Hakikatin Sonu

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Nisan 6, 2019 at 10:40 am
Ne kadar ilginçtir ki, sanayinin kamulaştırılması, aynı hızla, düşüncenin de kamulaştırılmasını gerektirmiştir.

E.H.Carr    

İnsanları plana yön veren tek bir hedefler sistemine hizmet ettirmenin en etkin yolu onları bu hedeflere inandırmaktır. Totaliter bir sistemi etkin bir şekilde işletebilmek için herkesin aynı amaçlar uğruna zorla çalıştırılması şart değildir, yeter ki halk bu amaçları kendi özel amaçları gibi benimsesin. Her ne kadar, halka seçilerek empoze edilseler de, bu inançların halkın inançları haline, yani genel kabul görmüş bir akide haline gelmesi, sonuçta da insanların plancıların kendilerinden istediği şekilde yaşamasının sağlanması gerekir. Totaliter ülkelerde baskı duygusu liberal ülke halklarının sandığından daha az şiddetliyse, bunun nedeni totaliter hükümetlerin halkını istediği şekilde düşünmeye sevk etmede büyük oranda başarılı olmasındandır.

Bu başarının sırrı aslında değişik propaganda yöntemleridir. Propaganda teknikleri, fazla söz ettirmeyi gerektirmeyecek kadar iyi bilinmektedir. Ancak, şunu belirtmede yarar vardır: Ne propagandanın kendisi ne de kullandığı teknikler totalitarizme özgüdür. Ne var ki bu rejimde tüm propaganda aletleri kafalarda aynı imajları yaratabilmek için tek elden koordine edilirler. Böylece propagandanın etkisi sadece gücü açısından değil nitelik açısından da liberal bir düzendeki birbirinden bağımsız ve rakip propaganda ajanslarınınkinden ayrılır. Tüm günlük propaganda kaynakları fiilen tek bir merkezden kontrol edildiğinde, artık halkı şu veya bu şekilde ikna etmek sorun olmaktan çıkmaktadır. Başarılı bir propagandist, öteki enformasyon kaynaklarından uzaklaştırıldığında, ne denli zeki ve bağımsız düşünce yeteneğine sahip olursa olsun, bir halkı istediği yönde düşünmeye sevk edebilir.

Totaliter devletlerde propagandanın, halkın düşünce sistemini etkileme gücünün dışında, kullandığı teknikten değil, seçtiği konulardan kaynaklanan özel moral etkisinden de söz edilebilir. Halkı, sosyal hayatı yönlendirmesi istenen tüm moral değerlerle endoktrine etmeye tahsis edildiğinde, propaganda, kolektivist moralin özgün çizgilerinin ifade biçimi haline gelir. Temel amaç halka kendine has bir moral kod benimsetmekse, bu kodun iyi mi yoksa kötü mü olduğuna nasıl karar vereceğiz? Daha önce de gördüğümüz gibi, yönlendirilen bir ekonominin araçlarıyla eşitliği gerçekleştirmeye çabalamak, bir yandan devlet zoruyla yaratılmış zoraki eşitsizliğe yani hiyerarşik bir düzende her ferdin statüsünün zoraki olarak belirlenmesine yol açarken bir yandan da bizim moral sistemimizin insancıl unsurlarının büyük kısmı ile birlikte, zayıf olsun, güçlü olsun, genel olarak insan hayatına olan saygının yok olmasına yol açmaktadır. Halkın çoğuna ne kadar itici gelirse gelsin ve moral sistemimizde ne kadar büyük değişiklikler yaratırsa yaratsın, yeni sistem, mutlaka tümüyle gayri ahlâki sayılmayabilir de. Söz gelimi, bu sistemin bazı özellikleri katı muhafazakâr ahlakçılara, liberal bir toplumun daha yumuşak standartlarına oranla daha olumlu gelebilir.

