaplar da buna ayak uydurdu. Önemli olanın, ürünün yapısı değil fiyatı olduğu fikrini ilk ileri süren kişi ekonomist Alfred Marshall’dı (1842-1924). Marshall’ın ölçümüne göre üstünde fiyat etiketi olduğu sürece bir Paris Hilton filmi, bir saatlik realite programı Jersey Shore ve bir Bud Light Lime birası, bir ülkenin servetini artırabilir.
Oysa daha seksen yıl önce ABD Başkanı Herbert Hoover’a Büyük Buhran’ı hisse değerlerinden tutun da demirin fiyatına ve karayolu taşımacılığına dek değişen bir karma sayılar çuvalını kullanarak püskürtme görevi verildiğinde, yukarıda sözü edilen şey hâlâ imkansız bir iş gibi görünüyordu. Hoover’ın en önemli ölçüsü bile –‘eritme ocağı endeksi’ – çelik endüstrisinde üretim seviyelerini saptama amaçlı kullanışsız bir yapıydı.
Hoover’a ‘ekonominin’ nasıl gittiğini sorsanız, şaşkın bakışlarla bakardı yüzünüze. Sadece çuvalındaki sayılar arasında böyle bir şey yer almadığı için değil, aynı zamanda bizim ‘ekonomi’ teriminden bugün anladığımız şeye dair herhangi bir fikri olmadığından. ‘Ekonomi’ somut bir şey değil, ne de olsa – bir fikir. Ve bu fikir o zaman henüz icat edilmemişti.
Kongre 1931’de ülkenin önde gelen istatistikçilerini topladı ve genel durum hakkında en temel soruları bile yanıtlayamadıklarını gördü. Temel bir şeylerin kötü gittiği barizdi ama eldeki son güvenilir rakamlar 1929’dan kalmaydı. Belli ki evsizlerin nüfusu büyüyordu ve her alanda şirket iflasları vardı ama sorunun gerçek boyutlarını bilen yoktu.
Başkan Hoover bundan birkaç ay önce Ticaret Bakanlığı’ndan bazı çalışanları, durum raporu hazırlamaları için ülkenin dört bir yanında göndermişti. Görevliler Hoover’in ekonomik iyileşmenin köşe başında beklediği yönündeki kendi kanaatiyle de örtüşen, anekdot ağırlıklı kanıtlarla geri döndüler. Ancak ikna olmayan Kongre, 1932’de Simon Kuznets isimli genç ve parlak Rus profesörü basit bir soruyu yanıtlamak üzere atadı: Ne kadar mal üretebiliriz?
Kuznets bunu izleyen birkaç yıl içinde, sonradan GSYH’ye dönüşecek şeyin temellerini attı. Yaptığı ilk hesaplamalar heyecan dalgası yarattı ve Kongre’ye sunduğu rapor, ülke çapında çoksatanlar arasına girdi (her biri 20 sent olan kitabın kendisi de GSYH’de yerini aldı). Öyle ki bir zaman sonra radyoyu açıp da “milli gelirli” şöyle, “ekonomi böyle” laflarını işitmemek imkânsız hale geldi.
GSYH”nin önemi anlatmakla bitmez. Bazı tarihçilere göre atom bombası bile onun yanında sönük kalır. Sonradan anlaşıldığı üzere GSYH savaş zamanı bir ülkenin gücünün ifadesi açısından mükemmel bir ölçüttü. ABD Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu direktörü C. Mitchell, savaştan kısa bir süre sonra, “Yirmi yılı kapsayan ve birkaç farklı biçimde sınıflandırılan milli gelirin, II. Dünya Savaşı çabalarını kaç değişik şekilde ve kaç ayrı tahminle kolaylaştırdığını ancak I. Dünya Savaşı için gerçekleştirilen ekonomik seferberlikte kişisel payı olanlar anlayabilir, demişti.
