Değişen Türkiye’de Esnafın İktidara Gelişi
Para, Devletler ve Biz | megilmez | Ağustos 24, 2018 at 9:21 amAnadolu, geçmişte birçok başkaldırının yaşandığı topraklardır. Kimi sisteme, düzene başkaldırıdır, kimi mezhep ve ırk kökenli başkaldırıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu halkı, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde yabancı devlet ordularının işgaline başkaldırdı ve yitirdiği bağımsızlığını geri aldı. Bu topraklarda kimi başkaldırılar ileri doğru kimi başkaldırılar ise geriye doğru oldu.
Türkiye’de geçmişte asker ve sivil bürokrasi, sanayi ve ticaret burjuvazisi, tarım burjuvazisi iktidarda yer aldılar. Bu, bazen tek başlarına seçimi kazanarak, bazen bir darbe sonrası iktidara gelerek, bazen de bir koalisyonda bulunmak suretiyle gerçekleşti.
2000’lerde esnaf burjuvazisinin iktidara gelmesi Türkiye’deki diğer kesimler için sürpriz oldu. Bu sürpriz giderek şoka dönüştü. Çünkü esnaf burjuvazisi iktidarında Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından beri görülmeyen değişimler yaşanmaya başlandı.
Esnaf iktidarı aslında ciddi bir başkaldırının sonucudur. Kurtuluş Savaşı’yla başlayan ve Türkiye’yi Batı’ya entegre etmeye yönelen başkaldırı bu kez tersine, Türkiye’yi Ortadoğu’ya entegre etmeye yönelmiş bir başkaldırıya döndü. Bu yolda atılan adımlar, Atatürk devrimlerinin çoğunun geriye çevrilmesiyle başladı ve devam etti. Bu adımlar, Türk toplumunda daha önce yaşanmış olan kutuplaşmalara birçok yeni bölünmeler, ayrışmalar ekledi. Cumhuriyet’e geçişinin 100. yılını kutlamaya doğru ilerleyen Türk toplumu pek çok açıdan farklı düşünen, farklı davranan, bu farklılıklara saygı göstermeyen, birbirini anlamayan gruplara bölündü.
Esnaf Sosyolojisi
Günümüzde, Osmanlı devrindeki ahilik örgütünün düzenlediği gibi sıkı esnaf ilişkileri bulunmuyor, Buna karşılık esnaf geleneklerinin önemli bir bölümü halen yaşatılıyor. Bugün de hala esnaf yanına meslek öğrensin diye verilen çıraklar “eti senin kemiği benim” yaklaşımıyla gönderiliyor. Usta, çoğu kez mutlak otorite, çırak da çoğu kez kul konumunda bulunuyor. Böyle bir ortamın en belirgin özelliği ustadan görerek yapmak, ondan öğrenileni uygulamaktır. Bu tür bir eğitim, genellikle değişime kapalı insanlar yetişmesine yol açar.
Bütün bunlar; esnafın gelişime kapalı, tutucu, dinsel değerlere bağlı, bilime uzak bir ortamda bulunması demektir. Kentleşmenin gelişmesi, zincir mağazaların ortaya çıkmasıyla birlikte esnaflık yavaş yavaş kaybolmaya başlamış olsa da esnaf kültürünün kaybolması esnaflığın kendisinin kaybolması kadar hızlı olmuyor. Çünkü burada değindiğimiz esnaf kültürü aslında esnaftan öteye halka yayılmış bir kültür haline dönüşmüş durumdadır. Bu kültürel altyapının her ülkedeki görünümü farklı olabilir. Bizdeki görünümü; dinsel inancı en önde tutan, bilime genellikle kapalı, düşünce özgürlüğü gibi konulara uzak, demokrasiyi tam olarak anlamamış, sandık ve seçimi demokrasi olarak gören, hukuk kurallarından çok, din kurallarına bağlılık şeklinde ortaya çıkıyor. Esnaf kültürüne bağlı insanlar; çocuklarının büyüklere saygılı olmasını, kızlarının kapalı olmasını isteyen, ekmek parası kazanmayı her şeyden önemli gören, güzel sanatlara, tiyatroya, edebiyata fazla ilgi duymayan insanlardır. Esnaf adı altında toparlasak da aslında bu çerçevelediğimiz grup, esnaftan çok daha büyük bir topluluğu oluşturuyor.
