İşçiliğimizin Üretimden Kaynaklı Gücüne Ne Oldu?

Gelecek De Gelecek | | Ağustos 19, 2020 at 1:52 pm

Ekonomist David Ricardo(1772 – 1823) 18. yüzyılın ikinci yarısında (1760’larda) İngiltere’de başladığı kabul edilen Endüstri Devrimi ile insan emeğinin yerine makine kullanımına geçilmesinin genellikle emekçi sınıfının menfaatlerinin aleyhine olduğuna ikna olmuştu. Ama Ricardo’nun öngörüsünün tam aksine, o dönemde makine kullanımındaki artış bilakis çiftlik çalışanlarının yevmiyelerinin artmasıyla sonuçlandı. Fazlaya çıkan işgücünün kısa sürede kentlerde ihtiyaç duyulan işgücünün artışıyla telafi edildiği, makineleşmenin emekçilerin refahını azaltmak şöyle dursun tam tersine arttırdığı da ortaya çıktı. 

Yine de teknolojinin işsizliğe yol açacağı inancı yok olup gitmedi. 1930’da John Maynard Keynes teknoloji etkinliğindeki artış hızının fazlaya çıkan emek gücünün başka işlerde absorbe edilebilme sorununa çözüm bulunma hızından daha fazla olduğu endişesini dile getirmişti. 1960 yılındaki ABD’deki ekonomik durgunluk işsizliğin artmasına yol açmıştı. Time dergisi işgücü uzmanlarının çoğunun bu sorunun otomasyondan kaynaklandığı ve artarak süreceği görüşünde olduklarını yazdı. Dediler ki; otomasyon ekonominin yeterli sayıda yeni iş yaratabilmesini engelleyebilir.

1964 yılına gelindiğinde başkan Lyndon Johnson inovasyonun işgücünü tahrip edip etmeyeceğini araştırma göreviyle Ulusal Teknoloji, Otomasyon ve Ekonomik İlerleme Komisyonunu kurdu. Komisyonun raporunu sunduğu Şubat 1966’da ABD’de işsizlik 3.8’e düşmüştü.  Yine de komisyon geri kalan işlerin adil biçimde paylaştırılabilmesi için zorlayıcı önlemlerin alınmasını tavsiye etti. Makine sistemlerinin sınırsız üretim potansiyelinin insanlardan pek az desteğe ihtiyaç duyacağı ortak görüşüyle verilen öneriler arasında asgari ücret garantisi ve son çare olarak hükümetin işveren olması bulunmaktaydı. 

Özetlemek gerekirse, 18. Yüzyıldan bu yana inovasyonun ve makineleşmenin insan emeğinin ücretli işgücünü tahrip edeceği fikri ve endişesi hemen her nesilde var oldu. Şu ana kadar gelişmiş ülkelerden hiçbirinde böyle bir riskin gerçekleştiği söylenemez. Çünkü geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca tarımdaki verimlilik dramatik biçimde artarken çiftlik işçileri şehirlere göçtü ve sanayi üretimine katılarak orada ücretli iş buldular. Bu sayede sanayi üretimindeki verimlilik de roket hızıyla yükseldi. Tarımda çok büyük sayılarda tasarruf edilen insan emeği kitle halinde işsizliklere yol açmadı. Sözgelimi mum üretiminin yerini ampuller alınca mumcular hemen daha başka işler buldular. Elektrikli süpürge ve çamaşır makinelerinin ortaya çıkması ilave milyonlarca kadının ücretli işgücüne katılmasını sağladı. Çalışan işgücü küçülmedi büyüdü.  