Değineceğim totaliter propagandanın moral sonuçları daha derin niteliklidir. Çünkü onlar, gerçeğe olan saygının dışında tüm ahlak sistemini temelden tahrip etmektedir. Misyonunun doğası gereği, totaliter propagandanın, toplumda geçerli görüşlerin etkisi altında oluşan bireysel ahlaki değerler ve düşüncelerle ilgisi yoktur. Propagandanın ilk misyonu, insan aklını geleneksel düşünce sisteminin dışında başka yerlere çekmektir. Resmi değerleri topluma benimsetebilmek için önce onları haklı göstermek, toplumun geleneksel değerlerine ters düşmediğini anlatmak, araç ile amaç ilişkisi açısından aklamak gerekir. Halk, sadece nihai amaçlarla değil, o amaçlara ulaşabilmek için gerekli önlemlere ilişkin görüşlerle de mutabık kılınmalıdır.

Daha önce gördüğümüz gibi bir ekonomik planda zımnen yer alan komple bir etik kod ve şümûllü değerler sistemi üzerinde toplumun mutabakatının yaratılması şarttır. Özgür bir toplumda söz konusu olmayan böyle bir uzlaşma zorunluluğu, plâncının, planlama işine girmeden önce farkında bile olmadığı bir şeydir. Onun için, işler ilerledikçe ortaya çıkabilecek çelişkilerle ilgili tercih kararları almaları yeterlidir. Kararlarına yön verecek olan değerler kodu, karar almadan önce mevcut olmadığından, zamanla, özel kararlarla yaratılmalıdır.

Planlama otoritesi işinin gereği olarak doğru bulduğu kararları halka da doğru göstermek mecburiyetini duyar. Bir kararın sorumluları zarar verme durumlarında aklanabilmek için bazı temel yol gösterici prensiplere sığınmak zorundadır. Halkın sadece pasif itaatinden çok onun alınan tedbirleri aktif olarak desteklemesi isteniyorsa, bu prensiplerin daha önceden ilan edilmesi gerekir. Plancı, hoşnutluk veya hoşnutsuzluklarını rasyonalize edebilmek ve kendi düşüncelerini halkın mümkün olduğu kadar büyük kısmını fethedebilecek formlara dökebilmek için kendisini, olaylar arasında zorunlu ilişkileri yansıttığını iddia ettiği teoriler yaratma mecburiyetinde hissedecektir. Totaliter liderin, kendi eylemini halklı çıkarabilmek için gerek duyduğu ‘mitos’ yaratma işinin daha önce bilinçli olarak düşünülmüş nedenlerden kaynaklanması da şart değildir. O, kendi dışında hazır olarak bulduğu düzenden, içgüdülerinin etkisiyle hoşnutsuz olabilir! Kendisini tatmin edece bir işe yerleşme fırsatını engelleyecek kadar başarılı bulduğu bir Yahudi’den nefret etmiş olabilir veyahut gençliğinde okuduğu romanlardan birinde rastladığı sarışın aristokratik bir tipe hayran olmuş olabilir. Değerleri böyle oluşmuş bir totaliter lider, halka verdiği zararları rasyonel olarak mazur gösteren teorileri kucaklamakta gecikmeyecektir. Böylece, sözde bilimsel teori, resmi akidenin bir parçası haline gelecek, şu veya bu ölçüde herkesin eylemini yönlendirecektir. Endüstri uygarlığı karşısındaki derin hoşnutsuzluk veya kır hayatı için duyulan, kırsal halkı asker olarak düşleyen karışık bir özlem bir başka mitin temelini oluşturabilir: Blut und Boden (kan ve toprak) bir kere toplumu yönlendiren idealler haline geldi mi, artık sorgulanmamalıdır.

Halkın gayretini kazanmayı ve yönlendirmeyi sağlayan bir araç olarak resmi doktrin yaratma ihtiyacı, totaliter sistemin çeşitli teorisyenlerince savunulmuştur. Plato’nun ‘soylu yalanları’, Sorel’in ‘efsaneleri’, Nazilerin ‘ırkçı doktrini’ ile Mussolini’nin ‘korporasyoncu devlet teorisi, hep aynı amaca hizmet ederler. Bunların tümü daha sonra peşin yargılı bir düşünce sistemini haklı çıkarmak için geliştirilecek bilimsel teorilerin esasını oluşturan özel yorumlara dayanırlar.

