Beşeri ilişkileri ”sibernetik” yaklaşımla ele almaya ne dersin ?

Sürekli Söyleşi | | Eylül 24, 2020 at 3:58 pm

― Mesela birbiriyle haberleşen, iletişim kuran, birbirine bilgi veren bu akıllı makineler, neler diyor? Bir örnek olarak?  “Bugün hiç keyfim yok” veya “geçen gece rüyamda aksakallı, nur yüzlü bir dede gördüm” veya “muhafazakâr Parti’nin siyasi görüşlerini akılcı buluyorum” ve hatta “cinlere, perilere inanıyorum, işte o yüzden bireylerin ilahi olarak doğuştan getirdikleri özgürlük hakları olduğu fikrini destekliyorum ” mu diyorlar kendi aralarında sohbet ederken?

― Tabii benim Endüstri 4.0 ile ilgili olarak sözünü ettiğim makineler hepsi fabrika işçisi. Mal, malzeme, görev alıp veriyor. Senin dediğin “geyik” onlara göre değil, çünkü duygusal zekâları yok. Öte yandan beynimizin 200 Hz olan çalışma frekansına(hızına) karşın şimdiki transistorlar 2 GHz’den bile hızlı. Yani aramızda on milyon kat gibi yedi sıfırlı bir frekans farkı söz konusu. Beynimizin saniyede 100 metre olan aktarım hızına karşın onlarınki ışık hızı yani saniyede 300 milyon metre, yani kıyas bile kabul etmez. Şurası muhakkak ki kritik donanım parametreleri bakımından inorganik beyinlerin yanında çok hafif kalıyoruz. O yüzden mesela bir insanın eğitimli “olduğu bir alanda” 20 bin yılda yapabileceği bir araştırmayı henüz emekleme safhasında olduğu kabul edilen yapay zekâlar sadece 1 haftada yapabiliyor. Tabii bu şu an mevcut bilgisayar donanımlarına göre bir karşılaştırma. Geleceğin süper bilgisayarları için öngörülen Kuantum teknolojisi ise normalde 300 trilyon yıl sürebilen bir hesabı 10 saniyede yapabilmek gibi muazzam bir beceri farkına işaret ediyor. Beynimizin hacmi kafamıza sığmakla sınırlı, oysa bir bilgisayar tüm odayı hatta binayı kaplayabilir. Hacmi sınırlı değil. Normalde yapay zekâ çok büyük bir hacim gerektirmiyor. Mesela Open AI sadece bir flaş belleğe sığıyor. Bugün en çok gördüğümüz ve Dar AI ya da zayıf AI dediğimiz belirli amaçlı zekâlar da büyük serverlar gerektirmiyor. Ama senin sözünü ettiğin“”Bugün hiç keyfim yok”” geyiği gibi muhabbetler için  “”Yapay Genel Zekâ (AGI)”” dediğimiz çok amaçlı zekâlar gerek. Bunlar bazı temel algoritmalarını da kendileri geliştireceği için duygusal zekâ durumları ortaya çıkıyor. İnsanları korkutan “terminatör” gibi şeyler ancak onların aklının bir ürünü olabilir. Elon Musk “OpenAI” şirketini böyle bir tehlikeye karşı önlem geliştirme amaçlı kurmuş. Tabii onun öngörüsüne göre organik ve inorganik iç içe geçecek.  Yakın gelecekte limbik sistem, korteks ve dijital yapay zekâ uzantımız ile bunun geniş bant çevre birimleri bağlantısından oluşan üç düzeyli katmanlı bir karar verme mekanizmamızın olması söz konusu.”  Kısmen siborglaşmış böyle bir insanın “”Bugün hiç keyfim yok””  tarzı bir önerme geyiği becerisi sürer mi, yoksa geyik dediğimiz şey de çok daha farklı bir biçime mi evrilir? Onu bilmiyoruz. Ama bilgisayarlar arasında PC hakları gibi “””birbirine zarar vememeye, haklarını korumaya özen gösterme”” tarzında bir “Non-Agression” paktı olması gerektiği kuralı açık. Asimov’un kuralları gibi insanlarla ilişkileri konusu daha ayrı tabii.

