Yoksulluğun Sonu
Ütopya - Kusursuz bir dünya nasıl olmalı? | Rutger Bregman | Şubat 16, 2018 at 10:02 am13 Kasım 1997’de Kuzey Carolina Büyük Smoky Dağları‘nın hemen güneyinde yeni bir kumarhane kapılarını müşterilerine açtı. Kasvetli havaya rağmen uzun bir kuyruk oluşmuştu ve yüzlerce insan gelmeye devam edince kumarhane patronu halka evinde kalmasını tavsiye etmeye başladı.
Bu büyük ilgi şaşırtıcı değildi. Ne de olsa o gün kapılarını açan yer, mafyanın işlettiği dalavereci bir batakhane değildi. Harrah’s Cherokee, Doğu Kuşağı Cherokee Kızılderilileri’ne ait ve onlar tarafından işletilen devasa, lüks bir kumarhaneydi ve açılışı on yıl süren politik bir çekişmenin sonuna damga vuruyordu. Hatta kabile şeflerinden biri “Kumar, Cherokee’lerin laneti olacak” kehanetinde bulunmuştu’ ve Kuzey Carolina valisi projeyi her aşamasında engellemeye çalışmıştı.
Açılıştan kısa süre sonra 3.250 metrekarelik kumarhane oyun alanı, 1.000’i aşkın odası, 100 suiti, sayısız mağazası, restoranı, yüzme havuzu ve spor salonuyla üç gökdelenden oluşan otelin kabileye lanet değil rahatlama getireceği ortaya çıktı. Organize suçun da önünü açmadı. Tam tersi: 2004’te 150 milyon dolara erişen ve 2010’ da 400 milyon dolara yaklaşan kâr, kabileye yeni bir okul, hastane ve itfaiye merkezi inşa etme olanağını sundu. Hâsılattan aslan payı doğrudan Doğu Kuşağı Cherokee kabilesinden 8.000 erkek, kadın ve çocuğunun cebine girdi. Kumarhaneden gelen başlangıçta yılda 500 $ olan kazançları, 2001’de hızla 6.000 $’a çıkarak, ortalama hane halkı gelirinin dörtte bir ile üçte biri arası bir tutara denk gelir oldu.
Tesadüf eseri Duke Üniversitesi’nden Jane Costello isimli bir profesör 1993’ten beri Büyük Smoky Dağları’nın güneyinde yaşayan gençlerin akıl sağlığı üstüne bir araştırma yürütüyordu. Çalışmaya kaydolmuş 1 .420 çocuk her yıl psikiyatrik bir teste tabi tutuluyordu. Kümülatif sonuçlar yoksulluk içinde büyüyenlerin, diğer çocuklara kıyasla davranış sorunlarına çok daha yatkın olduğunu ortaya koymuştu. Gerçi yeni bir haber sayılmazdı bu. Yoksullukla zihinsel hastalık arasındaki bağlantılar daha önce de yine bir akademisyen olan Edward Jarvis’in 1855’te yayımlanan ünlü tezi “Delilik Üstüne Rapor”da gösterilmişti.
Ancak bir sorunun yanıtı hala bulunamamıştı: Neden neydi, sonuç neydi? Costello’nun araştırma yaptığı dönemde zihinsel problemleri bireysel genetik faktörlerle ilişkilendirmek giderek benimsenen bir yaklaşımdı. Temel neden doğaysa eğer her yıl bir çuval para vermek hastalık belirtilerini tedavi etse de, hastalığa yarar sağlamazdı. Öte yandan, neden eğer insanların psikiyatrik sorunları değil de, yoksulluğun bir sonucuysa, o zaman 6.000 $ gerçekten harikalar yaratabilirdi. Costello, açılan kumarhanenin bu çözümsüz kalmış soruya yeni bir ışık tutmak için eşsiz bir fırsat olduğunu anladı çünkü çalışmasına katılan çocukların dörtte biri Cherokee kabilesindendi ve yarıdan çoğu da yoksulluk sınırının altında yaşıyordu.
Costello kumarhane açılışından kısa süre sonra deneklerinde büyük gelişmeler fark etmeye başladı. Yoksulluk sınırından çıkan çocukların davranış sorunları yüzde 40’a inmiş, bu da onları hiç mahrumiyet çekmemiş akranlarıyla aynı oranlara getirmişti. Cherokee üyeleri arasında çocuk suçlarının oranı da uyuşturucu ve alkol kullanımıyla birlikte düşmüş, okul notlarında ise dikkate değer bir artış olmuştu. Cherokee çocuklan okulda artık, kabileli olmayan katılımcılarla eşit durumdaydı.
Kumarhanenin gelişinden on yıl sonra Costello’nun bulguları, çocukların yoksulluktan kaçış yaşı ne kadar küçükse ergenlikte zihinsel sağlıklarının o kadar iyi olduğunu ortaya koydu. Costello, en küçük yaş grubundakilerin suç oluşturan davranışlarında “dramatik bir düşüş” gözlemledi. Aslında çalışmada yer alan Cherokee çocukları artık kontrol grubundakilerden de iyi davranışlar sergiliyordu.