Somut rakamlar ölüm-kalım arasındaki dengeyi bile etkileyebiliyordu. Keynes 1940 tarihli “Savaşın Masrafı Nasıl Ödenir” adlı makalesinde, Britanya istatistiklerinin düzensizliğinden yakınmıştı. Benzeri şekilde Hitler’in de elinde Alman ekonomisini yeniden hızlandırmak için gerek duyduğu rakamların bilgisi eksikti. Alman ekonomisinin maksimum üretime erişmesi ancak 1944’te, Ruslar Doğu Cephesi’ne yaklaşırken ve Müttefik Kuvvetler Batı ‘ya ayak basarken gerçekleşti.
Ancak o zamana gelene dek –ölçümü nihayetinde Kuznets’e Nobel Ödülü kazandıracak olan- Amerikan GSYH’si çoktan kendini ispat etmişti.
Nihai Ölçüm
GSYH buhranın ve savaşın enkazından, ilerlemenin en doğru ölçütü olarak çıktı – milletler için bir kristal küre, diğer tüm rakamlan sönük bırakan bir rakam… Üstelik bu defa görevi, savaş çabasını desteklemek değil, tüketim toplumuna çapa işlevi görmekti. Ekonomist Paul Samuelson çok satan ders kitabı Economics’te, “Uzaydaki bir uydu koca bir kıtanın hava koşullarını nasıl boydan boya inceleyebiliyorsa, GSYH de ekonominin durumu hakkında genel bir tablo çıkarabilir,” diyordu. “GSYH gibi ekonomik büyüklük ölçümlemelerinin yokluğunda, karar alıcılar düzensiz veriler denizinde kaybolur,” diye devam ediyordu. “GSYH ve diğer ilintili veriler, karar alıcıların ekonomiyi temel ekonomik hedeflere doğru götürebilmelerine yarayan işaret ışıkları gibidir.
Yirminci yüzyılın başında ABD devleti toplamda bir tane ekonomist; daha doğrusu işi kuşları incelemek olan “iktisadi kuş bilimci” çalıştırıyordu. Bundan kırk yıl kadar sonra Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu kelimenin bildiğimiz anlamında 5.000 ekonomisti kadroya almıştı. Aralarında yüzyılın en büyük düşünürlerinden ikisi olacak Simon Kuznets ile Milton Friedman da vardı.” Ekonomistler dünyanın her yerinde politikada baskın rol oynamaya başladılar çoğu GSYH’nın beşiği ABD’de eğitim almıştı ve burada mesleğin icracıları, modeller, denklemler ve sayıların –hem de çok ama çok sayının– etrafında dönen yeni ve bilimsel bir ekonomi anlayışının peşinden gidiyordu.
John Maynard Keynes ve Friedrich Hayek’in okulda öğrendiğinden tamamen farklı bir ekonomi türüydü bu. 1900’lerde insanlar ‘ekonomi’den bahsettiğinde genelde ‘toplum’u kastediyorlardı. 1950’lerse yeni bir teknokrat neslinin ortaya çıkışına tanıklık etti. Bu nesil yepyeni bir hedef icat etmişti: “ekonomiyi büyütmek”. Daha da önemlisi bu kişiler, bunu nasıl başaracaklarını bildiklerine inanıyordu.
GSYH’nın icadından önce ekonomistler basında nadiren alıntılanırken, II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda gazetelerin demirbaşı haline geldiler. Kimsenin beceremediği bir numarayı iyi biliyorlardı: Gerçekliği yönetme ve geleceği tahmin. Ekonomi günden güne politikacıların “gelişimi” artırmak için kullanabilecekleri, kumanda kollarına sahip bir makine gibi görülmeye başlandı. 1949’da mucit ve ekonomist Bill Phillips ekonomiyi temsilen plastik kaplar ve borulardan yapılma gerçek bir makine bile üretti. Pompalanarak dolaşan su ise federal gelir akışını temsil ediyordu.