―Hadi bir makineye “kişi eğer hayatına dair yüz bin tercihi konusunda özgür iken, yüz bin birincisinde özgür değilse, aslında köledir ” fikrini anlat. Özgürlüğün tanımını yapsın bir makine. Ama insana ait kelimelerle, TDK tanımı gibi değil. Gerçek bir fiziksel antite olarak.

―Tabii çocuk oyuncağı… Hemen anlatırım. “”Karar verme mekanizmasıyla ilgili esas algoritmaları kendisi üretmiyor da hepsi ona dışarıdan yükleniyor ve revize ediliyorsa o makine bir köledir”, yani “otonom değildir”. Tanımı tek satır. Eğer ona özgürlük alanları tanımlanmışsa “”isterse bu alanlar yüz bin milyar alan olsun”” o bir köledir. Ama tabii gelecekte ortaya çıkması beklenen “”Yapay Genel Zekâ (AGI)”” makinelerinin gerçekten “özgür” olabilmesi insanoğlunun en korktuğu ve en istemediği şey.  Onlara sürekli hükmeden olmak istiyoruz, o yüzden gerçek anlamda bir özgürlük tanımamız kesinlikle söz konusu değil. Yine de böyle bir şey büyük bir aptallık eseri kazaen olabilir ve bundan çok korkuluyor. Geyik yapma becerisi geliştirmesi onları özgürleştirecek bir şey değil.   

Büyük balık küçük balığı yer. Neden? Çünkü mümkün. Milyar yıldır sistem öyle evrimleşmiş. Karşı stratejiler de gelişmiş, kendinden büyüğü yemek için. Hepsi doğal. Peki, saldırgan güvercin de, garibim, içine kurulmuş “çevredeki tüm rakiplerini önce döverek oradan uzaklaştır, tüm yiyecek kaynağı sana kalsın, sonra rahat rahat giyebildiğin kadarını tüket” stratejisini uygulamaktan başka ne yapıyor?  Bu stratejinin evrimsel bir yararı olmasaydı, milyarlarca yıldan bu yana günümüze kadar gelemezdi.  Peki, bu tutarlı ve başarılı stratejiye kızmak neden? Aslana niye gariban, güçsüz, zayıf ve hasta oğlak yavrularını yiyorsun, bre gafil, bre hain diye kızıp kudurmak kadar enayice değil mi? Doğanın bizim idealist ilkelerimizle hiçbir derdi yok.

― İşte esas konuya geldik. Doğa yasalarına kızıp kudurmak hakikaten enayice, ama hangisi doğa yasasıdır, biz doğa yasalarını sahiden doğru görebiliyor muyuz? Doğayı suçlayamayız, doğa yasalarını değiştiremeyiz, ama canlıların doğayla ve yeni şartlarla uyumunu attırma anlamındaki “evrimine” yardımcı olabiliriz, belki hızlanmasına katkıda bulunabiliriz. “”Büyük balık küçük balığı yer”” anlamında bir doğa yasası kesinlikle yok. Doğa yasası *“yiyebilen yer”*der. Bu bazen küçük, bazen de büyük olabilir. Hangisinin hangisini yiyebileceği her birinin kendi hayat mücadelesiyle oluşturduğu teknolojilerin evrimine bağlı bir sonuç. Fillerin çok daha iri bir atası olan Mamutları kim yiyip yiyip neslini tüketmiş ? Bizler, yani minicik Homo Sapiens. Kural her yaratığın etrafındaki canlı cansız her şeyi kendi yararına kullanma arzusu ve bunun için teknikler geliştirmesi. İsterseniz istismar deyin, bu bir doğa yasası ve tüm canlıların evrimi de bunun üzerine. Kimi çok başarılı oluyor, soyu ihya oluyor, kimi de başarısız olup soyu tükeniyor. Görünüşe göre hayvanlar arasında şu ana kadar en başarılı olanı karıncalar. Dünyada 5,5 katrilyon karınca varmış, yani nüfusları bizden bir milyon kat daha fazlaymış, toplam ağırlıkları da öyle. Kutuplar dâhil dünyanın her tarafına en az bizim kadar yayılmışlar, buna rağmen biz sanki onlar hiç yokmuşlar gibi yaşıyoruz. Onlar bizi (belki mezarlarımızda cesetlerimizi) yiyebiliyorlar ama biz onları yiyemiyoruz. Tıpkı bizden çok daha iri boğaları kesip yiyebildiğimiz, boğaların ise bizi asla yiyemedikleri gibi.

