Leviathan

Sözlük | | Temmuz 29, 2020 at 10:37 am

Thomas Hobbes, Leviathan (1651) isimli eserinde şöyle diyor: “Devletin amacı, bireysel güvenliktir. Doğal olarak özgürlüğü ve başkalarına egemen olmayı seven insanların, devletler halinde yaşarken kendilerini tabi kıldıkları kısıtlamanın nihai nedeni, amacı veya hedefi, kendilerini korumak ve böylece daha mutlu bir hayat sürmek yani, insanları korku içinde tutacak ve onları, ceza tehdidiyle, ahitlerini ifa etmeye ve doğa yasalarına uymaya zorlayacak belirgin bir güç olmadığında, insanların doğal duygularının zorunlu sonucu olan o berbat savaş durumundan kurtulmaktır. Bu güvenlik, doğal hukukla sağlanamaz. Çünkü adalet, hakkaniyet, tevazu, merhamet ve özet olarak, bize ne yapılmasını istiyorsak başkalarına da onu yapmak gibi doğa yasaları, bunlara uyulmasını sağlayacak bir gücün korkusu olmaksızın, bizi taraf tutmaya, kibre, öç almaya ve benzer şeylere sürükleyen doğal duygularımıza aykırıdır. Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir ve insaf güvence altına almaya yetmez. Dolayısıyla, doğa yasalarına rağmen, (bu yasalara uyulmak istendiğinde ve güvenlik içinde uyulması mümkün olduğunda) kurulu bir iktidar yoksa veya bu iktidar güvenliğimiz için yeterince büyük değilse; herkes, bütün diğer insanlara karşı korunmak için, kendi gücüne ve kurnazlığına dayanacak ve üstelik bunu meşru olarak yapabilecektir. İnsanların küçük aileler halinde yaşadıkları yerlerde, birbirlerini soymak ve yağmalamak bir geçim yolu olmuş ve doğa yasasına aykırı olarak bilinmek şöyle dursun, daha büyük yağma yapan daha büyük bir şeref kazanmış ve insanlar, şeref yasalarından başka yasalara, yani zulüm yapmamayı, insanları kendi hayatları ve çiftçilik araçlarıyla baş başa bırakmayı emreden yasalara uymamışlardır. O zaman küçük ailelerin yaptıklarını, şimdi de, daha büyük ailelerden ibaret olan şehirler ve krallıklar yapmaktadır. Onlar da, tehlike bahaneleri ve istilaya uğrama korkusu ile veya istilacılara yardım edilmesinden korktuklarından ötürü, kendi güvenlikleri için, egemenliklerini genişletirler ve başka tedbir olmaması nedeniyle, haklı olarak, cebren ve hileyle, komşularını egemenlik altına almak veya zayıflatmak için ellerinden geleni yaparlar ve bundan ötürü çağlar sonra bile şerefle anılırlar.

Hobbes, Leviathan (eski kutsal kitaplarda adı geçen bir tür su canavarı) olarak adlandırdığı devletin, zorun tekelleştirilmesi ile vatandaşlar arası kuralların uygulanması adına gerekliliğine dikkat çekiyor. Komşumuz birey kişilerin bize yapabilecekleri varsayılan kötülükler bahane edilerek canavar (Leviathan) devletin üzerimizde de facto uyguladığı vahşet ve istismara katlanmamız gerektiği öğütleniyor. Bugün halen devleti ve devletin güç kullanma tekelini savunanlar, Hobbes’in bu teorisini dayanak yapmaktadırlar. Oysa, eğer devletin amacı, onun söylediği gibi ”bireysel güvenlik” olsa idi devletlerin elinde kolluk gücü yerine sivil bireysel kişiler tarafından bu amaçla kurulmuş yapılar bulunması ve bu güne kadar geçen bin yıllar içinde de iyi ya da kötü bu amaca hizmet etmiş olması gerekmez miydi? 

Gerçekte devletler ve dinler şu dünyada iki ayağımızın üzerinde gezinmeye başladığımızdan bu yana geçen milyonlarca yılın sadece son 10-20 bin yılı içinde var olmuşlar. Bakın Thomas Paine, devletlerin kökenini 1792 tarihli “Rights of Man” isimli eserinde nasıl anlatıyor;
Dünyanın ilk ve yalnızlık içinde geçen çağlarında insanların başlıca uğraşları sürülere çobanlık etmekten ibaret iken, bir eşkıya grubunun, bir memleketi istila edip haraca bağlaması işten bile değildi. İktidarlarını böylece kurduktan sonra çetenin reisi, haydut adını kral unvanı içinde kaybettirmenin yolunu bulurdu. Devletlerin ve devletlilerin kökeni işte aslında tam buradan başlar.”