Bir tarihçinin anlattığı gibi, “1950’ler ve 60’larda yeni bir ulussanız, yaptığınız ilk şey milli bir havayolu açmak ve milli ordu kurmaktı. Ardından da GSYH’yı ölçmeye başlıyordunuz.” Fakat bu sonuncusu gitgide karmaşıklaşmaya, başladı. Birleşmiş Milletler 1953’te GSYH’yı bulmak için ilk standart yönergeyi yayımladığında, her şey elli sayfadan biraz az tutmuştu. 2008’de basılan son baskı ise 722 sayfayı buluyordu. Medyada ağızdan ağıza serbestçe dolaşan bir rakam olsa da, GSYH’nin nasıl belirlendiğini sadece bir avuç insan bilir. Pek çok iktisat profesörünün bile bu konuda en ufak bir fikri yoktur.
GSYH’yı hesaplamak için çok sayıda veri göstergesinin birbiriyle ilişkilendirilmesi ve neyin sayılıp neyin görmezden gelineceği konusunda tamamen sübjektif, yüzlerce tercihin yapılması gerekir. Bu metodolojiye karşın GSYH hiçbir zaman en küçük bocalamalarıyla yeniden seçilme ile siyasi yıkım arasındaki farkı yaratabilen, pozitif bir bilimden farklı sunulmadı. Oysa görünürdeki bu hatasızlık, yanıltıcıydı. GSYH öylesine “ölçülmeyi” bekleyen, net biçimde tanımlanmış bir nesne değildir. GSYH’yı ölçmek, bir fikri ölçme arayışından farksızdır.
Büyük bir fikir, orası kesin. GSYH’nin düşmanın kapıya dayandığı ve ülke varlığının üretime, olabildiğince çok tank, uçak, bomba ve el bombası çıkarmaya dayalı olduğu savaş döneminde çok işe yaradığı inkâr edilemez. Savaş zamanı gelecekten ödünç almak, tamamen anlaşılır bir şeydir. Savaş zamanı çevreyi kirletmek ve borca girmek de gayet anlaşılır şeylerdir. Hatta aileyi ihmal, çocukları üretim hattında işe koşma, serbestlikten feragat ve hayatı yaşanır kılan her şeyi unutma tercih sebebi bile olabilir.
Gerçekten de savaş zamanı GSYH kadar faydalı bir ölçüm yoktur.
Alternatifler
Burada mesele hiç şüphesiz savaşın bitmiş olması. Elimizdeki mevcut ilerleme standardı, farklı sorunları olan farklı bir çağ için tasarlanmıştı. İstatistiklerimiz artık ekonomimizin şeklini kavrayamıyor. Bu da bazı sonuçlar doğuruyor. Her çağ kendi rakamsal verilerine ihtiyaç duyar. On sekizinci yüzyılda rakamlar hasadın boyutuyla ilintiliydi. On dokuzuncu yüzyılda demiryolu ağının genişliği, fabrikaların sayısı ve kömür madenciliğinin hacmiyle. Yirminci yüzyıldaysa ulus-devletin sınırları içindeki endüstriyel seri üretimle.
Bugün artık varlığımızı sadece dolarlar, Sterlinler ve Eurolar cinsinden ifade etmemiz mümkün değil. Sağlıktan eğitime, gazetecilikten finansa hepimiz hâlâ, toplum sanki koca bir üretim hattından ibaretmiş gibi ‘verimlilik’ ve ‘kazanca’ takılmış durumdayız. Oysa basit nicel hedefler tam da hizmet temelli bir ekonomide başarısızlığa uğrar. “Gayri safi yurtiçi hasıla… her şeyi ölçer… hayatı yaşamaya değer kılan şeyler hariç,” demişti Robert Kennedy.
Yeni rakamsal veriler sisteminin vakti geldi artık.