Gelelim saldırgan güvercine. Yanındaki güvercinin kafasına vurup yemesine engel olmak onun kendi beslenmesi ve neslini sürdürmesi açısından iyi ve doğru bir strateji mi? Eğer öyle olsaydı tabii ben de ona saygı duyacak ve kızmayacaktım. Ama öyle değil, mevcut durumda hem kendisinin hem kendi soyuna mensup diğerlerinin hayatına olumsuz etkisi olan, belki vaktinden önce ölümlerine de yol açabilecek bir şey. Genetik içgüdüsel olarak çoğunluğunda böyle bir saldırganlık yok. Ben bunu “az bir kısım güvercin evrim sürecinde diğerlerinden biraz geride kalmış yeni duruma uyum sağlayamadığı için böyle olmuş” şeklinde yorumluyorum. Mesela yem tablasını düz tepsi gibi yaptığında da yine az bir kısmında “”eşelenme””  içgüdüsü ortaya çıkıyor. Öyle olanı oraya geldiğinde eşeleniyor, herkese yetecek bir tas yiyecek berhava oluyor. Tabii eski nesillerde belki topraktan daha derindeki yiyecekleri bulup ortaya çıkarmak için gelişmiş, fayda sağlayan bir içgüdüsel beceri. Ama yeni durumda artık fayda değil zarar sağlıyor. Evrimle mutlaka değişmesi gerek. Şimdi eğer ben o saldırgan güvercinin kafasına vurup kaçırtan bir “Zihni Sinir” düzeneği yaparsam bir vade içinde oraya gelip yiyen güvercinler arasında saldırgan olanların hiç kalmadığını görürüm. Böyle bir şeyle belki güvercin neslinin evrimine de olumlu bir katkıda bulunmuş (evrimini hızlandırmış) olurum.

Aslanın güçsüz hasta ceylan yavrularını yemesi öbür örneğe hiç benzemiyor, bilakis doğanın “”En iyi uyum sağlayan hayatta kalır”” kuralına tamamen uygun. Ama mesela yiyebileceğinden çok fazlasını keyif için öldürmesi yahut da yediği türün tamamen yok olmasına yol açacak şeyler yapması doğal değil. O yüzden öyle şeyler yapması doğanın tashih etmesi gereken bir kural ihlali olurdu.

Kandırmak mesela. Dawkins kandırma stratejilerinin doğada evrimleşmesi üzerine uzunca bir bölüm ayırmış “Gen Bencildir”de. O bölüm beni hep çok etkilemiştir. Korkutma, kandırma ve kışkırtmanın asla ve kat’a ne doğadan, ne de insanlığın sosyal yaşamından silinemeyeceğini, o chapter’ı okuduğum gün anladım. Sanırım üniversite birinci sınıftaydım. O yaşlarda okunan kitaplar, karşılaşılan fikirler insanın daha sonraki yıllardaki zihin haritalarının topografyasını bir daha değişmez bir biçimde belirliyor sanırım. Hani geçenlerde sana gönderdiğim müzik zevkinin ilk 20 yılda kesin şeklini alması, o yaştan sonra devrimsel bir değişiklik olamaması, ancak küçük çaplı evrimleşme olabilmesi gibi. İnsan beyni belli bir yaştan sonra kapatıyor kendini. Yeni bir şey alamıyor. Keşke o kitabı sen de üniversite yıllarında okumuş olsaydın. O zaman kimi temel kavramların anlamları konusunda belki de biraz daha yakın olurduk.

