En Kötüler Neden Zirvede?

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Mart 28, 2019 at 3:21 pm

Şimdi bazı insanların, totalitarizmin gelişini zorunlu bulan, ancak esasını anladıkları zaman ona bütün güçleriyle karşı koyacakları yanlış bir inanışından söz etmek istiyorum. Buna göre, totalitarizmin çirkinliği onun tarihte tesadüf eseri eli kanlı bir haydut çetesi tarafından kurulmuş olmasından ileri gelir. Eğer, Almanya’da totaliter bir rejim Streicher’leri, Killingerleri, Ley’leri ve Heines’leri, Himmler’leri ve Heydrich’leri iktidara getirmişse, bu sadece Alman karakterinin çirkinliğini gösterir, yoksa bu insanların yükselişinin totaliter rejimin zorunlu sonucu olduğunu değil. Büyük hedeflerin gerçekleştirilmesi için zorunluysa, aynı sistemin, toplumun çıkan için faziletli insanlara teslim edilmesini engelleyen bir şey var mıdır?

Bütün iyi insanların demokrat olacağını veya hükümette yer almak isteyeceklerini bekleyerek kendimizi aldatmayalım. Kuşkusuz, siyasal katılım görevini kendinden daha yetenekli bulduğu için başka insanlara emanet etmeye hazır çok kişi vardır. Oysa dünyada iyinin bile diktatörlüğünü onaylamaktan daha kötü ve şerefsiz bir şey düşünülemez. Buna rağmen bazı insanlar, “korkutucu olan sistemin kendisi değil, onun kötü insanların ellerine geçmesidir” düşüncesine varırlarsa, “tehlikenin, sistem bir zamanlar olduğu gibi iyi insanlara emanet edildiğinde önlenebileceği” düşüncesine de varabilirler.

Bir İngiliz faşist sistemi, İtalyan ve Alman modellerinden elbette farklı olacaktır. Şiddete başvurmadan gerçekleştirilecek bir dönüşümle daha iyi bir lider tipine ulaşmamız da mümkündür. Ben şahsen, eğer faşist bir sistemde yaşamam kaçınılmaz olsaydı, başka birinin yerine bir İngiliz’in hükmettiği yerde yaşamayı tercih ederdim. Ancak, bunun anlamı, faşist İngiliz sisteminin öteki benzerlerinden daha farklı ve hoşgörülü olması değildir. Bize mevcut totaliter sistemin en kötü çizgileri olarak görünen şeylerin, bu sistemin tesadüfi yan ürünleri olmayıp, totalitarizmin eninde sonunda mutlaka yaratacağı bir fenomen olduğunu düşündüren güçlü nedenler vardır.

Tıpkı bir demokrat devlet adamının, ekonomik hayatı planlamaya koyulduktan sonra, ya diktatörce güçlerle donatılmak ya da plandan vazgeçmek ikilemiyle karşılaşması gibi, totaliter lider de kendisinin geleneksel moral değerlerle, başarısızlık arasında tercih yapma zorunda kaldığını görecektir. Toplumda, vicdansız ve hukuk tanımayan insanların totalitarizme daha yatkın olmaları tesadüfi değildir. Bunu göremeyen bir insanı totalitarizmi liberal rejimden ayıran sınırın genişliğini ve kolektivizm ile bireyci Batı uygarlığı arasındaki manevi iklim farkını kolay kolay anlayamaz.

Kolektivizmin moral temeli geçmişte de çok tartışılmıştır; ancak bizi asıl ilgilendiren, onun manevi sonuçlarıdır. Genellikle, kendisinden beklenen sonuçları verebilmesi için kolektivizmin moral inanç sisteminin ne olması gerektiği tartışılır. Oysa bizim asıl sorunumuz, kolektivist toplum yapısının yarattığı ahlaki yargıların neler olduğu ve hangi düşüncelerle yönlendirildiğini bilmektir. Ahlak ve kurum arasındaki karşılıklı etkileşim yüzünden kolektivizmin türettiği etik, kolektivizmi talep ettiren moral ideallerden farklı olabilir. Kolektivist düzen arzusunun yüksek moral motiflerden kaynaklanması nedeniyle, böyle bir sistemin içinde en yüksek değerlerin büyüyüp serpildiği bir tarla olarak algılanması da doğaldır. Ancak, bir sistemin kendisi için düşünüldüğü amaçlara sadık kalması için zorunlu bir neden de yoktur. Hâkim ahlak sistemi, bir yandan fertleri kolektivist ve totaliter sistemde başarıya götüren kalitelere, bir yandan da totaliter makinenin gereklerine göre şekillenmiştir.