Alman filozof, ekonomist, siyaset teoricisi, devrimci her ne derseniz Karl Heinrich Marx 1867 yılında “Das Kapital” adında üç ciltlik bir eser yayınlamıştı. Emtia, para, kullanım değeri, değişim değeri, sermayenin rolü gibi şeyleri ele alıp incelediği bu eserin esas etkisi sanayi üretimindeki “emeğe” atfettiği değer ve kapitalin emeği esir almasının yarattığı sonuçlar üzerineydi. Üretim faktörleri arasında kayda değer hiçbir mülkiyeti bulunmayan sosyal sınıf olarak tanımladığı “proletariat”ın aslında üretimin asıl sahibi olduğunu vurguluyor, dolayısıyla var olan alternatif model olarak tanımladığı kapitalizmin aksine proletarya diğer tüm üretim faktörlerinin başına geçmeli ve işin asıl sahibi olarak o yönetmeliydi. Buna göre “proleterya diktatörlüğü” tasarımlı modelde işletmeler mal sahibi sermayedar yerine çoğunluk konumundaki emekçi nüfusun adına onları temsilen tüm mülkiyetin sahibi konumuna geçen kamusal elitlerce yönetilecekti. Bu model ile emekçinin işsizlik riski bir bakıma ortadan kaldırılmakta, çalışana bir gelecek güvencesi sağlanmakta idi. Asırlarca köle olarak yaşamış olan emekçi halklar artık sonunda “yönetici sınıf” olacakları gibi bir hayale kapıldılar.  Ancak modelin öncüsü SSCB 1922 yılında kuzey Avrasya’da kurulup 1991 yılına kadar varlığını sürdürdükten sonra ekonomik çöküntü sonucu parçalandı. Kuruluşu da sürdürülüşü de çok kanlı olmuştu. R.J. Rummel’in çalışmasına göre sovyetlerin kuruluş çalışmalarının başladığı 1917’den en son dönemi olan 1987 yılına kadar kendi halklarından 61,911,000 kişi demosid mağduru olarak hayatını kaybetmişti. Marksist rejimi temel alan diğer bir coğrafya olan Çin’de ise Mao dönemindeki devlet tarafından öldürülen mağdur sayısı kimi hesaplara göre bundan bile daha fazladır. Üstelik 1966’da başlayan ve sosyalist rejime geçişi sağlayan kültür devrimi, 1980’li yıllarda başkan Deng’in serbest piyasa ekonomisine geçiş yönünde getirdiği temel değişikliğe kadar orada da Proleterya dünyanın en düşük ücretle en alt refah seviyesinde yaşayan insanı olmuş, Çin’in emekçi halkı diktatör olmanın getirdiği bir ekonomik ve kültürel refaha kavuşamamış, endüstri devrimi de gerçekleşememişti. Marx’ın getirdiği bilimsellik iddiası taşıyan (ve bugün bile hala inananları bulunan) bu sosyoekonomik sistem şimdiden ütopik, demagojik ayakları yere basmayan, iddialarının hiçbirini gerçekleştirme kabiliyeti olmayan bir model olarak tarihe geçti.

Sosyalizmi benimsemeyen ülkelerdeki birbirinden çok farklı sosyoekonomik sistemlerin hepsine birden de “kapitalizm” denildi. Oysa dünyada “kapitalizm” diye bir model tasarımı yok. Bu model sosyalizm gibi bir kurgusu tasarımcısı, doktrini, dini, felsefi ve politik öğretileri, dogma ve kavramları olmadan  en eski çağlardan beri var olan bir sistem. Çok farklı biçimlere evrilmiş olduğu için buna bir sistem bile diyemeyiz. Sosyalizmden temelde tek farkı kontrolünün temsili bir irade yerine sahiplik konumundaki gerçek kişi ve gruplarda olması. Sosyalizmin çöküşünden sonra şimdilerde “kapitalizm” de şiddetli saldırı altında.

Eylül 2011’de küresel finans kapital dünyasının kalbinin attığı NewYork’taki “Occupy Wall Street”(Finans Merkezini İşgal Edelim) hareketi sırasında “Let’s Eat The Rich”(Zenginleri Yiyelim), “biz halkın fakir yüzde 99’unun temsilcisiyiz…” gibi çarpıcı pankartlarla sokağa dökülenler tamamen bu durumun farkındalığını sergilemekte idiler. Farklı coğrafyalarda sömürünün de özgürlüksüzlüğün de ve tüm bunlara karşı direnişlerin de farklı biçimlerde tezahür etmesi bizi yanıltmasın. Orta Doğu, Asya, Güney Amerika gibi yerlerde çok büyük ölçüde hükümet mensuplarının çürümüşlüğü doğrudan ihale yolsuzlukları, ‘saray ve beyaz fil’ yatırımlarıyla kleptokrasi, nepotizm, kronyizm (eş dost akraba kayırmacılığıyla) sürdürülürken gelişmiş dünyada daha sofistike lobicilik, rüşvet, finans kapital bankacılık menkul kıymet piyasası oyunları üzerinden yürütülmesi bize gelişmiş ülkelerle diğerlerinin çok farklı oldukları yanılgısına düşürebilir, ama bence ikisinin de özü aynıdır. Bugün, dünyanın neredeyse her köşesinde halklar ile hükümetleri arasında sıcak çatışmaya varan boyutta bir sürtüşme kendini gösteriyor. Bu durum böyle gelmiş olan düzenin artık daha uzun bir süre böyle gidemeyeceğinin bir göstergesi değil midir?

