Sözcüklerin Kötüye Kullanımı

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Eylül 15, 2020 at 1:29 pm

Aydınlanma çağı düşünürü John Locke asırlar öncesi (1689 yılında) yazdığı ”Kelimelerin Suiistimali” isimli eserinde şöyle diyor;

Bazıları dilde doğal olarak bulunan kusurların, kelimelerin kullanımında meydana gelen kaçınılmaz karışıklığın ve belirsizliğin dışında iletişim esnasında kelimeleri üstü kapalı bir şekilde veya farklı anlamlarda kullanarak “bilerek” hata yapar. Bu kötüye kullanımın en belirgin hali, kelimeleri sadece belli fikirler ifade ederek ve daha da kötüsü hiçbir şey ifade etmeden kullanmaktır. Bunu yapmanın iki yolu vardır:

1. Bir dilde bazı kelimeler incelenirse aslında temel anlamlarının belli bir şey ifade etmediği ortaya çıkacaktır. Bunu din ve felsefeyle ilgili bazı gruplar başlatmıştır. Ortaya benzeri olmayan bir fikir atan yazarlar, bu tuhaf fikirlerini desteklemek veya önermelerinin zayıf yönlerini saklamak amacıyla yeni kelimeler üretirler ancak bu kelimeler incelendiğinde tamamen anlamsız terimler oldukları ortaya çıkar. Bu kelimeler ilk yaratıldıklarında bir fikir ifade etmediklerinden dolayı eğer sonradan günlük dilde kullanılırlarsa neredeyse tamamen anlamsız seslere dönüşürler. Bu kelimeleri sık sık kullananlar da durup onların gerçekte ne anlama geldiğini düşünmez. Burada örnek vermeye gerek duymuyorum çünkü herkes kendi deneyimlerinden bunu zaten bilir. Yine de örnek isteyenler varsa filozoflar ve metafizikçiler (yani son yıllarda çok tartışan doğa ve ahlak filozofları) onları fazlasıyla memnun edecektir.

2. Kelimeleri kötüye kullanmanın (suiistimal etmenin) başka bir yolu da onları tutarsız, bir şekilde kullanmaktır. Eğer herhangi bir konu da yazılan bir şeyi dikkatle okursanız aynı kelimelerin (ki genelde yazıda ortaya atılan sav da bu kelimeler etrafında döner) metnin farklı yerlerinde başka anlamlara geldiğini görürsünüz; bu da büyük bir sahtekârlıktır. Hatta bazen aynı kelimeler farklı fikirleri ifade etmek için kullanılabildiği gibi, hesap kitap işlerinde sayı karakterlerinin de anlamı değiştirilebilir (mesela 3 karakterinin bazen üç, bazen dört, bazen sekiz sayılarını ifade etmesi gibi). Yine de para hesaplarken yapılan bu hile, gerçekleri gizlemenin yanında hafif kalır.

Aydınlanmanın büyük ölçüde başarıldığı ve düşünce evriminin bir üst noktaya taşındığı gelişmiş ülkelerde sözcüklerin istismarıyla kandırma, korkutma, kışkırtma işlerinde üstün verimliliğe ulaşılması neredeyse imkânsız hale gelmiş iken aydınlanmanın henüz başarılamadığı ülkelerde ise halen 21. yüzyılda altın çağını yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Siyasetin en prestijli motor sözcükleri başta olmak üzere tamamı en vahşi biçimde istismar edilmiştir. Özellikle Locke’un sözünü ettiği her iki yolun da en aşırı biçimde kullanıldığını görmekteyiz.

Mesela “Özgürlük (hürriyet)” sizce ne demektir? Bu kavramın batı dillerindeki kökeni “köle olmamak” tan geliyor. Çünkü köleliğin olmadığı bir yerde zaten herkes özgür olduğu için ayrıca “özgürlük” diye bir kavrama da hiç ihtiyaç yok. Dikkat buyurunuz “özgür olmak”, “yani köle olmamak” aslında her istediğini yapabilmek demek değildir. Özgür insanın hayatını kısıtlayan sayısız “doğal” şeyler zaten hep var, kavram sadece kölecilerin koyduğu “yapay” kısıtların olmadığına işaret etmeli. Çünkü herhangi bir şeyi yapabilmeniz zaten tamamen güç ve imkânlarınıza bağlı. Eğer özgürlüğü “her istediğini yapabilmek” diye tanımlarsanız dünyada öyle bir yaratık mevcut olamayacağından sözcük tamamen anlamsız bir hale gelir. Ama TDK sözlüğüne bakın; “”Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî, her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu”” olarak tanımlanıyor. Yani özgürlük diye bir şey dünyada aslında hiç yoktur, tamamen anlamsız bir sözcüktür demek. Aslına bakacak olursanız bana göre siyasetin ana motoru olabilecek bu türden neredeyse tüm kavram ve sözcüklerimizin anlamı ve kapsamı kamu tarafından biraz rötuşlanmış, “ağyarını mani efradını cami olmaktan”, ve meramını ifade edebilme gücünden sanki tamamen sıyrılmış durumda.     