◊◊◊◊◊

Şimdi bir an için henüz demokratik kurumların kaldırılma ve totaliter rejimin kurulma aşamasına gelmediği duruma bir göz atalım. Bu safhada belirleyici faktör çabuk ve kararlı adım atması istenen bir hükümet talebidir. Demokratik prosedürün yavaş ve zahmetli işleyişinden kaynaklanan bıkkınlık yüzünden eylem hatırına eylem yapmak eğilimi ağır basmaya ve ‘işleri yaptırmaya kararlı’ ve yeterince güçlü görülen insan veya parti halka çok cazip gelmeye başlar. Burada ‘güçlü’ terimi ile kastedilen, halkı artık tatmin etmeyen parlamenter anlamda etkisiz bir çoğunluk değil, arkasına alacağı sağlam bir halk desteği ile istediği her şeyi yaptırmaya muktedir insan izlenimini veren bir kişidir. İşte bu safhada militer bir tarzda örgütlenmiş yeni bir parti tipi devreye girer.

Merkezi Avrupa ülkelerinde sosyalist partiler halka, üyelerinin özel hayatlarını giderek yok eden örgütleri zaten yeterince tanıtmışlardı. Artık sıra aynı karakteri daha da pekiştiren, iktidar erkini, şu veya bu seçimde kazanılan büyük bir çoğunlukta değil, daha küçük fakat daha organize bir örgüt desteğinde arayan gruba yeterli desteğin verilmesine gelmiştir. Totaliter bir rejimi halkın tümüne kabul ettirebilme şansı, liderin etrafında, başkalarına zorla kabul ettirilecek totaliter disiplini gönüllü olarak kabul etmeye hazır bir grubu toplama şansına bağlıdır.

Sosyalist partiler de istediklerini kuvvet kullanmak suretiyle yaptırabilecek bir güce sahip olmalarına rağmen bunu kullanmamışlardır. Bu partiler kendilerine, farkında olmayarak, ancak acımasız insanların hiçbir moral engel tanımadan uygulayabileceği misyonlar yüklemişlerdir.

Sosyalizmin, ancak sosyalistlerin çoğunun benimsedikleri metotlarla gerçekleştirilebileceğinin anlaşılması, kuşkusuz pek çok sosyal reformcunun geçmişten aldıkları en önemli derstir. Eski sosyalist partiler, sadece demokratik idealleri frenlemektedir. Ayrıca bu partilerin, üstlendikleri misyonu gerçekleştirmenin gerekli kıldığı acımasızlıkları da yoktur. Ancak, ilginçtir ki, gerek Almanya gerekse İtalya’da, faşizmin başarısını hazırlayan şey, her iki ülkede de sosyalist partilerin hükümet sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmeleri olmuştur. Bu partiler daha önce topluma tanıttıkları ve kendilerine kapıyı araladıkları yöntemleri uygulamaktan kaçınmışlar ve toplumun tümünün organizasyonunu başarabileceğine inandıkları bir plan üzerinde çoğunluk desteği sağlamak gibi bir mucizeyi beyhude beklemiş durmuşlardır. Oysa bazıları, planlanmış bir toplumda halkın çoğunluğunun hangi konularda mutabık olacağının önemli olmadığını, önemli olanın, üyeleri sorunların çözümünde aynı yönde hareket eden bir özel grubun ne düşündüğü olduğunu çoktan öğrenmişlerdi bile. Ayrıca, bu insanlar, görüşlerini iktidara taşıyabilmek için yeterince güçlü bir grup mevcut değilse, onun nasıl yaratılabileceğini ve kimin onu yaratmada başarılı olabileceğini de daha önce kavramışlardı.

Böyle güçlü, kalabalık ve homojen görüşlü bir grubun toplumun en iyi değil, aksine en kötü insanlarınca yaratıldığını açıklayan üç ana neden vardır.

Bir kere, genellikle insanların öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, düşünce sisteminde aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli olduğu, düşük moral ve entelektüel standartların belirlediği sosyal katmanlara inmek gerekir. Halkın çoğunluğu düşük moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir gerçektir. Geçmişte olduğu gibi hâlâ, değerlerdeki benzerlik halkın en kalabalık kesimini birleştiren en düşük düzeyli bir ortak paydadır. O halde, toplumsal hayatı kendi değer sistemlerine göre değiştirecek olan kalabalık grup halkın orijinallik ve bağımsızlık özelliklerinden en yoksun yığınlarından gelecek ve bu grubun kendine has ideallerini toplumun geri kalan kısmına da kabul ettirebilmek için kullanabileceği tek koz, sahip olacağı sayısal ağırlığı olacaktır. Bu durumda, potansiyel diktatörün yapacağı tek şey kendi akidesine kazanacağı insan sayısını mümkün olduğunca arttırmaktır.

