Covid -19 Pandemisi

Zeitgeist / Denemeler | | Ağustos 3, 2020 at 12:27 pm

2019 yılının Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinden yayılmaya başladığı fark edilen Covid-19 adlı virüs önceleri Dünya Sağlık Örgütü WHO başta olmak üzere farklı ülkelerin sağlık otoriteleri tarafından çok ciddiye alınmamıştı. İlk başta yeni bir tür grip salgını gibi görülmüş, Çin’in otoriter rejiminin çok sıkı önlemler alma ve aldığı önlemleri kesin şekilde uygulatabilme kabiliyeti sayesinde yayılmanın merkezinde durdurulabileceği görüşü hâkim olmuştu. Durdurulamayıp hızla yayıldığının görülüp pandemi ilan edilmesi Mart ayının ortalarını buldu.

Aklı eren birileri aslında daha epey önceden bizi uyarmış, kolektif sistemlerimizin ciddi bir virüs salgınına karşı hiç hazırlıklı olmadığını, durdurulamadan epidemi boyutuna ulaşırsa tüm insan ırkı için tarifi imkânsız bir yıkıma yol açabileceğini söylemişlerdi. Oysa hükümetler ve uluslararası kurumlar bize son epidemi “ebola” örneğini göstererek çok güçlü olduklarını, evelallah daha yeni her ne çıkarsa onun da pekâlâ üstesinden gelinebileceğini iddia ettiler.

Ebola virüsünün etkilediği insanlar üzerindeki arazları korkunç idi ama onun “dobra” bir tarafı da vardı. Sinsi değildi, kendini hemen belli ediyor belirli klasik önlemlere dürüstlükle cevap veriyordu. Şimdikinde (yani Covid-19’da) ise anladığım kadarıyla çok ince siyasetler var. Hücrelerin içine nüfuz edip hortumlarını bağlıyor. Bağışıklık sisteminin ürettiği antikorların içine girip böyle tebdil kıyafet (bedenin baş koruyucusu, kollayıcısı, güvenlikçisi kılığında) üreyerek kolayca dolaşabiliyorlar. Onlara karşı dışarıdan bir müdahale belki ancak bağışıklık baskılayıcı ilaçlarla yani koruyucu kisvesindeki hücrelerin her önüne geleni terörist ilan edip ele geçirmesine engel olarak yapılabiliyor, ama bunun da kalıcı bir çözüm olmadığı açık.  

Bu virüs sanki bir yapıyı ele geçirip oradaki her kıymeti kendi üzerine geçirerek hepsinin tek gerçek sahibi haline gelmenin en güvenli ve en kestirme yolunun oraya “koruyucu” kılığında girmek olduğu hikmetine sahip. Güvenlikçi kılığında geldiğinde artık tamamen hikmetinden sual olunmazlık kazanıyor. Her tarafa girip cebren ve hile ile aziz vatanın tüm kalelerini zapt edip, tüm tersanelerine girerek bütün ordularını dağıtarak bedenin her köşesi bilfiil işgal etme hakkını ve yetkisini kazanıyor. Bireyler olarak bizler iktidar sahiplerinin alacakları tüm kararların hakkımızda hayırlı olacağını ümit etmek gibi bir zaafa sahibiz. Thomas Hobbes bize “Devletin amacı, bireysel güvenliktir” demişti ya…  işte biz de iktidarın bizim saadetimize karşı bir gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olabileceğini hiç hesaba katmıyor, bir güvenlik tehdidiyle karşılaştığımızda hâlâ yüzümüzü hükümetlere dönüyor, her türlü güvenliğimizi ondan bekliyoruz. 

Epidemi tarihi insanlık kadar eski belki de, ama eski çağlarda insanlar küçüklü büyüklü birbirinden izole toplumlar halinde yaşadıklarından, bugün yaşadığımız anlamda bir pandemi tarihte hiç yaşanmamış olabilir. Sanayileşmenin getirdiği yoğun kolektivizm küreselleşme ile de birleşince bunu bizim önümüze getirdi. Ama bu durum endüstrinin veya küreselleşmenin değil, kapitalizmin veya sosyalizmin de değil, doğrudan doğruya şimdiki “merkezi yönetimci, devletçi” yaşam biçimimizin bir sonucu. Hiyerarşik merkezi yönetimler bizi belirli bir kolektif yaşama mecbur ve mahkûm ediyor. Her gün hiçbir ortak amacımız işimiz olmayan tanımadığımız sayısız insanla bir şekilde fiziksel olarak yakınlaşmaya mecbur kalıyoruz. Bu mecburiyetimiz gerçek bir ihtiyacımızdan kaynaklanmıyor. Bunun sebebi kapitalizm veya sosyalizm değil, sanayileşme veya küreselleşme de değil. Sadece süregelen hiyerarşik merkezi yönetim anlayışına dayalı toplum düzenlerinin bir gereksinimi.

