Eşitsizlik

Sözlük | | Ağustos 7, 2018 at 11:24 am

Birleşmiş Milletler Üniversitesi’ndeki Dünya Gelişim ‘Ekonomisi Araştırma Enstitüsü’nün yakın tarihli bir çalışmasına göre, 2000 yılında yetişkin nüfusun en zengin yüzde 1’lik bölümü dünyadaki zenginliklerin yüzde 40’ına sahipken, en zengin yüzde 10’luk kısım dünyadaki toplam malvarlığının yüzde 85’ini elinde bulunduruyordu. Söz konusu nüfusun daha fakir olan yarısı küresel varlıkların sadece yüzde 1’ine sahipti. Durun, bu daha bir şey değil! İnsanlar arasındaki eşitliği ve dolayısıyla hepimizin yaşam kalitesini yakından ilgilendiren daha da kötü haberler gelmeye devam ediyor.


Michel Rocard, Dominique Bourg ve Floran Augagner, 3 Nisan 2011 tarihli Le Monde’daki “İnsan Türü Tehlikede” başlıklı makalelerinde “Sosyal eşitsizliklerin, modernliğin mucitlerini utançtan yerin dibine sokacağını” yazmışlardı. Francis Bacon, Descartes ve hatta Hegel’in yaşadığı Aydınlanma Döneminde, dünyanın hiçbir yerinde yaşam standardı en fakir bölgedekinin iki katından daha yüksek değildi. Günümüzde ise, en zengin ülke olan Katar’da kişi başına düşen gelir en fakir ülke olan Zimbabve’dekinin 428 katıdır. Unutmayalım ki, bunlar ortalamalar göz önüne alınarak yapılan karşılaştırmalar; tek tek rakamlar ele alındığında iş çok daha ciddi boyutlara ulaşıyor.

Ekonomik büyüme köktenciliğinin sancılarını çeken bir gezegende fakirliğin ısrarla sürmesi bile, aklı başında insanların, zenginliğin bu yeni dağılımının doğrudan ve dolaylı etkileri üzerinde durup düşünmeleri için yeterlidir. Fakir ve çaresiz olanlarla varlıklı, umutlu, özgüvenli ve kudretli olanları ayıran, en iyi dağcıların bile kolay kolay aşamayacağı uçurumun gittikçe derinleşmesi endişelenmek için iyi bir neden. Hayatta kalmak ve kabul edilebilir bir yaşam sürmek için gerekenlerin gittikçe zor bulunur ve zor ulaşılır olması, bunları tedarik edenler ile terk edilmiş muhtaçlar arasında gırtlak gırtlağa mücadeleye (ve hatta savaşa) yol açacağından, Rocard ve arkadaşları, eşitsizlik uçurumunun derinleşmesinin başlıca kurbanının demokrasi olacağı konusunda bizi uyarıyor:

Serbest piyasa ekonomisinin temel ahlaki gerekçelerinden biri olan bireysel fayda peşinde koşmanın, ortak faydanın sağlanması için de en iyi mekanizmayı sağlayacağı söylemi böylece şüphe uyandırmakla kalmayıp tamamen yalanlanmış oluyor. Son mali krizden önceki 20 yılda OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü: Otuz dört üye devletten meydana gelen örgüt resmi internet sayfasında kendini şöyle tanımlamaktadır:

“Kuzey ve Güney Amerika’dan Avrupa ve Pasifik Asya’ya kadar tüm dünyaya yayılmıştır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin yanı sıra Meksika, Şili ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri de kapsar. Ayrıca Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyüyen devlerle ve Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler’deki gelişmekte olan ekonomilerle yakın işbirliği içindeyiz. Amacımız hep birlikte daha güçlü, daha temiz ve daha adil bir dünya yaratmak”) ülkelerinin büyük çoğunluğunda en zengin yüzde 10’luk kesimin reel hane halkı gelirleri en fakir yüzde 10’unkinden çok daha hızlı arttı. Bazı ülkelerde, alttakilerin reel gelirleri azalarak gelir uçurumunun belirgin şekilde açılmasına neden oldu. Piyasaların yarattığı sorunları (ve belki de fazlasını) çözmek konusunda hem editörlerin hem de okurların güvendiği “gizli el” in ustalığına ve yetkinliğine methiyeler düzen gazetelerden biri olan Daily Telegraph’ın Editör Yardımcısı Jeremy Warner, “ABD’de, en zengin yüzde 10’un ortalama geliri en fakir yüzde 10’unkinin şu anda 14 katıdır” itirafında bulunuyor ve ekliyor: “Artan gelir eşitsizliği sosyal açıdan istenmeyen bir durum olsa da eğer herkes zenginleşiyorsa sorun yaratmayabilir. Ancak ekonomik gelişmenin nimetleri zaten yüksek gelirli olan nispeten az sayıda kişiye gidiyorsa ki esasen bugün olan da budur, bir sorun oluşacağı barizdir.”