Esnaf, 2000’Iere gelinceye kadar gücünün tam olarak farkında değildi. Daha çok dinsel motifleri öne çıkaran sağ partilere eğilim gösteriyor ve bu partilere oy veriyordu. 2000’lerde kendi iktidarını yaratabileceğini gördü ve sahneyi aldı. Bunda, Batılı kültüre göre yetişmiş; bilime, sanata, düşünce özgürlüğüne, demokrasiye önem veren insanların iktidarının büyük hatalar sonucu yarattığı 2001 krizinin büyük etkisi oldu. 2001 krizi sonrası yapılan seçimlerde esnaf, oylarını, kendisini temsil ettiğine inandığı AKP’ye yönlendirerek bu partiyi açık ara iktidara geçirdi. Böylece ilk kez kendi desteğiyle iktidar yaptığı ama kendi düşüncesine birebir uymayan insanları kenara atıp kendi düşüncesine uygun insanları iktidara taşımış oldu.
Esnaf Burjuvazisi
Esnaf, kendi düşüncesinde olan, aslında kendinden olan insanların kurduğu parti olan AKP’yi iktidara getirdiğinde bu iktidara farklı kesimlerden de önemli ölçüde destek geldi. Bu desteği verenler arasında önceki iktidarların verdikleri sözleri tutamamasından bıkmış olanlar, ekonomik sıkıntılar içinde boğulan memur ve işçi gibi aslında esnafla tam olarak ortaklık yapamayacak olan kesimlerin desteği de var. Bunlara ek olarak Türkiye’ de sanayi ve ticaret burjuvazisinin hiçbir zaman tam olarak oluşmamış olması da etkili oldu. Türkiye’de sanayi ve ticaret burjuvazisi son derece sınırlı bir nüfustan oluşuyor. Burjuva olarak nitelendirilebilecek insanların ve ailelerin çoğu bir kuşak önce esnaf konumunda olan aileler. O nedenle bu aileler tam olarak burjuva konumuna yükselebilmiş değiller. Burjuva olmak öyle kolay bir iş değildir. Görünüşte burjuva gibi görünse de insanın gerçek anlamda burjuva olması zordur. Zengin ailelerin bir bölümü burjuva değerlerine özeniyorlar, lüks evlerde oturuyor, lüks otomobillere biniyor, kışın yurtdışında kayak tatiline gidiyorlar, çocuklarını yurtdışında okutuyorlar ama yalnız başlarına kaldıklarında arabesk müzik dinliyorlar. Dolayısıyla bu insanların AKP’yi desteklemesi çok da zor olmadı.
AKP, ilk kez iktidara geldiğinde çoğunlukla esnaf iktidarı söz konusuydu. Zaman ilerledikçe burjuva gibi görünen ama aslında esnaf burjuvası olanlarla sonradan zengin olarak esnaf burjuvası konumuna geçenler iktidarı ele geçirdiler. Bunlardan bazıları siyasete girerek, bazıları siyaset dışı kalarak iktidar oldular. Böylece zaman içinde esnaf, iktidarı esnaf burjuvazisine kaptırdı. İlk dönemde yönetimde olan kişilerden bazıları iktidarın devamında değişmediği için de esnaf hala kendisini iktidarda sanmak gibi bir optik kırılma yaşamaya devam ediyor.
Değişen Türkiye’nin Ekonomisinde Eski Durum
Esnafın tek başına iktidarı ele aldığı 2002 yılının sonundan başlayan dönemde Türkiye ekonomisi, AKP’nin tek parti olarak kesintisiz iktidar yönetimiyle biçimlendi. Bu dönemin makroekonomik göstergelerle kuşbakışı bir değerlendirmesini yapalım.
Tablo 17, Türkiye’nin ele aldığımız bu dönemde borçluluğunun nereden nereye geldiğini gösteriyor.
