Geleceğe Bakış

Gelecek De Gelecek | | Eylül 30, 2018 at 4:08 pm

Devrim, bir toplumun yaşamında önemli işlevi olan kurumların ve kuralların hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi ya da yenileştirilmesi, yeniden biçimlendirilmesi ya da belli bir alanda birdenbire gerçekleşen kökten değişiklik olarak tanımlanıyor.

Dünya, bugün, Hannover 2011 Fuarı’nda Almanların ortaya attığı Endüstri 4.0 deyimiyle tanımlanan yeni bir sanayi devrimini konuşuyor. Üretim alanında şimdiye kadar biri tarım kesiminde üçü sanayi kesiminde olmak üzere 4 büyük devrim yaşandı.

Yakın Geçmişten Geleceğe Giden Yol

İnsan, M.Ö. 10 binlere, bir başka deyişle neolitik döneme gelinceye kadar avcı ve devşirici olarak yaşadı. Vahşi hayvanları eti ve postu için avladı, yabani meyveleri devşirip yedi. Ürettiği tek şey hayvan öldürmeye ve kendini savunmaya yarayan taştan yapılma ilkel silahlar ve üşümemek için giydiği ilkel kıyafetlerdi. Bunun dışında yalnızca bir tüketici konumundaydı. Doğaya hiçbir şey katmıyor, yalnızca doğanın verdiklerini alıp tüketiyordu. Günümüzden binlerce yıl önce insanın ilk kez yerleşik yaşama geçerek, tarım yapmaya ve hayvan yetiştirmeye başladığına ilişkin izler var. Göbeklitepe, Çatalhöyük ve Hacılar’daki kalıntılar, insanların buralarda yerleşip kentler kurduklarını, bitkileri ehlileştirerek tarımsal üretim ve hayvanları evcilleştirerek hayvancılık yapmaya başladıklarını gösteriyor. Buna ‘tarım devrimi’ ya da ‘neolitik devrim’ adı veriliyor.

1712 yılında Thomas Newcomen yeni bir tür buhar makinesi geliştirdi. Bu makinenin pistonu bir zincir yardımıyla bir kaldıraca, kaldıraç da su tulumbasına bağlanmıştı. Piston silindirin en üst noktasındayken silindirin içine gönderilen soğuk su buharı yoğunlaştırılıyor, böylece atmosferik basınç pistona aşağıya doğru kuvvet uyguladığında su madenden yükseliyordu. 1764 yılında bozulan Newcomen makinelerinden birini onaran James Watt, bu makineyi geliştirerek iki odalı ve supaplı hale getirdi Bu odalardan biri sürekli sıcak, diğeri soğuk tutuluyordu. Watt 1781 yılında yeni mekanik aksam ekleyerek makineyi iyice geliştirdi.

Bu yeni katkıyla buhar makinesi sanayiye uygulanabilir hale geldi. Bu şekilde geliştirilmiş buhar makinesinin 1700’lerin son bölümünde dokuma tezgahlarında kullanılmasıyla üretim sürecinde çeşitli aşamaları tamamlayacak biçimde birbiriyle bütünleşmiş bir düzene geçilmesi birinci sanayi devrimi olarak kabul ediliyor. Tekstil sanayiinde başlayan bu değişim başta kimya sanayii olmak üzere diğer sanayi dallarına hızla yayıldı. Demiryolu ağının yaygınlaşması bu devrimin de yaygınlaşmasına yol açtı. Endüstri 1.0 üretimin makineleşmesi ve elde edilen ürünlerin demiryolu ağlarıyla tüketim merkezlerine taşınması olarak tanımlanıyor.

İkinci sanayi devrimi, üretim sistemlerinde elektriğin kullanılması ve elektrik gücünün montaj hatlarına kumanda etmesiyle ortaya çıktı. Elektrik gücüyle hareket eden üretim hattı ilk kez hayvan kesim işlemleri için ABD’de mezbahalarda kurulan sistemlerle başladı. Sistemin sanayiye uygulanışı Ford Motor Fabrikaları’nda kurulan seri üretim hatlarıyla oldu. Ford Motor Fabrikaları’nın otomobil üretiminde uyguladığı bu sistem, üretim ölçeğinin büyütülebilmesini ve dolayısıyla maliyetlerin ve fiyatların ucuzlamasını sağladı. Bu fabrikalarda uygulanan teknikler o zamana kadarki iş yönetim modellerinin de yeniden yazılmasına olanak verdi. Bu devrimin yarattığı ekonomik verimliliğin yaygınlaşmasında karayolu ağının yaygınlaşması önemli rol oynadı. Endüstri 2.0 üretimin makineleşerek seri üretime geçilmesi ve üretilen malların demiryolunun yanı sıra karayolu ağıyla da tüketim merkezlerine ulaştırılması olarak tanımlanıyor.

1970’lere girerken algılayıcılardan alınan bilgiyi, bir program çerçevesinde iş elemanlarına aktaran mikroişlemci tabanlı programlanabilir mantık devresi geliştirildi. Ve bu sistemin üretim sistemlerine uygulanmasıyla üretim sisteminin otomasyonu mümkün oldu. Bu gelişme üretime insan katkısını oldukça düşürecek hatayı da minimize etti. Böylece 1970’lerin başından günümüze kadar gelen yeni bir sanayi devri başlamış oldu. Bu dönemde bilgisayar kullanımı, akıllı telefonlar, internetin yaygınlaşması üretimi her yönüyle geniş biçimde etkiledi ve biçimlendirdi. İletişim ve ulaşımdaki gelişmelerle, ticaret ve endüstri küreselleşti. Endüstri 3.0 üretimde insan emeğinin en aza indirilmesi ve üretimin otomasyonu olarak tanımlanıyor.