Marx’ın 1867’de yazdığı Das Kapital’inın ardından Fransız ekonomist Thomas Piketty de 2013 yılında “21. Yüzyılda Kapital” isimli bir kitap yayınladı. 150 yıl arayla ayni konulara el atan bu iki büyük eser arasında birbirine çok benzer tespitlerin yanı sıra Piketty’nin eserinin çağımızın veri analizi imkânlarından da sonuna kadar yararlanması nedeniyle oldukça farklı tespitler içeriyor. Özellikle; 


şeklinde özetlediği bir tespiti var. Anlamı; “Servetin getirisi sosyoekonomik büyümeden fazlaysa toplumda mutsuzluk kaçınılmaz olur ve 20’nci yüzyılın sonlarından itibaren servetin getirisi hep ekonomik büyümeden fazla olmakta, zenginle fakir arasındaki makas gittikçe açılmaktadır” şeklindedir. Yabancı sermayenin ülkeler arasında yakınsamaya etkileri konusunda Piketty şöyle söylüyor;  
“Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, dünyanın en büyük yatırımcısı olan İngiltere’nin milli geliri yurtiçi hâsıladan kabaca % 10 daha fazlaydı. Bu fark, dünyanın ikinci büyük sömürgeci gücü ve yatırımcısı olan Fransa’da %5’ten fazlaydı ve sömürge imparatorluğu pek dikkate değer olmasa da, endüstriyel gelişmesi sayesinde dünyanın geri kalanından büyük paylar alan Almanya’da da oran buna yakındı. İngiltere, Fransa ve Almanya kaynaklı yatırımların bir kısmı diğer Avrupa ülkeleri ya da Amerika’da değerlendirilirken, bir kısmı da Asya ve Afrika’ya gitmişti. Toplamda, Avrupalı devletlerin 1913 yılında Asya ve Afrika’daki yerel sermayenin üçte biri ile yarısı arasında bir bölümüne, sanayi sermayesinin ise dörtte üçünden fazlasına sahip olduğunu tahmin edebiliriz.

Peki, ülkeler arasındaki yakınsamayı hangi kuvvetler sağlıyor?  Genelde, zengin ülkelerin yoksul ülkelerde pay sahibi olduğu bu işleyişin, yakınsama bakımından olumlu etkileri olabilir. Eğer zengin ülkeler ilave bir konut inşa etmek ya da fabrikalarına yeni makineler eklemek gibi büyük bir ihtiyacı artık duymadıkları bir noktada tasarruf ve sermaye bolluğu yaşıyorlarsa (sermayenin “marjinal verimliliği” dediğimiz, sermayeye eklenen yeni birimin sağladığı ilave üretim, “marjda” çok düşükse), yurtiçi tasarrufların bir kısmını topluca yoksul ülkelerde yatırıma dönüştürmek büyük verim sağlayabilir. Dolayısıyla, zengin ülkeler –ya da en azından harcanabilecek sermayeye sahip olan ülkelerde yaşayanlar- yurtdışına yatırım yapmak suretiyle yüksek bir getiri elde ederler ve yoksul ülkeler de üretim konusundaki geri kalmışlıklarını telafi etme imkânı bulabilirler. Sermayenin serbest dolaşımına ve sermayenin marjinal verimliliğinin dünya genelinde eşit duruma gelmesine da yanan bu mekanizma, klasik ekonomi teorisine göre, zengin ve yoksul ülkeler arasında bir yakınsamayı, piyasa güçleri ve rekabet aracılığıyla da eşitsizliklerin nihayetinde azalmasını sağlamalıdır.