Verileri ilk gördüğünde Costello inanmakta zorlandı. “Beklenti genelde sosyal müdahalelerin nispeten küçük etkiler yaratacağı yönündedir,’ diyecekti sonradan. “Oysa bunun epey büyük etkileri olmuştu.” Profesör Costello’nun hesabına göre yılda fazladan bir 4.000 dolar, yirmi bir yaşına gelindiğinde fazladan bir yıllık daha eğitimle sonuçlanıyordu ve on altı yaşında suç kaydına sahip olma olasılığını %22 düşürüyordu.
Ancak en önemli gelişme, paranın ebeveynlere, daha doğrusu ebeveyne, ne şekilde yardım sağladığı konusuydu. Kumarhane kapılarını açmadan önce ebeveynler yaz boyu ağır iş yapıyor ama kışın genelde işsiz ve stresli oluyorlardı. Yeni gelir kapısı Cherokee ailelerine kenara para koyma ve faturalan önceden ödeme fırsatı sunmuştu. Yoksulluktan çıkarılan ebeveynler çocuklarına artık daha çok vakit ayırdıklarını bildiriyorlardı.
Yine de daha az çalışmıyorlardı, Costello’nun bulgularına göre. Anneler de babalar da kumarhane açılmadan önce ne kadar çalışıyorlarsa açıldıktan sonra da o kadar çalışıyorlardı. Kabile üyelerinden Vickie L. Bradley’in dediğine göre para her şeyden çok da aileler üstündeki baskıyı azaltmıştı. Böylece para kaygısına harcanan enerji şimdi çocuklara vakfedilebiliyordu. Bu da ebeveynlerin daha iyi ebeveyn olmasını sağlıyor,” diyordu Bradley.
O halde yoksullar arasında zihinsel sağlık sorunlarının nedeni neydi? Doğa mı, kültür mü? Costello’nun vardığı sonuç, her ikisi de olduğu yönündeydi çünkü yoksulluk stresi insanları hastalık ya da rahatsızlığa yakalanmaya genetik olarak daha yüksek riskle yatkın hale getiriyordu. Fakat bu çalışmanın daha da önemli bir ana fikri vardı.
Genler kalıcıdır. Yoksulluk değil.
Yoksul İnsanlar Neden Aptalca Şeyler Yapar?
Yoksulluğun olmadığı bir dünya – gelmiş geçmiş ütopyaların belki de en eskisi. Ne var ki bu hayali ciddiye alan herkesin ister istemez yüzleşmesi gereken zor sorular var. Yoksullar neden suç işlemeye daha yatkın? Neden obeziteye daha yatkın? Neden daha çok alkol ve uyuşturucu kullanıyor? Kısacası yoksul insanlar neden bu kadar çok aptalca kararlar alıyor?
Acımasız mı geldi? Olabilir ama gelin istatistiklere bakalım: Yoksullar daha çok borç alıyor, daha az tasarruf ediyor, daha çok sigara içiyor, daha az egzersiz yapıyor, daha çok içki içiyor, daha az sağlıklı besin yiyorlar. Para idaresi eğitimi sunun, en son yoksullar kaydoluyor. İş ilanlarına yanıt verirken yoksullar genelde en kötü başvuru yazılarını yazıyor.
Britanya Başbakanı Margaret Thatcher yoksulluğu “kişilik bozukluğu” diye nitelemişti. Çoğu politikacı o derece ileri gitmiyor belki ama çözümün bireyin kendinde yattığı görüşü, o kadar da istisnai değil. Avustralya’dan İngiltere ‘ye, İsveç’ten ABD’ye her yerde, yoksulluğun insanın kendi çabasıyla aşması gereken bir şey olduğu kanısı var. Evet, devlet çeşitli teşviklerle –farkındalığı artıracak politikalar, cezai uygulamalar ve hepsinden de öte eğitim yoksulları doğru yöne sevk edebilir. Hatta yoksulluğa karşı savaşta sihirli bir formül varsa o da lise diplomasıdır (daha da iyisi üniversite diploması).
Ancak hepsi bundan mı ibaret?
Ya yoksulların aslında kendilerini kurtarmaları mümkün değilse? Ya tüm teşvikler, tüm bilgi ve eğitim, su üstüne yazı yazmaktan farksızsa? Ya onca iyi niyetli teşvik, durumu daha da kötüleştiriyorsa?
Koşulların Gücü
Zor sorular ama soran da öyle sıradan biri değil: Princeton Üniversitesi’nden psikolog Eldar Shafir. Shafir ile Harvard’lı ekonomist Sendhil Mullainathan kısa süre önce yoksulluk üstüne yepyeni ve devrimci bir teori yayımladılar.” Anafikir mi? Meselenin koşullarda yattığı tabii ki, seni aptal.
Shafirin gözü yukarılarda. Kendisi yepyeni bir bilim alanı yaratmaktan aşağısını hedeflemiyor: Kıtlık bilimi. İyi de, öyle bir şey zaten mevcut değil mi? Ekonomi bilimi? Amsterdam’da bir otelde buluştuğumuzda, “Bunu çok duyuyoruz,” dedi Shafir, gülerek. “Ama ben esasen kıtlığın psikolojisiyle ilgileniyorum ki o alanda da şaşırtıcı derecede az araştırma var.