Butan’ın Dördüncü Ejderha Kralı henüz 1972’de gayri safi milli mutluluğun” ölçümüne geçmeyi önermişti çünkü GSMH kültür ve refahın hayati yönlerini (örneğin, geleneksel şarkı ve danslara ilişkin bilgiyi) görmezden geliyordu. Oysa mutluluk da ölçümleme açısından çok boyutluluk ve gelişigüzellikte GSMH’den geri kalır bir nitelik sayılmazdı. Sonuçta insan sırf kafası güzel diye de mutlu olabilir – ce qu‘on ne voit pas. Hem terslikler, keder ve üzüntünün de dopdolu bir hayatta yeri yok mu? Filozof John Stuart Mill’in bir zamanlar dediği gibi: “Halinden memnun bir ahmak olmaktansa memnuniyetsiz bir Sokrates olmak yeğdir.“
Sadece bu da değil, ileri atılmak için bize makul dozda sinirlenme, hüsran ve tatminsizlik de gerekiyor. Bolluk Diyarı herkesin mutlu olduğu bir yerse aynı zamanda hissizliğe boğulmuş bir yer olmalı. Kadınlar protesto etmeseler oy haklarını asla alamazlardı; Afrikalı Amerikanlar başkaldırmasa Jim Crow yasaları hala geçerli olurdu. Şikâyetlerimizi gayri safi milli mutluluk fikrine takılarak gidermeyi tercih ersek, gelişimin sonunu getirmiş olurduk. “Hoşnutsuzluk,” demişti Oscar Wilde, “bir insanın ya da ulusun ilerleme yolunda attığı ilk adımdır.”
Peki, diğer seçenekler neler? Adaylardan ikisi yine hava kirliliği, suç, eşitsizlik ve gönüllü işi denklemlerine dâhil eden Gerçek Gelişim Göstergesi (GGG) ile Sürdürülebilir Ekonomik Refah Endeksi (SERE). GGG, Batı Avrupa’da GSYH’den çok daha yavaş ilerledi, ABD’de ise 1970’lerden bu yana gerileme bile gösterdi. Peki, Mutlu Gezegen Endeksi’ne ne demeli? Gelişmiş çoğu ülkenin ortalarda yer aldığı, ABD’nin ise en altlara kaydığı ‘ekolojik ayak izini’ de hesaba katan bir derecelendirme.
Ancak bu hesaplamalar bile şüphe içinde bırakıyor beni.
Ejderha Kral’ın diktatörlüğünü ve Lhotshampa’daki etnik temizliği, tam da işine geldiği gibi kayıt dışı bırakan Butan, kendi endeksine bakılırsa harika durumdadır. Komünist Doğu Almanya’nın rejim tarafından işlenen muazzam toplumsal, ekolojik ve ekonomik suçlara karşın, yıldan yıla istikrarlı artış gösteren bir ‘gayri safi toplumsal hasıla’sı vardı. Benzeri şekilde GGG ve SERE de GSYH’nin kimi kusurlarını telafi etse de, son yıllarda gerçekleşen büyük teknolojik sıçramaları tamamen es geçer. Her iki endeks de dünyada işlerin hiç de yolunda gitmediğine tanıklık eder -ama zaten tam da bunu göstermeleri için tasarlanmışlardır.
Aslına bakarsanız, basit derecelendirmeler, ortaya koyduklarından çok daha fazlasını gizlerler. BM İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde ya da OECD’nin Daha İyi Yaşam Endeksi’nde yüksek bir puan, alkışlanacak bir şey olabilir ama neyin ölçüldüğünü bilmiyorsak, değil. Kesin olan bir şey varsa o da şu ki bir ülke ne kadar zenginleşirse, servetini ölçmek o kadar zorlaşır. Çelişkili olansa hakkında çok az somut bilgi sahibi olduğumuz aktivitelere giderek daha çok para harcadığımız bir bilgi çağında yaşıyor olmamızdır.
Genişleyen Devletin Sırrı
Hikâye Mozart’a dek gidiyor.
Müziğin dâhisi, Yaylı Çalgılar Dörtlüsü No. 14, Sol Majör’ü (K. 387) bestelediğinde, çalacak dört kişiye ihtiyaç vardı. Ondan 250 yıl sonra, bugün de o eseri çalmak için hâlâ tamı tamına dört kişiye ihtiyaç var. Kemanınızın üretim kapasitesini artırmak istiyorsanız, olsa olsa biraz daha hızlı çalarsınız. Diğer bir deyişle, hayatta bazı şeyler, tıpkı müzik gibi, tüm verimlilik artırma çabalarına direnir. Kahve makinesinin giderek daha hızlı ve ucuzunu üretebilsek bile, bir kemancı esere zarar vermeden onun temposunu artıramaz.