***

Halka bundan böyle onun hürmet ve hizmet etmesi beklenen değerleri kabûl ettirmenin en etkili yolu, onu, bunların, onun bir zamanlar sahip olduğu, fakat yeterince anlayıp tanıyamadığı değerlerden farklı olmadığına inandırmaktır. Başka bir anlatımla, halkın eski tanrılara olan bağımlılığını yeni tanrılara yöneltmenin yolu, bu sonuncuların, içgüdülerinin ona daha önceleri fısıldamasına karşın yeterli nitelikte gösteremediği tanrılardan farklı olmadığını göstermektir. Bu amaçla kullanılacak en etkin teknik, eski kelimeleri kullanmak, ancak anlamlarını değiştirmektir. Totaliter rejimlerin, ideallerini ifade eden kelimelerin anlamlarını değiştirerek mevcut dili bozma eğilimlerinin önemini, olayları ancak yüzeysel olarak görebilen insanlar kavrayamazlar. Bu, yaratılan yeni entelektüel bulanıklığın karakteristik özelliğidir.

Bu bakımdan en çok acı çekmiş kavram ‘özgürlük’ tür. Bu kavram totaliter devletlerde de başka yerlerde olduğu gibi rahatlıkla kullanılmaktadır. Bizim anladığımızdan çok farklı bir şekle sokulmuş ve halka sürekli olarak vaat edilen özgürlük adına tahrip edilmiştir. Bu, bizce, “eskilere Yeni Özgürlükler” vaat eden kimselere karşı uyanık olmak için bir ikaz teşkil etmelidir. Hatta aramızda “toplum için kolektif özgürlük” vaat ededen ‘özgürlük plâncıları’ vardır. Bu yeni özgürlük anlayışının sözcüleri “planlanmış özgürlüğün zuhuru daha önceki özgürlük şekillerinin yok edilmesi mecburiyetini getirmez” ifadeleriyle bizi teskin etmeyi gerekli bulurlar. Yukarıdaki sözün sahibi olan ve bu yeni özgürlük anlayışını savunanlar arasında bulunan Dr. Karl Mannheim en azından “geçmiş çağların anlayışına göre şekillenmiş olan özgürlük kavramı, sorunun doğru olarak anlaşılmasına engel oluşturmuştur’” diyerek bizi bu yaklaşıma karşı uyanıklığa teşvik etmektedir. Böyle bir özgürlük anlayışı, en az totaliter politikacıların telaffuz ettikleri özgürlük kadar yanıltıcıdır. Bize sundukları  “kolektif özgürlük”, toplum üyelerinin özgürlüğü değildir, toplumu istediği gibi değiştirebilmesi için planlamacılara tanınmış bir özgürlüktür. Peter Drucker (The End of Economic Man. s. 74) yerinde bir gözlemle şöyle demektedir; Özgürlük azaldığı ölçüde yeni özgürlük adıyla bir kavram gevezeliği yapılmaktadır Bu kavram Avrupa’nın şimdiye kadar özgürlükten anladığının tam karşıtını içerir. Avrupa’da bu kadar propagandası yapılan kavram, aslında çoğunluğun bireye karşı sahip olduğu haktan başka bir şey ifade etmemektedir. – Sonunda iktidar ile özgürlüğün karıştırıldığı bir noktaya gelinmiştir.

Kavramın anlamının bozulma süreci Alman filozoflarınca başlatılmışsa da, sosyalist teorisyenlerin bu konudaki katkıları az değildir. Özgürlük kavramı, totaliter propaganda aracı olarak kullanılmak amacıyla manası tamamen zıddına dönüştürülmüş tek kavram değildir. Aynı şeyin adalet, hak ve eşitlik gibi kavramların da başına geldiğini daha önce görmüştük. Bu liste, genel kullanıma sahip tüm moral ve siyasal terimleri içine alacak kadar genişletilebilir.