Bu iyimser teorinin iki zayıf noktası vardır. İlki, tamamen mantık çerçevesinden bakıldığında, bu işleyiş dünya düzeyinde kişi başına gelirlerde herhangi bir yakınsamayı kesinlikle garanti etmez. En iyi durumda, kişi başına üretimlerde yakınsama etkisi yaratabilir –ki bu da sermayenin tam (kusursuz) bir dolaşıma sahip olmasını ve daha da önemlisi ülkeler arasında işgücünün becerileri ve beşeri sermaye konusunda tam bir eşitlik olmasını gerektirir, ancak bu koşulların sağlanması pek kolay değildir. Ancak her durumda, üretimdeki bu nihai yakınsama gelirdeki bir yakınsamaya işaret etmez. Bir kere yatırımlar yapıldıktan sonra, zengin ülkelerin yoksul ülkelere kalıcı bir biçimde sahip olmayı sürdürmeleri tamamen olanaklı hale gelir ve neticede de aldıkları paylar devasa boyutlara ulaşabilir. Bu yüzden de zengin ülkelerde kişi başına milli gelir, kendi vatandaşlarının ürettiğinden oldukça büyük bir payı yabancılara ödemek zorunda kalan yoksul ülkelerdekinden daha yüksek olmayı kalıcı bir biçimde sürdürür (Afrika’da uzun yıllar boyunca olduğu gibi). Böyle bir durumun hangi boyutlarda ortaya çıkabileceğini saptamak için, yoksul ülkelerin zengin ülkelere geri ödemek zorunda oldukları sermaye getiri oranını ve her iki tarafın büyüme oranlarını karşılaştırmamız gerektiğini göreceğiz. Bu yönde ilerlemek için, her şeyden önce belli bir ülkedeki sermaye/gelir oranının dinamiklerini iyice kavramamız gerekir.

Ondan sonra, tarihsel bir açıdan baktığımızda, ülkeler arasındaki yakınsamayı sağlayanın sermayenin akışkanlığına dayalı bu işleyiş olmadığını, en azından bu konuda başlıca faktörlerden biri olmadığını fark ederiz. En gelişmiş ülkelerle arayı kapatacak bir gidişata sahip Asya ülkelerinin hiçbiri –ister geçmişteki Japonya, Kore ya da Tayvan, ister bugünün Çin’i olsun– büyük yabancı yatırımlardan istifade etmemiştir. Temelde, bu ülkelerin hepsi ihtiyaç duydukları fiziki ve daha da önemlisi beşeri sermaye yatırımlarını –eğitim ve formasyonun genel seviyesinin yükseltilmesi– kendileri yapmıştır; günümüzdeki tüm araştırmalar uzun vadeli ekonomik büyüme açısından asıl etkenin beşeri sermayeye yapılan yatırımlar olduğunu göstermektedir. Buna karşılık, başka ülkelere ait durumdaki ülkelerde, ister sömürgecilik döneminde isterse de günümüz Afrika’sında olsun, bu konuda daha başarısız olunduğunu görüyoruz, bunun nedeni ise, özellikle yeterince verimli olmayan uzmanlaşmalar ve kronikleşmiş politik istikrarsızlıktır.

Bu istikrarsızlığın kısmen gerekçesi olarak düşünülebilecek şeylerden biri şudur: Bir ülkedeki varlıklar, büyük sayıda yabancı servet sahibinin elindeyse, bu toplumun kamulaştırma talepleri (Yerli ve Milli) sürekli tekrarlanır ve bu istek neredeyse bastırılamaz duruma gelir. Diğer politik aktörler de, yatırım ve kalkınmanın ancak ilk mülkiyet haklarının koşulsuz korunması durumunda söz konusu olabileceği yanıtını verirler. Dolayısıyla bu ülke kendini sonu gelmeyen devrimci hükümet (vatandaşlarının mevcut yaşam koşullarını iyileştirmek konusunda genellikle sınırlı bir başarıya sahip) değişimleri içinde bulur ve mevcut mülk sahiplerini koruyan hükümetler de, bir sonraki devrim ya da darbe için zemin hazırlamış olurlar. Sermayenin mülkiyetindeki eşitsizliğin tek bir ulusa mensup insanların bulunduğu bir toplulukta bile kabul edilmesi ve huzur içinde sürdürülmesi zaten zor bir şeydir. Uluslararası açıdan ise bu neredeyse (sömürgeci tipte politik bir egemenlik dışında) imkânsızdır.

