Adalet Teorisinin Ana Fikri
Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | John Rawls | Mart 3, 2019 at 1:57 pmBenim amacım, örnekleri Locke’da, Roussseau’da ve Kant’da bulunan sosyal sözleşme teorisini genelleştirmek, benzer nitelikteki bu teorilerin yüksek düzeydeki soyutlamasına ulaşan bir adalet kavramı sunmaktır.
Bunu yapmak için orijinal sözleşmeyi, herhangi bir kişinin özel bir topluma girmesi veya özel bir hükümet şekli kurması olarak düşünmememiz gerekir. Bunun yerine bize rehberlik edecek fikrin, orijinal anlaşmanın toplumun temel yapısı olan adalet ilkelerinin objesi olduğunu düşünmeliyiz. Bu ilkeler, birlikteliklerinin temel şartını kendi menfaatlerinin daha ilerisinde tanımlayan ve henüz eşitliğin başlangıç durumunda olan serbest ve rasyonel kişilerin benimsediği ilkelerdir. Bu noktadan daha ileriye doğru olan bütün anlaşmaları bu ilkeler düzenler, bu bağlamda sosyal işbirliğinin kapsayacağı durumları ve kurulabilecek hükümet şekillerinin çeşitlerini kesin olarak bu ilkeler belirler. Ben, adalet ilkelerinin bu şekilde dikkate alınmasını “hakkaniyet olarak adalet” diye isimlendiriyorum.
O nedenle, sosyal işbirliği kapsamındaki kişilerin, temel hak ve ödevleri tayin etmekte ve sosyal menfaatlerinin bölünmelerini belirlemekte esas aldıkları ilkeleri, ortak bir eylemin birlikte seçilmesi şeklinde hayal edebiliriz. Zira insanlar, birbirlerine karşı iddialarını nasıl düzenleyeceklerine ve yine kendi toplumlarının kuruluş şartlarının nasıl olması gerektiğine peşinen kendileri karar verirler. Her bir kişinin kendi iyiliğini ne şekilde oluşturduğuna rasyonel bir düşünceyle karar vermesinin gerekli olması gibi bu da o kişinin izlemesi gereken rasyonel bir amaçlar sistemidir. Onun için bir grubun içindeki insanın bir defada ve her zaman bunların arasındakilerden neyin adil veya neyin gayri adil olduğunu hesaba katması gerekir. Rasyonel insan varsayımsal bir durum olan eşit özgürlük içinde yaptığı seçimi, mevcut durum için bu tercih/seçim sorununun adalet ilkelerinin belirlediği bir çözüm olduğunu varsayar.
“Hakkaniyet olarak adalet” kavramı içindeki eşitliğin orijinal pozisyonu, sosyal sözleşmenin geleneksel teorisi içindeki tabiat haline/tabii hale tekabül eder. Orijinal pozisyon, elbette gerçek bir tarihsel olgu olarak düşünülmemeli, kültürün ilkel şartlarının daha azı olarak kabul edilmelidir. Orijinal pozisyon, belirli bir adalet kavramına öncülüğü karakterize eden mutlak bir faraziye hal olarak anlaşılmalıdır. Bu halin esaslı özellikleri arasında hiç kimsenin o kişinin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmemesi ve yine o kişinin kendisinin de doğal şeylerin dağıtılmasındaki kendi şansını bilmemesi vardır. Dahası ben bu durumda olan tarafların kendi iyi anlayışları ile özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini varsaymaktayım. Adalet ilkeleri bir cehalet perdesinin arkasından seçilmiştir. Seçimin bu şekilde yapılmış olması doğal bir şans veya beklenmedik durumlar tarafından belirlenen tercih/seçim ilkelerinin hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını sağlar. Herkes benzer biçimde konumlandığında hiç kimse kendi lehine olan ilkeleri biçimlendirme gücüne sahip olamaz ve dolayısıyla adalet ilkeleri bir pazarlığın ve adil bir anlaşmanın sonucunda oluşur. Verili orijinal pozisyon/başlangıç durumu için rasyonel varlıklar olarak kendi amaçları ve yetenekleri içinde herkesin birbirleriyle olan ilişkilerinin simetrisi sadece ahlaklı kişiler arasında adildir. O nedenle ben bunu adalet duygusu olarak varsayacağım. Birisinin, orijinal pozisyonun temel anlaşmaların adilliğe ulaşmasında uygun bir başlangıç durumu olduğunu söylemesi gerekir. Bu da ‘hakkaniyet olarak adalet’ isminin yerinde olduğunu gösterir: Bu açıklama orijinal pozisyonda üzerinde anlaşılan adalet ilkesi fikrini adil olmaya dönüştürür. ‘Metafor olarak şiir’ deyimindeki şiir ve metafor kavramları nasıl aynı anlama gelmez ise, “hakkaniyet olarak adalet” isminde de adalet ve hakkaniyet kavramları aynı anlama gelmez.