Ekonomistler için her şey kıtlık etrafında döner – ne de olsa en büyük paralan harcayanlar bile her şeyi satın alamazlar. Ancak kıtlık algısı her yerde, her zaman aynı değildir. Rahat bir çalışma programı dopdolu bir iş gününden farklı bir his yaratır ki bu da öyle küçük ve zararsız bir his değildir. Kıtlık, insan aklına etki eder. İnsanlar bir şeyin kıt olduğunu algıladıklarında farklı davranırlar.
O şeyin ne olduğu önemsizdir; ister zaman olsun ister para, dostluk ya da yiyecek – hepsi “kıtlık mentalitesi”ne katkıda bulunur. Bununsa yararları vardır. Kıtlık duygusu yaşayan insanlar kısa vadeli sorunlarını idare etmede başarılıdır. Yoksul insanlarda –kısa vadede- inanılmaz bir idareli geçinme becerisi vardır, tıpkı çok yoğun çalışmış CEO’ların bir anlaşmayı bağlama yolunda müthiş bir kararlılıkla ilerleyebilmesi gibi.
Yoksulluğa Mola Verilemez
Bunlara rağmen “kıtlık mentalitesinin sakıncaları, faydalarından büyüktür. Kıtlık insanın dikkatini aciliyet taşıyan eksikliklere, örneğin beş dakika sonra başlayacak toplantıya veya ertesi gün ödenecek faturalara odaklar. Uzun vade perspektifinin ise pabucu dama atılır. “Kıtlık insanı tüketir,” diyor Shafir, “Sizin için önem taşıyan diğer şeylere odaklanmanız zorlaşır.”
Bunu, çok fazla sistem-kaynağı tüketen on adet programı aynı anda çalıştıran bir bilgisayarla kıyaslayın. Bilgisayar giderek yavaşlar, yavaşlar, hata vermeye başlar ve sonunda donar – kötü bir bilgisayar olduğundan değil, aynı anda çok fazla şeyi yapmak zorunda olduğundan. Yoksul insanlarda da analog bir problem vardır. Aptal oldukları için değil, herkesin aptalca kararlar alacağı koşullar içinde yaşadıkları için, aptalca kararlar alırlar.
Akşam yemekte ne var? ve Bu haftayı nasıl çıkaracağım? gibi sorular ciddi bir kapasite harcar. “Zihinsel bant genişliği,” diyor Shafir’le Mullainathan buna. “Yoksul insanları anlamak istiyorsanız, aklınızın başka yerde olduğunu hayal edin,” diyorlar. “Kendini kontrol, büyük bir mücadele gerektirir. Aklınız dağınıktır ve kafanız kolayca karışır. Üstelik bu, her gün yaşanır.” İşte zamanda ya da parada kıtlık da böyledir, akılsızca kararlara yol açar.
Ancak yoğun hayatı olanlarla, yoksulluk içinde yaşayanlar arasında kilit bir ayrım vardır: Yoksulluğa mola verilemez.
İki Deney
Peki, somut konuşmak gerekirse, yoksulluk insanı ne kadar aptallaştırır?
“Üstümüzdeki etkisi 13 ila 14 IQ puanı kadardır,” diyor Shafir, “Bu da bir gece uykusuz kalmanın ya da alkolikliğin etkileriyle karşılaştırılabilecek niteliktedir.” Asıl ilginç olan şu ki tüm bunları otuz yıl önce anlamış olabilirdik. Shafir ve Mullainathan beyin taraması gibi karmaşık bir şeyi temel almıyorlar. “Ekonomistler yıllardır yoksulluğu, psikologlarsa yıllardır bilişsel kısıtlamaları inceliyor,” diyor Shafir, “Biz sadece ikiyle ikiyi topladık. “
Her şey birkaç yıl önce tipik bir Amerikan alışveriş merkezinde gerçekleştirilen bir dizi deneyle başlamış. Alışveriş yapanlar durdurulup arabalarının tamirine para harcamak zorunda olsalar ne yapacakları sorulmuş. Bazılarına 150 dolarlık bir tamir işi olduğu söylenmiş, bazılarınaysa 1.500 dolarlık. Tamamını tek seferde mi öderlerdi, kredi mi alırlardı, fazla mesai mi yaparlardı yoksa tamiri ertelerler miydi? Alışverişçiler soruya kafa yorarken, bir dizi bilişsel teste tabi tutuldular. Düşük fiyatlı tamir örneğinde, düşük gelirli insanlar, yüksek gelirlilerle hemen hemen aynı puanı aldılar. Ancak 1.500 dolarlık bir tamirle karşı karşıya kaldıklarında, yoksul insanlar çarpıcı ölçüde daha düşük puan aldı. Yüklü bir mali sıkıntının düşüncesi bile bilişsel yetilerini azaltıyordu.