Şimdi artık ikinci bir aşamaya gelinmiştir. Potansiyel diktatör için, kendine özgü sağlam düşünce sistemi gelişmediği için kulağına düzenli aralıklarla ve şiddetle tekrarlandığında, hazır mamul değerleri aynen almaya amade, uysal ve saf insan yığınlarının desteğini kazanmak, artık sorun olmaktan çıkmıştır. Desteği kazanılacak olan bir grup, fikirleri yeterli netliğe ulaşamadığı için kolaylıkla yeniden ve istenilen doğrultuda şekillendirilecek, heyecan ve tutkuları da zaten yeterince kabartıldığından totaliter partinin saflarına katılarak onu kısa zamanda genişletmeye başlayacaktır.

Başarılı demagogun, taraftarlar ordusunu homojen bir yığın haline dönüştürme çabası ile toplumda negatif ayıklama diyebileceğimiz sürecin üçüncü aşamasına gelinmiştir. Genellikle, insanları pozitif misyon programlarından çok negatif programlar üzerinde, söz gelimi, zenginlere husumet veya düşmana karşı kin yaratarak örgütleme gibi çizgiler üzerinde birleştirebilmek kolaylığı adeta bir insan doğası yasasıdır. ‘Biz’ ile ‘onlar’ arasındaki çelişki, grup dışındakilere karşı ortak bir savaş hedefi, bir grubu belli bir akide çerçevesinde en fazla kaynaştıran temel temadır. Bu, geniş halk yığınlarının sadece politik desteğini değil, kayıtsız şartsız sadakatini isteyen kişiler tarafından daima uygulanan bir yöntem olagelmiştir. ‘Yahudi’ veya · KuLaK gibi haricî ve dahilî düşman, totaliter liderin en vazgeçilmez temaları olmuştur.

Almanya’da yerini plutokrasiye kaptırıncaya kadar Yahudi’nin düşman haline gelmesinde ve karşıt kitlesel harekete yol açmasında anti-kapitalist kin, Rusya’da Kulak’ın ayaklanmasındaki kadar rol oynamıştır. Almanya ve Avusturya’da ‘Yahudi’ büyük halk yığınlarının ticari uğraşlara duyduğu geleneksel nefret yüzünden kapitalizmin temsilcisi olarak görülmüş, onun tasfiyesi halinde saygıdeğer işlerden yoksun bırakılmış insanların bu işlere daha kolay uzanabileceği umudunu uyandırmıştır. Almanya’da anti-Semitizm ile anti-kapitalizmin aynı kökten gelmesi orada meydana gelen olayları sağlıklı olarak değerlendirebilmek için son derece önemlidir.

◊◊◊◊◊

Ancak, kolektivist politikanın milliyetçi politikaya dönüşümü gibi evrensel bir eğilimi sadece kitlesel destek sağlama mecburiyeti ile açıklamak en az onun kadar önemli bir faktörün ihmal edilmesi demektir. Gözlenen odur ki, kolektivizmin, milliyetçilik, ırkçılık veya sınıfçılık gibi özel şekillerin dışında var olabilme şansı yok gibidir. Amaç ve çıkar birliğinin oluşturduğu toplulukta yoldaşlar arasındaki görünüş ve düşünce benzerliği, insan olarak sahip oldukları benzerlikten daha çarpıcıdır. Ortaklığın diğer üyeleri şahsen tanışmasalar bile birbirleriyle özdeşleşebilmeleri için aynı konular üzerinde aynı şekilde konuşmalı ve düşünmelidirler. Dünya çapında bir kolektivizm düşünülemez, bu sadece iktidardaki elit bir grup için geçerlidir. Çünkü evrensel bir kolektivizmin yaratacağı teknik ve moral sorunlar hiçbir sosyalistin karşılaşmak istemediği sorunlardır. İngiliz proleteri, sömürüye dayandığı için, İngiliz sermaye gelirinin adil bölüşümünü hangi prensip gereği talep ediyorsa Hindistan halkının da aynı prensip gereği İngiliz sermaye gelirinin eşitlikçi olarak paylaşımına ve kullanım yöntemini belirlemeye hakkı olmak gerekir. Acaba hangi sosyalist, mevcut sermaye kaynaklarının dünya halkları arasında eşit bölümünü samimi olarak ister? Bildiğimiz kadarıyla, sosyalistlerin hemen hemen hepsi sermayeyi tüm insanlığa değil, millete ait bir kaynak olarak algılarlar. İçlerinden ancak bazıları, olsa olsa, milli sınırlar içinde sermaye teçhizatının bir kısmının daha yoksul bölgelere kaydırılmasının savunuculuğunu yaparlar. Sosyalistler, kendi vatandaşlarına karşı görev saydıkları şeyleri yabancılardan esirgemektedirler. Bu yüzden, evrensel misyon taleplerini, herhangi bir adaletçi prensipten çok, öteki ülke halklarını organize etme konusunda sahip olduklarını iddia ettikleri üstün yeteneklerine dayandırırlarsa daha samimi hareket etmiş olurlar.