Paine, devletlerin ceberrutlaşmasını, bireyleri ve halkları ezmesi ve istismar etmesini engellemek üzere bugüne kadar yazılmış belki de en iyi metin olan ABD Anayasası metninin hazırlanmasında emeği geçen kişilerden biridir. Paine, anayasa için de der ki; “Anayasa, bir hükmet tasarrufu değildir, bir hükümetin kurucusu olan bir milletin tasarrufudur; anayasasız (yani anayasası olmayan veya olup da onu uygulamayan) bir hükümet hakka dayanmayan bir kuvvettir. Millet tarafından vekâlet usulü verilen her iktidar bir emanettir, hodbehot alınan her iktidar da bir gasptır.”   

Devletlerin hiçbiri hükmettiği bireylerin güvenliğini amaçlamamış, amaçları hiçbir zaman bireylerin amaçlarıyla örtüşmemiştir. Devletler, amaçları ve ihtiyaçlarıyla bireylerden tamamen farklı yaratıklar olmuşlar. Bireyler adalet ister; devletler hukuk! Demagojik olarak ikisi ayni şey gibi gösterilmeye çalışılsa da pratikte, özellikle siyasi alanda, çoğu zaman ikisi birbirine tamamen zıt olabiliyor. Devletler hükmetmeyi, halkın üzerindeki hükümranlık ağırlığını olabildiğince arttırmayı istiyor, bireyler ise hükmedilmemeyi, olabildiğince özgür olmayı. Devletler güçlendikçe halkın sırtındaki ağırlıkları artıyor, bireyler (toplum) güçsüzleşiyor. Devletler ve devletliler ile onun tabisi bireyler arasında amaç / yarar birliğinden çok çelişkisi söz konusu.  

 “halk” ve “öldürme” sözcüklerinden oluşan Grekçe kökenli Demosid (halk katliamı) teriminin günümüzdeki anlamını politik bilimci R. J. Rummel şöyle tanımlıyor; “Ülkedeki bir iktidarın kendi kararları sonucu gerçekleşen (jenosit (soykırım), politisid (siyasi katliam) ve kitle kıyamları dâhil her türlü ölüm.” Rummel’in bu konuda topladığı ve incelediği 8.000 kadar belge üzerinden hazırladığı rapora (https://www.hawaii.edu/powerkills/NOTE1.HTM)  göre; 20. yüzyılda (1900-1999 arasında) gerçekleşen 262 milyon ölüm (öldürülme olayı) insanların kendi devletlerinin karar ve uygulamalarının doğrudan ve dolaylı sonucu olarak gerçekleşmiştir. Yani ‘Demosid’ olarak tanımlanmaktadır. Savaş kayıpları, bireysel cinayetler, idam cezaları vb. her türlü diğer ölümler bu sayının dışındadır. Dünyadaki bütün ülkeler göz önüne alınarak gerçekleştirilen bu istatistik çalışma “”bir dünya vatandaşının kendi devletinin güçleri tarafından doğrudan ve dolaylı olarak öldürülme riskinin başka bir ülkenin silahlı güçleri tarafından öldürülme riskine göre 6-8 kat daha fazla olduğunu”” apaçık bir biçimde ortaya koyuyor.  

Şu anda eğer hala Hobbes gibi “Devletin amacı, bireysel güvenliktir, ordumuz dış düşmanlara karşı, emniyetimiz iç düşmanlara karşı benim güvenliğimi koruyor, aman devletime bir zeval gelmesin” diye düşünüyorsanız eğer, zamansız ölümünüzün (20. yüzyıl istatistiklerine göre) bizzat devletinizin eylemleri sonucu gerçekleşme olasılığının ) iç veya dış düşmanların bir eylemi sonucu gerçekleşme olasılığına göre 6-8 kat daha fazla olduğunu hesaba katmanız gerekecektir. Çünkü 20. yüzyılda 262 milyon kişi doğrudan ve dolaylı olarak kendi devletlerinin eylemleri sonucu ölmüşler. Yüzyılın ortasında 1940-45 yılları arasındaki halk katliamlarında bir patlama yaşandığı görülmektedir. Bunun nedeni, hükümetlerin savaş ortamını ayni zamanda olası rejim muhaliflerini yok ederek iktidarlarını kuvvetlendirme fırsatı olarak değerlendirmek istemeleri olduğu düşünülüyor, çünkü o dönemde tam demokratik kabul edilen ülkelerde bile halk katliamı yaşanmış.

Dünyadaki hiçbir sivil cani, resmi görevli olanların yaptığı kadar büyük bir vahşeti asla gerçekleştiremez. En büyük vahşetler, insanlık suçları emir komuta zinciri içinde resmi yetkililer tarafından gerçekleştirildiğinde tüm kamu suçu gizlemekte suça ortak olmakta, hatta diğer ülkelerin devletleri bu suçun resmen gizlenmesinde yardımcı olmaktadır. Mesela, 1932 yılında sadece Ukrayna topraklarında yaşayan 5 milyon kadar insanın açlıktan öldürülmesi hadisesinden (Holodomor) yayın organlarında söz etmek suç idi. Dünya basını da son senelere kadar ayrıntıları hiç yazamadığı için daha yeni bilinir hale geldi. 1940 yılının nisan mayıs aylarında Stalin’in emriyle tam 21,768 Polonyalı sivil savaş esirinin katledilip toplu mezarlara gömülmesi de (mezarları NAZİ’lerin dünya basınını çağırıp göstermesine rağmen) dünya basınından yarım yüzyıldan uzun bir süre gizlenebilmişti. Belgelere göre, Sovyet gizli polisinin cellâdı Vasili Mihailoviç Blokin’in bizzat öldürdüğü kişi sayısı 7000 ile bir dünya rekorudur. Dünya tarihinde bu rekorun yüzde birine bile ulaşabilen bir bireysel cani henüz olmadı.