İhtiyatlı bir şekilde ve gönülsüzce yapıldığı anlaşılan, kulağa pek de samimi gelmeyen bu itiraf, sosyal hiyerarşinin tepesindekiler ile dibindekileri gittikçe daha fazla ayıran uçurumu gözler önüne seren ve her geçen gün yeni bir örneğini gördüğümüz araştırma bulgularının ve resmi istatistiklerin üstüne geliyor. Artık üzerinde düşünülmeyen, sorgulanmayan, kontrol edilmeyen ve genel inanışa dönüşmesi beklenen politik demeçlere karşın, toplumun üst kesiminde biriken zenginlik “aşağılara damlamadı”, geriye kalanları zenginleştirmedi, bizi kendi geleceğimiz ya da çocuklarımızın geleceği hakkında daha iyimser, daha güvenli veya mutlu kılmadı…


İnsanlık tarihinde, eşitsizliğin geniş çaplı ve hızlandırılmış üremeye apaçık eğilimleri olduğu (Aziz Matta’nın İncil’inin başındaki alıntıdan anlaşılacağı üzere) eskiden beri biliniyor. Bununla birlikte, süregelen eşitsizlik meselesi, nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte tekrar toplumun ilgi odağı haline getirildi ve yepyeni, çarpıcı, şaşırtıcı ve aydınlatıcı yanlarıyla ateşli tartışmaların konusu yapıldı.

Günümüzde Eşitsizlik Ne Düzeyde?

Eşitsizliğin ne boyutlara ulaştığını gösteren rakamlarla başlayalım.
En çarpıcı keşiflerden, daha doğrusu, bir şekilde geciktirilmiş farkındalıklardan biri de şu olmuştur: Amerikan İngiliz ve sayıları artmakta olan diğer toplumlardaki “büyük ayrım” “en tepedeki küçük bir grup ile geriye kalan hemen herkes arasındaki farka kıyasla üst, orta ve alt kesim arasında daha azdır.” Örneğin, “ABD’deki milyarderlerin sayısı 2007’ye kadarki 25 yılda 40 katına çıkarken, en zengin 400 Amerikalının toplam varlığı 169 milyar dolardan 1.500 milyar dolara yükseldi”. 2007’den sonra, ekonomik krizi ve artan işsizliği takip eden kredi çöküşü yıllarında bu eğilim katlanarak arttı; kırbaç, beklendiği ve söylendiği gibi herkese eşit darbeler indirmek yerine seçimlerinde son derece acımasız ve ısrarcı oldu: 2011’de ABD’deki milyarderlerin sayısı tarihi bir rekora imza atarak 1.210’a çıktı ve bunların 2007 yılında 3.500 milyar dolar olan toplam varlıkları 2010’da 4.500 milyar dolara yükseldi. “Sunday Times tarafından her yıl hazırlanan, İngiltere’de ikamet eden en zengin 200 kişi listesine girebilmek için 1990’da 50 milyon poundluk bir servete ihtiyacınız vardı. Bu rakam 2008 yılına gelmeden yaklaşık dokuz kat artarak 430 milyon pounda çıkmıştı.” Bütün olarak değerlendirildiğinde, “dünyadaki en zengin 1.000 kişinin toplam varlığı en fakir 2,5 milyar insanınkinin neredeyse iki katı” Merkezi Helsinki’de bulunan Dünya Gelişim Ekonomisi Araştırma Enstitüsü’ne göre şu anda dünya nüfusunun en zengin yüzde 1‘Iik kesimi daha fakir olan yüzde 50’nin neredeyse 2.000 katı kadar zengin.