Eğer bir kimse bu süreci şahsen yaşamamışsa, kelimelerin anlamlarındaki değişmelerin ne boyutunu, ne sebep olduğu kavram kargaşasını, ne de rasyonel tartışmaları ne kadar engellediğini takdir edebilir. Bunu anlayabilmek için, iki kardeşten birinin yeni bir düşünce ve inanç sistemini benimsemesi durumunda, kullandığı dilin, kardeşiyle gerçek iletişimi sağlamada ne kadar zorluk çıkaracağını görmek yeterlidir. Politik idealleri tarif eden kelimelerin anlamlarını değiştirme olgusunun yarattığı bulanıklık, tek bir olay değil, bir süreç sonucu ortaya çıktığı için yaratılan kavram kargaşası daha da büyümektedir. Bu süreç devam ettikçe, milli dil giderek yoksullaşmakta, kelimeler zıddının ne olduğunu gösterebilme yeteneğini kaybetmekte, açık anlamlarını yitirmekte, içleri boşalmış midye kabuklarına dönmekte, sadece duygu ve heyecan boyutları işe yarayan bir işleve indirgenmektedir.

***

Kuşkusuz, halkın büyük çoğunluğunu bağımsız düşünceden mahrum etmek güç bir iştir. Ancak eleştirmeye eğilimli bir azınlık mutlaka susturulmalıdır. Zorun, bütün sosyal faaliyetlerin kendisine göre yönlendirileceği ahlaki kodların kabulünün sağlanması işiyle sınırlandırılamayacağından daha önce söz etmiştik. Toplumu yönlendirecek plana ait açıkça ifade edilebilen bir etik kod söz konusu olmadığından ve dolayısıyla yönlendirici değer yargıları planda ancak zımnen yer aldığından, ayrıntıları içinde planın kendisi ve hükümetin girişimleri her türlü kritikten muaf, mukaddes işler olarak alınmalıdır. Halkın kolektif gayreti tereddütsüz desteklemesi için onun, sadece hedeflenen amaçlara değil, bu amaçlar için kullanılacak araçların da doğru olduklarına inandırılması gerekecektir. Kamu kesiminin eleştirisi veya etkinliği konusundaki şüphe ifadeleri halkın desteğini zayıflatacağı gerekçesiyle yasaklanacaktır. Webbs raporu, her Rus işletmesi için şu ilkenin geçerli olduğundan söz etmişti: “İşler gelişme yolundayken, planın başarılı olamayacağı ile ilgili en ufak bir kuşku, çalışan kadronun çalışma şevk ve arzusunu zayıflatıcı olumsuz etkileri yüzünden ihanet olarak kabul edilecektir.” Eğer ifade edilecek kuşku ve korku, tek bir işletmenin değil, tüm planın başarı durumuyla ilgiliyse bu durum sabotaj olarak kabûl edilecektir.

Bu yüzden, olgular ve teoriler de, değerler hakkındaki görüşlerden daha az olmamak üzere, bir resmi doktrinin nesnesi olmalıdır. Bilgiyi yayma aygıtının tamamı, okullar, basın organları, radyo ve sinema, mutlaka, doğru da olsa yanlış da olsa, otoritenin aldığı kararların doğruluğuna olan inancı kuvvetlendirmeye yöneltilmeli, herhangi bir şüphe veya tereddüde yol açacak bilgi ise gizlenmelidir. Halkın sisteme sadakati üzerindeki muhtemel etkisi, bir bilginin yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verirken kullanılabilecek tek kriter olmalıdır. Totaliter bir ülkede her alanda yaşanan hayat, savaş hali yaşayan bir ülkeninkinden farksızdır. Hükümetin yeteneği konusunda şüphe veya memnuniyetsizlik yaratmaya müsait her şey halktan uzak tutulmalıdır. Dünyanın başka bölgelerindeki şartlarla ülke lehine olmayan karşılaştırmalar yapan, fiilen girilmiş yola muhtemel alternatifler gösteren, hükümetin vaatlerini tutmadığını veya ülkenin gelişmesini sağlayacak tedbirleri almadığını ima eden bütün haber ve yorumlar yok edilmelidir. Sonuçta, haberlerin sistematik olarak kontrol edilmediği veya aynı kalıba dökülmeden yayınlandığı hiçbir alan kalmamalıdır.