Makineyle giriştiğimiz yarışta, daha verimli bir biçimde üretilmeleri kolayca sağlanabilen ürünlere daha az: sanat, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi emek-yoğun hizmet ve faydalara daha çok para harcamayı sürdürmemiz gayet anlaşılır bir şeydir. Danimarka, İsveç ve Finlandiya gibi refah puanı yüksek olan ülkelerde, kamu sektörünün büyük olması tesadüf değildir. Bu devletler, verimliliğin kaldıraç etkisi veremediği alanlarda finansal destek sağlarlar. Bir buzdolabı ya da araba imalatının aksine tarih dersleri ve doktor check-up’ları öyle basitçe “daha verimli” kılınamaz.
Bunun doğal sonucu ise devletin ekonomi pastasından giderek büyüyen bir payı mideye indirmesidir. ilk olarak 1960’larda, ekonomist William Baumol’un dile getirdiği ve bugün “Baumol Maliyet Hastalığı” diye bilinen bu fenomene göre sağlık ve eğitim gibi emek-yoğun sektörlerde fiyatlar, işin büyük bölümünün geniş ölçüde otomatize edilebildiği sektörlerdeki fiyatlardan daha hızlı artar.
Ama bir dakika.
Buna hastalık yerine nimet dememiz gerekmez mi? Ne de olsa fabrika ve bilgisayarlarımız ne kadar verimli olursa, sağlık ve eğitimimize o kadar az verimli olma olanağı tanıyabiliriz. Yani, yaşlılar ve acizlerle ilgilenmek ve eğitimi daha kişisel bir ölçekte düzenlemek için o kadar çok vaktimiz olur. Eh, bu da harika bir şey değil mi? Baumol’e göre kaynaklarımızı bu tür asil amaçlara ayırmanın karşısında duran esas engel “maliyetlerini karşılayamayacağımız” yanılgısıdır.
Yanılgılar içinde bu, bilhassa inatçı olanlardan biridir. İnsan aklını etkinliğe ve üretkenliğe taktığında, eğitim ve bakımın gerçek değerini görmesi zordur. Pek çok politikacının da, vergi yükümlüsünün de, bakınca sadece maliyeti görmesinin nedeni budur. Bir ülkenin zenginleştikçe öğretmenlerine ve doktorlarına daha çok para harcaması gerektiğini anlamazlar. Bu artışlar bir nimet gibi görüleceğine, hastalık muamelesi görür.
Oysa okul ve hastanelerimizi birer fabrika gibi yönetmek istemiyorsak, emin olalım ki makineyle giriştiğimiz yarışta, sağlık ve eğitimin maliyeti daima yükselecektir. Bir yandan, buzdolabı ve araba gibi ürünler de aşırı ucuzlayacak. Bir ürünün sadece fiyatına bakmak, maliyetlerin büyük bir kısmını görmezden gelmek demektir. Hatta Britanya’da bir düşünce kuruluşunun yaptığı tahmine göre reklam yöneticileri kazandıkları her bir sterline karşılık 7 sterlini, stres, aşırı tüketim, hava kirliliği ve borç cinsinden heba ediyorlar. Buna karşılık çöp toplayıcıya ödenen her bir sterlin, sağlık ve sürdürülebilirlik açısından 12 sterline denk değer yaratıyor.
Kamu sektörü hizmetleri genelde beraberinde bol miktarda saklı yararlar getirirken, özel sektör saklı maliyetlerle doludur. “ihtiyacımız olan hizmetlere daha çok para ödemeyi göze alabiliriz – özellikle de sağlık ve eğitime,” diyor Baumol. “Göze alamayacağımız şey, düşen maliyetlerin doğuracağı sonuçlar olabilir.”