Küresel eşitsizlikle ilgili son verileri derleyen Danilo Zolo’ya göre, “küreselleşme devrinde güneşin ‘Haklar Çağı’ üzerinde batmakta olduğunu doğrulamak için çok da bilgiye ihtiyaç olmaması dramatiktir. Uluslararası Çalışma Örgütü 3 milyar kişinin günlük 2 ABD Doları olarak belirlenen yoksulluk sınırının altında yaşadığını belirtmektedir”. Zolo’nun ayrıca vurguladığı gibi, John Galbraith, Birleşmiş Milletler Gelişim Programı’nın 1998 tarihli İnsani Gelişim Raporu’nun önsözünde, dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya çapında üretilen tüm mal ve hizmetlerin yüzde 86’sını tüketirken, en yoksul yüzde 20’nin ise sadece yüzde 1,3’ünü tükettiğini belgelemiştir. Günümüzde durum daha da kötü: Nüfusun en zengin yüzde 20’si üretilen malların yüzde 90’ını tüketirken, en yoksul yüzde 20’lik kesimde bu oran yüzde 1’dir. Ayrıca, dünyanın en zengin 20 insanının en yoksul bir milyar insanla eşit kaynaklara sahip olduğu tahmin ediliyor.

On yıl önce Glenn Firebaugh dünyada uzun zamandır süregelen eşitsizlik trendinde bir değişim olduğunu belirtti: Uluslar arasında artıp ulusların kendi içinde sabit kalan veya azalan eşitsizlikten, uluslar arasında azalıp ulusların kendi içinde artan eşitsizliğe geçiş trendi. Yüksek karlar vaat eden, ucuz ve itaatkâr işgücüyle dolu, tüketim mikrobuyla kirlenmemiş ve karın tokluğuna çalışacak bir nüfusa sahip “bakir topraklar” arayışıyla, “gelişmekte olan” veya “yeni yükselen” ulusal ekonomilere büyük para girişi olurken, “gelişmiş” ekonomilerdeki işyerleri hızla ortadan kalkarak yerel çalışanları büyük tavizler vermek zorunda bıraktı. On yıl sonra, François Bourguignon kişi başına düşen ortalama gelirle hesaplanan küresel (ulusal ekonomiler arasındaki) eşitsizliğin daralmaya devam ettiğini ancak dünyanın en zenginleri ile en yoksulları arasındaki farkın ve ülkelerin kendi içindeki gelir farklılıklarının artmaya devam ettiğini ortaya koymuştur.

Prix Gencourt Ödülü’nü kazanan, ekonomist ve yazar Erik Orsenna; Monique Atlan ve Roger-Pol Droit’a verdiği röportajda tüm bu ve buna benzer rakamların taşıdığı mesajı özetliyor. Orsenna son zamanlardaki değişimlerden dünya nüfusunun sadece küçük bir azınlığının faydalandığını belirtiyor; henüz on yıl öncesine kadar yaptığımız gibi analizimizi en zengin yüzde 10’un ortalama kazancıyla sınırlasaydık, bu değişimlerin gerçek boyutları bizi yanıltırdı? Mevcut, süregelen mutasyonu (“döngü içinde bir aşama”dan farklı olarak) anlayabilmek için, en zengin yüzde 1’e, hatta yüzde 0,1’e odaklanmak gerekir. Bu yapılmadığında, değişimin gerçek etkilerini gözden kaçırıp, “orta sınıfın” “korunmasız çalışanlar sınıfına” dönüştüğünü göremeyiz.

İster araştırmacının kendi ülkesinde ister çok uzaklarda yapılmış olsun, her çalışma bu durumu doğrulamaktadır. Ayrıca, tüm çalışmalarda ortak olan bir nokta daha var: Dünyanın hemen her yerinde eşitsizlik hızlı bir şekilde büyüyor; zenginler, özellikle de çok zengin olanlar varaklarına varlık katarken; fakirler, özellikle de çok fakir olanlar daha da fakirleşiyor. Elbette bu görece bir durum; ama artan sayıdaki örnekte bir hayli kesin. Dahası, insanlar sadece zengin oldukları için zenginleşiyorlar. Fakir olanlar sadece fakir oldukları için fakirleşiyorlar. Günümüzde eşitsizlik kendi mantığı ve momentumuyla derinleşmeye devam ediyor. Dışarıdan herhangi bir yardıma, itme kuvvetine, desteğe veya uyarıcıya ihtiyacı yok. İnsanlar sosyal eşitsizliği icat etmekle kalmayıp, birçok başarısız denemenin ardından, tarihte ilk defa kendi kendine devridaim yapabilecek hale getirmeye hiç olmadığı kadar yaklaştılar. Sosyal eşitsizliğin bu ikinci yönü bizi yeni bir bakış açısıyla düşünmeye zorluyor.