Bu durum, hiçbir politik boyutu olmayan, en soyut bilimsel alanlarda bile geçerli olabilmektedir. Öte yandan, politik görüşleri etkileme kabiliyeti yüksek tarih, hukuk, ekonomi gibi beşeri konularla uğraşan disiplinlerde, resmi görüşlerin doğrulanması adeta tek amaç haline getirilmektedir. Totaliter ülkelerde bu disiplinler, halkın zihnini yönlendirmek için yöneticilerin kullandıkları resmi mitleri üreten verimli fabrikalar haline dönüşmüşlerdir. Bu alanlarda politik amaç taşımayan gerçeklerin araştırılmasına artık izin verilemez. Hangi doktrinlerin öğretileceğine veya yayınlanacağına otoriteler karar verirler.

Düşünce üzerindeki totaliter kontrol, ilk bakışta siyasi hiçbir önemi yok gibi görünen konulara da uzanır. Bazı doktrinlerin neden resmi olarak benimsenmesi ve teşvik edilmesi gerektiğini anlamak zor olsa da, çeşitli totaliter sistemlerde hoşlanılan ve hoşlanılmayan konuların birbirine benzemeleri ilginçtir. Soyut düşünce biçimlerine karşı ortak bir hoşnutsuzluk kolektivist bilim adamları camiasında da görülmektedir. Rölativite teorisinin Hıristiyan ve Nordik fiziğe Yahudi saldırısı olarak veya diyalektik materyalizm ve Marksist dogmayla çatışmalı bir teori olarak takdimi farklı şeyler değildir. Aynı şekilde, matematiksel istatistik teoremlerinden bazılarına ve genel olarak matematiğe, tarih boyunca burjuvazinin emrinde oynadığı rol gerekçesiyle saldırılabilmekte ve bunlar halka hizmet etme garantisi taşımadığı için tümüyle mahkûm edilebilmektedir. Özellikle saf matematik, hırpalama ve yıpratma kampanyasından yeterince nasibini almış, hatta sürekliliğin niteliği üzerindeki görüşlere “burjuva tahribatı” olarak saldırılabilmiştir. Webb’lerin belirttiğine göre, Marksist-Leninist Doğal Bilimler Dergisi’nde aşağıdaki sloganlara rastlanabilmiştir: “Matematikte Parti’nin sesiyiz”, “Cerrahide Marksist-Leninist Teorinin temsilcisiyiz.” Durum Almanya’da da hemen hemen aynıydı. Nasyonal Sosyalist Matematikçiler Birliği Dergisi, matematikte Parti’nin yan kuruluşu haline gelmişti. Nobel ödüllü, en tanınmış Alman fizikçilerden Lenard, hayat boyu bilimsel çalışmalarını “Dört Ciltte Alman Fiziği” adıyla toplamıştır.

Herhangi bir insan faaliyeti kendi amacının dışına taşamıyorsa totalitarizm tarafından mahkûm edilmiştir. Bilim adına bilim, sanat adına sanat, Nazilere, Sosyalist entelektüellere ve komünistlere çok nahoş gelmiştir. Onlara göre her eylem, ancak bilinçli bir sosyal amacın ürünüyse haklı görülebilirdi. Kendiliğinden gelişen, yönlendirilmemiş bir eylem, planın öngörmediği olaylara yol açabileceğinden yasaklanmalıydı. Böyle bir eylem planlamacının filozofisinde öngörülmemiş, henüz rüyası tamamlanmamış yeni şeyleri gündeme getirebilme riskini taşır. Bu prensip çeşitli oyun ve eğlence türlerine kadar genişletilebilir. “Satranç oyunundaki tarafsızlığa kesin olarak son vermeliyiz” mesajının, Almanya’daki satranççılara mı yoksa Rusya’daki satranççılara mı verildiğinin cevabının tahminini okuyucuya bırakıyorum. Satranç uğruna satranç, tıpkı sanat uğruna sanat gibi mahkûm edilmeliydi.