Daha önce de söylediğim gibi hakkaniyet olarak adalet, genel bütün seçimlerin en önemlisinin insanların birlikte yapmalarıyla, diğer bir deyişle adalet kavramı ilkelerinin ilki olan kurumların reformunu ve daha sonra gelen bütün eleştirileri düzenleyen bir seçimle başlar. Böylece seçilmiş bir adalet kavramına sahip olan biz, daha sonra bunların başlangıçta üzerinde anlaşılan adalet ilkeleriyle uyumlu bir anayasa ve yasa ve benzeri diğer şeyleri yapmak üzere seçildiklerini kabul edebiliriz. Kuralların genel sistemi tarafından tanımlanan bizim akdettiğimiz bu anlaşma eğer farazi anlaşmanın ardılı ise bizim sosyal durumumuz da adildir. Dahası orijinal pozisyonun bir dizi kural belirlediğini kabul ettiğimiz takdirde, (bu özel bir adalet kavramının seçilmiş olması demektir) birbirlerine karşı saygılı, eşit, serbest ve adil olan insanlar eğer sosyal kurumların bu kuralları tatmin ettiğini birbirleriyle olan ilişkilerinde birbirlerine samimiyetle ifade ederlerse bu doğru olacaktır. Bu insanların hepsi, yaptıkları düzenlemelerde şartlarla karşılaştıklarında orijinal pozisyonda ilkelerin seçimi konusunda üzerinde anlaştıkları kabul edilebilir sınırlamaları ve kabul ettikleri diğer geniş şekillenmeleri gösterebilirler. Bu olgunun genel olarak tanınması adalet ilkelerine denk düşen kamusal bir kabulün temeli olarak şart koşulmalıdır. Elbette hiçbir toplum insanların edebi bir duyguya gönüllü olarak dâhil oldukları bir işbirliği projesi değildir. Her insan kendisini doğumla birlikte herhangi bir toplumda, herhangi bir yere yerleştirilmiş olarak bulur ve bu pozisyonun doğası o insanın hayat beklentilerini maddi yönden etkiler. Hakkaniyet olarak adalet ilkelerini tatmin eden bir toplum, adil durumlar altında bu ilkeleri kabul edecek olan eşit ve özgür insanların gönüllü projesini karşılamaya olabildiğince yaklaşmış bir toplumdur. Bu bağlamda, bu toplumun üyeleri özerktir ve bu üyelerin üstlendikleri yükümlülükler de sadece kendilerini bağlar.
Hakkaniyet olarak adaletin bir diğer özelliği, orijinal pozisyondaki tarafların rasyonel ve karşılıklı olarak önyargısız olmalarıdır. Bu tarafların bencil olmaları demek değildir. Bireylerin sadece belirli bazı şeylerle ilgileri oldukları anlamındadır. Örneğin bunlar; refah, itibar ve egemenliktir. Ancak bu kişiler, bir başkasına ait olan bir menfaati kabullenmemiş kişiler olarak tasavvur edilmelidirler. Ruhsal amaçlan aksine dahi olsa bu insanlar farklı dinlerin zıt olan amaçlarının peşindeymiş gibi varsayılırlar. Dahası, rasyonalite kavramı en etkili araçların sonunda alınan ekonomi standardının içinde mümkün olduğu kadar geniş yorumlanmalıdır. Daha sonra açıklanacağı üzere, ben bu kavramı değiştireceğim ama birilerinin bunu tartışmalı etik unsurlar temelinde sunmaktan da kaçınması gerekir. Orijinal pozisyon, mutlaka kabul edilen en geniş şekli şart koşularak karakterize edilmelidir.
Hakkaniyet olarak adalet kavramı üzerine yapılan çalışmada en önemli görev, orijinal pozisyonda hangi adalet ilkelerinin seçilmesi gerektiğinin açıkça belirlenmesidir. Bunu yapabilmek için bu durumu ayrıntılarıyla tarif ve bunun sunduğu seçme sorununu dikkatle formüle etmemiz gerekir. Bu sorunları müteakip bölümlerde öncelikle ele alacağım. Bununla birlikte, gözlenen odur ki eşitlik durumunda adalet ilkelerinin orijinal anlaşmadan doğduğu hususu bir defa düşünüldüğünde, bunun fayda ilkesinin tanınması sorununa yol açacağını kabul etmek gerekir. Biraz zorlukla da olsa bu durum söz gelişi, kendilerini eşit ve başkalarının iddiaları konusunda yetkili gösteren insanların, başkalarının hoşuna gidecek bazı basit avantajlar elde etmek uğruna daha az hayat beklentileri içeren bir ilke üzerinde anlaşma sağlamalarına benzetilebilir. Her bir insan kendi menfaatlerini, kendi iyi ve değer kavramını geliştirme yeterliliğini korumayı arzu ettiğinden kimsenin daha büyük ve net bir tatmin dengesi sağlamak amacıyla kendisi için daimi bir kayba razı olmak için herhangi bir nedeni olamaz. Güçlü ve sonsuz yardımseverliğin eksik olması, rasyonel bir insanı sadece temel yapıyı kabul etmemeye yöneltir, çünkü bu durum, o kişinin kendi hak ve menfaatleri üzerinde kalıcı bir etki olmasına bakılmaksızın cebirsel avantajlar toplamını azamileştirir. O nedenle faydacılık ilkesi eşitler arası karşılıklı avantaj için sosyal işbirliği kavramına karşıt görünebilir. Bunun, iyi düzenlenmiş bir toplum nosyonunun içindeki mütekabiliyet fikri ifadesiyle tutarsız olduğu düşünülebilir. Ama her ne şekilde düşünülürse düşünülsün, ben bunu bu şekilde tartışacağım.