1979 yılında Carnegie’de yapılan bir çalışma çocukların geleceklerinin kendi akılları, yetenekleri, çabaları ya da hırslarıyla değil, büyük ölçüde sosyal çevreleriyle, doğdukları coğrafi konumla ve ailelerinin toplumdaki yeriyle belirlendiğini açıkça gözler önüne sermiştir. Büyük bir şirket avukatının oğlunun, kendisini kırk yaşından önce ülkesinin en zengin yüzde 10’una dahil edebilecek bir maaş alma ihtimali, ara sıra iş bulabilen kıdemsiz bir çalışanın oğlununkinden (kaldı ki her iki çocuk da aynı sınıfta yan yana oturuyor; aynı başarıya, hırsa ve zeka derecesine sahip) yirmi yedi kat fazladır; bunlardan ikincisinin ortalama bir gelir elde edebilme şansı bile sadece sekizde birdir. 2007 yılında, yani aradan henüz otuz yıl bile geçmeden işler çok daha kötüleşmiş, uçurum daha da genişleyip derinleşmiş, kapatılamaz hale gelmiştir. Kongre Bütçe Dairesinin [Congressional Budget Office] yaptığı bir çalışma Amerikalıların en zengin yüzde 1’inin varlığının toplam 16,8 trilyon dolara ulaşarak, nüfusun altta kalan yüzde 90’ının toplam varlığını 2 trilyon geride bıraktığını ortaya koymuştur. Amerikan Gelişim Merkezi’ne [Center for American Progress] göre, bu otuz yılda Amerikalıların fakir olan yüzde 50’sinin geliri yüzde 6 oranında artarken, en zengin yüzde 1 için bu oran yüzde 229 olmuştur.

1960’ta Amerika’nın en büyük kuruluşlarındaki genel müdürlerin vergiden muaf ortalama maaşı fabrika işçilerinin ortalama maaşının 12 katıydı. 1974’e gelinmeden, CEO’ların maaşları ve yan gelirleri şirketin ortalama bir çalışanının maaşının yaklaşık 35 katına çıkmıştır. Ortalama bir CEO, mavi yakalı bir çalışandan 1980’de 42 kat daha fazla kazanırken, on sene sonra bu oran katlanarak 84’e ulaşmıştır. 1980’lerde eşitsizlik büyük bir ivme kazanmıştır. Business Week’e göre 1990’ların ortasında bu oran 135’e, 1999’da 400’e ve 2000’de 531’e fırlamıştır…

Bunlar benzer “meseleleri” kavramaya, somutlaştırmaya ve ölçmeye çalışan ve hızlıca artan rakamlardan sadece birkaçı. Sonsuz sayıda örnek verilebilir; yapılan her yeni araştırma bilgi yığınına bir yenisini eklemeye devam ediyor.

Peki, bu rakamların yansıttığı sosyal gerçekler nelerdir?

Joseph Stiglitz 2007’deki kredi çöküşünden ve onu takip eden mali krizden önceki, kapitalizm tarihinin en başarılı yılları olduğu söylenen yirmi ila otuz yıllık dönemin dramatik sonunu şöyle özetliyor: Tepedekilerin “işveren’ rolünü yerine getirerek ekonomiye daha fazla katkıda bulunduğu gerekçesiyle eşitsizlik daima haklı gösterilmiştir; ancak “2008 ve 2009’a gelindiğinde görüldü ki bu adamlar ekonomiyi iflasın eşiğine getirip yüz milyonlarca dolarla sıvıştılar”. Açıkçası, bu sefer nimetlerden faydalananların topluma yaptığı katkı onları haklı çıkarmaya yetmedi; yaptıkları şey yeni iş alanları yaratmak değil, uzayıp giden” gereksiz insanlar” (işsizler artık böyle adlandırılır olmuştu) listesine yenilerini eklemekti. Stiglitz The Price of Inequality [Eşitsizliğin Bedeli] adlı kitabında ABD’nin, “zenginlerin kapalı kapılar arkasındaki topluluklar halinde yaşadığı, çocuklarını pahalı okullara gönderdiği ve birinci sınıf sağlık hizmetlerinden faydalandığı” bir ülkeye dönüştüğü konusunda uyarıda bulunuyor. Bu sırada, geri kalanlar ise güvensiz bir dünyada, en iyi ihtimalle ortalama bir eğitim görerek ve karneyle sağlık hizmeti alarak yaşıyor. İki ayrı dünyadan oluşan bu resimde, arada çok az buluşma noktası var veya belki de hiç yok; aralarındaki iletişim de tamamen kopuk (hem ABD’de hem de Birleşik Krallık’ta aileler gelirlerinin gittikçe artan bir kısmını “diğer insanlardan” ve özellikle de fakir olanlardan coğrafi ve sosyal olarak uzakta –ne kadar uzak olursa o kadar iyi- yaşamak için ayırmaya başladı).