Buraya kadar sayılan devrimlere baktığımızda iki durum dikkati çekiyor: (1) Devrimler arasındaki süreler kısalmaya başladı. Tarım devrimi ile ilk sanayi devrimi arasında yaklaşık 12 bin yıl süre geçti. Endüstri devrimleri arasındaki süreler 100 yılın altına indi. Endüstri 3.0 ile 4.0 arasında geçen zaman 70 yıldır. (2) İnsan emeğine ihtiyaç azalmaya yöneldi. Her bir sanayi devrimi bir önceki üretim sistemine göre insan emeğine olan ihtiyacın daha da azalmasını sağladı.

Dünyanın Geleceği

Dünyanın geleceğine iki açıdan bakmak gerekir. İlk olarak siyasal gelişmelerin ne yönde olacağına baktığımızda küreselleşmenin beklenen sonuçları vermediğini görüyoruz. Bugünkü görünüm tek kutuplu bir dünyanın sürdürülmesinin zor olduğu yönündedir. Bunun nedeni küresel sistemi yönlendirecek olgunlukta bir ülke ve liderin olmamasıdır. Bir zamanlar küreselleşmenin lideri konumunda olan ABD giderek korumacı politikalara dönerken tam tersi konumda olan Çin, küreselleşmenin savunuculuğunu yapıyor. Bu görünüm bize küreselleşmenin tam olarak zihinlerde yer bulamadığım gösteriyor. Dolayısıyla dünya bugünkü görünümüyle küreselleşmeden bir süre sonra yeniden çok kutuplu bir yapıya dönecek gibi görünüyor.

İşin ekonomi açısından görünümüne gelirsek burada da ilginç gelişmeler yaşandığını görüyoruz. Dünya ekonomisinin küreselleşmesi en açık etkisini iki alanda gösterdi: (1) Sermaye akımlarının serbestleşmesi. (2) üretimin yer değiştirebilmesi. İlkinin sonucu olarak sermaye, en çok para kazanabileceği alanlara ve yerlere gitmeye başladı. İkincinin sonucu olarak da üretim en ucuza gerçekleştirilebileceği yerlere kaydırıldı. Üretimin en ucuza yapılabileceği yerler, ucuz emek ve sağlanan vergi kolaylıkları nedeniyle başta Çin olmak üzere Uzakdoğu ülkeleriydi. 1980’lerden başlayarak ABD ve Avrupa sermayesi üretim merkezlerini bu ülkelere kaydırdılar. Çin ve diğer Uzakdoğu ülkeleri bir süre Amerikalı ve Avrupalı firmaların üretim üssü olarak çalıştı. Halen de bu şekilde çalışmaya devam ediyorlar. Ne var ki artık bu ülkeler bu ürünleri kendileri de yapmaya yöneldiler. Çin ve diğer Uzakdoğu ülkeleri, yavaş yavaş başkaları için üretim yapmaktan çıkmaya ve kendi markalan altında üretim yapmaya başladılar. Bugün yalnızca Çin mallarını satan çok sayıda internet satış sitesi var.

Tablo 42, bize, Çin’in sanayi malı üretiminde sergilediği çarpıcı gelişimi gösteriyor. Alman hükümeti bu gelişme üzerine Doğu’nun Batı’yı geçtiğini ve aranın hızla açılmakta olduğunu görerek 2011’de Hannover Fuarı’nda Endüstri 4.0’ı gündeme getirdi.

Endüstri 4.0; asıl olarak imalat sanayiinde bilgisayarlaşmanın en üst düzeye çıkarılması ve dolayısıyla üretimin yüksek teknolojiyle donatılmasını hedefleyen bir yaklaşım. Burada üç temel amaç güdülüyor: (1) üretimde insan emeğinin en aza indirilmesi ve bu yolla üretimdeki hataların ortadan kaldırılması. (2) Üretimin en üst düzeyde esnekliğe kavuşturulması ve bu yolla tüketiciye özel ürün yapabilme imkânının elde edilmesi. (3) üretimin hızlandırılması.

Bu amaçlara ulaşıldığında Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerinin ucuz emekle elde ettikleri rekabet üstünlüğünün ortadan kalkacağı tahmin ediliyor. Üreticiyle tüketicinin anlaşması çok daha kolay olacak. Örneğin beyaz boya üzerine siyah puanlı desenleri olan bir otomobil isteyen tüketiciye, aşağı yukarı aynı fiyat kalıpları içinde kalınarak, özel üretim yapılması mümkün olacak. Üretim hızlanacak ve bu yolla siparişin beklenme süresi son derece azalacak.

Almanya tarafından ortaya atılmış olsa da bugün ABD ve diğer Avrupa ülkeleri de Endüstri 4.0 üzerinde ciddi çalışma yapıyorlar.

Dolayısıyla bugünkü görünümü itibariyle küreselleşme ekonomide belirli alanlarda etkili olan bir gelişim gibi duruyor.

TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ
Durum Tespiti

Bugün Türkiye’nin Endüstri 2.0 ile 3.0 arasında bir yerde olduğu kabul ediliyor. Sanayi devrimini sonradan yakalamış olmak bugün için büyük bir kayıp değil. Buna karşılık Endüstri 4.0 diye adlandırılan yeni devrimi kaçırmanın maliyeti çok yüksek olacak gibi görünüyor. Endüstri 4.0 eşiğinde iki mesele var. (1) Endüstri 4.0 uygulamasının gerektirdiği robotları yapmak. (2) Yapılmış robotları satın alıp üretimi bunlarla yapmak.