Kolektivist felsefenin temel çelişkilerinden biri, dayandığı, bireyci düşüncenin geliştirmiş olduğu hümanist değerlerin ancak küçük bir grup içinde yaşanabilirliğidir. Sosyalizm, teorik düzeyde enternasyonalist, ancak gerek Rusya gerekse Almanya’da hayata geçirildiğinde görüldüğü gibi aşırı derecede nasyonalisttir. Bu yüzden Batı Dünyası’ nda halkın büyük çoğunluğunun ‘liberal sosyalizm’ olarak düşlediği rejim tamamıyla teoriktir. Sosyalizmin pratiği ise totaliterdir. Liberalizmin geniş hümanizminin dar kalıplı bir kolektivizme sığması mümkün değildir. Ona sığsa sığsa ancak totaliter sistemin dar hacimli partikülarizmi sığar.

Eğer ‘topluluk’ veya ‘devlet’ bireyden önce geliyor ve bireysel değerlerden bağımsız daha yüce amaçlara yöneliyorsa, bireylerden, sadece aynı amaçlar için çalışanlar topluluğun üyesi olarak kabûl edilebilirler. Bu yaklaşımın doğal sonucu, bireyin sadece grubun bir üyesi olarak saygı görmesidir. Birey, grubun belirlenmiş ortak amaçları için çalıştığı ölçü ve sürede saygı görür, tüm haysiyeti insan olmasından değil, üyeliğinden ileri gelir. Gerçekte, hümanizm ve dolayısıyla hangi şekil altında olursa olsun enternasyonalizm kavramları insanın bireyci düşünce sisteminin ürünleridir ve bunlara kolektivist düşüncede kesinlikle yer yoktur.

Kolektivist topluluk, ancak bireyler arasında amaç birliği mevcut olduğu ölçüde var olacaktır. Bazı faktörler, kolektivizmin grupçu ve inhisarcı olmaya dönüşme eğilimini güçlendirmektedirler. Bu faktörlerin en önemlilerinden biri, ferdin, aşağılık duygusunun sonucu olarak kendini bir grupla özdeşleştirme arzusudur. Grubun üyesi olmak, dışarıdakilere oranla üstünlük sağladığı sürece, ferdin bu arzusu tatmin edilmiş olur. Bazen de, insanların grup içinde frenlenmesi gerektiğini bildikleri vahşi içgüdülerinin ancak yabancılara karşı serbestçe yöneltilebileceğini görmeleri, grup içinde şahsiyeti eritip yok etmeyi kolaylaştıran bir faktördür. R. Niebuhr’un “Ahlaklı İnsan Ahlaksız Toplum” adlı tezine pek katılmasak da onda bir gerçek payı olduğu kesindir. Yazarın başka bir yerde de değindiği gibi “modern insanlar arasında kusurlarını ve günahlarını daha büyük gruplara tevdi etmiş olmak yüzünden kendilerini kusursuz ve günahsız saymak gibi bir eğilimin güçlendiği” gözlenmektedir.” Bir grup adına hareket eden insanlar grup içinde, bireysel olarak davranışlarını frenleyen moral engellerden kurtulmuş gibi görünmektedirler.

Planlamacıların enternasyonalizme karşı takındığı açık husumetin bir nedeni de, toplumun dış dünya ile olan temaslarının planlamaya engel oluşturmasıdır. Planlama üzerine pek çok çalışmayı derlemiş olan bir editörün de sonunda saptadığı gibi, planlamacıların büyük çoğunluğu birer militan nasyonalisttir.

Sosyalist planlamacıların nasyonalist ve emperyalist eğilimleri genellikle bilinenden daha güçlü ve yaygındır. Bu eğilim, küçük devleti hor gören, büyük devlet imajına ise adeta tapınma derecesinde saygı duyan ve planlamayı bu çerçevedeki işlevi yüzünden coşkuyla benimseyen Webb’ler ve ilk Fabianlar’da çok daha belirgindir. Tarihçi Eli Halévy kırk yıl önce tanıdığı Webb’lerden şöyle söz eder:

Onların sosyalizmi aşırı ölçüde anti-liberaldi. Torry’lerden nefret etmek bir yana onlara karşı olağanüstü müşfik, Gladstone liberalizmine karşı ise son derece acımasızdılar. Boer Savaşı başladığında gerek ileri liberaller ve gerekse İşçi Partisi’ni kurmaya başlayanlar, Sidney Webb ve arkadaşı Bernard Shaw hariç, özgürlük ve insanlık adına İngiliz emperyalizmine karşı Boerler’le aynı safta çarpışmışlardır. Webb ve Shaw, açık bir biçimde emperyalist idiler. Çünkü küçük ulusların bağımsızlığı, olsa olsa liberal bireyciye bir şey ifade ederdi. Şu anda, Sidney Webb’in, geleceğin, devlet memurlarının hükmettiği ve polisin düzeni koruduğu büyük yönetici milletlere ait olacağını anlatan sesini sanki duyar gibiyim.