Shafir ve araştırmacılar alışveriş merkezi anketindeki olası tüm değişkenlere bağlı düzeltmeleri yaptılar ama çözüm getiremedikleri bir faktör vardı: Soru sorulan zengin insanlarla fakir insanlar aynı kişiler değildi. İdeal şartlarda anketi bir süre zengin bir süre yoksul olan insanlarla tekrar edebilmeliydiler.
Shafir aradığı şeyi 13.000 kilometre ötede, kırsal Hindistan’ın Vilupuram ve Tiruvannamalai bölgelerinde buldu. Koşullar mükemmeldi, öyle ki bölgedeki şeker pancarı çiftçileri yıllık gelirlerinin %60’ını hasadın hemen akabinde, bir kerede alıyordu. Dolayısıyla yılın bir kısmında cepleri dolu, bir kısmındaysa yoksuldular. Peki, deneyde nasıllardı? Nispeten yoksul oldukları dönemde, bilişsel testlerde ciddi ölçüde daha başarısızdılar ama bir sebepten aptallaştıkları için değil –sonuçta hala aynı Hintli şeker pancarı çiftçileriydiler– sadece ve sadece zihinsel bant genişlikleri harcandığı için.
Gayri Safi Yurtiçi Zihinsel Bant Genişliği
“Yoksullukla mücadelenin bugüne dek hiç görmediğimiz muazzam yararları var,” diyor Shafir. Aslında, gayri safi yurtiçi hâsılamızı ölçmenin yanında, gayri safi yurtiçi zihinsel bant genişliğimizi de göz önüne almamızın vakti gelmiş olabilir. Daha fazla bir zihinsel bant genişliği daha iyi çocuk yetiştirme, daha iyi sağlık daha üretken çalışanlar anlamına gelir – gerisini siz düşünün, diyor Shafir, “Kıtlıkla mücadele maliyetleri bile azaltabilir,” öngörüsünde bulunuyor.
İşte Büyük Smoky Dağları’nın güneyinde yaşanan da buydu. Los Angeles Üniversitesi’nden ekonomist Randall Akee, Cherokee çocuklarına dağıtılan kumarhane gelirinin son kertede harcamaları azalttığını hesapladı. Muhafazakâr tahminlerine göre yoksulluğu ortadan kaldırmak aslında suçta düşüş, bakım ve tedavi tesislerinin kullanımı ve okul derslerinin tekrarı gibi konular göz önüne alındığında, kumarhane ödemelerinin toplamından daha büyük bir para ortaya çıkarıyordu.
Şimdi bu etkileri toplumun tamamı üzerinde düşünün. Britanya’da yapılan bir çalışma, İngiltere’de çocuklar arasında yoksulluk maliyetinin yılda 29 milyar sterlini geçtiğini ortaya koydu.” Araştırmacılara göre yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik bir politika “kendi masrafını büyük oranda çıkarabilirdi”.
Beş çocuktan birinin yoksul büyüdüğü ABD’de yapılan sayısız çalışma, yoksulluk önleyici tedbirlerin gerçekte maliyet azaltıcı bir araç işlevi gördüğünü çoktan ortaya koydu.” California Üniversitesi profesörlerinden Greg Duncan’ın hesabına göre Amerikalı bir aileyi yoksulluk sınırı üstüne yükseltmek, yıllık ortalama 4.500 dolara mal oluyor – Cherokee kumarhanesinden yapılan ödemeden de az. Nihayetinde bu yatırımın getirisi çocuk başına şöyle olur:
• çalışılan saatlerde % 12,5 artış
• Sosyal yardım bütçesinde yıllık 3.000 $ tasarruf
• 50.000$ – 100.000$ yaşam boyu ek kazanç
• 10.000$ – 20.000$ devlete ek vergi geliri
Profesör Duncan’ın vardığı sonuca göre yoksullukla mücadele “yoksul çocuklar ona yaşa eriştiğinde, kendi masrafını çıkarmış oluyor.”
Elbette ki böylesi büyük bir sorunla baş etmek için büyük bir program gerekir. 2013’teki bir çalışmanın tahminine göre ABD’de çocuk yoksulluğunun maliyeti yılda 500 milyar doları bulabiliyor. Yoksul büyüyen çocuklar, iyi ailelerde yetişenlere kıyasla iki yıl daha az eğitim almış, yılda 450 saat daha az çalışmış oluyor ve üç kat fazla sağlık riski taşıyor. Eğitime yatırımın bu çocuklara faydası olmayacaktır, diyor araştırmacılar.” Önce yoksulluk sınırının üstüne çıkmaları gerekiyor.
Finansal eğitimin etkililiği üstüne 201 çalışmanın yakın zamanda gerçekleştirilen meta-analizi de benzeri bir sonucu ortaya koydu: Bu tür bir eğitim hiçbir fark yaratmıyor. Kimse bir şey öğrenmiyor demek değil bu. Ancak öğrenilen yeterli değil. “Birine yüzmeyi öğretip fırtınalı bir denize fırlatmaya benziyor bu,” diyor Profesör Shafir kederle.