Türkiye için geçerli konu ikinci başlıktaki konu. Yani, Türkiye, Almanya’da veya ABD’de ya da bir başka ülkede yapılmış olan robotları ve dijital makineleri satın alıp üretim tesislerine monte edecek. Bunların çalışma programlarını (software) de satın alacak, bu programlarla o robotların çalışmasını sağlayarak üretim yapacak ve ürettiği ürünleri satacak. Yani Türkiye açısından Endüstri 4.0 bu devrimin gerektirdiği makine, robot vb gibi araçları veya bunların çalıştırılmasına yarayan programları yapmak değil, bunları satın alıp kullanarak gerekli üretimi yapmak olacak. Kuşkusuz asıl parayı o makine ve robotları yapanlarla o programları yazanlar kazanacak. Bu makineleri, robotları ve programları alıp üretimi bu yöne kaydırmayı başaranlar da kazanacak. Çünkü anlaşılan o ki bir süre sonra bu yeni sanayiyle üretim yapan birimlerle eski sanayiyle üretim yapan birimler arasındaki fark terziyle konfeksiyon arasındaki fark gibi olacak.

Türkiye’nin, bu devrimin yaratacağı tsunamiye hazırlanması gerekiyor. Bu açıdan birkaç önemli noktayı sıralayalım: (1) Sanayi odalarının önderliğinde yüksek kalitede eleman yetiştiren bilim liseleri kurulması gerekiyor. Bu liselerde öğrenciler bir yandan bu yeni sanayiye, bir yandan da onun gerektireceği programlan kullanmaya uyum gösterecek şekilde yetiştirilmeli. Türkiye’nin artık vakıf üniversiteleri yerine vakıf bilim liselerini kurması, devletin bunları teşvik etmesi gerekiyor. Bu okullarda üniversitelerin teknik alanlarında ders veren hocaların ders vermesi gerekiyor. Devlet, bu okullarda okuyacak öğrencilere burs vererek bu okullara kaydolmayı mutlaka teşvik etmeli. (2) Üniversitelerde bilim dallarına dönüş yapılmalı. İktisadi idari bilimler fakültelerinde kontenjanlar hızla düşürülmeli. Çünkü bu bölümlerden mezun olanlara duyulacak ihtiyaç bu yeni devrimle hızla azalacak. Yeni düzende muhasebecilik, insan kaynakları uzmanlığı, işletmecilik gibi mesleklerin çoğu büyük ölçüde bilgisayar programları yoluyla yapılacak. Türkiye, bu bölümlerden bu kadar çok sayıda öğrenci mezun etmeye devam ederse bu mezunlar çalışacak iş bulmakta giderek daha fazla zorlanacaklar. (3) Endüstri 4.0, aksine bütün iddialara karşın ister istemez işsizliği arttıracak bir devrim. Robotlarla çalışan üretim birimlerinde mavi yakalılara ihtiyaç azalacak. Bu yeni oluşumda ancak program yazabilen, robotları ve makineleri yapabilen insanlarla programları kullanabilen insanlara yer olacak. Diğerleri sanayiden hizmetlere kaymak durumunda kalacak. O nedenle bu büyük dalgayı karşılayabilmek için geleceğin toplumuna yönelik eğitim değişikliğine gidilmesi gerekiyor. (4) Endüstri 4.0’a geçişle birlikte ortaya çıkacak işsizliği azaltabilmek için tarım ve hayvancılık politikalarını, bu alanlarda üretimi ve verimliliği arttıracak biçimde ele almak gerekiyor. Esasen o alanlarda da genetik biliminin gelişmesi ve uygulanması sonucu birçok devrim peş peşe geliyor. Yani yalnızca sanayi devrimi değil tarım ve hayvancılık devrimi de güncelleniyor. Tarım ve hayvancılık alanında Türkiye bırakın ileri gitmeyi geri gitmiş bulunuyor. Endüstri 4.0’ın yaratacağı işsizliği azaltmak ve yeni tarım ve hayvancılık devrimine ayak uydurabilmek için bugünden tarım politikasını baştan aşağıya yeniden ele almak gerekiyor. (5) Bütün bunları yapabilmek için inşaatı bırakıp çevreye bakmak gerekiyor;

Türkiye’nin bir kez daha sanayi devrimini kaçırmamak ve onun etkilerinden olumsuz olarak etkilenmemek için eğitimde mutlak surette bilime yönelik reforma gitmesi şart. Bugün için Türkiye’nin önündeki en önemli yapısal reform olarak bu değişim uzanıyor. Türkiye; sorgulayan, araştıran, analiz yapabilen bir kuşak yetiştirmek için yeterince geç kaldı. Bundan sonra kaybedilecek tek bir saniye bile yok.

Kaçırılmış Fırsatlar Ülkesi Türkiye

Yapısal reform, bir sistemin daha verimli çalışabilmesi ve şoklara karşı daha dayanıklı hale getirilebilmesi için o sistemin yeniden yapılandırılması olarak tanımlanabilir. Diyelim ki sürekli açık veren bir sosyal güvenlik sistemi söz konusu. Örneğin her ay sisteme üye olanlardan 100 lira prim toplanıyor ve bu gelir faiz hesaplarında ya da tahvil getirisinde nemalandırılarak 110 liraya çıkarılıyor. Buna karşılık yine diyelim ki sistemden sağlık gideri ve emeklilik maaşı alanlara da ayda 130 lira ödeniyor. Sonuçta sistem her ay 20 lira açık veriyor. Bu açığı kapamanın dört yolu var: (1) Üyelerden alınan primleri arttırmak, (2) Emekli maaşlarını ve sağlık sigortası ödemelerini düşürmek, (3) Emeklilik yaşını yükseltmek, (4) Borçlanmak. Borçlanmak geçici bir çözümdür ve bazen de sorunu ağırlaştırabilir. O halde kalıcı çözüm için ilk üç düzenlemeyi yapmak gerekecektir. Bu düzenlemeler başlangıçta sıkıntı yaratacak ve belki de siyasal iktidara oy kaybettirecek önlemlerdir ama sosyal güvenlik sisteminin iflas etmemesi için yapılması şarttır. Burada bir yapı değişikliği yapıldığı için bu düzenlemeler yapısal reformun örneği olarak gösterilebilir.