Halévy, Bernard Shaw’ın “dünya büyük ve güçlü devletlere aittir, küçük ülkeler sınırları içinde sıkışıp kalmaya veya yok edilmeye mahkûmdur” dediğinden söz eder.

Bu pasajları almamın nedeni, nasyonal sosyalizmin Alman atalarının tasvirine, insanların şaşırmalarını önlemektir. Çünkü bu öncüler, kolektivistlerin moral sistemini büyük ölçüde etkileyen, sosyalizmden nasyonalizme götüren ‘güç’ kavramına tapacak kadar hayrandılar. Küçük milletlerin hakları konusunda Marx ve Engels öteki tutarlı kolektivistlerin pek çoğundan daha ilerdeydiler. Ancak, Çek ve Polonyalılar konusunda ileri sürdükleri görüşler, temelde, çağdaş nasyonal sosyalistlerinkinden pek farklı değildi.

◊◊◊◊◊

19. Yüzyıl’ın bireyci sosyal felsefecileri Lord Acton veya Jacob Burckhardt’tan Bertrand Russell gibi çağdaş liberal gelenek mirasından gelen filozoflara kadar, “güç’ kavramı en büyük kötü olarak algılanırken, gerçek kolektivistlerin gözünde o başlı başına bir hedef olma özelliğini sürdürmüştür. Russell’ın gayet yerinde belirttiği gibi sosyal hayatı üniter bir plana göre örgütleme arzusu, geniş ölçüde ‘güç’ arzusundan kaynaklanır. Dahası, amaçlarına ulaşmak için kolektivistler bu gücü yaratmak zorundadırlar. İnsanlar üzerinde, başka insanlarca kullanılacak olan bu güç, dünyanın henüz tanıyamadığı ölçüde büyüyecek ve kolektivist başarının büyüklüğünü de belirleyecektir.

Burada, liberal sosyalistlerin de yanıldıklarını belirtmeliyiz. Çünkü onlar, bireyci bir sistemde, bireylerin elinden güçlerinin alınıp topluma devredilmesi durumunda, onu zayıflatabileceklerini sanmışlardı. Böyle düşünenlerin ihmal ettiği şey, tek bir planın hizmetinde toplanmasını istedikleri gücün, başkasına transfer edilmek bir yana, tahminlerin ötesinde büyümesi tehlikesidir. ‘Güç’ün, daha önce onu bağımsız olarak kullanmış olan pek çok kişinin elinden alınıp tek bir varlığın elinde toplanmasıyla şiddeti inanılmaz derecede büyür ve adeta yeni bir nitelik kazanır. Ara sıra iddia edildiği gibi, Merkezi Planlama Teşkilatı’nın kullandığı gücün, “özel firmaların yönetim kurulunun kolektif olarak kullandığı güçten daha büyük olamayacağı” görüşü de tamamen yanlıştır. Çünkü, rekabetçi bir toplumda, hiç kimse, sosyalist planlama kurulunun sahip olduğu fonksiyonel gücün küçük bir parçasını dahi kullanamaz. Bu kurulun gücünün, kapitalist ülkelerdeki kapitalistlerin güçlerinin toplamına eşit olacağı görüşü, onların aynı doğrultuda birleşerek karar almalarının söz konusu olmaması nedeniyle kelime oyunundan başka bir şey değildir.” Değişik insanların aynı doğrultuda hareket ettikleri ve karar aldıkları düzen, rekabet düzeninden farklıdır. Bu olsa olsa planlı bir ekonomi düzeni olabilir. ‘Güç’ün bölünerek dağıtılması ve yaygınlaştırılması, zorunlu olarak mutlak miktarının azaltılması demektir. Bu bakımdan, rekabetçi sistem, insanların insanlar üzerinde uyguladıkları ‘güç’ün kişilere dağıtılarak asgariye indirilmesi için düşünülebilecek tek sistemdir.