Bize ne kadar çarpık ve sapkın gelirse gelsin, bu örnekleri, planlı ve totaliter rejimlerin temel karakteriyle ilgili olmayan, tesadüfi yan ürünler olarak algılayamaz mıyız? Hayır. Çünkü bunlar ‘bütünün üniter zihniyeti’nin her şeyi yönlendirdiğini görmek gibi bir arzunun halkın, uğruna ne pahasına olursa olsun sürekli fedakarlık yapmaya zorlandığı resmi görüşleri onaylaması zorunluluğunun ve nihayet halkın bilgi ve inançlarının tek bir amaç için kullanılabilecek bir enstrüman olduğu konusundaki bir kanaatin doğrudan sonuçlarıdır. Bilim gerçeği yansıtmak yerine, sınıf çıkarlarına, topluma ve devlete hizmet etme zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıldığında, yeni yeni argümanlar ileri sürmenin ve bilimsel tartışmaların tek görevi, olsa olsa toplumu yönetecek inançların doğrulanması ve yayılması olacaktır. Nazi Adalet Bakanı’nın da açıkladığı gibi her yeni bilimsel teorinin kendine sorması gereken soru şudur: “Toplumun yüce çıkan için Nasyonal Sosyalizme hizmet etmekte miyim?”

‘Gerçek’ kelimesi eski anlamından uzaklaşmıştır. Bundan böyle bu kelime sadece bireysel bilincin hakemliğinde ‘delil’in doğruladığı bir inanç ifadesi olmaktan çıkarılmış, ancak otorite tarafından vazedilen organize edilmiş bir güç birimimin menfaatine olduğuna inanılan ve onun isteklerine göre değiştirilebilen bir kavram haline dönüştürülmüştür.

‘Gerçek’ kelimesi eski anlamından uzaklaşmıştır. Bundan böyle bu kelime sadece bireysel bilincin hakemliğinde’ delil’in doğruladığı bir inanç ifadesi olmaktan çıkarılmış, ancak otorite tarafından vazedilen organize edilmiş bir güç birimimin menfaatine olduğuna inanılan ve onun isteklerine göre değiştirilebilen bir kavram haline dönüştürülmüştür.

‘Gerçek’ kavramını halife alan ve anlamını yok eden bir tutum, rasyonel düşüncenin gücüne olan inancın ve bağımsız araştırma ruhunun yok olması, her bilim dalında düşünce farklarının otorite tarafından kararlaştırılacak politik sorunlar haline dönüştürülmesinin yarattığı tuhaf iklim, kısa bir tanıtımla kimsenin kolayca kavrayamayacağı, mutlaka şahsen yaşanması gereken şeylerdir. Belki daha da düşündürücü olan şey, düşünce özgürlüğünün sadece totaliter sistem kurulduktan sonra küçümsenmeye başlaması değil, aynı eğilimin, hâlâ liberal olan rejimlerde bile entelektüel önderler olarak alkışlanan kolektivist inancı benimsemiş kişiler arasında da görülebilir olmasıdır. Bunlar, sosyalizm adına yapıldığında en şiddetli baskılara bile göz yumarak totaliter bir sistemi açıkça savunabilmekte, kolektif hoşgörüsüzlüğü göklere çıkarabilmektedirler. Daha geçenlerde bir İngiliz bilim adamının, “yükselmekte olan bir sınıfı korumak amacıyla yapıldığında, engizisyonun bile yararlı olabileceğini” savunduğunu okumadık mı?· Bu görüş, Nazileri, bilim adamlarını işkenceye, bilimsel kitapları yakmaya ve boyun eğdirilen halkın aydınlarını sistemli olarak yok etmeye sevk eden görüşlerden farksızdır.