Yapısal reformlar, farklı bir biçimde de tanımlanabilir. Bir ekonominin, içinde yaşadığı ekonomik sisteme, çevreye ve çerçeveye uyumlu hale getirilerek o sistem içinde daha uyumlu çalışmasının sağlanması için atılması gereken adımlara yapısal reformlar diyebiliriz. Atılması gereken adımlar yalnız ekonomik konularla sınırlı değildir. Ekonomiyi yakından ilgilendiren ve etkileyen siyasal sistem, yargı sistemi, eğitim sistemi hep birer yapısal reform alanıdır. Demokratik, kapitalist ve dışa açık bir sistem içinde yer alan bir ekonominin bu sistemin koşullarına ve çerçevesine uyması gerekir.

Türkiye’nin ihtiyacı olan yapısal reformlar üç başlıkta toplanabilir: Siyasal reformlar, sosyal reformlar, ekonomik reformlar. Bunlardan ilk ikisindeki önemli alt başlıkları sıralayalım, üçüncüsünün ayrıntılarına girelim.

Türkiye’nin siyasal alanda yapması gereken yapısal reformlar anayasa değişikliği ile başlamak durumundadır. Bu değişiklikler yapılırken sistemi, Batı ülkeleri düzeyine çıkarabilmek için demokrasiyi, özgürlüğü, düşünce özgürlüğünü, hoşgörüyü, kişi haklarının korunmasını, en üst düzeye çıkaracak ve kısıtlamaları savaş hali gibi çok zorunlu hallerle sınırlı tutacak düzenlemeler yapılması gerekiyor. Anayasa, kuvvetler ayrımını tam olarak vurgulamalı, yasama, yürütme ve yargı erklerinden birinin ötekine üstünlüğünü önleyecek bir yapıda olmalıdır. Anayasa değişikliğini izlemesi gereken reform, seçim sisteminin ve siyasal partiler sisteminin düzenlenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Seçim sisteminde baraj uygulamasının kaldırılması şart görünüyor. Siyasal partiler kanununda paralel değişiklikler yapılması, milletvekilliğinin (en fazla iki kez seçilmek gibi) süre sınırlandırılmasına tabi tutulması, lider egemenliğini ve milletvekili dokunulmazlıklarını kaldıracak düzenlemelerin yapılması gibi birçok konu bu çerçevede sayılabilir.

Yapısal reformlar için en geniş alan sosyal alanda yapılması gerekenlerdir, o nedenle bu alanda en önemlileri olduğunu düşündüğüm iki başlığa değineceğim. Bu ikisi Türkiye’nin geleceği açısından olduğu kadar ekonomisine katkı bakımından da en ön sırada yer alıyor. Bu çerçevede en başta eğitim sisteminin dönüştürülmesi yer alıyor. Türkiye’nin bugünkü eğitim sistemini köklü olarak değiştirmesi ve eğitimde tümüyle bilimin egemen kılınmasından başka çare bulunmuyor. Türkiye ne yazık ki bu alanda 30-40 yıl öncesine göre çok daha geriye gitmiş bulunuyor. Eğitim sisteminde 30-40 yıl önceki sisteme geri dönsek ve o sistemi günün koşullarına göre revize etsek bu alanda yapısal reform yapmış sayılabiliriz. Ağır ve siyasal baskıya açık olarak çalıştığından şikâyet ettiğimiz adalet sistemini kaliteyi de arttıracak biçimde hızlandırmak için hâkim, savcı ve mahkeme sayısını arttırarak daha hızlı sonuç alınacak ve siyasal etkilerden bağımsız kılınacak bir adalet sistemi kurmak hukuk alanında yapısal reform olarak değerlendirilebilir. Hâkim ve Savcılar Kurulu tümüyle siyasal iktidar dışında kendi mesleki sınırları çerçevesinde sistemi, atamaları terfileri yönetecek hale getirilirse bu alandaki tartışmalar önemli ölçüde sonlanmış olabilir. Bu iki alanda gerekenler yapılabilirse diğer sosyal reform konuları bunların ardından yavaş yavaş tamamlanabilir.