Ekonomik ve politik güçlerin birbirinden ayrılmaları, bireysel özgürlüğün temel garantisini teşkil etmekte ve bu özelliğiyle de kolektivist düşünürlerin husumetini çekmektedir. Şimdilerde sıkça dile getirilen “ekonomik iktidarın politik iktidarla ikamesi” talebi, aslında, kendisinden kaçılamayan bir gücün, doğası gereği sınırlı olan bir gücü ikamesi talebinden başka bir şey değildir. Ekonomik güç dediğimiz şey, bir baskı aracı olarak kullanılsa bile, çok sayıda özel ellere dağıldığından hiçbir zaman inhisarcı ve komple olamadığı gibi, herhangi bir insana tüm ömrü boyunca da uygulanamaz. Bu güç, ne zaman bir politik güç olarak merkezileşirse işte o zaman esaretten farksız bir bağımlılık yaratır.

Her kolektivist sistemin iki temel unsuru olan, grubun ortaklaşa kabûl ettiği bir amaçlar sistemi ile bu amaçları gerçekleştirebilmek için gruba maksimum güç kazandırılması, bazıları bizimkiyle çakışan bazıları da çatışan bir ahlak sistemi yaratır. Ancak, bu ahlak sistemi bizimkinden öyle bir noktada ayrılır ki, ona ahlak sistemi demek bile zorlaşır, Kolektivist sistem, bireysel vicdanı, kendi kurallarını uygulayabilmesi için serbest bırakmadığı gibi, bireyin her şartta uyacağı, gözeteceği genel kurallardan, yani ilkelerden de habersizdir. Bu yüzden, kolektivist ahlak, bizim ahlak anlayışımızdan, ilkesizlik zeminine kayacak kadar ayrılır.

İlkeler arasındaki farklılık, daha önce ‘Kanun Hakimiyeti’ konusunda değindiğimizin hemen hemen aynısıdır. Biçimsel kanun gibi bireyci etik kuralları da, pek çok konuda, ne kadar muğlâk görünürse görünsünler, genel ve mutlaktırlar. Çünkü bu kurallar, özel bir durumda nihai amacın iyi veya kötü olmasına bakılmaksızın, genel eylem tipini tanımlar ve yasaklarlar. Söz gelimi, rüşvet ve suiistimal işkence veya bir sırra ihanet gibi eylemler, özel bir durumda olumsuz sonuçlar yaratmasalar bile kötü eylem türleri olarak kabûl edilir ve kınanırlar. Bu tür eylemlerin yüce bir amaç için gerçekleştirilmesi de kötü olarak nitelendirilmelerini engellemez.

Değişik sonuçları olsa da günah günahtır. Amacın aracı meşrulaştırması ilkesi bireyci etikte tüm ahlak sisteminin inkârı anlamına gelirken, kolektivist etikte yüce bir kural haline gelir. “Bütünün iyiliği” ne (‘amme menfaati / kamu yararı’na) hizmet edecekse, tutarlı bir kolektivist her şeyi yapmaya hazırdır. Çünkü ‘bütünün iyiliği’ onun için ne yapılması gerektiğini gösteren tek kriterdir. Kolektivist etiğin temel formülü, özel bir eylemin düşlenen toplumsal amaca uygunluğudur. Değişik ülkeler arasındaki ilişkiler konusunda geçerli olan raison d’etat (rasyonalite/devlet mantığı) kolektivist bir ülkede farklı bireyler için de geçerlidir. Kolektivist toplumda vatandaş, toplumun amaç olarak benimsediği ve üstlerinin yapılmasını emrettiği her eylemi yapmaya hazır olmak zorunda bırakılmıştır. Vatandaş vicdanının söz konusu eylemi yasaklaması ise önemli değildir.

◊◊◊◊◊

Ancak, kolektivist etikte, mutlak biçimsel kuralların yokluğu, toplumun bireylere bazı yararlı alışkanlıkları kazandırmayı teşvik etmek, yararsızlarını ise caydırmak eğilimini ortadan kaldırmaz. Hatta kolektivist toplumun, bireylere yeni alışkanlıklar kazandırma arzusu, bireyci bir toplumdakinden daha büyüktür. Kolektivist bir cemiyetin yararlı bir üyesi olabilmek için bireyde, sürekli egzersizle güçlendirilmesi istenen bazı kalitelere önem sürekli egzersizle güçlendirilmesi istenen bazı kalitelere önem verilir. Bu kaliteleri yararlı alışkanlıklar olarak nitelendirmemize karşın ahlaki erdemler olarak kabûlde zorlanırız. Bunun nedeni, bireyin bu kuralları kesin emirlerden üstün tutarak toplumun belirlenen bir amacının gerçekleştirilmesine engel teşkil etmesine izin verilmemesidir. Bu kurallar, yalnızca, doğrudan doğruya verilmiş emirlerin veya özgül düzenlemelerin bırakmış olabileceği boşlukları doldurmak için kullanılabilirler, fakat otoritenin iradesi ile bir çatışmayı asla haklılaştıramazlar.