Tablonun anlattıkları şunlar: (1) Hazinenin dış borcu 14 yılda 3 kattan fazla artmış. (2) KİT borçları fazla değişim göstermemiş. (3) Belediyelerin bankalara borçları da 10 kattan fazla artmış (bununla birlikte miktar yüksek olmadığı için sorun oluşturmuyor.) (4) Toplam kamu borçlarındaki artış Hazine borçlarındaki hızlı artış nedeniyle yaklaşık 3 kat olmuş. (4) Bankalar haricinde kalan özel kesim kuruluşlarının banka kredi borçlan yaklaşık 20 katlık bir artış sergileyerek 17 trilyon TL’ye ulaşmış (GSYH’nin yüzde 68’i.) (6) Hane halkı 2002 yılında neredeyse borçsuz durumdayken 2016’da 440 milyar TL borçlu duruma gelmiş. (7) Türkiye’nin toplam borcu bu dönemde 8 kattan fazla artarak yaklaşık 3 trilyon TL’ye ulaşmış ve GSYH’nin yüzde 118’ini aşmış.
Türkiye, önceki yıllarda çeşitli yasal eksiklikler ve diğer nedenlerle yapamadığı özelleştirme faaliyetlerinin çoğunu AKP iktidarı döneminde yapmış ve oldukça yüksek miktarlarda özelleştirme geliri elde ederek bu gelirlerle bir yandan bütçesini finanse ederken bir yandan da birçok altyapı projesini yaşama geçirmiş bulunuyor.
Tablo 18, son 14 yıldaki özelleştirme gelirlerini gösteriyor. Tabloya göre Türkiye bu dönemde toplam 60,2 milyar USD tutarında bir özelleştirme faaliyeti geliri elde etmiş bulunuyor. (TCMB ortalama yıllık USD kurlarıyla TL’ye çevrilmiş hali son sütunda gösterildiği gibi yaklaşık 102 milyar TL olmaktadır.)
Bu kadar borçlanma ve özelleştirme geliri elde edilerek gerçekleştirilen ekonomik gelişmeye bir göz atalım. Bu değerlendirmeyi yapmak amacıyla hazırlanmış bulunan Tablo 19: GSYH, kişi başına gelir, büyüme, enflasyon, işsizlik, bütçe açığı ve cari açık gibi başlıca makroekonomik göstergelerin yılsonu değerlerini karşılaştırmalı olarak veriyor.
Tablonun anlattıklarını şöyle özetleyebiliriz:
(1) Türkiye bu dönemde GSYH’sini 3,6 kat, kişi başına gelirini yaklaşık 3 kat arttırmış.
(2) Ortalama olarak yüzde 4,8 oranında bir büyüme oranı yakalamış. Bu, önceki 14 yıla göre 1,4 puan daha yüksek bir ortalamayı gösteriyor.
(3) Enflasyonu ortalama yüzde 10,4’te tutmuş, bu da önceki 14 yılın yaklaşık 6,5’te birine eşit.
(4) İşsizlik oranı ortalaması yüzde 10,7 olmuş. Bu oran, önceki 14 yılın ortalaması olan yüzde 7,6’ya göre yüzde 40 daha yüksek oranda bir işsizliğe işaret ediyor.
(5) Bütçe dengesini yüzde 3.2 gibi düşük bir orana indirmiş ki bu, önceki 14 yılın ortalamasının dörtte birine denk geliyor.
(6) Cari açık ortalaması yüzde 5 olmuş. Bu ortalama önceki 4 yılın ortalamasının yaklaşık 10 kat üzerinde gerçekleşmiş.
Özetlersek
Türkiye son 14 yılda borç stokunu 366 milyar TL’den 2,953 milyar TL’ye çıkarmış ve bunlara eldeki kamu mallarının özelleştirme vb yoluyla satışıyla da 102 milyar TL’lik finansman eklemiş. Bu durumda ortaya çıkan finansman imkânı 3 trilyon 55 milyar TL dolayında olmuş.