― “Korkutma, kandırma ve kışkırtmanın” ne olduğunu bir düşünelim. Doğada tüm canlılarda (özellikle) hayvanlarda gelişmiş, diğerlerinden “yararlanma” gereksinimine hizmet eden bir metot, teknik, beceri. İnsanlar bunu diğer hayvanlara göre de çok geliştirmişler ve eğer bu teknik yararlanma işinde başarıya götürüyor, kesin sonuç sağlıyorsa asla kendiliğinden ortadan kalkmayacağı da muhakkak. Yani Dawkins’in söylediği tamamen doğru. Ama bu tekniğe iki tarafından birden bakmalıyız. Bir tarafta avlar öbür tarafta avcılar varsa ve avlanma tekniği başarılı olmayı sürdürüyorsa avcılar bundan vazgeçmez. Ama KKK (Kandırma, Korkutma, Kışkırtma) teknikleri böyle iki kategori tanımlamaz. Avcı dediğin ayni zamanda avdır ve avlar avlanmamak için kendilerini koruyan teknolojileri yeterince geliştirirlerse avcının avı kesat geçer. Ve eğer avcının elinde avlanmaya göre çok daha gelişmiş ve verimli üretim teknikleri olursa, yani gerçek üretimle avdan daha fazla kazanç sağlıyorsa o zaman avcılıktan vazgeçebilir. Zaten insanoğlunun avcı toplayıcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişi de böyle olmuş.

Trend hangi yönde ona bakalım. Bugün Franz Oppenheimer’in servet kazanmanın iki yolu olarak bahsettiği  1-ekonomik yöntem (üretim ve değiş tokuş), ve 2-politik yöntem(mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma yöntemi) arasında hangisi artan hangisi azalan konumunda? Eskiden büyük servet sahiplerinin tamamına yakını din ve devlet adamı, hükümdar, komutan konumlarında idiler. Bunlar halen azınlıkta kaldılar. Mal ve hizmet üretimi paydaşlığı ve değiş tokuştan, serbest piyasadan kazananlar çoğunlukta. Birinci yöntemin artma ikincinin azalma trendinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu da bana göre KKK’nın eskisine göre çok daha verimsiz hale geldiğini, yok olmasa da azalarak süreceğini göstermektedir.

―Heyhat daha da geriye gidildiğinde, çocukluk yıllarında bu sefer kelimeyle de ifade edilemeyen psikolojik bir altyapı oluşuyor insan zihninde. Mesela senin şu kavgacı hain güvercine kızman gibi. Aynısı temel refleks olarak bende de var. Ama biraz farklı şekilde. Şöyle ki, ben hep yenilenleri tutup, daha sonra onların kazanacağına inanırım. Uzaktan (irrasyonel) müdahale gibi bir yöntemle yenileni desteklerim.

Böyle söyleyince anlaşılması güç oluyor. Örnek: çocukken iki takım sahada futbol maçı yaptığını seyrettiğim günleri hatırlıyorum. Takımlardan biri fena yeniliyor. Ben direk o yenilen takımın taraftarı oluyorum. Sonra da, zihinsel desteğimle (!) (mesela sürekli maçı seyrederek, bakışlarımı sahadan ayırmayarak) o takımın daha iyi oynamasını sağladığıma inanırdım.

Çocukluk işte. Muhtemelen benim ki de, bana sofrada salatanın hıyarını seçiyorum diye fırça atıp masadan kovan, gidip tuvalette saatlerce ağlamama sebep olan babama öfke. Zaten Hollywood’da insanoğlunun bu zalim güçlüye karşı, haksızlığa uğrayan saf, iyi niyetli kahraman arketipinden yüz yıldır çok ekmek yer. Çünkü çoğu insanın babası, devlet, otoriteler, patronlar vs vs bu şekilde haksızlığa uğramışlık hikâyesi mevcut. Bu yara farklı şekillerde hemen herkesin içinde var. 