Oysa Hobbes’a göre esas amacı tamamen “bireysel güvenlik” olan devletler, emir komuta zinciri içinde yüz milyonlarca sivil insanı emniyet/güvenlik görevlileri vasıtasıyla katledebiliyor. Devletlerin 20. yüzyılda en az 262 milyon insanı de facto katletmeyi başarabilmiş olmalarının esas nedeni nedir? Bence, insanların küçük yaştan itibaren kandırma korkutma kışkırtma (KKK) koşullandırmasına uğrayarak kendi üzerlerinde kurulan sıkı ulusal otoriterliklere boyun eğmeleri ve devletlerinin kendilerine tam olarak neler yapmakta olduğunu başarılı bir şekilde gizleyebilmelerinden kaynaklanıyor.

Rummel’in raporundan çıkarılabilecek en temel gerçek, bir ülkedeki rejim ne kadar otoriter ise demosid’in o kadar fazla olduğu. Ülke iktidarı otoriterleştikçe demosid artıyor, demokratikleştikçe azalıyor. Rejim demokratikleştikçe halkın daha az katledilebilmesinin bana göre nedeni, esas olarak devletin yaptıklarını gizleme olanaklarının azalmasından kaynaklanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarından bu yana devletlerin halk katliamları istikrarlı bir şekilde azaldı. Bunun nedeni, devletlerin militer otoriterlik gücünün çoğu coğrafyada sürekli kan kaybetmesidir. Demokratikleşme ölçüsünde şeffaflık artıyor, şeffaflık arttıkça halk katliamı potansiyeli ve yapılan kötülükleri gizleme gücü azalıyor.

Anonim kaynaklardan topladıkları gizli belgeleri yayınlayarak devletlerin organize biçimde (emir komuta zinciri içinde) işledikleri kirli işleri halka duyurmak amacıyla 2006 yılında İzlanda’da kurulan WikiLeaks internet sitesi, ilk 10 yılında 10 milyon belge yayınladı. Belgeler, devletlerin karanlık yüzünü açıkça ortaya koymaktaydı. Görünürde şeffaflığı ve bireyci özgürlükçülüğü savunan ABD başta olmak üzere en gelişmiş ve demokratik saydığımız ülkeler gizli kamu belgelerini yayınlayan sitenin kurucusu Julian Assange’a cephe aldılar. Avustralya vatandaşı Assange hakkında İngiltere’de iken İsveç’ten açılan uydurma bir cinsel suç iddiası ile yakalama kararı çıkartıldı. Maksat kendisinin ABD’ye gönderilip orada ibretiâlem için yargılanması idi. Ülkelerin kamu idarelerinin insanlık suçları işleyip örtbas edebilmelerinde çok elverişli bir araç olan “devlet sırrı”, “gizli belge” kavramlarının bugünün insanlık vicdanında yeri yoktur. 21. yüzyılın dünyasında en ileri saydığımız ülkelerin bile kamu idarelerinin kendi halklarına karşı suç işleme ve işledikleri suçları dünya kamuoyundan gizleme konusunda ortaklık ve işbirliği içinde olduklarını gösteren bundan daha açık bir kanıt olabilir mi? 

Peki, o zaman eğer durum böyle ise WikiLeaks benzeri medyalar, devletler ve devletlilerin aslında yapmakta olduklarına ilişkin gerçeklikleri ortalığa sızdırıp gün ışığına çıkartırlarsa durum ne olacak? Yine de sanki hiç bir şey olmamış gibi eski güç ve hâkimiyetlerini sürdürmeğe devam edebilecekler mi?

Devlet hakkında iyimser görüşe sahip hemen herkes onu bir sosyal hizmet kurumu olarak tanımlamaktadır. Kimileri onu sosyal hedeflere ulaşmakta özel sektöre karşı bir denge unsuru olarak düzenlenmiş, (çoğu zaman amaçlarında pek etkili olamasa da kaynak rekabetinde ona galip gelen) samimi bir teşkilat olarak görür. Bazıları da ona ilahi bir güç atfederek onu toplumun tanrılaşmış aşkın hali olarak tanımlar.

Demokrasilerin yükselişiyle birlikte devletin toplumla özdeş biçimde tanımlanması yaygınlaşmış, ancak öte yandan “hâkimiyet milletindir, bu devlet bizim kendimizin” şeklindeki ifadeleri de sıklıkla işitmeye başlayınca bu yaklaşımın aklın ve ahlakın tüm temel ilkelerini çiğneyen, akla ziyan bir nitelik kazandığı da artık açıkça görülmeye başlanmıştır.