Bu yaratılan finansmanın itici gücüyle Türkiye, son 14 yılda önceki 14 yıla göre GSYH’sini ve kişi başına gelirini ciddi biçimde arttırmış, büyümede potansiyel büyüme oranını yakalamış, enflasyonu ve bütçe açığını önemli oranda düşürmüş, buna karşılık aynı dönemde işsizlik artışını ve cari açık yükselişini kontrolden kaçırmış görünüyor.
Borçlanmayı bu şekilde arttırarak ve eldeki malları satarak bu büyümeyi sürekli kılmak mümkün değildir. Büyümenin hız kesmesi, işsizliğin artması ve enflasyonun yükselişine bakarsak ne özel kesimin ne de hane halklarının borçlarını arttırarak yeni bir şeyler yapma veya alma gücü kalmamış, eldeki malların satışında da sona yaklaşılmış olduğu anlaşılıyor. Bu sonu erteleyebilmek için kurulan varlık fonu, eldeki değerli varlıkları teminat gösterecek borçlanmaya devam edebilmeyi hedefliyor.
Türkiye, Menderes ve Özal dönemlerinden sonra bu dönemde de yine borçlanarak ve mevcut varlıkları satıp paraya çevirerek ivme yakalama politikasını denemiş görünüyor. Ne var ki tıpkı öncekilerde olduğu gibi bu kez de bu ivmeye süreklilik kazandıracak olan yapısal reformlara girişememiş. Geldiğimiz aşamada artık bu şekilde borçlanmaya ve varlık satışına dayalı politikanın bir kez daha sonuna gelmek üzere olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor.
Değişen Türkiye, Değişmeyen İmtiyazlar
Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra her alanda hızlı bir degişim yaşadı. Bu değişim, daha önce de değinildiği gibi kimi zaman ileriye doğru kimi zaman geriye doğru oldu. Böyle bir değişim sürecinde birçok hata yapılması doğaldır. Ne var ki geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak gerekir. Oysa Türkiye bu değişim sürecinde geçmişte yaptığı hataları da sıklıkla tekrarladı ve hâlâ da tekrarlamaya devam ediyor.
Basında yer aldığı kadarıyla, yap-işlet-devret modeliyle yapılan Osmangazi Köprüsü’nden Hazine garantisinde öngörülen günlük 40 bin (yılda 14,6 milyon) araca karşılık günde 23.288 (yılda 8,5 milyon) araç geçti. Öte yandan geçiş ücretlerinde yapılan indirimleri de Hazine ödediği için Hazine’ye yüklenen fatura iyice arttı. Bu durumda taahhüt edilen araç sayısına göre eksik geçen 6,1 milyon aracın geçiş ücreti Hazine tarafından ödendi. 2017 yılının hesabı şöyle:
Buna göre 2017 yılında sadece Osmangazi Köprüsü’nden dolayı Hazine’den köprü işleticisi şirkete ödediği tutar 1,4 milyar TL’ye yaklaşmış bulunuyor. Sonuçta bütçe gelirleri vatandaşın vergisinden ve diğer (ceza, kira, ecrimisil vb) ödemelerinden kaynaklandığına göre Osmangazi Köprüsünden geçsin geçmesin herkes Osmangazi Köprüsü için yılda (1.389.300.000 TL / 80.000.000=) 17,4 TL vergi ödemiş oldu. Yap-işlet-devret projesiyle yapılan diğer çoğu altyapı tesisi için de benzer bir durum var.
1980’lerin ikinci yarısında Dünya Bankası’nın büyük bir buluş gibi Türkiye’ye getirip pazarladığı yap-işlet-devret projeleri gündeme geldiğinde Hazine yönetimi bu konuya karşı çıkmış, bu garantilerin Türkiye’nin aleyhine çalışacağını öne sürmüş ama bu itirazını dönemin politikacılarına dinletememişti. O dönemde yasal altyapı hazır olmadığı için bu projeler yaygın olarak yaşama geçirilememişti. İlerleyen dönemde yasal altyapı tamamlandı ve Hazine’nin satın alma garantisinin yanına bir de finansman garantisi eklendi. Bu konuya o tarihte itirazlar yapıldıysa da bu itirazlar bir işe yaramadı ve projeler yaşama geçirildi. Ve işte ilk sonuçlar, korktuğumuzun başımıza geldiğini ortaya koyuyor.