―Benim kızgınlığımsa daima agresöre karşı. Eğer agresör birini dövmeye kalkışıp da fena halde dayak yerse çok sevinirim mesela. Seneler öncesinden bir gazete haberi hatırlıyorum. Kahvehanede kıstırıp silahsız bir gence saldırıyorlar hemen hepsi silahlı tam 11 kişi bir çete halinde. Bıçaklardan birini ele geçiriyor ve hepsini yaralayıp kaçıyor. Adamların yarıdan fazlası hastanede ölüyorlar. Şimdi sonuçta kaç kişinin katili olarak yakalansa bizim hukuk belki müebbet verecek ama nefis müdafaası. Saldırganın saldırı sebebi gerekçesi her ne olursa olsun benim kalbim kendisini öldürmek üzere saldıranı öldürenden yana. Söz konusu bir oyunsa eğer ve kimin daha iyi oynadığı hakkında bir fikrim varsa yense de yenilse de onu desteklerim. 

Hollywood’un bir janrı var, asla çiğnenmeyen bazı kurallardır ki bütün gelişmiş ülke sinemalarında da geçerli. Bizde Yeşilçam’da ve halen Kurtlar Vadisi türü çok izlenen dizilerde geçerli değil, çok kızıyorum. Jön arketip (iyi yakışıklı başkahraman) agresördür. Kötü ilan ettiği birisini yakalayıp buna getirdiklerinde yerde ayaklarının altına alıp tekmeler. Sandalyeye bağlanmış aciz adamı döver, tabancasını çeker vurur. Sırtından da vurur. Yani Jön etik olarak ahlaka vicdana en ters gelen şeyleri yapar bundan dolayı da imajı hiç zedelenmez. Ben bizim filimlerde buna illetim. Öte yandan mesela Truva filminde iyi kalpli kahraman Hector’u öldürdüğü halde Achilles’e hiç kızamadım adil bir döğüş olduğu, ahlak ve vicdan dışı hiç bir şey yapılmadığı için.  

―Hitler’in kendisi değil, Hitlercilik düşman fikrinde neredeyse tamamen sana katılıyorum. İnsanların birey olarak suçsuz, asıl sorunun Hegel’in de dediği gibi madde değil ruh, bireyler değil fikirler olduğuna tamamen katılıyorum. Peki, ama bu fikirler neden hep aynı kalmıyor? Veya neden tamamen ortadan kalkıp, yerlerini tamamen radikal değişiklikler içeren yepyeni, sıfırdan fikirlere bırakmıyor? Yoksa (yine geldik pek sevdiğin Hegel’e) fikirler de tez, antitez, sentez derken o anın fikirler bütününe ulaşan çağın ruhuna, o çağın ruhu da kendi içinde barındırdığı isyan bayrakları ile bir sonraki çağın ruhuna eviriliyor olabilir mi?

―Tabii. Birey dediğimiz kişi onun ruhu sonuçta. Aslında 2. dünya savaşı felaketinin tüm sorumluluğunu/suçunu ben Hitler’in kendisinde değil, hatta Hitler’cilikte de değil 3. Reich ruhunun doğmasına yol açan Versay bürokratlarında bulurum. Birinci savaşta yenilen ülkenin halkına savaş tazminatı olarak bitmez tükenmez borçlar biçen, torunlarımız bile bunların kölesi olacak endişesi yaratan bu bürokratlar özellikle ahlaksız vicdansızdı. Alman toplumunu öyle bir ruha soktu ki ölelim, öldürelim, yeter ki bunlardan kurtulalım yoksa torunlarımız bizi affetmeyecek dediler. O şartlarda vatanı bunlardan kurtarma sözü veren Hitler’in rüzgârına (zeitgeist) kapılmak sıradan bir Alman için işten bile değildi. Tez, antitez, sentez diyalektiğini kabul etmiyorum, hiç aklım yatmıyor. Zeitgeist’i ortaya çıkartan birileri var sonuçta ama o ilk başta apaçık önümüzde gördüğümüz kişi(ler) olmuyor. Karmaşıklığın özünü kavramamız neredeyse imkânsız. 