Faydalı iştirak terimi olan “BİZ” politik hayatın gerçeklerinin üstüne ideolojik bir kamuflaj örtmeyi mümkün kılıyor. Yani eğer biz devletsek hükümetsek (milletsek ve hakimiyet milletindir ise) o zaman “”devletin bize yaptığı her şey haklıdır, hiçbir şey zalimce olamaz ve biz bunların hepsine kendimiz zaten gönüllüyüz”” olmuş oluyor. Oysa, bu hakikatin üstünü örtmek için uydurulmuş bir sahtekârlıktan başka ne olabilir?

Mesela eğer hükümet büyük bir iç borçlanma yapmışsa ve bu borç alacaklı gruba ödenmek üzere bir grubun vergilendirilmesi ile karşılanacak ise buradaki asıl gerçeğin üstü “”biz kendi kendimize borçluyuz”” şeklinde örtülebilir oluyor.

Devlet, birini askere aldığında, ya da hükümete muhalefet etiği için hapse attığında o bunu sanki “”kendi kendisine yapmış”” gibi oluyor ve burada sanki karşı çıkılması gereken bir münasebetsizlik yokmuş gibi değerlendirilebiliyor. Bu mantığa göre (halkın demokratik oylarıyla seçilerek iktidara gelmiş olan) Nazi Hükümeti’nin katlettiği Yahudiler katledilmemiştir (hükümet bizzat kendileri olduğuna göre), belki kendi kendilerini öldürmüşlerdir. Hükümetin onlara yaptığı her şey onların kendi rızalarına göredir. Buna nasıl inanabilirsiniz?

Böyle bir açıklama mantıklı sayılamayacağına göre Devlet (Kamu) biz değildir. Biz de kamu değiliz. Devlet, ortak sorunlarımızı çözmek üzere “”insan ailesinin bir araya gelmiş bir hali”” değildir.  Ondan çok başka bir şeydir.

Kısacası, devlet belirli sınırları olan bir coğrafyadaki “”güç ve şiddet kullanma tekelini korumak isteyen”” bir organizasyonun (ya da pejoratif adıyla bir çete veya çeteler birliğinin) adıdır. Bir toplumda açıkça, resmen çalıştığı halde gelirini gönüllü bağış ve ödemelerden değil de sürekli olarak cebir ve şiddet yoluyla (icbarla / zorla) elde edebilen tek örgüttür.

Toplumdaki diğer tüm kişi ve kurumlar gelirlerini mal ve hizmet üreterek ve barışçı bir şekilde diğer insanlara satarak kazanmak zorunda oldukları halde “Devlet” gelirlerini icbarla hapis ve icra tehdidiyle, süngüsünün gücüyle toplar. Gelirlerini toplamak için güç ve şiddet kullanan devlet kendi uyruğu olan bireylerin diğer tüm hareketlerini (hayatlarını ve yaşam tarzlarını da) kendi isteğine göre dikte etme, denetleme düzenleme faaliyetleri içindedir.

Tarih boyunca yeryüzünde var olmuş tüm devletleri gözlemlemek bu iddiayı doğrulayacaktır. Ama devletlerin ne olup ne olmadıkları ile ilgili kafa bulanıklığını yaratan hava o kadar uzun süredir var ki bunu açıklamak gerekiyor.

Adaleti çiğnemek ve yasal şiddet kullanımı halen devletin tekelinde bir hak olarak görülmektedir. ABD topraklarında her yıl 1.000 civarında ABD vatandaşı polis kurşunuyla vuruluyor. Çin topraklarında her yıl 3.500 civarında Çinli idam ediliyor. Bu iki ülke bugün dünyanın en büyük iki ekonomisi. Diğerlerinde dünyanın 300’den fazla noktasında devletler halklarıyla bir tür örtülü savaş halinde. Öldürdükleri vatandaşları ‘teröristi etkisiz hale getirdik’ diye açıklıyorlar.  

İnsanoğlu dünyaya çıplak gelir. Doğanın kendisine verdiği kaynakları (mesela sermaye yatırımı yaparak) kendi isteklerinin tatmini ve hayat standardının yükseltilmesi için kullanabileceği yer, biçim ve mekânlara dönüştürmesini öğrenmek üzere aklını kullanmaya gerek duyar.

İnsanoğlunun bunu yapabilmesinin tek yolu kendi aklını ve enerjisini kaynakları dönüştürmekte kullanması (üretim) ve elde ettiği ürünlerini başkalarının ürünleriyle takas etmesidir. İnsan şunu da keşfetmiştir ki, karşılıklı rızaya dayalı alışverişler ile her iki tarafın da üretkenliği ve hayat standardı muazzam bir şekilde artmaktadır. O halde insanın hayatta kalması ve servet kazanmasının tek doğal yolu aklını ve enerjisini bu üretim ve değiş tokuş işlerinde kullanması olmaktadır.