İnsanları eğitmek şüphesiz bütünüyle anlamsız değil ama bu ancak refah devletinin imkânsız bürokratik batağının hâlihazırdaki talepleri yüzünden zaten ağır yük altında olan zihinsel bant genişliklerini idare edebilecek yardımı sağlıyor. Onca kuralın ve evrak işinin sadece gerçek anlamda ihtiyaç içinde olmayanları yıldıracağını düşünebilirsiniz ama durum pek öyle değil: Yoksullar –bant genişliği zaten aşırı yükleme altında olanlar- Sam Amca’dan yardım isteme olasılığı en düşük olanlar.
Sonuç olarak, bir dizi program esas yararlanması gereken insanlar tarafından kullanılamıyor. “Bazı burslara başvuruların sadece %30’u uygun nitelikteki insanlar tarafından yapılıyor,” diyor Shafir. “Oysa birbiri ardında çalışma, binlerce dolarlık bu tür bursların dünyalar kadar fark yaratabildiğini ortaya koydu.” Bir ekonomist bu burslara bakınca şöyle düşünebilir. Başvurmak mantıklı seçenek olduğuna göre yoksul öğrenciler başvuracaktır. Ancak öyle olmuyor. Bursun meyveleri, kıtlık zihniyetiyle gelen sınırlı görüş alanın çok daha dışında bir yerlere düşüyor.
Karşılıksız Para
Peki, ne yapılabilir?
Shafir ile Mullainathan’ın cebinde birkaç olası çözüm önerisi saklı: Muhtaç öğrencilere maddi yardım evraklarını doldurma konusunda yardım eli uzatmak bunlardan biri. Ya da insanlara ilaç almalarını hatırlatmak için ışığı yanan ilaç kutuları vermek. Bu tür çözümlere” dürtme” deniyor. Dürtmeler günümüz Bolluk Diyarı politikacıları arasında hayli popüler, özellikle de yok denecek kadar az maliyetli oldukları için.
Peki, dürüst olalım, dürtme gerçek anlamda nasıl bir fark yaratabilir? Dürtme siyasetin her şeyden çok ‘emarelerle’ mücadeleyi esas aldığı bir çağın somut örneğini oluşturuyor. Dürtmeler yoksulluğu biraz daha katlanılır kılabilir, ama geri çekilip baktığınızda hiçbir şeyi çözmediğini görebilirsiniz. Bilgisayar benzetmemizden devam ederek Shafir’e sordum: Sorunu ek bellek yükleyerek kolayca çözebilecekken, neden yazılımı kurcalayalım?
Shafir boş bakışlarla bakıyor. “Ha! Daha fazla para verelim, olsun bitsin diyorsunuz. Elbette, harika olurdu,” diyor kahkahayla. “Ancak mevcut kısıtlara bakacak olursak sizin burada, Amsterdam’da, sahip olduğunuz o sol siyaset türü, Birleşik Devletler’de mevcut bile değil.”
Ne var ki para tek başına yeterli değil, dağılım da ayrı bir mesele. “Kıtlık göreceli bir kavram,” diyor Shafir. “Temelinde gelir eksikliği de yatıyor olabilir abartılı beklentiler de.” Kastettiği şey belli aslında: Daha çok paranız, zamanınız, arkadaşınız ya da yiyeceğiniz olsun istiyorsanız, kıtlık duygusu yaşama olasılığınız da daha yüksektir. İstediğiniz şeyleriyse büyük ölçüde, etrafınızdaki insanların sahip olduğu şeyler belirler. Shafir’in dediği gibi, “Batı dünyasında giderek büyüyen eşitsizlik bu anlamda büyük bir engel.” Bir sürü insan son model akıllı telefonu satın alıyorsa siz de almak istersiniz. Eşitsizlik yükselmeye devam ettiği sürece gayri safi yurtiçi zihinsel bant genişliği de daralmaya devam edecektir.
Eşitsizliğin Laneti
İyi de, mutlu ve sağlıklı yaşamın anahtarı para değil miydi?
Evet. Ama ulusal ölçekte bakarsak, ancak bir noktaya kadar. Yıllık kabaca 5.000 dolara kadar bir kişi başına düşen GSYH söz konusuysa, hayat süresi otomatik olarak az çok yükseliyor. Fakat sofrada yeterince aş, baş üstünde akıtmayan bir dam, içecek temiz bir su varsa ekonomik gelişme artık refahın garantörü olmuyor. O noktadan itibaren eşitlik, çok daha hatasız bir tahmin unsuru haline geliyor.
Aşağıdaki şemayı ele alalım. Y ekseni toplumsal sorunlar endeksini gösteriyor; x ekseni de ülkelerin kişi başına düşen GSYH’sini. Görünüşte bu iki değişken arasında hiçbir bağlantı yok. Dahası, dünyanın en zengin süpergücü (ABD), toplumsal sorun vakalarının yüksekliğinde, kendisinin yarısından da az kişi başına GSYH’si olan bir ülkeyle (Portekiz) yakın aralıkta yer alıyor. Britanyalı araştırmacı Richard Wilkinson, “Ekonomik gelişme, gelişmiş ülkelerde maddi koşulları iyileştirme konusunda yapabileceğini yaptı” çıkarımını getiriyor. “Bir şeyden elinizde ne kadar çok olursa ona yaptığınız her bir yeni ekleme refahınıza o kadar az katkı sağlıyor.” Ancak x eksenindeki gelirin yerine gelir eşitsizliğini koyduğumuzda, grafikte dramatik bir değişiklik gözleniyor. ABD ile Portekiz’in sağ üst köşede birbirine iyice yaklaşmasıyla birlikte, tablo bir anda netleşiyor.