Sheffield Üniversitesi’nden Beşeri Coğrafya Profesörü Daniel Dorling eşitsizliğin mevcut durumuyla ilgili yaptığı keskin tahlilde Stiglitz’in taslak sentezine hayat vermekle kalmıyor, aynı zamanda bakış açısını tek bir ülkeden gezegen boyutuna taşıyor:

  Dünya nüfusunun en fakir yüzde 10’u sık sık aç kalıyor. En zengin yüzde 10 ise ailelerinin geçmişinde herhangi bir açlık anı hatırlamıyor. En fakir yüzde 10, çocukları için en temel eğitimi bile zar zor sağlarken, en zengin yüzde 10, çocuklarının sadece “kendi düzeyindekilerle” ve hatta “daha üsttekilerle” kaynaşabilmesi için gerekli okul ücretlerini ödemeye hazır; çünkü çocuklarının diğer çocuklarla kaynaşmasından korkar hale geldiler. En fakir yüzde 10 neredeyse sürekli, hiçbir sosyal güvenliğin ve işsizlik gelirinin olmadığı yerlerde yaşıyor. En zengin yüzde 10 ise işsizlik geliriyle yaşamaya çalıştıklarını hayal bile edemiyor. En fakir yüzde 10 şehirde günlük işler bulabilirken ya da kırsal alanlarda çiftçilik yaparken, en zengin yüzde 10’un aylık maaşı garanti altında. Bunların da üstünde, zenginlerin zengini olanlar varlıklarının ürettiği faiz dururken maaşla geçinmeye tenezzül bile etmiyor.

 

Dorling şu sonucu çıkarıyor: “İnsanlar coğrafi olarak polarize oldukça, birbirlerini daha az tanıyıp daha çok kuruntu yapıyorlar.

Aynı zamanda, Stewart Lansey, “Eşitsizlik: Ekonomik Sorunlarımızın Esas Nedeni” başlıklı son demecinde Stiglitz ve Dorling’in görüşlerini destekleyerek, zenginlerin daha da zenginleşerek topluma katkı sağladıkları yönündeki zorlama dogmanın hiçbir ahlaki tutarlılığı bulunmayan kasıtlı bir yalandan başka bir şey olmadığını belirtiyor:

  Ekonomik inanışa göre, kuvvetli dozda eşitsizlik daha etkili ve daha hızlı büyüyen ekonomiler yaratır. Bunun nedeni, üst kesimlerdeki yüksek ücretler ile düşük vergilerin –sözümona– girişimciliği artırması ve ekonomi pastasını büyütmesidir.

Peki, eşitsizliği tetiklemeye yönelik 30 yıllık deney işe yaradı mı? Kanıtların verdiği cevap, hayır. Varlık uçurumu kapatılamaz hale geldi fakat vaat edilen ekonomik gelişmeden eser yok. 1980’den bu yana, Birleşik Krallık’ta büyüme ve üretim rakamları üçüncü en düşük seviyesinde ve işsizlik daha eşitlikçi olan savaş sonrası dönemdekinden beş kat daha yüksek. 1980 sonrası yaşanan ve son dört yılın kriziyle zirve yapan üç ekonomik gerileme 1950’ler ve 60’lardakilerden daha derin ve uzun sürdü. 1980 sonrası deneyin esas sonucu daha fazla kutuplaşmış ve krizlere daha gebe bir ekonomi olmuştur.

 

Lansey’e göre, “azalan alım gücü, tüketime son derece bağımlı olan ekonomilerde talebi yok ediyor” ve böylece, aslında “tüketim toplumları tüketme kapasitelerini kaybediyor”, “büyümeden elde edilen kazançların küresel çapta küçük bir elit grubun eline bırakılması varlık balonlarına neden oluyor” ve kaçınılmaz olarak şu sonuç ortaya çıkıyor: Sosyal eşitsizliğin acı gerçekleri toplumdaki herkes veya hemen hemen herkes için kötüdür. Lansey böyle bir hüküm verdikten sonra şöyle demeliydi: “Son otuz yılda aldığımız temel ders, toplumun en zengin üyelerinin pastadan gittikçe daha büyük pay almasına izin veren bir modelin önünde sonunda kendi kendini yok edeceğidir. Öyle görünüyor ki bu dersi almak için daha gidecek çok yolumuz var.”