Bunu önce üretimi için gerekli doğal kaynakları bulmak ve daha sonra da (Locke’un deyişiyle) kendi emeğiyle karıştırarak dönüştürüp kendi bireysel malları haline getirmek suretiyle yapmaktadır. Birey bu şekilde elde ettiği ürününü daha sonra benzer biçimde başka ürünleri elde etmiş olan insanlarla değiş tokuş eder. Dolayısıyla, insanın doğasının gerektirdiği sosyal yöntem “mülkiyet hakları” ve bu hakların karşılıklı olarak takas veya hediye edilebildiği bir “serbest pazar” olmaktadır.

Bu yol sayesinde insanoğlu A’nın kıt kaynaklara B’nin sırtından sahip olabilmesi için birbirleriyle savaşmak zorunda olduğu cangıl metotlarından kurtularak, kaynakların çok fazlalaşmasını sağlayan uyum içinde karşılıklı üretim ve değiş tokuş yöntemini geliştirmeyi öğrenmiştir.

Ünlü Alman sosyolog Franz Oppenheimer servet kazanmanın birbirinden bağımsız iki yolu olduğuna işaret etmiştir;

– Birincisi “ekonomik yöntem” olarak nitelendirdiği üretim ve değiş tokuş,

– İkinci yol ise “politik yöntem” olarak nitelendirdiği başkalarının sahip olduğu mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma yöntemi.

Birinciye göre çok daha basit olan bu ikinci yöntemde karşılıklı rıza gerekmeden, tek taraflı olarak hırsızlık ve gasp yoluyla bir el koyma söz konusudur.

Açıktır ki insanların hayatta kalmak ve servete ulaşmak için barışçı bir şekilde kendi akıl ve enerjisini kullanarak üretim yapması “doğal” olan yoldur. Ayni şekilde açıktır ki ihtiyaçlarını zorlayıcı zulüm ve sömürü ile başkalarının sırtından karşılamak doğa hukukuna aykırıdır. Asalaklıktır, çünkü toplam üretimi arttırmak yerine azaltıcı bir yoldur. Politik yöntem üretimin asalak ve tahripkâr bir birey ya da gruba hortumlanmasıdır. Bu hortumlama yöntemi sadece üretimden aldığı payla değil, üretici bireylerin kendi hayatta kalma düzeyinin üzerinde bir üretimi gerçekleştirme şevklerinin kırılması dolayısıyla da yıkıcıdır. Soyguncu uzun vadede kendi tedarik kaynağını küçültür veya yok eder. Hatta bu davranışı ile kısa vadede bile kendi gerçek insan doğasına aykırı bir davranış içindedir.

Şimdi, esas soruya daha bütüncül bir cevap verebilecek durumdayız. Devlet nedir?
Devlet; Oppenheimer’in deyişiyle yukarıda açıkladığımız “politik yöntem”in organizasyonudur. Yani belirli bir coğrafyada sürdürülecek yağmacı proseslerin sistemleştirilmiş halini temsil eder.

Mesela, suç en fazla arada sırada görülen arızi bir durumdur. Asalaklık da daima kısa ömürlüdür. Onun zorlayıcı parazit ömrü mağdurlarının direnmesi sonucu her an sona erebilir. Oysa devlet özel mülkiyetin yağmalanması için yasal, düzenli ve sistematik bir kanal sağlar. Toplum içindeki parazit bir sosyal sınıfın güvenli, emin ve nispeten huzur içinde bir yaşam sürmesini güvence altına alır.

Devlet, hiçbir yerde bir sosyal toplumsal sözleşme sonucu ortaya çıkmamıştır. Devletlerin ortaya çıkışı her yerde ve daima bir fetih (gasp) ve sömürü sonucunda olmuştur. Kurulan iktidarın kendini içeriden gelecek ayaklanmalar ve dıştan gelecek saldırılardan korumak ve o bölgede yaşayanları ekonomik olarak sömürmekten başka da ciddi hiçbir amacı yoktur.

Klasik “devlet” paradigması fetihçi bir kabilenin fethettiği kabileyi her zamanki gibi yağmalayıp katletme yöntemi yerine yaşamasına ve üretim yapmasına izin vermek ve o kabilenin arasına onların yöneticisi olarak yerleşmek suretiyle fethedilen kabileden yıllık bir haraç alma yöntemini keşfetmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Söz gelimi bir haydut grubu işgal ettiği dağlık Güney Ruritanya bölgesinde fiziksel kontrolü ele geçirir. Daha sonra o haydut grubunun başbuğu ele geçirdiği gölgede kendini bağımsız ve hükümran Güney Ruritanya hükümetinin kralı ilan eder. Eğer iktidarını sürdürebilecek güce sahip ise alın işte Milletler Cemiyeti’ne yeni bir devlet daha kazandırıldı ve eski haydut liderleri de o diyarın yeni yasal soyluları haline dönüştüler.