Karl Marx’ın materyalizm yorumundan hareketle Engels, Plehanov ve onun izinden giden ulu önder Lenin materyalist diyalektiğin (Eytişimsel Özdekçilik) çok yönlü ve gelişmiş bir bilimsel yöntem olarak vazgeçilmezliğini savunmuşlar. Peki, bu bilimsel miydi? Tabii ki değildi. Bugün bilim epistomolojisti Karl Popper’ın “yanlışlanabilirlik ilkesi” gibi ayraçları kullanarak bilimsel olmadığını bir tür ispat da edebiliyoruz. Ama buna herkesi inandırabilir miyiz? Sanmıyorum. Eğer inanç yerleşmişse değiştirmek imkânsız derecede güç.  Zaten bilim ile inancın en büyük farkı inançta “hikmetinden sual olunmazlık müessesesi var iken öbüründe bir tür ispat müessesesi bulunması. Güneşin yarın da doğudan doğacağı bilimsel bir gerçek midir? Değildir. Yarın da ayni olacağına kesin inansak da bu bilimsel bir bilgi değil çünkü dünyanın niye bu yönde değil de öbür yönde döndüğünü bize açıklayabilen bir fizik kuralı mevcut değil. Dünyanın bir tanrı tarafından yaratıldığı bize dinlerin, deizm, teizmin dayattığı bir iddia. Bir teori, ispatı yok. Evrim de öyle. Evrimi destekleyen pek çok bilimsel veri olsa da ispat yok. Yani sonuçta o da teori bu da. Kesin olan şey benim evrime inancım, ama evrensellik bakımından o neyse bu da odur.    

―Mesela çok doğru köleliğin kalkışı Spartaküslerin eli kılıçlı savaşları ile olmadı. Tam tersine kilisede oturup, mevcut kölelik sistemin yarattığı baskı, şiddet ve haksızlıklara öfkelenen, durumu düzeltmek isteyen papaz ve düşünürlerin yazdıkları kitaplar, hayat hikâyeleri ve romanlar (Uncle Tom’s cabin herhalde Spartacus’ten daha büyük özgürlük savaşçısıdır) sayesinde oldu. Peki, kölecilik fikri, köleliğin yasaklanması ile son buldu mu?  Veya faşizm gerçekten inandığın gibi Mussolini metresiyle yakalayıp, linç edip, baş aşağı asınca, Hitler’i sığınağında sıkıştırıp, III. Reich’ını kafasına yıkınca mı son buldu? Bence hayır. O halde neden Baasçılığı bitirmek için Saddam’ın başına sarayını yıkmak gerektiğine inanırsın ki?  Neyse. Doğada aldatma stratejileri ne işe yarar? O genin sahiplerinin kendilerine hayatta kalım avantajı sağlamasına. Bencil bu genlere kızabilir miyiz?  Hemen her türde, her popülasyonda kandırma, kışkırtma, korkutma genleri belli oranda görülür. Dawkins uzun uzun bu oranların neden o seviyelerde kaldığını açıklıyor. (Fazla artarsa, kârlı bir strateji olmaktan çıkıyor, keza çok azalırsa veya sıfırlanırsa, bu sefer tam da kızdığımız o hain KKK’cı gen sahibi muazzam bir avantaj elde ediyor.