Başlangıç durumundaki insanların iki farklı ilkeden birini seçebilmeleri yerine, mesela refah ve yetki eşitsizlikleri, toplumun özellikle en avantajlı üyelerinin ve sadece herkesin yararlarını tazmin etmenin sonucu ise, adil olmak gibi sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ikinciler elde tutarken, ben birincilerin ihtiyaç duydukları temel hak ve ödevlerin tahsis edilmesindeki eşitliği koruyacağım. Bu ilkeler, toplamda daha büyük iyi tarafından zorluklan dengeleme temelinde kurumların haklılaştırması konusunda bir istisna teşkil eder. Birilerinin zengin olmaları için birilerinin daha aza sahip olmaları belki bir yol olabilir ama bu adil olmaz. Yine büyük menfaatler elde eden birkaç kişinin, insanların durumunu iyileştirmelerini sağlamaları çok fazla bir şans olmasa da, bu adaletsizlik de olmaz. Sezgisel düşünce; hiç kimsenin tatmin edici bir hayatı olmaksızın, herkesin iyi olmasının bir işbirliği projesine dayanmasını, avantajların bölünmesinin daha az iyi durumda olanlar da dâhil olmak üzere, herkesin içinde yer almaya istekli olmasını gerektirir. Sözü edilen bu iki ilke, herkesin iyi hal şartları için gerekli bir proje uygulandığı zaman “başkalarıyla işbirliğine istekli olmayı hak etti” diyebileceğimiz hiç kimsenin beklediği bir şey değil iken, sosyal pozisyonları içinde kendilerine daha çok şey bahsedilenlere veya şanslı olanlara adil gelebilir. Doğal bağışların kazaya uğramasının kullanılmasını, sosyal ve ekonomik avantajlar için sosyal durumun ihtimallerinin karşıtlığının aranmasını önleyen adalet kavramına bakmayı kararlaştırdığımızda, biz bu ilkeleri takip ederiz. Bunlar, ahlaki açıdan keyfi görünen sosyal dünyanın koşullarının bir kenara bırakılmasının sonucunu ifade eder.
Bununla birlikte ilkelerin seçimi sorunu son derece zordur. O nedenle, bu konuda herkesi ikna etmek için yapacağım öneriye cevap verilmesini beklemiyorum. Şundan dolayı beklemiyorum; diğer sözleşme açılarında olduğu gibi en baştan itibaren not etmeye değer olan husus, hakkaniyet olarak adalet kavramının şu iki bölümden oluşmasıdır. Başlangıç durumunun yorumu ve seçme sorununun o noktada tavırlı olması ve ileri sürülen ilkeler dizisi üzerinde anlaşılmış olunması. Birisi teorinin birinci kısmını kabul edebilir (veya bunların bir değişiğini) fakat diğerini ya da tersini kabul etmeyebilir. Diğer öneriler reddedilmesine rağmen, akdi başlangıç durumu kavramı kabul edilebilir görünebilir. Emin olunuz ki, bu durumun en uygun kavramının, faydacılığa ve mükemmeliyetçiliğe karşı adalet ilkelerini takip etmesi ve dolayısıyla sözleşme doktrininin bu bakışlara alternatif sağlaması için ben bu düşünceyi muhafaza etmek istiyorum. Birileri, sözleşmesel yöntemin bahşettiklerinin, etik teoriler ve bunların altında yatan varsayımları belirleyen hususlar üzerinde çalışmak için yararlı bir yol olduğunu ileri sürmesine rağmen, birileri de bu iddiaya hala itiraz edebilir.