Devlet bir kez kurulduktan sonra hükümran devletli sınıfının en önemli problemi hükümranlığını sürdürmektir. İşleyiş usulü kuvvete(cebir ve şiddete) dayalı olmakla birlikte uzun vadeli temel problemi ideolojiktir. Demokratik olsun olmasın herhangi hükümetin daima halkın çoğunluk desteğine ihtiyacı vardır. Aktif bir destekten söz etmiyoruz. Tıpkı kaçınılmaz bir doğa yasasına itaat eder gibi, halkın iktidara karşı pasif kayıtsızlığı dahi onay anlamına gelir. Aksi halde az sayıdaki devletli iktidar sahibi halkın çoğunluğunun aktif direnişiyle karşı karşıya kalır ve iktidarını sürdüremez olur.

İktidar sahibi devletliler, bürokrat ve soylular ekonomik olarak halkın üretim fazlasıyla geçindiklerinden nüfustaki payları çok fazla değildir. Ancak, genellikle iktidar sahiplerinin halkın içindeki önemli gruplardan satın aldığı bazı müttefikleri de bulunur. İktidarın temel görevi daima vatandaşların çoğunun en azından boyun eğmiş bir kabul içinde olmasını sağlamaktır.

Kuşkusuz, desteği güvence altına alabilmenin yolu da sağlanacak ekonomik menfaatlerdir. Örneğin bir kralın kendi başına hükmetmesi mümkün değil. İktidardan minimum paylar verdiği hükümet üyeleri, bürokratlar ve müesses nizamın soyluları onun yanında durur. Yine de hükümetin ateşli yandaş kitlesi içinde bu grubun sayısı çok azdır. Hükümetin imtiyaz sağladığı, teşviklerle alım gücünü desteklediği kitlelerin sayısı da yeterli olmaz. Çoğunluğun ideolojik olarak hükümetin iyi, akıllı, ya da en azından vazgeçilmez olduğuna ikna edilmesi gerekir. Halkın arasında belirli bir çoğunluğa ulaşacak bir biçimde bu ideolojik görüşlerin teşvik edilmesi aydın ve akademikerlerin sosyal görevidir. Toplumun geniş kitleleri kendi fikirlerini üretemediklerinden ve bu fikirler arasında özgürce yorumlama yapamadıklarından kitleler aydınlar tarafından üretilen ve yayılan fikirleri pasif olarak izlerler. O yüzden aydınlar toplumun görüş biçimlendiricileridir. Devletin esas ihtiyacı da görüş biçimlendirmek olduğundan devlet ile aydınlar arasındaki kökü çok eskilere dayanan işbirliğinin kaynağı ortaya çıkar.

Devletin aydınlara olan ihtiyacı açıktır, ancak onların neden devlete ihtiyaç duydukları pek o kadar açık değil. Kısaca şunu söyleyebiliriz ki serbest piyasa içinde aydınların geçim kaynağı pek güvenceli değildir. Kitleler genel olarak entelektüel konularla pek ilgilenmediklerinden, halk kitlelerinin değer ve tercihleri onlara güvenli bir geçim kaynağı veremez. Oysa devlet, aydınlarına devlet aparatının içinde güvenli bir liman, sürekli bir gelir ve bir prestij zırhı sağlamaya hazırdır. Çünkü aydınlar ve akademikerler bir parçası haline gelecekleri hükümet devletlileri için sağlayacakları önemli işlevler karşılığında cömertçe ödüllendirilirler.

Devlet ve onun aydınları ve akademikerleri tarafından iktidarın hükümranlığına destek sağlamak üzere oluşturulan argümanlar şu şekilde özetlenebilir;

a) Devletin egemenleri büyük ve akıllı insanlardır. İlahî bir hükümranlık hakkına sahip soylu kimselerdir. Bilimde uzman olup, hükmettikleri iyi ama daha basit halka göre her şeyi daha iyi bilirler.

b) Hükümetin yıkılması halinde (maazallah) ortaya çıkabilecek tarifsiz kötülüklerin karşısında onların iktidarı vazgeçilmez olup, hükümranlıkları mutlak surette gereklidir.

Kilise ve devletin işbirliği bu ideolojik aygıtların en eski ve en başarılı örneklerinden olmuştur. Çünkü bu şekilde hükümdar ya tanrının kutsadığı bir insandır ya da çoğu şark despotluklarında olduğu gibi Tanrı’nın ta kendisidir. Bu durumda, hükümranlığa yapılacak herhangi başkaldırma da bizzat tanrıya küfür gibi sayılmaktadır. Devletin ruhban sınıfı iktidar için gerekli halk desteğini ve hatta bizzat hükümdara tapılmasını sağlamak için çalışmakta ve gerekli entelektüel işlevi yerine getirmektedir.