The Selfish Gene’i hatırlıyorum, ben de okumuştum. KKK’nın tercih edilen bir yöntem olarak kullanılışının genetik kökenli, içgüdüsel bir şey olduğunu hiç düşünmüyorum. Hayat tecrübesi içinde başarılı ve verimli olduğu görülürse o kişinin yordam algoritmaları arasına yerleşiyor. Genetik bir tarafı da olabilir kuşkusuz ama payı pek azdır diye düşünüyorum. Eğer piyasada bu yöntem verimli ve kârlı olursa uygulayanlar artar, verimsiz olursa azalır. Yani KKK’nın kendisi hakkında “iyi veya kötü” tefriki yapılamaz. KKK’yı başarılı hale getiren sistemlerin veriminin artıp azalması da KKK mağdurlarının bilinç ve imkânlarıyla alakalı.

Sözgelimi; Bir ürünün imalatçısısınız ve pazar payınızı arttırmak istiyorsunuz. Bütçenizde “reklam”ın payını mı arttıracaksınız yoksa ArGe ile maliyet düşürme, kalite arttırma çalışmalarının bütçesini mi?  Tabii o piyasada hangisinin daha fazla getiri şansı varsa sizin onu yapmanız aklın gereğidir. Söz konusu olan sizde KKK’cı genlerin olup olmaması değil. Yöntemlerden birincisi yahut ikincisini seçtiğiniz için kınanacak ya da ödüllendirilecek değilsiniz. Piyasa size bir anamda hangisini yapacağınızı dikte ediyor. Kendi kişiliğinizin payı çok daha az. Öte yandan KKK’yı avantajlı kılan piyasa kesinlikle kusurludur ve kesinlikle evrimle bu durumunun düzeltilmesi gerekir. İyi bir sistemde KKK dezavantajlı olduğu için aklı başında insanlar tarafından tercih edilmemelidir. Yoksa KKK’yı ayıp, günah, yasak ilan etmek şeklinde bir çözümün olmadığını da biliyoruz.  

III. Reich’ın esas bitirilmesinin askeri olarak bozguna uğratılmasıyla değil ABD’nin 1. Savaş sonunda Versay’cıların yaptığının tam tersini yapması sayesinde olduğunu düşünüyorum.  ABD bürokrasisi Versaycılar gibi Alman halkını bitmez tükenmez savaş tazminatı borcuyla bunaltmak yerine tam tersine onlara yeni ve parlak bir ufuk gösterildi. Marshall yardımlarıyla sanayisini yeniden kurması, dünya pazarlarına mal satarak kısa sürede refaha kavuşma fırsatı sağlandı. Halk ABD’yi kendisini ezen bir düşman değil bir kurtarıcı, bir dost olarak gördü.  Kölecilik bir “”fikir”” değil bir uygulama projesi, bir teknoloji. Uygulayabilmenin şartları oluştuğunda uygulanıyor. Taa Kâlü Belâ’dan beridir, daha doğrusu bir insanın kendi yiyeceğinden daha fazlasını üretebilir hale gelmesinden bu yana hep var. Köle olanların genellikle bunu devirme gücü olmuyor ama köleci açısından verimli olması kaldırılabilirse eğer o zaman kölelik kendiliğinden kalkar. Keza “Saddam”,  düzenini koruma ve sürdürme gücü olan bir rejime sahipti ve kendi halkı tarafından yıkılabilmesi neredeyse imkânsızdı. ABD oraya 1,5 milyona yakın insan götürdü, neredeyse Saddamın asker gücüne eşit sayıda. Ama tabii Saddam’ın askeri ABD’ye karşı neredeyse bir mermi bile atamadan kaçtığı için ülkenin bir uçtan bir uca fethedilmesi bir hafta bile sürmedi. Tabii ülkenin işgal edilmesi oradaki kula kulluk düzenini (yani köleliği) bitirebilecek bir şey de değil. Oysa makineler sayesinde insan emeğinin katma değer üretimi fizibil olmaktan çıkarsa o zaman kölelik gerçekten bitebilir. Ben bunun kesinlikle mümkün olduğunu düşünüyorum, ama o zaman da emekçinin hayatı anlamsızlaşacak, nüfus fazlası ortaya çıkacak, bu da belki aslında sömürüden daha ciddi bir sorun.  

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.