Görülüyor ki, uluslararası katılımlar kendi içinde olumsuz değildir: Otarşi (yani ekonomik alanda kendi kendine yeterli olma gayreti) asla refah getirmemiştir. Asya ülkelerinin diğer ülkelerle arayı ekonomik açıdan kapatma konusunda uluslararası açılımlardan istifade ettikleri aşikârdır. Ancak daha çok mal ve hizmetlerin serbest ticaretinden ve uluslararası ticaretin avantajlı koşullarından istifade ederken, sermayenin serbest dolaşımından ise çok daha az fayda görmüşlerdir. Örneğin Çin’de sermaye kontrolü hâlâ yapılmaktadır; Yabancılar ülkeye diledikleri gibi yatırım yapamazlar, ancak bu sermaye birikimine hiçbir şekilde engel olmaz, zira ülke içi tasarruflar bu birikimi sağlamak açısından büyük ölçüde yeterlidir. Kore ya da Tayvan gibi Japonya da kendi yatırımlarını kendi tasarruflarıyla finanse etmiştir. Mevcut araştırmalar aynı zamanda, serbest ticaretten elde edilen kazançların büyük kısmının bilginin yaygınlaşmasından ve ekonominin dışa açılmasının getirdiği dinamik verimlilikten doğduğunu göstermektedir; uzmanlaşmayla bağlantılı statik kazançlar ise nispeten çok daha düşük düzeydedir.

Özetleyecek olursak, tarihsel tecrübe, ülkeler arasında yakınsama sağlayan esas mekanizmanın, yurtiçinde olduğu gibi uluslararası seviyede de bilginin yaygınlaşması olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle yoksullar zenginlerle aralarındaki mesafeyi, zenginlerin mülkü olarak değil, aynı teknolojik bilgi, beceri ve eğitimi edinmeleri sayesinde kapatabilirler. Bilginin yayılım süreci de gökten düşmez: Buna hız kazandıran çoğu zaman uluslararası ve ticari dışa açıklıktır (dışa kapalı ekonomiler teknoloji transferini teşvik etmez). Her şeyden önemlisi bu süreç, o ülkenin kendi nüfusunun eğitimine büyük çapta yatırımlar yapmasını sağlayacak finansmanı bulma, kamu kurumlarını seferber edebilme kapasitesine ve çeşidi aktörlere öngörülebilir bir yasal çerçeve güvencesini sunabilmesine bağlıdır. Demek ki bilginin yayılma süreci, aslında meşru ve etkin bir hükümetin kurulması sürecine bağlıdır. Dünyadaki büyümenin ve ülkeler arasındaki eşitsizliklerin tarih içinde geçirdiği değişimlerden çıkarılabilecek belli başlı derslerin özeti budur.”

Mülkiyet konusu bence bugün hala çözüme ulaştırılamamış bir konu. Fransız düşünür Pierre-Joseph Proudhon’un 1840’da yazdığı kitabındaki “mülkiyet hırsızlıktır!” (Fransızca: La propriété, c’est le vol !) önermesi sanırım bu gün hala büyük ölçüde geçerli. Proudhon’un kastettiği üretim araçlarının sahipliği üzerinden insanlara hükmetme sorunudur. Temel üretim aracının toprak olduğu en eski çağlarda toprağın mülkiyetini bir şekilde ele geçiren kişi orada yaşayıp emeğiyle üreten insanların da bir tür sahibi konumuna gelmekteydi. Endüstri devrimi sonrasında da fabrikaların sahipliği fabrikatöre orada emeğiyle geçinen insanların da sahipliğini getirmişti. Marx’ın işaret ettiği ve çözüme kavuşturmak için mülkiyetlerin tümünü kamulaştırması gerektiğini savunduğu sorun budur.