Bir diğer başarılı aygıt ise halk arasında diğer herhangi yönetim (veya yönetimsizlik) alternatifinin çok korkunç olacağı korkusunu yerleştirmektir. (Thomas Hobbes’un Leviathan isimli eseri bu konuda tam bir şaheserdir.)  Halka mevcut yönetimin müteşekkir olunması gereken çok mühim bir hizmet sağladığı, halkı bireysel katiller ve yağmacılardan koruduğu bilgisi işlenir. Gerçekten de devlet halk üzerindeki kendi beslenme tekelini korumak için arızi ve münferit yağmacılıkları en minimumda tutmaya gayret eder. Devlet, kendi ayrıcalık imtiyazlarını korumakta daima kıskanç olmuştur. Ama özellikle son yüzyıllarda devletler halklarının yüreğine öteki devlet yönetimlerinden olan bir korkuyu salmakta çok başarılı olmuşlardır. Küresel olarak dünya belirli devletler arasında bölüşülüp parsellenmiş durumda olduğundan, devletlerin temel doktrinlerinden biri kendini hükmettiği topraklarla özdeşleştirmek olmuştur. İnsanlar çoğunlukla vatanını sevdiklerinden ülkeyi ve milleti devletiyle özdeşleştirmek insanlardaki vatanseverlik duygusunu “devletin” yararına devşirmek imkânı vermektedir.

Sözgelimi, Ruritanya’ya Valdavya tarafından bir saldırı gerçekleşirse Ruritanya devleti ve aydınlarının birinci görevi Ruritanya halkını saldırının ülkedeki iktidara(devletlilere) değil de kendilerine yapıldığına ikna etmektir. Böylelikle, aslında ülkelerin devletlileri arasında olan bir savaş halklar arasındaki bir savaş haline dönüştürülmüş olur. Halklar da (devletlileri sanki halkı korumaya çalışıyormuşlar yanılgısı içinde) kendi devletlilerinin savunmasına koşarlar. “Milliyetçilik” olarak tanımlayabileceğimiz bu olay, batı medeniyeti içinde sadece son yüzyıllarda gerçekleşebilmiştir. Ondan önce savaşlar çeşitli asilzade grupları arasında ve halklarından bağımsız bir şekilde yürütülmekte idi.

Devletin yüzyıllardan beri kullandığı ve hemen göze çarpmayan bir ideolojik silahı da geleneklerdir. Devletin hükümranlığı ne kadar uzun süreden beri devam etmekteyse “gelenek” (milli ve manevi değerler) silahının gücü de o kadar artar. Atalarımız diye ilahlaştırılanlar da aslında eskiden yaşamış devletlilerden başkası değildir. Şimdiki iktidara getirilen herhangi eleştiri, herhangi şüphe isnadı atalarımızın bilgeliğine hakaret biçimine dönüştürülerek bastırılır.

Bir diğer ideolojik güç de toplumun birlik bütünlüğü yüceltilerek bireye karşı çıkılmasıdır. Çünkü herhangi iktidar ülke çoğunluğunun kabulünü temsil etmektedir. Oysa iktidara karşı herhangi tehlike başlangıçta sadece bir veya birkaç birey tarafından dile getirilebilir. Doğası gereği her yeni fikir, (özellikle de kritik bir yeni fikir) başlangıçta sadece küçük bir azınlığın görüşü olarak işe başlamak zorundadır. İşte o yüzden yeni fikirler daha henüz tomurcuk iken “halkın çoğunluğunun görüşlerine aykırı” olduğu muamelesi yapılarak küçük düşürülür ve yok edilir. “Kardeşlerinin sözünü dinle, toplumun huzurunu bozma” sözleri bireysel muhalefeti ezmekte kullanılan kuvvetli ideolojik silahlar halindedir.


Bu gibi önlemler sayesinde geniş kitleler kralın aslında çıplak olduğunun farkına varmazlar. Saltanat sevilmeyen bir durumda dahi olsa hükümranlığının vazgeçilmez olduğunu göstermek ve halkın pasif kayıtsızlığını elde etmek zorundadır.


Bunun için en sık kullanılan metotlardan birisi bireysel irade özgürlüğüne karşı tarihselci kaçınılmazcılığı (historiyografik determinizmi) öne sürmektir. (Sözgelimi eğer X hanedanı başımızda iktidarını sürdürmekte ise bu durum “tarihin değişmez yasalarının, ilahi iradenin, ya da toplumların üretken güçlerinin maddi ve mutlak iradesinin” bir gereğidir. Naçiz bireylerin yapabilecekleri hiçbir şey bu mukadderatı değiştiremez vb.)


Devletler için vatandaşın tarih konularıyla ilgili herhangi komplo teorilerine prim vermemesini sağlayacak telkinlerde bulunmak da çok önemlidir. Çünkü eğer vatandaş resmi tarihi sorgulamaya ve orada gerçekleşmiş büyük kötülüklerdeki devletlilerin gerçek güdü ve sorumluluklarını araştırmaya başlarsa varabileceği sonuçlar devletler için tehlikelidir. Tarihi olaylarda karşılaşılabilecek her türlü zulüm, çıkarcılık, yiyicilik, savaş saldırganlığı gibi durumlar da o yüzden o sırada hükümran konumdaki devletlilerin suçu değil de, gizemli esrarengiz sosyal güçlerin sorumluluğu, ya da dünya düzenindeki aksaklıkların birer sonucu olarak açıklanır. Bir şekilde yayılır ve herkesin sorumluluğu (hepimiz katiliz) haline getirilir ki bu durumda halkın gerçek sorumlulara karşı infial duymalarının önüne geçilebilsin.