***

Halka, kurtarıcı olduğuna inanılan bir akidenin empoze edilmesi olayı yeni ve zamanımıza has bir olay değildir. Yeni olan şey, pek çok aydının da bu teşebbüsleri haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Halkın düşünce ve zevkleri, propaganda ve reklam yoluyla daha yüksek sınıfların çıkarlarına göre şekillendirildiğinden, toplumumuzda gerçek bir düşünce özgürlüğünden söz edemeyiz denilmekte ve şu sonuca varılmaktadır. Mademki büyük çoğunluğun idealleri ve zevkleri kontrol edebileceğimiz araçlarla şekillendirilmektedir, o halde biz bu gücü halkın düşüncelerini kendileri için arzu edilebilir bir doğrultuya yöneltmekte kullanabiliriz.

Bir toplumda, büyük bir çoğunluk, bağımsız olarak düşünebilmek kapasitesine sahip olmadığı için, pek çok konuda hazır mamul olarak buldukları görüşleri aynen benimseme eğiliminde olduğu gibi, yeni bir inançlar sistemine kazandırılmaktan da memnun olabilir. Bu yüzdendir ki düşünce özgürlüğü, sadece küçük bir azınlık için doğrudan doğruya bir anlam ifade edebilir, Ancak bu halkın ne düşünmesi veya neye inanması gerektiğini belirleme hakkına sadece bir grubun sahip olması gerektiğini göstermez, Herhangi bir sistemde, halkın çoğunluğunun bir kimsenin liderliğini kabûl etmesi nedeniyle geri kalanların da bu lideri gözü kapalı izlemesi gerektiği görüşü sağlıksız bir düşüncedir. Herkes için aynı oranda bağımsız düşünme imkânını ifade etmediği için, düşünce özgürlüğünün değerini düşürmeye çalışmak, o değeri yaratan nedenleri tümüyle gözden kaçırmak demektir. Entelektüel özgürlüğün, gelişmenin temel muharriki olarak işlevini yerine getirebilmesi için herkesin düşünebilmesi veya bir şeyler yapabilmesi yeterli değildir, fikirlerin de özgürce tartışılabilmesi gerekir. Farklı düşünen muhalif ortadan kaldırılmadığı sürece, çağdaş insanım yönlendiren fikirleri sorgulayan, ileri sürülen argümanlarla propagandanın sonuçlarım test edecek insanlar daima var olacaktır.

Değişik bilgi ve görüşlere sahip insanların karşılıklı ilişkileri, düşünce dünyasının temelini oluşturur. Aklın gelişmesi, bu farklılıkların varlığına bağlı sosyal bir süreçtir. Akıldaki gelişmenin sonuçlarının önceden kestirilememesi, onun temel özelliğidir. Kaldı ki, bu gelişmeye hangi görüşlerin yardım edeceğini de bilemeyiz, Aklın gelişimini planlamak ya da organize etmek, zaman içinde onu geliştirmek bir yana aksine zayıflatmaktır. İnsan aklının her şeyi olduğu gibi kendi gelişimini de kontrol edebileceği düşüncesi onu, gelişmesini sağlayan bireylerarası ilişki sürecinden koparmak demektir. Kontrolüne yönelik teşebbüsler, aklın gelişmesini sınırladığı gibi onu durgunluğa iterek köreltmektedir.

Friedrich von Hayek, (1899 – 1992) Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Günümüz Türkiyesindeki siyasi durumlara ışık tutan bu sayfadaki yazılar yazarın 1944 tarihli 'The Road to Serfdom - Kölelik yolu' isimli eserinin 11. bölümünden alınmıştır.

Aklı yüceltmeye yönelen kolektivist düşüncenin trajedisi, gelişme sürecini yanlış algılaması yüzünden, sonunda onu tahrip etmesidir. Kolektivist doktrinin paradoksu, aklın bilinçli planlamasını ve kontrolünü talep ederken, onu yüce bir aklın önderliğine terk ederek bireyselleştirmesidir. Oysa ‘sosyal’ olguya bireyci bir gözle yaklaşan görüş, bireysel aklın gelişmesini bireylerarası serbest tartışma şartına bağlayarak ona sosyal bir nitelik kazandırabilmektedir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.