Ekonomik reformlar alanında da yapılması gereken çok şey var. Buna karşılık yukarıda olduğu gibi burada da en temel gördüğüm konulan ele alacağım: Büyümenin ithalata bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi ekonomik alandaki yapısal reform adımlarının en önemlilerinden birisidir. Türkiye, 2000’lere kadar bütçe açığını, 2000’ler sonrasında ise cari açığı itici güç olarak kullanmış ve bu itici güçle büyümüştür. Yani açık vermeden büyüyemeyen bir ekonomi görünümündedir. Bu görünümden kurtulmak yani açık vermeden büyüyebilmek için iki yol var: İç tasarrufları arttırmak veya üretimin ithalata dayalı yapısını yerli girdilere yöneltmek. Her ikisi de zaman alıcı ve biraz can acıtıcı önlemleri gerektirse de tıpkı deprem önlemi gibi mutlaka yapılması gereken şeylerdir. Eğer bu iki önlem alınıp da yapısal reform yapılamıyorsa o zaman tek çare büyüme hızını potansiyel büyüme düzeyi olan yüzde 5’lere düşürmektir. Demek ki bu alanda yapısal reform yapamamanın maliyeti daha yavaş büyümek olacaktır. Bunun maliyeti ise işsizliğin düşürülememesinden başlayan birçok başka sorun olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu konuda iki önlem söz konusudur. İlki kısa vadede kanamayı durdurmak için ithalatı pahalı hale getirecek kur artışıdır. Bu, bir yapısal reform değildir. Çünkü yapısal reform kalıcı düzeltme sağlayacak önlemlerle yapılır, oysa kurların yükselmesi yoluyla ihracatın artması ve ithalatın düşmesi sonucunda ortaya çıkacak cari açık düşüşü geçici düzeltme sağlar. Yani yapıdaki eksikliği, yanlışları kalıcı olarak düzeltemez. Bu eksikleri düzeltmek için ithal mallarından içeride de üretilmesi mümkün olanları teşvik ederek dışarıya ödenecek dövizi azaltmak yoluna gidilmesi gerekir. O nedenle ben bu alanda ‘kısmi ve geçici ithal ikamesi’ yaklaşımını ortaya atmıştım. Bu yaklaşımı ithal mallarından burada da aynı fiyata üretilebilecek olanları geçici süreyle teşvik ederek maliyetini düşürmek şeklinde özetleyebilirim. Bunu yapabilmek için öncelikle sanayi ürünlerinin envanterini çıkararak maliyet, vergi, satış fiyatını sıralamak, sonra bunları dünya fiyatlarıyla kıyaslamak ve hangilerinde teşvik yapılacağını belirlemek gerekir. Bu yolla cari açığı düşürmek mümkün olabilir. Buradaki kritik nokta fiyat olarak rekabet edemeyeceğimiz ürünleri burada üretmeye kalkışarak kaynak tahsisinin bozulmasına yol açmamaktır.

Bütçe gelirlerinin konjonktürel etkilerden mümkün olduğunca arındırılması da önemli adımlardan birisini oluşturuyor. Bu konuda atılması gereken ilk adım, vergi sisteminin KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilere dayalı olmaktan çıkarılmasıdır. Vergi sisteminin, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi dolaylı vergilerle gelir ve kurumlar vergisi gibi dolaysız vergiler arasında dengeli ağırlıkları içeren bir yapıya dönüştürülmesi gereklidir. Bu değişiklik öncelikle adil bir vergilemenin yerleştirilebilmesi için gereklidir. Çünkü dolaylı vergiler, düşük gelirliden, oransal olarak daha yüksek vergi alınmasına yol açar. Bu dönüşüm ayrıca ithalat artışına bağımlı vergi geliri artışlarından uzaklaşmamızı sağlayacağı için de önemlidir. Bugünkü durumda ithalat (dolayısıyla cari açık) arttıkça vergi gelirleri de artmakta, dolayısıyla bütçe açığı azalmaktadır; Bu ikili arasındaki ters ilişkiyi mümkün olabildiğince kırmak gerekir. Bu reformun bir başka yararı da kayıt dışılığı önlemesinde ve GSYH hesaplarının gerçeği göstermesinde görülecektir.

Sosyal güvenlik ve sağlık reformu daha önce birkaç kez yapılmış olsa da arada bir tazelenmesi gereken bir reform adımı olarak karşımızda duruyor. Bu konu yalnızca Türkiye’nin değil birçok ülkenin sorunudur. Türkiye, birkaç kez iflas aşamasına gelmiş olan sosyal güvenlik sistemini genellikle primleri arttırarak ve emeklilik yaşlarını yükselterek düzenlemeye gitmiş ve sistemi yaşatmaya devam etmiştir. Bugün de bu alanda alınması gereken önlemler bulunuyor. Önümüzdeki dönemde sosyal güvenliğin sorun yaratmaması için bu alanda sürekli olarak maliyet dengelerini izlemek gerekiyor. Bu aşamada bundan daha önemlisi sağlık reformudur. Son yıllarda Türkiye bu alanda önemli gelişmeler sağlamış ve vatandaşlarının sağlık hizmetlerine ulaşmasını kolaylaştırmıştır. Ne var ki her düzenleme gibi burada da sınırlar iyi belirlenemediği zaman maliyetler yüksek oluyor. İngiltere, 1980’lere girerken genel sağlık sigortası (national health service) yüzünden batmanın eşiğine gelmişti. Bizim de bu konuyu yeniden ele alıp maliyete dayalı bir sistemi hayata geçirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde bir süre sonra bütçe bu yükü taşıyamayacak hale gelebilir.

Enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması reformlar arasında ön sıralardaki konulardan birisini oluşturuyor. Türkiye’nin enerjide kullandığı girdileri (petrol ve doğalgaz) dışarıdan ithal ettiği için cari açığa olumsuz katkı yapan bu ithalat kalemini azaltıcı önlemleri alması gerekiyor. Bu konuda yapılabilecek işler ötekilere göre daha sınırlı görünüyor. Türkiye’nin yeterli petrol ve doğalgazının bulunmaması alternatif enerji üretimi kaynaklarına yoğunlaşmasını gerektiriyor. Bu alanda güneş, rüzgâr enerjisi ve biyoenerji gibi alanlarda adımlar atılması gerekli görünüyor Türkiye’nin cari açığının çok önemli bir bölümü enerji faturasından oluştuğu için bu alanda yapılabilecek küçük düzeltmelerin bile katkısı olabilecektir.

Bankacılık reformundan reel sektöre yönelik reformlara kadar bir dizi düzenleme yapılması gerekiyor. Türkiye, 2001 krizinden sonra bankacılık sektörünü ister istemez düzenlemek zorunda kaldı. Son 40 yılda yapılan en önemli yapısal reform budur. Reel sektörün de ciddi anlamda bir yapısal dönüşüme sokulması gerekiyor. Bu alanda bankacılıkta yapılana benzer sıkı düzenlemelerin hayata geçirilmesi zorunlu görünüyor.