Sosyal ağlarımız eğer merkezi hükümetlerin belirlediği düzene göre değil de “dağıtık ağ” düzenine göre olsa idi o zaman dünyanın herhangi bir yerde ortaya çıkan bir epidemi fiziksel irtibatı olmayan ağlar arasında hızlı geçirgenlik kabiliyeti olmadığından belki de pandemi olma kabiliyeti bulamayıp kendiliğinden sönüp gidecekti. Kendiliğinden sönmese de herhalde tanı ve tedavi geliştirilme potansiyeli şimdikine göre çok daha fazla olacaktı. 

Ortaçağ Avrupa’sında kolera salgınları başladığında yerleşim birimleri şimdikine göre çok daha küçük ve birbirinden oldukça izole olsalar da toplum düzeni ve yaşam tarzında şimdikine benzeyen ve bir epideminin aradığı tüm koşullar var. Bulaşı mekanizmasının nasıl çalıştığına ilişkin gerçek bilgiler tabii o zamanlar şimdikine göre de çok kısıtlı ve onlar da büyük ölçüde sadece yönetici sınıfın elinde. Mesela suyu kaynatarak kullanmanın ve karantinanın bu hastalığı yapan şeyi öldürdüğü biliniyor ama hastayı iyileştirmeye dair hiçbir teknoloji bilinmiyor. Yine de hükümetin sağlıkçıları var, bunlar esas olarak din adamlarıdır ve tüm olan biteni dini argümanlarla açıklamaya meyillidirler.

Hastayı bu sağlıkçılara haber verdiğinizde acayip giyimli adamlar gelip evden alıp götürüyorlar ve kaynar su dolu bir kazana atıyorlar. O zaman için hükümetin benimsediği tek “tedavi” yöntemi budur. Büyük besteci Pyotr İlyiç Çaykovski de annesi de 1893’de Rusya’da ilerleyen ve bu tedaviyle ölenlerden. O kazandan sağlam çıkabilenlerin olduğuna dair bir bilgi yok. Tabii o kazana girmemek için korkup kaçanların sebep olduğu yayılmanın vahameti ne kadar arttırdığını da hiç bilmiyoruz. (Ben bunu şimdiki Covid-19 döneminde ağırlaşan hastanın Vantilator’a bağlanmasına biraz benzetiyorum. Gerçekten ağır vakalardan sağlam çıkamayanların %100’e yakın olduğunu dış basında bir yerde okumuştum)

O dönem Avrupa’sında karantina bölgelerindeki polislerin sıkı sıkıya uyguladıkları “kaçmaya çalışanlar ve gelmeye çalışanların öldürülmesi gibi, ölenlerin illaki kireç kuyusuna atılması gibi bazı polisiye önlemler de mevcut. Kendi sağlığını hiçe sayarak hastalara bu hizmetleri veren sağlıkçılar ve polisleri alkışlama âdetinin de taa o zamanlardan gelip gelmediğini bilmiyorum. Ama o yöntemleri bugün halen ülkemizde uygulanan yöntemlere de çok benzetiyorum. Mesela daha dün Adana’da 18 yaşında bir çocuk (20 yaşından küçük olduğu için yasağa karşı gelerek) ailesi için yiyecek bir şeyler almaya çıktığında polisi görünce kaçmaya çalışırken vurularak öldürüldü. Göğsünden vurularak ölen çocuğun haberi tıpkı orta çağda kulaktan kulağa anlatılan havadislerde olduğu gibi “dur ihtarına uymayınca bacağından yanlışlıkla vurularak, polisin ayağı takılıp düşünce ateş alan silahından çıkan kurşunla vurulması gibi farklı biçimlerde verildi. Aslında bu dönemde habercilik bir bakıma en riskli meslek çünkü veriliş biçimine göre teröristlikten ömür boyu hapisle yargılanılabiliyor. Mesela sosyal medyada “bizi daha ne kadar içeride tutacaksınız” diye serzenişte bulunan genç kızın evinin basılarak yakalanması, ıssız bir deniz kenarına hava almak için çıkan yaşlının yakalanıp iki maaşı tutarında para cezasıyla tecziyesi vb günlük haberler haline geldi.

Günümüz teknolojisinin günlük hayatı ve hükümetlerin olaylar karşısındaki yaklaşımlarını eski zamanlara göre A’dan Z’ye değiştirdiğini düşünebiliriz. Mesela sıradan halkın bilgilenme imkânları dünyanın her tarafında eskisine göre karşılaştırılamaz derecede arttı. Buna dayalı olarak hükümetlerin bizde de batının yönetim tercihlerine biraz daha uyumlu hale geldiği söylenebilir. Mesela Osmanlı döneminde Avrupa karantinayı titizlikle uygulamaya çalışırken bizde devletin halka karşı böyle bir zorlaması yok. Salgın hastalıktan ölene ağıtlar yakılırken bir yandan eşyaları paylaşılıyor, sosyal mesafe diye bir kavram yok. O yüzden bizden kısa sürede çok fazla ölüm oluyor ama sürü bağışıklığı dediğimiz durum gerçekleşinceye kadar belki karantinanın da çok fazla hayat kurtardığını kim söyleyebilir.