Kolektivist bir toplumda saygınlığı olan erdemlerle, kabûl edilebilirliği kalmamış erdemler arasındaki farkı anlayabilmek için Alman halkı (tipik Prusyalı) ile İngiliz halkının değer sistemlerini karşılaştırmak yeterlidir. Bugün, genel olarak, Almanların, yüklendikleri bir işi sonuçlandırırken ne kadar disiplinli, kararlı ve enerjik oldukları, görev sorumluluğu taşıdıkları, otoriteye ne kadar saygılı oldukları, hatta fiziksel tehlikelere karşı bile ne kadar fedakâr oldukları herkes tarafından bilinir. Bütün bu kaliteler Alman insanım belirlenmiş bir görevin icrasında etkin bir enstrümana dönüştürmüştür. Tarihte bir zamanlar Prusya Devleti’nin yaptığı gibi şimdi de Prusya damgalı Reich (Devlet), onları bu amaçla özel olarak eğitmektedir. Fakat tipik Alman’ın bireyci hoşgörü, başkalarının görüşlerine saygı duyma, bağımsız düşünce alışkanlığı, üstlerine karşı kendi kişisel görüşlerini savunmak gibi erdemlerden yoksun olduğu da bilinir, Önemsiz gibi görünen, fakat özgür bir toplumda insanlar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için son derece önemli vasıflar Alman insanına yabancıdır. Nezaket, espri duygusu, kişisel tevazu, komşusunun özel hayatına saygı ve iyi niyetine güven gibi kaliteler, bu konuda verilebilecek örneklerdir.

Bu bireyci erdemler, aynı zamanda son derece önemli sosyal erdemler olup, sosyal ilişkileri yumuşatarak tepeden gelen otoriter kontrol gereğini azaltır, hatta zorlaştırırlar. Bu erdemler bireyci ve ticari toplum türünün geçerli olduğu yer ve zamanlarda serpilir, kolektivist ve askerî toplum tiplerinde ise yok olurlar. Bu farklılık, gerek Almanya’nın değişik bölgelerindeki, gerekse öteki Batı ülkeleri ile Almanya arasındaki yönetim sistemlerindeki farklılıklara etki eden değişik iki zihniyetin damgasını taşımaktadır. Hiç olmazsa yakın zamana kadarı Almanya’nın uzun süre, ticaret olayının medenileştiren güçlerinin etkisi altında kalan bölgeleri ile kuzeydeki ve güneydeki ticarileşmiş Hanse kentlerinde yaygın olan moral kurallar, bugün Almanya’da egemen hale gelmiş yöredekilerden çok Batı halkının ahlâk anlayışına yakındı.

Ancak, bizim moral değerlerimizin çoğunun reddi olarak kabûl ettiğimiz bir sisteme körü körüne kayıtsız şartsız destek vermelerine rağmen, totaliter halk yığınlarının moral coşkudan mahrum kaldığını düşünmek de haksızlık olur. Aksine, nasyonal sosyalizmin veya komünizmin arkasındaki topluluğun duyduğu moral coşku ve heyecan, tarihteki büyük dinsel hareketlerdeki coşkuyla karşılaştırılabilir düzeydedir. Birey toplum veya millet gibi daha yüksek varlıkların emrinde sadece bir araç olarak algılanırsa, totaliter rejimlerin bizi dehşete düşüren özelliklerinin zorunlu özellikler olduğunu kabûl etmek gerekir. Kolektif açıdan hoşgörüsüzlük veya muhalifin vahşi bir şekilde ortadan kaldırılması, bireyin özel hayatına ve mutluluğuna kayıtsızlık, bu temel mantığın kaçınılmaz sonucudur. Kolektivisti dinlerseniz, size, bu sistemin toplumun amaçlarının tümüyle gerçekleşmesine engel teşkil eden kişisel çıkarlara izin veren bir sistemden daha üstün olduğundan söz edecektir. Alman filozofları da, kişisel mutluluk için mücadeleyi ahlaka aykırı, empoze edilen bir görevin yerine getirilmesini ise övgüye layık bulurken gerçekten samimiydiler. Farklı geleneklere göre yetişmiş bir insan için anlaşılması ne kadar güç bir şey.