1883 yılında Osmanlı Hazinesi, Fransız Vagon Lits şirketine İzmir-Aydın-Ödemiş demiryolunun yapımı karşılığında 100 yıl süreli bir imtiyaz vermişti. Buna göre Vagon Lits bu yolu Osmanlı’dan herhangi bir bedel almadan yapacak ama karşılığında trenlere bir veya iki adet özel vagon ekleyecekti. Bu vagonlar trenin diğer vagonlarına göre çok daha lüks ve dolayısıyla pahalı olacak ve bunların geliri Vagon Lits’e ait olacaktı. Bu noktada çok önemli bir ayrıntı var: Vagonlar dolmazsa, Hazine, boş kalan yerlerin bedelini Vagon Lits’e ödeyecekti. 100 yıl süreli imtiyaz anlaşması 1983 yılında sona erdirildiğinde geçen 100 yıllık sürede bu yolla Vagon Lits’e ödenen bedel, yapılan yolun bedelinin kat kat üstünde bir miktara ulaşmış bulunuyordu.
Asıl inanılması zor olan durum, Osmanlı devletinin imzaladığı bu tür imtiyaz anlaşmalarıyla Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet döneminde inanılmaz bedeller ödenmesine yol açan bu deneyimler varken Türkiye’nin, yap-işlet-devret projeleri gibi Hazine’yi benzer yükler altına sokan yollara gönüllü olarak tekrar girmesidir.
Aynı hatayı tekrarlayarak farklı sonuç beklemekten kurtulmanın bir tek yolu var: Akıl ve bilime dönmek ve geçmişi incelemek. Geçmişi incelemek çok önemli çünkü Osmanlı malî tarihi, bu tür mucize beklentilerinin Düyun-u Umumiye’ye dönüşmesine ve bütün o borçları Türkiye Cumhuriyeti’nin ödemesine’ yol açmış deneyimlerle dolu.
Sıcak Para Cenneti
Türkiye’ye ihracat gelirleri, turizm gelirleri gibi kanallarla giren dövizler dışında doğrudan yabancı sermaye girişleri ve portföy yatırımı girişleri yoluyla da döviz girişi oluyor. 2017 yılında Türkiye’ye yatırım amacıyla net olarak yaklaşık 40 milyar dolar girmiş. Bu toplam içinde doğrudan yabancı sermaye girişleri toplamı 8.1 milyar, portföy yatırımı girişleri toplamı 24.3 milyar, diğer yatırımlar da 6.5 milyar dolar. Doğrudan yatırım amacıyla gelenler dışında gelen yatırımları sıcak para girişi olarak alırsak 2017 yılının ilk 10 ayında Türkiye’ye gelen dövizlerin yaklaşık yüzde 80’inin sıcak para olarak geldiği gerçeği karşımıza çıkar. 51cak para niçin Türkiye’ye bu kadar hevesle geliyor? Bu soruyu yanıtlamaya çalışalım.
Sıcak para, tanımı gereği, yüksek getiriden yararlanmak üzere risk alarak gelen, risklerde artış hissettiği zaman kazancını alıp çıkan para olduğuna göre bu tanımın Türkiye’deki yansımasına bir bakalım.
Tablo 21’e göre yabancı yatırım fonu için 2017 yılında Türkiye’de kazançlı bir durum ortaya çıkmış. Risk primi düşerken faiz artmış, dolar kuru yükselmiş. Buna karşılık bankaların dolar mevduatına verdiği faiz artmış.
Bu tablo, sıcak paranın niçin Türkiye’ye geldiğini ortaya koyuyor. Türkiye’ye bol döviz girişi iyi bir durum gibi gözükse de bu dövizleri getirenlerin sonuçta üzerimizden inanılmaz oranda para kazandığını gözden kaçırmamak gerekir. Türkiye, sıcak paraya dünyanın en yüksek bedelini ödeyen ülkelerden birisi konumunda bulunuyor.