Bu dersi almalıyız, hem de geri dönüşü olmayan bir noktaya varmadan; bas bas bağırıp da bir türlü yaklaşan felaket konusunda dikkatimizi çekemeyen ve bizi harekete geçiremeyen mevcut “ekonomik model” kendini yok etme potansiyelini gerçekleştirmeden almalıyız bu dersi. The Spirit Level: Why More Equal Societies Almost Always Do Better [Örnek Seviye: Daha Eşit Toplumlar Neden Her Zaman Daha İyi işlerler] adlı aydınlatıcı çalışmanın yazarları Richard Wilkinson ve Kate Pickett, Dorling’in kitabına ortaklaşa yazdıkları önsözde, “nadir yeteneklerin toplumun geri kalanına fayda sağladığı gerekçesiyle zenginlere astronomik maaşlar ve primler ödemenin haklı olduğu” inanışının düpedüz yalan olduğunu belirtiyor. Günahı boynumuza, itidalle ve nihayetinde, canımız pahasına yuttuğumuz bir yalan…

Wilkinson ve Pickett’in çalışmasından bu yana, yüksek ve artmakta olan eşitsizliğin insanlığın birlikte yaşaması üzerindeki zararlı ve genellikle de yıkıcı etkilerini ve sosyal arazların ağırlığını gösteren kanıtlar çoğaldı; çoğalmaya da devam ediyor. Yüksek seviyede gelir eşitsizliği ile artan sosyal arazlar arasındaki bağıntı birçok kez doğrulandı. Gittikçe artan sayıda araştırmacı ve analist eşitsizliğin, yaşam kalitesi üzerindeki olumsuz etkilerine ek olarak, ekonomik performans üzerinde de yan etkileri olduğunu, performansı artırmak yerine yavaşlattığını belirtiyor. Yukarıda değinilen çalışmada Bourguignon ikinci olgunun bazı nedenlerini ele alıyor: kredi verenlerin istediği teminatı bulamadığı için banka kredisi alamayan potansiyel yatırımcılar ya da kabiliyetli gençlerin yeteneklerini geliştirme ve uygulama şansını ellerinden alan yüksek eğitim masrafları. Sosyal gerilim ile güvensizlik ortamının artmasının yarattığı olumsuz etkiyi de –daha faydalı alanlarda kullanılabilecek kaynakların, maliyeti gittikçe artan güvenlik hizmetlerine harcanmasını- bunlara ekliyor.

Özetlemek gerekirse, pek çoğumuzun inandığı şeyde, hepimizin zorla inandırılmaya çalışıldığı ve genellikle aklınızın yattığı, kabul etmeye hazır olduğumuz şeyde doğruluk payı var mı? Kısacası, “bir avuç zenginin hepimize faydası olduğu” doğru mu? Özellikle, insanların doğuştan gelen eşitsizliğini değiştirmeye çalışmanın, toplumun her bir üyesinin insan aklının alabileceği en yüksek seviyede sahip olmaya ve çoğaltmaya hak kazandığı yaratıcı ve üretici güçlerinin yanı sıra toplumun sağlığı ve esenliğine zararlı olduğu doğru mu? Sosyal konum, güç, yetkilendirme ve kazanç ayrımlarının, doğuştan gelen yeteneklerdeki ve bireylerin topluma yaptıkları katkılardaki farklılıkları yansıttığı doğru mu?

Tartışmanın geri kalanı bu ve benzer inanışların niçin yalan olduğunu, bunların gerçeğe dönüşme ve (sahte) vaatlerini yerine getirme ihtimallerinin, eğer varsa, niçin çok zayıf olduğunu ortaya koymaya çalışacak. Ayrıca, bu inanışların bariz geçersizliğine rağmen, niçin vaatlerindeki hileyi gözden kaçırmaya devam ettiğimizi ve bunların gerçekleşme ihtimalinin olmadığını niçin bir türlü anlayamadığımızı keşfetmeye çalışacağız.

Eşitsizliğe Neden Katlanıyoruz!

Daniel Dorling eşitsizliğe, onun göstergeleri ve nedenlerine ilişkin çalışmasında, “zengin ülkelerdeki sosyal eşitsizliğin, eşitsizlik doktrinlerine inancın sürmesi sayesinde hayatta kalabildiğini ve yaşadığımız toplumun ideolojisinin büyük bölümünde yanlışlıklar olabileceğini fark etmenin insanları hayrete düşürebileceğinin” altını çiziyor,’ Bu “eşitsizlik doktrinleri’” yüksek sesle dile getirilen (açık) inançlara temel oluşturan ve onlara “anlam kazandırır” gibi görünen üstü kapalı (örtülü) öncüllerdir; bununla birlikte, bunlara neredeyse hiç kafa yorulmaz ya da bunlar sınanmaz; düşünürken kullandığımız ancak başka bir somut dayanağı olmayan fikirler oluştururken hakkında düşünmediğimiz, daima sindirilen fakat nadiren dile getirilen inançlardır bunlar.