Tabii o günden bu güne çok su aktı. Özellikle üretim faktörlerinin sermaye ve işçilikten ibaret olmadığı hatta faktör bile olmadıkları ortaya çıktı. Girişimci ile sermaye birbirinden bağımsızlaştıktan sonra makine de işçiliğe neredeyse hiç ihtiyaç bırakmayacak bir rakip haline geldi. İşçilik derken tabii düz işçiliği değil beyaz veya mavi yakalı kalifiye uzman insan emeğini de kastediyorum. Maliyet etkinlik dolayısıyla bir insanın normal şartlarda yapay zekalı bir makineyle rekabet etmesi imkansız. Bugünkü üretimin temeli inovasyondur, bilim sanat teknolojiden yararlanır, ürün tasarımı, üretim tasarımı gerektirir, geliştirme ve yaratı gerektirir. Önceden tasarlanıp yaratılmamış ve geliştirilmemiş hiç birşey üretilemez. Yaratı üretimin en hakiki parçasıdır. Bugün en çok revaç bulan ve üretilen bir mal yarın rakip mala yenik düşer üretilemez hale gelir. Küresel rekabetçi talep bulamayan bir malın piyasası kalmaz.  O halde rekabetçi tasarım geliştirme üretimin şimdilik insanlara kalan en aslî parçası, ki bu dahi gitgite makinelere doğru kaymaktadır. Ne durumda ne yapılacağı önceden belirlenmiş ve tekrara dayalı işler için günümüz iş dünyasında işgücü istihdamına artık hemen hemen hiç gerek kalmıyor.   Otomotiv endüstrisinin ilklerinden olan Henry Ford üretime başlarken bir gün tüm işçilerinin birer otomobili olacağını hesaba katmış ve iş planını ona göre kurmuştu. Aynen düşündüğü gibi de oldu. Çalışan sayıları da üretim de hep arttı. 1997’de 400 bine dayanmıştı ama bugün yarıya inmiş durumda. Bundan sonra da sürekli azalması bekleniyor. Peki, eğer çalışanlar birer tüketici piyasasından çekilirlerse yeni yatırımcı malını kime satacak?  İhracatımızın en önde gelen sektörü otomotivde son 10 yılda çalışan sayısı yarı yarıya azaldı. Bu ekonomik kriz gibi geçici olması beklenen bir durum değil. Mevcut içten yanmalı motor üretimi dünyada sürekli azalacak, elektrikli araçların toplam üretiminin ise eskisi kadar yüksek bir sayıya ulaşamayacağı hesaplanıyor. Bunun nedeni, hem ulaşım gereksinimlerinin azalması hem de verimliliğin artması. Bahçesinde binlerce çalışanın aracını park ettiği işyerleri neredeyse hiç kalmayacak.  

Karanlıkta bir sürü makinenin tıkır tıkır çalıştığı, hepsinin biribiriyle iletişip ışık hızıyla komut alıp verdiği, çok sofistike girift parçaları hatasız olarak üretip birleştirdiği, olası aksaklıkları önceden algıladığı, kayıt tutup rapor verdiği bir fabrika düşünün. Bugün Endüstri 4.0 ile gelinen noktada fabrikalar yavaş yavaş bu hale geliyor. Henry Ford’un bir zamanlar  400bin’e varan çalışanı ile gerçekleştirdiği üretim bugün böyle bir fabrikada belki 5-10 çalışan ile hem de daha iyi bir biçimde gerçekleştirilebilir. Peki şimdi size sormak isterim, yavaş yavaş tüm endüstriyel işler bu biçime döndüğünde o  400 bin çalışan gelirini nereden elde edecek? Orada üretilen otomobilleri robotlar satın almayacağına göre kim satın alabilecek?

Geçmişte tarım hayvancılığın endüstrileşmesinden artan işgücü şehirlere göçmüş oralarda (daha önceden olmayan) endüstriyel işlerde yer alarak hayatını sürdürmüş, işsizlik yaşamamıştı. Şimdi bundan sonra da yeni işlerin ortaya çıkacağına ve insanların o işlerde çalışarak geçimini temin edebileceğini ayni rahatlıkla söyleyebiliyor muyuz?  Proleterya idik şimdi prekarya olduk diyenlere de aldırmayın. İster mal ister hizmet üretimi olsun şimdiye kadar gelir kazanmak için emek verdiğiniz iş her adı her ne olursa olsun artık makinelerle rekabet halindedir. Üretmeyen ama üretimden pay alan işler hariç. Kamu yöneticileri, politikacılar, bürokratlar, din adamları, askerler, özürlüler, yaşlılar, çocuklar, gençler. Bunlar hep üretim dışı oldukları halde geçimlerini reel kesimin üretiği katma değerden yüklü paylar alarak temin edebildiler. Bugünden sonra da işçisiz üretim robotların ürettiği katmadeğerin payı sermaye kazancına eklenerek Piketty’nin sözünü ettiği sermaye getirilerini (R) arttırırken reel sektör çalışanlarının geliri düşmeye devam edecek, ekonomik büyüme (G) azalacak.  Bu işin sonu kötü.     

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.