Kurumsal reformlar da önemli bir yer tutuyor. Bu alanda atılacak ilk adım Merkez Bankası ve diğer bağımsız kurumların gerçek anlamda bağımsız hale getirilmesi için yasalarında gerekli güçlendirici düzenlemelerin yapılmasıdır. Bunlara ek olarak bazı kamu kurumlarına bağımsızlık verilmesi de zorunlu görünüyor. Bugün en çok tartışılan konulardan birisi TÜİK tarafından yayımlanan istatistiklerdir. Halkın başta işsizlik ve enflasyon verileri olmak üzere TÜİK tarafından yayımlanan verilere güveni bulunmuyor. O nedenle TÜİK’e bağımsız bir statü tanınması itibar iadesi anlamında yararlı olacaktır. Vergi müfettişlerine de bağımsız bir statü verilmesi çok önemlidir. Vergi incelemelerinin ve bunlara dayanılarak salınan ek vergi ve cezaların objektif olduğuna halkın inandırılması için bu adımın da gerekli olduğu açıktır.

Son 15 Yılda İki Kez Kaçırılan Tren

Son 15 yılda tren Türkiye’nin beklediği istasyona iki kez geldi. İlkinde Türkiye, 2001 krizinin yaralarını sarmış, bütçe açığı, kamu borç yükü ve bankacılık gibi üç alanda önemli reformlar yaparak 2005 yılında Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamıştı. Bu olumlu ivme ile enflasyon düşmeye, faizler gerilemeye, büyüme hızı artmaya, risk primi gerilemeye başlamıştı. O zamana kadar gelen yabancı sermaye miktarından fazlası bir yıl içinde gelmeye başlamıştı. Yapılması gereken şeyler; eğitim, hukuk, vergi, dış açığı dengeleyecek yatırımların teşviki gibi alanlarda tıpkı bütçe, kamu borç yükü ve bankacılık alanında yapılmış bulunan reformların benzerlerini yaparak yapısal reformları tamamlamaktı. Bunları gerçekleştirecek adımlar atılabilse Türkiye, beklediği istasyona gelen trene binebilecekti. Ne var ki bunlar yapılamadığı için trene binmek mümkün olamadı.

Sonra küresel kriz çıktı. Önce ABD, sonra İngiltere, Avrupa ve Japonya dünyayı paraya boğdu. Piyasaya sürdükleri paralar Türkiye gibi daha yüksek faiz veren veya daha fazla getiri vaat eden ülkelere aktı. Likidite öylesine bollaştı ki dış finansman bulmakta zorluk çeken ekonomiler rahat rahat finansman buldular. Bu finansman bolluğuna bir de petrol fiyatlarındaki düşüş eşlik etti. Böylece Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkeler bir yandan bol ve ucuz dış finansmana erişirken bir yandan da düşen cari açığın avantajını kullandılar. İşte o dönemde de yapılması gereken şey 2005 yılından itibaren yapılması gerekenlerle aynıydı: Eğitim, hukuk, vergi, dış açığı dengeleyecek yatırımların teşviki gibi alanlarda yapısal reformlara girişmek. Bunlar yapılabilse istasyona ikinci kez gelen trene binmek mümkün olacaktı.

Önümüzdeki dönem artık finansman bulmanın pek kolay olmayacağı bir dönem olacak gibi görünüyor. Böyle bir dönemde artık yapısal reformların yapılması da eskisi kadar kolay değil. Aslında vergi, teşvikler gibi konularda yapısal reformdan ne anlaşıldığı konusunda daha kolay uzlaşma sağlamak mümkünken eğitim ve hukuk alanında bu, o kadar kolay değil. Eğitimde yapısal reform denilince kimisi bilimsel, objektif, inanç etkilerinden uzak eğitimi anlıyor, kimisi tam tersini. Hukuk reformu denilince kimisi bağımsız yargıyı anlıyor, kimisi bambaşka şeyleri. Kuvvetler ayrımı konusunda bile aynı noktada buluşmak mümkün olamıyor. Böyle farklı yaklaşım ve anlayışların olduğu bir ortamda yapısal reformlar nasıl yapılacak? Bu durumda hemen herkesin benzer şeyler anladığı ekonomi alanındaki reformlarla işe başlamaktan başka çare yok.

Türkiye’de yaygın Bir Mesele: Problem Yaratıp çözmeye Çalışmak

Takıntı (obsesyon, saplantı): kişinin elinde olmadan, istemeden aklına takılan ve kişiyi rahatsız eden düşüncelerdir. Mesela her yerden mikrop bulaşabileceği düşüncesi bir takıntıdır. Yolda yürürken çizgilere basmama düşüncesi de bir takıntıdır. İlkinde kişi sürekli elini yıkamak isteği duyar, ikincisinde ise başa dönüp yeniden çizgilere basmadan yürümeye çalışabilir. Bunların hepsi aslında kendi kendine sorun yaratıp çözmeye çalışma takıntılarıdır.

Türkiye, kendi kendine sorunlar yaratıp bütün enerjisini kendi yarattığı sorunları çözmekle harcayan insanların çok sayıda olduğu bir toplum görüntüsü çiziyor. Aslında ortada pek çok sorun var ama bunlara ek olarak olmayan sorunlar da yaratılıyor. Mesela sermaye hareketlerinin serbestliğini kabul etmiş, bunu yıllardır kambiyo kontrolü rejiminin yerine ikame etmiş olduğu halde en yetkili ağızdan bunun tam tersine bir harekete girişileceği açıklaması gelebiliyor. Ardından yaşanan piyasa çalkantısı sonrasında çeşitli açıklamalarla bunun böyle olmadığı, yanlış anlaşılmaya yol açtığı anlatılmaya çalışılıyor. Sorun çözülüyor. Ne var ki bu tür sorunlar sosyal alanda ve ekonomi alanında örneğin matematikte ya da fizikte olduğu gibi iz bırakmadan çözülemiyor. Mesela yerli yatırımcı ilk anda şaşırsa da bunu anlayabiliyor. Çünkü yıllardır benzer sorunları kendisi yaratıp çözdüğü ve benzer düzeltmeler yaşadığı için bu açıklamaların iç siyasete dönük olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini anlayabiliyor. Buna karşılık yabancı yatırımcılar bu ilk açıklamayı ciddiye alıyor ve gerçek niyetin bu olduğunu düşünüyorlar. Sonradan yapılan düzeltmelerle sorun çözülse bile yabancı yatırımcıların aklının bir köşesinde bir tortu olarak kalıyor ve o tortular riskleri arttırıyor.