Örneğin, meraklısı olduğu ve kusursuzca saptadığı popüler önyargılardan politik malzeme çıkarmasıyla tanınan Margaret Thatcher’ın 1970’te Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaretindeki resmi bildirisini ele alalım (Dorling’in yaptığı gibi):

  Bireylere değer vermemizin nedenlerinden biri, tümünün aynı olması değil, hepsinin farklı olmasıdır… Bence, eğer bunu yapabilecek potansiyelleri varsa çocuklarımızın uzamasına, bazılarının uzayarak diğerlerini geçmesine izin vermeliyiz. Çünkü hem kişinin kendi çıkarı hem de bütün olarak toplumun menfaati için her bir vatandaşımızın potansiyelini tam olarak kullanabileceği bir toplum yaratmalıyız.

 

Unutmayın ki Thatcher’ın ifadesini neredeyse doğru kılan esas öncül (“bütün olarak topluma” hizmetin her vatandaşın “kendi çıkarına” hizmet etmesiyle gerçekleştiği varsayımı) burada ayrıntılı olarak açıklanmayıp olduğu gibi kabul edilmiştir. Dorling’in gözlemleyip, iğneleyici bir şekilde dile getirdiği üzere, Thatcher “potansiyel yeteneği insanın boyuna (insanların değiştirme gücünün ötesinde bir şeye) benzetmekle kalmıyor, farklı bireylerin farklı yeteneklere sahip olmasının farklı sosyal koşullara maruz kalmalarından değil, doğuştan kaynaklandığını” varsayıyor. Diğer bir deyişle, Thatcher tıpkı boylarımız gibi farklı yeteneklerimizin de doğuştan kaynaklandığını açıkça kabul ederek, insanda kaderin hükmünü değiştirebilecek kudret olmadığını veya çok az olduğunu ima ediyor. Bu ve başka nedenlerle, geçen yüzyılın neredeyse tamamında, “insanların bencil davranarak başkalarına da bir şekilde fayda sağladıkları gibi garip bir fikir yerleşmiştir” insanların kafalarına.

Bununla birlikte, Dorling’e göre, eşitsizliği destekleyen ve sürdüren tek “eşitsizlik doktrini” bu değil. Hiçbir gerçeklik kanıtı taşımamasına veya eleştirel bir teste tabi tutulmamış olmasına rağmen yaygın algılarımızı, tavırlarımızı ve davranışlarımızı biçimlendirmeye ısrarla devam eden başka birtakım üstü kapalı ve gizli görüşleri dile getiriyor. Bu tür “inançsızlık doktrinleri” arasında Dorling şu inanışları sıralıyor: (1) Elitizm faydalıdır (çünkü tanım gereği, sadece nispeten az sayıda kişinin sahip olduğu yetenekler geliştirilerek çoğunluğa fayda sağlanabilir); (2) Dışlama toplumun sağlığı için hem normal hem de gereklidir; hırs daha iyi bir yaşam için faydalıdır; (3) Ortaya çıkan umutsuzluk kaçınılmazdır ve bundan kurtulmak için yapılacak bir şey yoktur. Bu yanlış inançlar dizisi, sosyal eşitsizliğe olan gönüllü, neredeyse tamamen düşünmeden, kayıtsızca itaatimizden kaynaklanan toplu sefaletimizin sürmesi ve aslında kendi kendini idame ettirmesi anlamına geliyor:

  Sık sık hayıflanmalarına ve kendilerini kendi seçimlerinin ürünü olmayan koşullarda bulmalarına rağmen) insanlar oldukça uzun zamandır kendi tarihlerini yazmaktadır. Ve tarihler toplu olarak yazılır… Şu anda midemizi topluca alışverişle ve dizilerle dolduruyoruz. İnsanlarımız izleme işini televizyon seyrederek ve internette gezinerek yaptığından, statü paranoyası güçleniyor. Reklamlar daha fazlasını istememiz için yem olarak kullanılıyor; açgözlülük hepimize altın tepside sunuluyor.