Şimdi üzerinden altı aydan fazla zaman geçtiği halde herhangi ilaç, ve aşı bulunması yahut da yayılma hızında bir yavaşlama elde edilmesi söz konusu değil. İleri ülkelerde durumun belirlenmesi, zamanında gerekli lojistik ve mali tedariğin hazırlanması, halkın bilgilendirilmesi, ve karantina vb önlemlerin alınması diğerlerine göre çok daha hızlı ve etkili oldu. Ama diğerlerinde alınan kararların cebri polisiye yöntemlerle zorla uygulatılabilmesi söz konusu idi. İlk önce yüksek para cezaları ve metozori yaptırımlarla önlemleri katı şekilde uygulayabilen ülkelerin pandemiyi dizginlemede çok daha başarılı olabilecekleri fikri yaygındı. Ancak zaman geçtikçe bunun beklendiği kadar olumlu bir katkısının olmadığı anlaşıldı. Anlaşılan bir diğer husus da yerel ve küresel sağlık otoritelerinin pandemiyi idare etmekte halklara neredeyse hiçbir olumlu katkısının bulunmadığı.

Habsburgların Kanuni zamanındaki (1561) Osmanlı elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq hatıratında İstanbul’daki bir salgından bahseder. Türklerin kaderci olduğundan karantina uygulaması felan olmadığından o yüzden kendisinin o zaman için 6 saat mesafedeki Prinkipo adasına (Büyükada) kaçtığını anlatır. Belki aynı durum kendisinin bugün başına gelse idi kaçamayacak polis tarafından durdurularak geldiği yere geri döndürülecek ve orada salgın hastalığa yakalanarak ölecekti. 

Bana bugün en şaşırtıcı gelen şey halkın hükümetin kendi hayatıyla ilgili en temel konularda fütursuzca kararlar vermesi ve verdiği kararları polisiye yöntemlerle vahşice uygulatmasına karşı büyük bir tevekkül, ya da fütursuzluk içinde olması, hatta desteklemesi. Özellikle dünyada da benzeri uygulamaların olması normalde en galiz biçimde “insan hakları ihlali” sayabileceğimiz uygulamaları meşrulaştırmaktadır.

Osmanlı Sultanının kulları insan hakları olmadığı için sivil değildiler, birbirleriyle ilişkileri de sivil değil, medenî değildi. Hakları olmayan insan aslında gerçek insanın bir alt türüdür. Mesela, bilir ama düşünemez, yapar ama yaratamaz (yaratmak Allaha/Devlete/ Sultana ait) kendi özgür iradesi yoktur, hiçbir konuda inisiyatif kullanamaz. Varoluş biçimi aklının çalışmalarıyla ve yargılarıyla yaşamasına engeldir. Dolayısıyla onun varoluşu gerçek insanın varoluşunun temel değerleriyle çelişir. Gerçek anlamıyla düşünürsek totaliter mutlakiyetçi bir sistemde bir bakıma sultan ve tüm kulları dâhil olmak üzere hiç kimse sivil değildir. Yaşadıkları düzende herhangi bir “medeniyet” bulunduğundan da söz edilemez. Türkiye’de de “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” 1949 yılında resmen onaylanmış ve ardından anayasal olarak bizim ceza yasalarımızın da üstünde bir bağlayıcılığa sahip hale getirilmişti. Türkiye olarak ayrıca devletlerin yasama, yürütme ve yargı uygulamalarıyla olası insan hakları ihlallerini yargılamak üzere kurulmuş olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (ECHR) nin de 1959’dan bu yana üyesiyiz. ECHR halen kamu (yasama, yürütme ve yargı) tarafından vatandaşlarına karşı işlenebilecek suçları irdeleyen ve hüküm veren bu kurumun tek kurum olmasına rağmen beyannamede tanımlanan insanlık suçlarının sınırlanması ve engellenmesinde hiç de etkili olamadığını görüyoruz. Bir hükümetin (darbe girişimi, terör tehdidi, savaş, pandemi vb herhangi durumu mazeret göstererek)  insan haklarımı çiğnemesi nasıl meşru gösterilebilir? Bunları beni korumak için, benim kendi güvenliğim için yaptığı iddiası nasıl kabul edilebilir. Kuşkusuz ki her hükümet kendi iktidarının umur ve bekasının halk üzerindeki güç ve etkisinin olabildiğince arttırılmasının peşindedir, ben de kendi bekamın peşindeyim. Hayatım bana emanettir, başka insanların hayatına verebileceğim zarar da benim ahlak ve vicdanıma emanettir.  Benim umurum devletin(hükümetin) umuru olmadığını biliyorum. Tersi de geçerli. Sorgulanmadan Devlete /Allaha emanet verilen bir hayat yaşanmaya değmez. Böyle bir hayat nasıl benim hayatım olabilir? Sizin hayatınız da olamaz.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.