İster depresyon vakalarına bakın ister psikolojik yıpranma, uyuşturucu kullanımı, üniversite terk etme oranları, obezite, mutsuz çocukluk, seçimlere düşük katılım ya da toplumsal ve siyasi güvensizliğe, kanıtlar her seferinde aynı faili işaret ediyor: Eşitsizlik.
Ama bir dakika. Bugün en meteliksizlerin bile durumu birkaç yüzyıl öncesinin krallarından da iyiyse, bazı insanlar deli gibi zengin olsa ne fark eder?
Çok fark eder. Çünkü bütün mesele yoksulluğun göreceliliğindedir. Bir ülke ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, eşitsizlik daima tekere çomak sokar. Zengin bir ülkede yoksul olmak, hemen her yerde herkesin fakir olduğu, iki yüzyıl öncesinde yoksul olmaktan tamamen farklıdır.
Zorba davranışları ele alalım, örneğin. Büyük servet farklılığı barındıran ülkelerde zorbalık daha fazladır çünkü statü farkları daha büyüktür. Ya da Wilkinson’ın deyişiyle ortaya öyle “psikososyal sonuçlar” çıkar ki, eşitsiz toplumlarda yaşayanlar, başkalarının kendilerine bakışı konusunda endişelenmeye daha çok vakit harcarlar. Bu da ilişkilerin niteliğini baltalar. Mesela, kendini yabancılara güvensizlik ve statü kaygısı şeklinde gösterebilir. Buna karşılık, yaşanan stres de hastalıkların ve kronik sağlık sorunlarının önemli belirleyicilerinden biridir.
Tamam, ama servet eşitliğinden çok, fırsat eşitliğiyle ilgilenmemiz gerekmez mi?
İşin aslı, bunların her ikisi de önemli ve eşitsizliğin bu iki türü, ayrılmaz biçimde birbiriyle iç içe. Bunun için küresel değerlendirmelere bakmak yeterli: Eşitsizlik yükseldiğinde sosyal akışkanlık azalıyor. Öyle ki Amerikan Rüyası’nın gerçekleşme ihtimalinin Amerika’dan daha düşük olduğu bir ülke, dünya üstünde yok. Fakirlikten zenginliğe yükselmeyi kafaya koymuş birinin şansını, yoksul doğanların daha parlak bir gelecek umudunu sürdürebildiği İsveç’te denemesi çok daha akıllıca.
Yanlış anlamayın – zorluğun tek kaynağı eşitsizlik değil. O sadece çok sayıda toplumsal sorunun evrimini besleyen ve başka faktörlerin meydana getirdiği bir takımyıldızla girift bağlantılar İçinde olan yapısal faktörlerden biri. Aslına bakarsanız, toplumlar belli bir derecede eşitsizlik olmadıkça işleyemiyor. Çalışmak, çabalamak ve üstün başarı sağlamak için yine de teşvikler olması gerekiyor ve para da oldukça etkili bir uyarıcı. Kimse kundura tamircisinin doktor kadar kazandığı bir toplumda yaşamak istemez. Daha doğrusu, öyle bir yerde yaşayan kimse hastalanmak istemez.
Buna karşın, günümüzde gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde eşitsizlik kabul edilebilir düzeyi katbekat aşmış durumda. Uluslararası Para Fonu’nun kısa süre önce yayımladığı bir rapor, ileri eşitsizliğin ekonomik gelişmeyi bile dizginlediğini ortaya koydu. En şaşırtıcı bulgu da, eşitsizlik fazla arttığında, bundan zenginlerin bile zarar gördüğüydü. Onlar da depresyona, şüphe’ye ve başka bin bir çeşit toplumsal zorluğa daha yatkın hale geliyorlardı.
Yirmi dört gelişmiş ülkeyi inceleyen iki öncü bilimcinin dediğine göre, “’Gelir eşitsizliği, durumumuz nispeten iyi olsa da, hepimizi yaşamlarımızdan daha az memnun hale getiriyor.”
Yoksulluk Hala Normalken
Kaçınılmaz bir şeyden söz etmiyoruz burada.
Evet, 2.000 yıl önce yoksul daima olacak demişti Nasıralı İsa ama o zamanlar işlerin neredeyse tamamı tarımla bağlantılıydı. Ekonomi herkese konforlu yaşam sunacak kadar verimli değildi. Bu yüzden de yoksulluk on sekizinci yüzyıla dek hayatın gerçeklerinden biri olmayı sürdürdü. “Fakirler tablolardaki gölgelere benzer; gerekli kontrastı sağlarlar,” demişti Fransız hekim Philippe Hecquet (1661-1737). İngiliz yazar Arthur Young’a (1741-1820) göre, “Alt sınıfların fakir tutulması gerektiğini ahmaklar hariç herkes bilir, aksi takdirde asla gayret sarf etmezler.”