Kitlesel histeri gündeme geldiğinde, artık, toplumda ahlak kurallarına yer yoktur. Bunu biz savaşlarda sınırlı ölçüde tecrübe ederiz. Fakat bu ülkede, savaş ve en büyük tehlike bile totalitarizme çok sınırlı bir yaklaşma ortaya çıkarmıştır. Totalitarizm, bütün diğer değerlerin bir tek amaca feda edilmesini gerektirir. Öyle ki, bazı özel amaçlar toplumun tümüne hâkim olduğunda, zalimlik görev haline gelebilir. Bazı vahşi eylemler insani duygularımızda isyana yol açsalar bile, bir politika aracı olarak kullanıldığında, kurbanlar hariç hemen hemen herkes tarafından tasvip görebilmektedir. Tutsakların kurşuna dizilmesi, hasta ve yaşlıların katledilmesi, kadınların üreme amacıyla askere alınmaları. yüz binlerce kişinin yerlerinden sökülerek sürgüne gönderilmeleri gibi acı eylemler savaş dönemlerinde yaşanan kitlesel histerinin onayladığı eylemler olarak bilinir. Oysa kolektivistin gözünde bu tür eylemler, toplumun ortak amacını gerçekleştirebilmeye yönelik bir politikaya hizmet edebildiği ölçüde, olağan sayılması gereken eylemlerdir. Çünkü ortak amaç, bireysel hak ve değerlere müdahalede hiçbir sınır tanımayabilir.

Totaliter bir devletin vatandaş kitlelerini, vahşi eylemleri onaylar hale getiren, bize iğrenç görünen, bir ideale kayıtsız-şartsız teslimiyettir. Fakat totaliter devletin politikasını belirleyenler için aynı şey geçerli değildir. Totaliter bir devletin işlerinin yürütülmesinde bireyin çirkin işleri maruz görmesi yetmez, ondan aynı zamanda kendisi için saptanmış hedeflere ulaşma yolunda, o zamana kadar tanıdığı bütün ahlak kurallarını ihlal etmeye hazır olması da istenir. Hedefleri tek başına yüce önder belirlediğinden onun kullandığı araçların da şahsi kanaatlerinden arındırılmaları gerekir. Bu araçların, önderin kişiliğine kayıtsız şartsız teslimiyeti şarttır. Dahası, onlardan hiçbir konuda şahsi prensiplerinin olmaması ve önderin kendisinden istediği her şeyi yapmaya muktedir olmaları istenir. Onların kendi başlarına gerçekleştirebilecekleri bireysel hiçbir idealleri olmamalı, iyi veya kötü hakkında değerlendirme yetkisi tamamen öndere bırakılmalıdır. İktidar konumunda, bir zamanlar Avrupa halklarına rehberlik etmiş moral inançlara sahip insanları cezp edecek çok az şey vardır. Tek zevk, kendine itaat edilmenin veya iyi işleyen muazzam bir makinenin parçası olmanın veya iktidara sahip olmanın zevki olabilir.

Bizim ölçülerimize göre iyi diyebileceğimiz insanları totaliter devlet çarkının önderliğine özendiren nedenlerin yanında, kaba ve vicdansız insanları teşvik eden özel fırsatlar vardır. Yüce amaçlara varmak için yapılması zorunlu fena işlerin de kendine has uzmanlığı olmalıdır. Hala geleneksel ahlak kurallarının etkisinde olan insanların rağbet etmediği bu işler geleneksel değerlerden bağını koparmış kişilere kalacaktır. İşte bu işleri yapmaya yatkın ve hazır olabilme özellikleri, yükselmenin ve iktidarın kapısını aralamaktadır. Ne Gestapo, ne Propaganda Bakanlığı, ne de SA ve SS (veya İtalyan ve Rus benzerleri ) insani duygulara sahip insanlara uygun yerlerdir. Ne var ki, totaliter bir ülkede bu gibi yerler en yüksek makamlara götüren yerlerdir. Seçkin bir Amerikalı iktisatçının kolektivist bir ülkede otoriter makamların yapabileceği işleri kısaca: saydıktan sonra vardığı sonuç ilginçtir:

Bu işleri isteseler de istemeseler de yapmak zorundadırlar. İktidardaki insanların iktidar erkinden ve uygulamasından hoşlanmaması olasılığı son derece yumuşak kalpli bir insanın bir esir kampında kırbaç kullanmayı gerektiren bir işi seçme arzusuna sahip olma olasılığı kadardır.

Friedrich von Hayek, (1899 – 1992) Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Günümüz Türkiyesindeki siyasi durumlara ışık tutan bu sayfadaki yazılar yazarın 1944 tarihli 'The Road to Serfdom - Kölelik yolu' isimli eserinin 10uncu bölümünden alınmıştır.

Konu burada anlattığımızdan daha geniş boyutludur. Liderlerin seçimi sorunu, toplumda geçerli olabilecek düşünce sistemi ile birlikte ferdin toplumda bulduğu doktrinin gereklerini yapmaya hazır olma derecesiyle de ilgilidir. Bu konu bizi totalitarizmin karakteristik moral özelliklerinden biri olan gerçekçilik konusundaki aldatıcı tutumunu incelemeye sevk eder. Konu ayrı bir bölümde incelenmeyi hak edecek büyüklüktedir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.