Faiz meselesi mesela apayrı bir sorun. Enflasyonun yükseldiği bir ortamda faizlerin düşürülmesi gerektiği söylendiğinde konuya aşina olanlar, geçmişte benzerleriyle çok karşılaştıkları için, bunun siyaset amaçlı olarak ortaya atılmış bir söylem olduğunu anlayabiliyorlar. Buna karşılık yabancılar ilk anda şaşırıyor ve çevrelerine “Burada farklı bir ekonomik model mi var?” diye sormaya başlıyorlar: O arada bakıyorlar ki Merkez Bankası, bu söylemlere karşın faizi bir şekilde arttırmış, o zaman bunun göstermelik bir söylem olduğunun farkına varıyorlar. Ama yine de ilk açıklama akıllarında bir tortu bırakıyor. Sonuçta bunun gibi açıklamaların zihinlerde yarattığı tortular riskleri arttırıyor.

Her iki örnekte de artan riskler, ileride, faiz ve benzeri finansman maliyetlerinde artışlar olarak karşımıza çıkıyor. Yani Türkiye çoğu kez kendi yarattığı sorunların maliyetlerini de kendisi ödemek zorunda kalıyor.

Sonuç

Son iki yüz yılda birçok paradigma değişimi yaşandı. Bunlar arasında her türlü sistemin değişmesine yol açan iki tanesi çok önemli: Sanayi devrimi ve küreselleşme. Batı dünyasında sanayi devriminin yarattığı paradigma değişimi, esnaf sınıfının bir bölümünün, birikimini ve kredi sistemini kullanarak sanayici veya tüccar konumuna geçmesini sağladı, Böyle bir birikimi olmayan ve kredi de kullanamayan esnaf da ücret karşılığı çalışan emekçi sınıfına geçti. Sanayi devriminden önce de zengin çiftçilerin, tüccarların ve büyük esnafın oluşturduğu bir burjuva sınıfı vardı. Sanayi devriminden sonra sanayici olan esnafın da katılımıyla bu sınıfı oluşturanların hem sayısı hem de zenginliği arttı. Ve ilk kez sanayi ve ticaret burjuvazisi, aristokrasi ve emekçi sınıfının karşısında yeni bir sınıf olarak yer aldı. Bu yeni burjuva sınıfı, bir yandan edindikleri eğitim ve kültür düzeyiyle aristokrasiye yakın bir yer edinirken bir yandan da esnafın çalışkanlığına yakın bir çalışma disiplininin içinde oldu.

Osmanlı İmparatorluğu, aydınlanmaya geçemediği, oradan da sanayi devrimine giremediği, dolayısıyla ekonomik yapıda bir paradigma değişimi yaşamadığı için Osmanlı esnafı böyle bir dönüşümden geçmedi ve esnaf olarak kalmaya devam etti. Sanayi devrimine geçiş kısmen Cumhuriyet’le birlikte başladı ve halen devam ediyor. Bu gecikmiş sanayi devrimine giriş, esnafın sanayi burjuvasına dönüşümünü henüz sağlayamadı. Aradan geçen 100 yılda gelinen noktada esnafın az sayıda bir bölümü sanayi burjuvası olurken daha çoğu ya esnaf burjuvası oldu ya da esnaf olarak kaldı.

Esnaflıktan sanayi burjuvalığına değil de esnaf burjuvası konumuna geçen kuşakların kafası karışıktır. Bir yandan daha üst değerleri benimser görünse de bir yandan aklı hep daha alt değerlerde takılı kalır. Bunu çocuğuna klasik piyano veya bale dersleri aldıran ama yalnız başına kaldığında arabesk müzik dinleyen ailelerin durumuna benzetebiliriz. Aradan 3-4 kuşak geçmeden bu kafa karışıklığı kaybolmaz.

Küreselleşme, paradigma değişimlerinin sonuncusu olmayacak. Küreselleşmeyle birlikte ‘soğuk savaş’ sona erdi, küresel sistemde ABD ile Rusya ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bölünmüş, iki kutuplu olmuş dünya tek kutuplu hale geldi. Soğuk savaş döneminde var olan dengelerin yok olmasıyla ABD tek başına sistemin lideri konumuna geldi. Küresel sistemin ABD’nin liderliği altında toparlanması pek çok kişi tarafından coşkuyla desteklenen ve beklenen bir gelişmeydi. Kötülüğün lideri olarak görülen Sovyetler Birliği dağılmıştı. Beklentilere bakılırsa barış gelecek, çekişmeler bitecek, dünyanın geliri dünyanın ortak refahı için harcanacaktı. Ne var ki gelişmeler beklentilerle aynı yönde olmadı. ABD, bu dönemde dünyaya liderlik edebilecek bir olgunluk içine girip barışa önderlik edemedi. Hatta tam tersine birçok bölgesel savaşın ya düzenleyicisi ya da yönlendiricisi konumunda oldu. Karşısında onu dengeleyecek bir gücün olmaması ABD’ye küstahça hareket edebilme olanağı verdi. Ve ABD bunu aşacak bir olgunluğa erişmediğini her fırsatta ortaya koydu. Bugün geldiğimiz aşama, soğuk savaşın sağladığı güç dengesinin, bugünkü dengesiz güç durumundan daha iyi bir durum olduğunu gösteriyor.