Tarihçiler bu mantığa ‘merkantilizm’ der – birinin kaybı başkasının kazancıdır nosyonu. İlk modern ekonomistler, ülkelerin ancak diğer ülkeler pahasına refaha kavuşabileceğine, meselenin ihracatı yüksek tutmakta yattığına inanırlardı. Napolyon Savaşları sırasında bu düşünüş şekli saçma bazı durumlara yol açtı. Örneğin, İngiltere Fransa’ya seve seve yiyecek nakliyatı yapıyor ama altın ihracatını yasaklıyordu çünkü Britanyalı politikacılar külçe altın yokluğunun, düşmanı kıtlıktan da çabuk çökerteceğine bir şekilde inanmışlardı.
Bir merkantiliste en büyük tüyosunu sorsanız, daha düşük ücret derdi – ne kadar düşük, o kadar iyi. Ucuz işgücü insanın rekabetçi yanını biler ve bu da ihracatı artırır. Ünlü ekonomist Bernard de Mandeville’in (1670-1733) sözlerine göre, “Şurası aşikâr ki köleliğe müsaade edilmeyen özgür bir ulusta servetin en emin yolu, emektar yoksulların çokluğunda yatar.”
Mandeville hedefi ancak bu kadar ıskalayabilirdi. Bugüne dek artık ister insanlar ister uluslar söz konusu olsun, servetin serveti doğurduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Henry Ford bunu biliyordu, bu yüzden de çalışanlarına 1914’te yüklü bir zam yapmıştı; arabalarını başka nasıl alabilirlerdi ki? “Yoksulluk insanın mutluluğuna büyük bir düşmandır; özgürlüğü katiyetle yok eder, ve bazı erdemleri kullanılamaz, bazılarını ise son derece zor kılar,” demişti Britanyalı deneme yazan Samuel Johnson, 1782’de. Pek çok çağdaşının aksine Johnson, yoksulluğun bir karakter eksikliği olmadığını anlamıştı. Sadece nakit eksikliğiydi.
Başımızın Üstünde Bir Dam
Utah Evsizler Görev Kuvveti’nin yöneticisi Lloyd Pendleton, 2000’ lerin başında bir aydınlanma anı yaşadı. Eyalette evsizlik kontrolden çıkmış, binlerce insan köprü altlarında, parklarda ve Utah şehirlerinin sokaklarında yatıyordu. Polis ve sosyal hizmetlerin işi başından aşkındı ve Pendleton’ın artık canına tak etmişti. Ve bir planı vardı.
Utah 2005’te evsizliğe karşı, genelde olduğu gibi şok cihazları ya da biber gazı spreyleriyle değil, sorunun kaynağına saldırarak savaş açtı. Hedef mi? Eyaletin tüm evsizlerini sokaklardan almak. Strateji? Bedava daire… Pendleton bulabileceği en perişan on yedi sokak serserisiyle işe başladı. İki yılın ardından hepsi yaşayacak bir yere kavuştuktan sonra programı aşamalı olarak genişletti. Sabıka kaydı, çaresiz bağımlılıklar, birikmiş borçlar – hiçbirinin önemi yoktu. Utah’ta başının üstünde bir dam olması artık bir hak haline gelmişti.
Program ses getiren bir başanya ulaştı. Komşu Wyoming’ de sokaklarda yaşayanların sayısı %213 yükselirken, Utah’ta kronik evsizlik %74’lük bir düşüş gösterdi. Hem de tüm bunlar, ultra muhafazakar bir eyalette yaşandı. Lloyd Pendleton da pek öyle solcu sayılmazdı. “İnsanın çok çalışmayı öğrendiği bir çiftlikte büyüdüm ben,” diyor Pendleton. “Eskiden evsizlere iş bulmalarını söylerdim çünkü tek ihtiyaçları bu sanırdım.”
Pendleton bir konferansta işin mali boyutunu enine boyuna dinleyince başka türlü düşünmeye başladı. Görünüşe bakılırsa bedava konut sağlamak, eyalet bütçesi için bir ikramiyeydi. Eyalet ekonomistlerinin hesabına göre sokakta yaşayan başıboş birinin devlete maliyeti (sosyal hizmetler, polis, mahkeme davaları vb için) yılda 16.670 dolardı. Buna karşılık, bir daire ve profesyonel danışmanlığın maliyeti 11.000 $ gibi mütevazı bir rakamdı.
Rakamlar ortada. Utah bugün kronik evsizliği tamamen ortadan kaldırma yolunda ilerliyor ve bu da ona, ABD’de sorunu başarıyla ele alan ilk eyalet özelliğini kazandırıyor. Bir yandan ciddi tasarruf yapıyor olması da cabası.