 

Özetlemek gerekirse, çoğumuz çoğu zaman isteyerek (bazen neşeyle, bazen isteksizce, sövüp sayarak veya öfkeden dişlerimizi gıcırdatarak) bize sunulana kucak açıyoruz ve hayat boyu görevimiz olan, elimizden gelenin en iyisini yapmayı terk ediyoruz. Peki, yolumuzu değiştirmek için düşüncemizi; gerçeği (ve onun davranışlarımızı belirleyen katı taleplerini) değiştirmek içinse yolumuzu değiştirmek yeterli mi?


İster hoşunuza gitsin ister gitmesin, seçici hayvan anlamına gelen ‘Homo Eligens’ türüne dahil olduğumuz ve ne kadar zorlayıcı, zalim ve inatçı olursa olsun hiçbir gücün seçimlerimizi tamamen baskı altına alamadığı; muhtemelen de alamayacağı ve böylece davranışımızı kesin olarak değiştiremeyeceği doğru mu? İstekayı tutanın, bilardo masasında canı nereye isterse gönderdiği bilardo topları değiliz; deyim yerindeyse, özgür olmak için yaratılmışız ve seçim yapmanın zahmetlerinden kendimizi ne kadar kurtarmak istersek isteyelim, önümüzde daima, gidebileceğimiz birden fazla yol olacak. Kendi aralarında seçimlerimizi şekillendiren, birbirinden büyük ölçüde bağımsız iki etken vardır: yaşam şeklimiz ve hayatımızın yörüngesi. Bunlardan biri, üzerinde hiçbir etkiye sahip olmadığımız koşullar dizisi olan “kader”, diğer bir deyişle, (doğduğumuz coğrafi ve sosyal konum veya doğum tarihimiz gibi) biz yapmadığımız halde “başımıza gelenler”dir. Diğer etken ise, üzerinde (en azından prensipte ) belli bir etkiye sahip olduğumuz, işleyebileceğimiz, eğitebileceğimiz ve geliştirebileceğimiz karakterimizdir. “Kader” gerçekçi seçeneklerimizin listesini belirler fakat bunların arasından nihai seçimi yapan karakterimizdir.

Bu yazının tamamı yazarın ''Azınlığın Zenginliği Çıkarımıza Mıdır?'' isimli eserinden alınmıştır.


Tabii ki “kaderimizin” belirlediği “gerçekçi” seçenekler gerçeklik dereceleri bakımından genellikle derin farklılıklar sergiler. Bazı seçenekler diğerlerine kıyasla daha güvenli, daha az riskli ve/veya daha albenilidir ya da en azından öyle görünür; böylece, daha fazla zaman gerektirdiği, daha külfetli olduğu, daha fazla fedakarlık istediği veya çoğunlukla toplum tarafından kınanma ve prestij kaybı riski taşıdığı şüphesi uyandıran, günümüzde pek rağbet görmeyen (dolayısıyla pek de tavsiye edilmeyen) alternatif seçeneklere kıyasla bunların seçilme şansı daha yüksektir. Bu nedenle, “gerçekçi” seçeneklerin tercih edilme ihtimallerinin dağılımı da “kaderin” yetki alanına girer: Ne de olsa, hepimiz “düzenli” bir sosyal çevrede yaşıyoruz ve bu “düzenleme” tam olarak ihtimallerin yönlendirilmesinden meydana geliyor. Bu işlem, bazı seçimlerin olasılığını normale göre artırırken bazılarınınkini de düşürmek olmak üzere, verilecek ödüller ile cezaların tekrar tekrar düzenlenmesinden ibarettir. Ne de olsa, “gerçeklik” içten gelen isteklerimize karşı olan dış dirençlere taktığımız addır. Dirençleri ne kadar güçlü olursa, engelleri o kadar “gerçek” hissederiz.

Bir seçimin sosyal bedeli ne kadar yüksekse, seçilme olasılığı da o denli düşüktür. Seçimi yapacak kişinin kendinden beklenen şeyi reddetmesinin bedeli de seçimindeki itaatinin ödülü de son derece değerli bir para birimi olan sosyal kabul edilebilirlik, konum ve prestij cinsinden ödenir. Toplumumuzda bu bedeller, eşitsizliğe ve eşitsizliğin oldukça güç olan ve dolayısıyla alternatiflerine kıyasla üstlenilme ve yerine getirilme ihtimali daha düşük olan sonuçlarına direnç yaratacak şekilde düzenlenir: Uysal ve kabullenilmiş bir itaat veya gönüllü işbirliği. Kapitalist, bireyci tüketim toplumunda yaşayan bizim, yaşam oyunlarımızda tekrar tekrar atmamız gereken zarlar çoğu durumda, eşitsizlikten çıkar sağlayan veya sağlamayı umanların lehine hilelidir…

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.