Devletin gerçekleştirdiği despotça eylemlere daima kamu yararı (milli menfaatler) olarak bir zırh giydirilmiştir ve onlara ilişkin şikâyetlerin üzerine daima “komplo teorileri” tanımlaması yapılarak saldırılması, vatandaşın kolayca kandırılmasını ve hükümetin ideolojik propagandasından şüphe edilip kamu düzeninin bozulmamasını sağlayacaktır.


Vatandaşlar üzerindeki devlet iradesini daim kılmakta kullanılan başarısı denenmiş bir gerçek metot da suçluluk duygusunu harekete geçirmektir.

Bireyin refah ve mutluluğundaki herhangi artış “vicdansız ihtiras”, “maddiyatçılık”, veya “aşırı varsıllık” olarak nitelenir. “Kar etmek” vurgunculuk ve sömürücülük “karşılıklı faydaya dayanan alışverişler” ise egoistlik, bencillik olarak nitelenir. Bu nitelemeler daima özel kazançların daha ve daha fazlasının kamu sektörü tarafından hortumlanması gerektiği görüşüne yöneltecek biçimde olur.

Vatandaşta uyandırılan suçluluk duygusu, kamuyu bu hortumlamayı daha kolay ve rahat biçimde yapmaya hazır hale getirir. Bireylerin çok kazanma arzusu “egoist ihtiraslar” haline getirildikçe kamu yöneticilerinin halktan daha çok gelir toplaması “asaletli ve yüce amaçlara yönelik” olarak tanımlanır. Böylece, üretken olmayan asalak yağmacılık ahlaken ve estetik olarak bireylerin barışçıl ve üretken çalışmalarının üstünde bir yüceliğe yükseltilmiş olur.

Eskinin kutsal devletinin sahip olduğu haklar şimdiki daha seküler dünyamızda yeni bir tanrının duasıyla kutsanmıştır. Bilim. Devlet hükümranlığı şimdi de kendini ultra-bilimsel ilan etmiştir. Uzmanlarıyla, planlamasıyla eskiye göre daha akil(rasyonel) bir düzen olmakla birlikte buradaki akıllar bireyin ve onun özgür iradesinin yararına olan akıllar değildir. Halen kolektivisttir, deterministtir, bütüncül biriktirmelere ve edilgen bir tebaanın devletlileri tarafından zorla manipüle edilmesine dayalıdır.


Devletin entelektüelleri tarafından bugün bilimsel argocu dil kullanılarak devlet egemenliğini savunmak için geliştirilen cehalet yanlısı savunmalar daha eski ve basit çağlardaki halk tarafından istihza ve alayla karşılanırdı. Bir hırsızın “yaptığı soygunla aslında mağdurlarına yardım ettiği, yaptığı harcamalarla perakende satışları arttırdığı vb. biçimindeki savunmaları aslında aklı başında pek az kimseyi ikna edebilir. Ancak, şimdi bu teoriler üzerine Keynesçi denklemler ve çarpan etkisine dair etkileyici referanslar giydirilerek maalesef daha ikna edici hale getirilebilmektedir. Bu şekilde her çağda kendine göre yöntemler kullanılarak sağduyuya karşı yürütülen saldırı sürdürülebilmekte ve ilerletilebilmektedir.


İdeolojik desteğin devlet için hayati önemde olduğunu biliyoruz. O yüzden günümüz devletleri kendi faaliyetlerinin haydutlarınkinden farklı olduğunu vurgulamak ihtiyacıyla sürekli “yasallık” kavramına vurgu yapmakta, aklıselime karşı saldırılarını ise aralıksız sürdürmektedirler.


Mencken şöyle yazmıştı;
Ortalama bir insan devletin en azından kendisinin ve arkadaşlarının dışında bir yapı olduğunu, ayrı, kendisinden bağımsız ve düşman bir güç olduğunu, kendisine büyük zararlar verme gücüne sahip olduğunu ve kendisinin onun üzerinde çok sınırlı bir kontrolü bulunduğunu bilir. Hükümeti soymanın bireyi soymaya göre çok daha önemsiz bir suç olduğunu düşünür. Bunun gerisinde hükümet ve hükmettiği halk arasındaki temel antagonizma yatmaktadır. Halk hükümetin, tüm toplumun ortak işlerini görmek için halk tarafından seçilmiş bir vatandaşlar komitesi olmadığını, tam aksine esas olarak kendi üyelerinin yararı için halkı istismar etmeye yönelik faaliyetler içinde olan, kendisinden bağımsız ve otonom bir kuruluş olduğunu düşünür.” “Bir şahıs soyulduğunda değerli bir insan kendi çaba ve tutumluluğunun meyvelerinden mahrum edilmiş olur. Oysa devlet soyulduğunda sadece bazı düzenbaz ve aylak insanların elindeki oynayabilecekleri para biraz daha azalmış olur. Kimse onların bu parayı kazanmış olduklarını düşünmez, aklı başında çoğu insan için devletin bu parayı kazanmış olduğu düşüncesi gülünçtür.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.