Hakkaniyet olarak adalet benim sözleşme teorisi olarak isimlendirdiğim kavrama bir örnektir. Şimdi burada “sözleşme” terimine ve ilgili diğer açıklamalara yönelik bir itirazda bulunulabilir ama ben bu terimin bu konudaki görüşlerime kabul edilebilir bir mükemmellikle hizmet edeceğini düşünüyorum. Başlangıçta şaşırtıcı gelen pek çok sözcüğün yanıltıcı çağrışımları vardır. “Fayda” ve “faydacılık” terimlerinin kesinlikle bir istisnası yoktur. Bu terimler, bunları istismar etmeye niyetli çok fazla düşmanca ve şanssız eleştirilere muhataptırlar. Ki bu faydacılık doktrini üzerinde daha henüz çalışmaya hazırlananlar için yeterince açıktır, Bu durum, “sözleşme” teriminin ahlak teorilerine uygulanması yönünden de aynı şekilde doğrudur. Daha önce de işaret ettiğim üzere, bunun anlaşılması için kişinin, bunun belirli bir soyutlama düzeyini ifade ettiğini aklında tutması gerekir. Özellikle ifade etmek gerekir ise, ilgili anlaşmanın içeriği verili bir topluma girmek veya verili bir hükümet şeklinin benimsenmesi demek değil, sadece belirli ahlak ilkelerini kabul etmektir. Dahası, buna yönelik olarak işaret edilen taahhütler tamamen varsayımsaldır. Sözleşme görüşü, iyi tanımlanmış bir başlangıç durumunda belirli ilkelerin kabulünü savunur.
Sözleşme terminolojisinin değeri, bunun rasyonel insanlar tarafından adalet ilkelerinin ilkeler olarak tasarlanmasının seçilmesinde adalet düşüncesinin yol göstermesi ve bu suretle adalet kavramlarının açıklanabilmesi ve haklılaştırılmasıdır. Adalet teorisi rasyonel tercih/seçim teorisinin bir parçası ve belki de en önemli parçasıdır. Yine adalet ilkeleri birkaç kişi veya grup arasındaki ilişkilere uygulanan sosyal işbirliğinin kazandırdığı avantajlar üzerine olan çatışma iddialarıyla da uğraşır. “Sözleşme” sözcüğü bütün taraflarca kabul edilen ilkelerle uyum içinde olan uygun avantajlar bölünmesinin şartlarıyla birlikte bu çoğulculuğu teklif eder. Adalet ilkeleri için kamusallık şartı aynı zamanda sözleşmenin anlatım biçimi anlamına gelir. O nedenle, eğer bu ilkeler bir anlaşmanın sonucu ise, yurttaşlar başkaları tarafından takip edilen ilkeler konusunda bilgi sahibidirler. Bu durum sözleşme teorilerinin siyasal ilkelerin kamusal doğasını vurgulamasının bir özelliğidir. Son olarak, sözleşme doktrininin uzun bir geleneği vardır. Bu düşünme geleneğine ilişkin bağın açıklanması fikirlerin tanımlanmasına yardım eder ve doğal dindarlıkla bağdaşır. Böyle bir durumda “sözleşme” teriminin kullanılmasında birkaç avantaj vardır. Uygun önlemler alındığında bu yanıltıcı olmaz.
Son bir açıklama: Hakkaniyet olarak adalet tam bir sözleşme teorisi değildir. Bunun anlaşılır olması için sözleşmesel fikrin: sadece adalet için değil, bütün erdemlerin ilkelerini kapsayan bir sisteme, az ya da çok tam bir etik sisteme doğru genişletilmesi gerekmektedir. Ama yine de bu bölümde, ben, erdemleri sistematik bir yolda incelemeye şimdilik girişmeyeceğim. Sadece adalet ilkelerini ve bu ilkeyle yakın bağlantısı olan diğer ilkeleri inceleyeceğim. Açık söylemek gerekir ise hakkaniyet olarak adalet, kabul edilebilir bir uygun çerçeve içinde başarılı olursa eğer, bir sonraki adım olan “hakkaniyet olarak doğruluk” adına önerilen daha genel bir görüş üzerinde çalışmak olacaktır. Bu geniş teori, sadece bizim başkalarıyla olan ilişkilerimizi kapsar göründüğünden ve hayvanlar ile bütün doğaya karşı nasıl davranmamız gerektiği düşüncesini dışarıda bıraktığından bu yana, ahlaki bütün ilişkileri kavramakta başarısız olmuştur. Ben sözleşme nosyonunun teklif ettiği, kesinlikle birincil önemde olduğunu gördüğüm bu sorunlara yaklaşan yönüyle uğraşmıyorum. O nedenle, bunları bir kenara koyacağım. Hakkaniyet olarak adaletin sınırlı bir kapsamının ve bunu örnekleyen bakışın genel bir çeşidinin farkına varmalıyız. Bunlann sonuçları, ne kadar uzakta olursa olsun, bunlar bir defa revize edildiğinde, diğer sorunların anlaşılması yine de peşin olarak kararlaştırılamaz.