Siz şimdi bu tür “dışsallıkların” çok sayıda sübjektif varsayım içerdikleri için kolayca nicelenemeyeceğini söyleyerek, bu görüşü savuşturabilirsiniz. Ancak mesele de bu zaten. Biz öyle değilmiş gibi davransak da, “değer” ve “üretkenlik” objektif rakamsal verilerle ifade edilemez: “Mezuniyet oranımız yüksek, demek ki iyi eğitim veriyoruz” – “Doktorlarımız işine odaklı ve etkin, demek ki iyi bakım sağlıyoruz” – “Basılı yayın oranımız yüksek, demek ki mükemmel bir üniversiteyiz” – “İzleyici payımız yüksek, demek ki iyi televizyonculuk yapıyoruz.” – “Ekonomi büyüyor, demek ki ülkenin durumu iyi…”
Performans odaklı toplumumuzun hedefleri saçmalıkta eski SSCB’nin beş yıllık planlarından geri kalmıyor. Politik sistemimizi üretim rakamlan üstüne kurmamız, güzelim hayatı bir hesap çizelgesine dönüştürmemiz anlamına gelir. Yazar Kevin Kelly’nin dediği gibi, “Üretkenlik robotlar içindir. İnsanınsa boşa vakit harcama, deneyler yapma, oynama, yaratma ve keşfetmede üstüne yoktur.” Artık ne istediğini bilmeyen, bir ütopya vizyonuna sahip olmayan ülkeler için son çaredir rakamlarla üretim.
Gelişimin Gösterge Tablosu
“Üç çeşit yalan vardır: Yalanlar, Allah’ın cezası yalanlar ve İstatistikler,” demişti Britanya başbakanı Benjamin Disraeli, manidar bir alaycılıkla. Ancak yine de kararların güvenilir bilgi ve rakamlar gerektirdiği yönündeki Aydınlanma ilkesine inanırım ben.
GSYH derin bir kriz döneminde akıl edilmiş ve 1930’ların büyük zorluklarına bir yanıt sunmuştu. Şimdi kendi işsizlik, ekonomik çöküntü ve iklim değişikliği krizimizle yüzleşirken, bizim de yeni rakamsal verilerin arayışına girmemiz gerekiyor. Bize gereken, hayatı yaşamaya değer kılan şeylerin –para ve büyüme illaki ama bunun yanında kamu hizmeti, meslekler, bilgi, toplumsal kaynaşma ve tabii, değerlerin en nadidesi zaman- takibini yapabilecek çeşitli göstergelere sahip bir kontrol panosu.
“İyi de böyle bir gösterge tablosu hiçbir şekilde objektif olamaz,” diye karşı çıkabilirsiniz. Doğru. Ancak nötr ölçüm diye bir şey yoktur. Her istatistiğin ardında belli bir varsayım ve önyargılar dizisi yatar. Üstelik bu rakamsal veriler –ve artlarındaki varsayımlar- eylemlerimize rehberlik eder. GSYH için olduğu kadar, İnsani Gelişmişlik ve Mutlu Gezegen endeksleri için de geçerlidir bu. İşte tam da eylemlerimizi değiştirmemiz gerektiği için, bize rehberlik edecek yeni rakamsal verilere ihtiyacımız var.
Simon Kuznets sekiz yıl önce uyarmıştı bizi bu konuda. “Bir ulusun refahının milli gelir ölçümüyle çıkarsanması zordur,” demişti Kongre’ye. “Milli gelir ölçümleri muhalif sosyal grupların çatışmasının merkezindeki meselelere değindiğinden –ki bu gruplarda bir savın (argümanın) etkililiği fazla basitleştirmeye tabidir- bu tür bir yanılgıya ve onun sonucunda istismara açıktır.”
GSYH’nin mucidi hesaplara askeri, reklam ve finansal sektörlerin” dâhil edilmemesi gerektiği konusunda uyarıda bulunmuştu ama tavsiyesi kulak ardı edildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yarattığı canavar konusunda Kuznets’in kaygısı giderek arttı. “Büyümenin niceliğiyle niteliği, maliyetlerle geri dönüşler, kısa vadeyle uzun vade arasındaki ayrım akılda tutulmalı,” demişti 1962’de.
Bu eski sorulan yeniden değerlendirmeye almak şimdi bize düşüyor. Büyüme nedir? Gelişme nedir? Hatta daha da önemlisi, hayatı gerçekten yaşamaya değer kılan şeyler nedir?