Değerli Bir Dava Nasıl Kaybedildi
Tıpkı yoksulluk gibi evsizlik meselesinde de sorunu çözmek, sorunu idare etmeye yeğdir. Bu stratejinin ismi olan “önce konut” ilkesi bir süredir dünyayı dolaşıyor. 2005’te Amsterdam ya da Rotterdam merkezinde sokaklarda yaşayan insanları görmezden gelmeniz mümkün değildi. Evsizler özellikle tren istasyonlarında bir sorundu, hem de maliyetli bir sorun. Sonuç olarak Lloyd Pendleton Utah’ta planını uygulamaya koyarken, belli başlı Hollanda kentlerinden sosyal görevliler, kamu görevlileri ve politikacılar da aynı sorunun Hollanda’da nasıl ele alınacağını tartışmak için toplandılar ve bir eylem planı oluşturdular.
Bütçe: 217 milyon $
Hedef: Tüm evsizleri sokaklardan almak.
Alan: Önce Amsterdam, Rotterdam, Lahey ve Utrecht, sonra tüm ulus.
Strateji: Danışmanlık ve –tabii ki– herkese konut.
Zaman aralığı: Şubat 2006 – Şubat 2014.
Sonuç tam bir başarıydı. Sadece iki yıl içinde büyük şehirlerde serserilik problemi %65 oranında azalmıştı. Uyuşturucu kullanımı yarıya inmişti. Yardım alanların zihinsel ve fiziksel sağlığı önemli ölçüde gelişme kaydetmişti ve park bankları nihayet boşalmıştı. 1 Ekim 2008’e gelindiğinde program yaklaşık 6.500 evsizi sokaklardan kurtarmıştı. Üstüne üstlük, yaratılan toplumsal faydanın mali değeri, yapılan yatırımın iki katı olmuştu.
Ardından mali kriz patlak verdi. Çok geçmeden bütçeler kısıldı ve tahliyelerin sayısı arttı. Aralık 2013’te, zaten can çekişen eylem planının kızağa çekilmesinden üç ay önce, Hollanda İstatistik Kurumu karamsar bir basın duyurusu yaptı. Ulus çapında evsizlik rekor düzeye erişmişti, Ülkenin büyük kentlerinde sokakta yatanlar şimdi prograI mın başladığı günden de fazlaydı.” Bu sorun da avuç dolusu paraya mal oluyordu.
Tam olarak ne kadar mı? Hollanda Sağlık Bakanlığı 2011’de bunu öğrenmek için bir çalışma başlattı. Ortaya çıkan raporda evsizlere yardımın (bedava barınma, yardım programlan, bedava eroin ve önleme hizmetleri de dâhil) yararlarına karşılık maliyeti hesaplanmış ve sokakta yatan birine yatırım yapmanın, yatırımlar içinde en yüksek geri dönüşü sağladığı sonucuna varılmıştı. Hollanda’da evsizlikle savaş ve evsizliği önlemeye harcanan her bir euro, sosyal hizmetler, polis ve mahkeme masraflarında iki ya da üç kat tasarruf sağlıyordu.
“Yardım sağlamak, sokaklarda yaşama kıyasla daha tercih edilebilir ve daha az maliyetli bir seçenek,” sonucuna vardı araştırmacılar. Dahası, hesaplar sadece devlet açısından tasarrufu ele almıştı. Oysa evsizlik sorununu gidermenin elbette ki şehrin ekonomisi ve sakinleri açısından da kazançları vardı.
Kısacası, evsizlere yardım, bir kazan-kazan-kazan-kazan politikasıydı.
İyi Bir Ders
Politikacıların hararetle anlaşmazlığa düşeceği pek çok sorun olabilir ama evsizlik onlardan biri olmamalı. Evsizlik çözülebilecek bir sorundur. Üstelik bu sorunu çözmek, açığa fonlar da çıkaracaktır, Eğer yoksulsanız, ana sorununuz parasızlıktır. Evsizseniz, ana sorununuz başınızın üstünde bir dam olmamasıdır. Yeri gelmişken, Avrupa’da kullanıma elverişli evlerin sayısı, evsiz sayısının iki katı.”
ABD’de evi olmayan herkese karşılık beş boş ev var.
Ne yazık ki derde deva bulmak yerine durmaksızın emarelerle savaşıyoruz. Polis serserilerin peşine düşüyor, doktorlar sokakta yatanları tedavi ettikten sonra yine sokaklara yolluyor ve sosyal hizmet görevlileri cerahatli yaralara bant yapıştırmakla yetiniyor. Utah’ta yöneticilik yapmış bir insan, bunun başka bir yolu olduğunu kanıtladı. Lloyd Pendleton şimdiden çabalarını Wyoming’ide evsizlere konut sağlamada ikna etmeye yönlendirdi. “Bunlar benim kardeşlerim,” dedi Casper, Wyoming’deki bir toplantıda. “Onlar acı çektiğinde, biz de cemiyet olarak çekiyoruz. Hepimiz birbirimize bağlıyız.”
Bu mesaj ahlaki duygularınızı kıpırdatmaya yetmiyorsa, işe maddi yönünden bakın. Çünkü söz konusu ister Hollandalı serseriler olsun ister Hindistanlı şeker pancarı çiftçileri ya da Cherokee çocukları, yoksullukla mücadele sadece vicdanımız değil, cebimiz açısından da yararlı. Profesör Costello” nun kısa ve öz ifade ettiği gibi, “Bu, toplum için çok kıymetli bir ders.”