Bütün bunlar bize gelecekte küreselleşmenin bir başka paradigma değişimiyle sona erebileceğini gösteriyor.

Türkiye, Cumhuriyet’in kurulduğu günden bu yana sosyal, ekonomik ve kültürel bir değişim yaşıyor. Bu değişimin ekonomi açısından birçok dönüm noktası var. Değişimin giderek hızlandığı ve farklılaştığı son 35 yılda yaşanmış dört dönüm noktası önemli: Birinci dönüm noktası; 1980’lerde başlayan ekonomik sistem değişikliğidir. Türkiye, 1980’lere kadar arada bir değişim denemesi geçirmiş olsa da kamu kesimi ağırlıklı karma ekonomik yapıyı 1980’lerden başlayarak özel kesim ağırlıklı hale getirmeye yöneldi ve bu alanda epeyce yol aldı. İkinci dönüm noktası; 2001 ekonomik krizidir. Bu kriz eski yapıyı, eski düşünceleri ve dayanaklarını büyük ölçüde tasfiye ederek, paranın en kutsal değer haline gelmesine yol açtı. Kanımca AKP’nin iktidara gelişinde 2001 ekonomik krizi son derece ağırlıklı bir rol oynadı. Birinci ve ikinci dönüm noktalarının geçilmesi sonuçta bir esnaf iktidarına zemin hazırladı. Üçüncü dönüm noktası; Türkiye’nin, ABD’nin güdümündeki Büyük Ortadoğu Projesi’nde rol almasıdır. Bu, Türkiye’yi Ortadoğu’dan uzak durmayı öngören altın kuraldan uzaklaştıran tarihi bir karardır. Dördüncü dönüm noktası; çok uzun bir süreden beri Avrupalı olmayı hedeflemiş ve bu yolda Avrupa Birliği’yle tam üyelik müzakerelerine başlamış olan ülkenin küresel kriz sonrasında değişen eğilimleri sonucu Avrupa’dan giderek uzaklaşmaya başlamasıdır.

Türkiye’de geçmişte sanayici, büyük çiftçi, tüccar, asker ve bürokrat tek başına ya da birlikte temsil edilecek şekilde iktidar olmuştu. 1960’larda işçiler iktidar olacakmış gibi görünüyordu ama olmadı. Esnaf ise ilk kez 2002 sonunda iktidar oldu. Özal iktidarı sırasında da iktidarda küçük bir payı olmuştu ama ilk kez tek başına iktidara gelmesi 2002 seçimiyle oldu. Esnaf dediğimiz, de mutlaka iktidar sahiplerinin esnaf olması gerektiği anlaşılmamalıdır. Esnaflık, tıpkı bürokratlık gibi biraz da zihniyet meselesidir. Esnaf, hem emeği hem de sermayeyi temsil eder. Halkın içinde olduğu için dertlerini ve basit sorunlarını en iyi bilen kesimdir. Esnaf iktidarında, çözümler, destekler ve ilgi göçle gelip de bir türlü kentli olamamış olan geleceği sıkıntılı algılayan insanlara yöneldi ve büyük oy desteği sağladı. Türkiye’nin değişimi açısından, hedef olarak aralarına girmeye çalıştığı Avrupalı devletlerden en büyük farkı, esnafın iktidar olması meselesidir.

Bu yazının tamamı Dr Mahfi Eğilmez\’in Temmuz 2018’de yayınlanan \’Değişim Sürecinde Türkiye\’ isimli eserinin 6ncı ve son bölümünden alınmıştır.

Bu farklılığın temel nedenlerinden birisi Avrupa’da esnafın sayıca ve güç olarak çok geriye düşmüş olmasına karşılık Türkiye’de tam tersine sayıca artmış ve güçlenmiş olmasıdır. Türkiye’nin içine girmeye çalıştığı Avrupa ailesinde hiçbir ülkede esnaf iktidarı söz konusu değildir. Ya sermayenin tarafındaki muhafazakârlar ya da emeğin tarafındaki sol partiler ya da her iki kesimin oluşturduğu koalisyonlar siyaset dümenindedir. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel değişimi aralarına katılmaya çalıştığı gruptan farklı bir yöne doğru hareketlenmiş bulunuyor.

Türkiye, bu dönemde ABD güdümüyle Ortadoğu’nun liderliğine soyundu. Ne var ki bu liderliği yürütemedi. Başlangıçta Avrupa ailesine katılmayı hedeflemiş görünüyordu, son dönemlerde tersi söylemler gündeme gelmeye başladı. Bir süre sonra çok daha net bir yön düzeltmesi olması kaçınılmaz görünüyor. Yani Türkiye ya Avrupa’dan başka bir yöne doğru gidecek ya da Türkiye’yi yeniden Avrupa’ya yönlendirecek bir iktidar değişimi olacaktır.

AKP, iktidara ekonomik kriz sonucunda geldi. Ekonomi, AKP’nin iktidara geldiği ortamdan daha kötüye gitmedikçe, insanlar o referans tarihindeki durumdan daha kötü duruma düştüklerini görmedikçe, AKP’nin ekonomi kökenli bir gelişmeyle iktidarı kaybetmesi pek olası görünmüyor. Ekonomik krizlerde ilk ve en büyük darbeyi esnaf alır. Satışları düşer, para kazanamaz hale gelir, hatta bir bölümü işini tasfiye eder. Esnaf ancak o zaman siyasal iktidardan desteğini çeker. İlginç bir biçimde bugün esnaf kendi iktidarına son verebilecek en önemli güç gibi duruyor.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.