Özgürlüğün antonimi (zıt anlamlısı) olan “kölelik” kavramı ise herhangi bir kolektifin (efendinin) sizin her türlü güç ve imkânlarınızı kısıtlayabilme, (hayatınızı tamamen kontrol etme) hak ve yetkisinin olması anlamındadır (Bir anlamda dinlerin ve devletlerin esas işi bu, yani özgürlüğü kısıtlamak, yok etmek değil midir?). TDK sözlüğü köleliği “savaşta tutsak alınan, yabancı ülkelerden zorla kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan veya başkasından satın alınan, birinin emri altında bulunan, kimse, kul, esir” diye tanımlıyor.  Bu kuşkusuz ki hem eksik hem de yanlış bir tanım. “Memur” kavramı mesela birinin emri altında olmayı ifade eder ama kölelik değildir, esaret/tutsaklık da ayrı bir kavram. İnsanların avcı, toplayıcı olduğu en eski dönemlerdeki milyonlarca yıl boyunca insanlar hep özgürler. Ama yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte (bundan 10-15 bin yıl kadar önce) dinler ve devletler eliyle insanın insana hükmetmesi ve köleleştirmesi (kula kulluk etme) çağı başlıyor. Bir anlamda herkesin “kul” edildiği çağlarda da özgürlük kavramı tamamen gereksiz ve sanırım yok. Mesela kölelerin efendileri var, yerine rütbesine göre isimleri oluyor, feodal, lord, senyör, baron, ağa. Bunların asilzadelikleri ve hükümranlıkları babadan oğula geçiyor. Kölelik sadece bir grup köle ile onların efendisi arasındaki bir durum değil. Daha geniş çevrede her bir efendi grubunun tepesinde grubun hamisi ve efendisi olan,  bir devleti ve dini temsil eden kral ve ruhbanları var. Yani bu efendiler de aslında bizzat kralın kulları konumundadır. Kral bunlardan herhangi birine kızdığında öldürebiliyor, malına el koyabiliyor. Kralın hâkimiyeti sınırsızdır ama o bile bir anlamda saray adetlerinin, papalığın şunun bunun emirlerine biat etmek durumunda kalır. İngiltere’yi demokratikleşme ve endüstrileşmede bugün dünyanın öncüsü yapan şey daha 1215 yılında 25 barondan (efendiden) oluşan bir konseyin kral John’a yetkilerini sınırlayan bir (Magna Carta isimli) fermanı imzalatabilmiş olmalarıdır. Dünyada kralların yetkilerinin sınırlandırılabilmesi ilk o tarihten sonra başlamış.

Bugün aradan geçen sekiz yüz küsur yıldan sonra hala hükümdarların ve hükümetlerinin yetkilerinin sınırlandırılabilmesi insanlığın hâlâ en önemli işlerinden biri. Bunda belirli bir mesafe kat edebilen ülkeler gelişmiş ve ilerleyebilmişler diğerleri geri kalmış durumda. Ama en azından bugün için “”hükümetin gücünün sınırlandırılması”” konusu bilinen tanısı konulan ölçümü ve durum tespiti yapılabilen bir sorun. Dünya Adalet Projesi Endeki (WJPI) her yıl ülkelerdeki bu sorunun düzeyini ölçüp puanlayıp bir endeks yayınlıyor. Türkiye olarak 2019 itibariyle “”hükümetin gücünün sınırlandırılması”” konusunda 126 ülkenin 123’üncüsü konumundayız. Çoğu ülkedekinin aksine hükümetin gücünün sınırlanamamasının iyi bir şey olduğunu düşünenlerimiz var.  Bunda “özgürlük” sözcüğünün gerçek anlamının bilinmemesinin çok büyük rolü olduğuna inanıyorum. 

Savaş Barıştır, Kölelik Özgürlüktür, Cehalet Güçtür

Mesela batı dillerinden (latince kökenli) dilimize geçen ve “”bir anlatımda olayların kronolojik sırasının yanlış olarak ilişkilendirildiğini ifade eden Anakronik sözcüğünü ele alalım. Söz gelimi eğer Fatih II. Mehmet’in Bursa’dan İstanbul’a uçakla geldiğini söylerseniz size “anakronizm” yaptığınız söylenir çünkü o dönemde uçak olmadığını biliyoruz. Bir çağda olması mümkün olmayan bir şeyi sanki olurmuş gibi anlatırsam bu bir “yanıltıcı bilgilendirme”dir ve Anakronizm yapıldığı suçlaması haklı olur. Peki, ben size geçmiş çağlarda olmuş şeyleri bugünkü bakış açımla değerlendirerek anlatsam, mesela desem ki ;

“”Osmanlı Sultan analarının hemen hepsi çeşitli ülkelerden cebir ve şiddet kullanılarak alınıp getirilen, küçük yaştaki köle kızlardır. Tüm Osmanlı Sultanları (şimdiki) yasalarımızda “sureti cebirle küçük yaştaki kızın cinsel istismarı” olarak tanımlanan ağır suç fiillerinin mahsulü olup (evlenmeden birlikte olunduğu için) çoğu gayrimeşru doğmuşlardır. Siyasi iktidar için kardeş katili olup, iktidarları boyunca da siyasi cinayetler başta olmak üzere sayısız insanlık suçunun doğrudan veya dolaylı failidirler.””

Yahut da; “”Resulullah hazretlerinin dokuz yaşındaki bir kızla nikahlanmasını veya daha sonraki halife ve sultanların pek çok insana rızası dışında yaptıklarını tartışmalıyız”””, derseniz eğer.

İşte o zaman içlerinde en bilgin olanları size hemen “anakronizm yapıyorsun, o zamanın şartları o zamanın değerleriyle yorumlanmalıdır, bugünün değerleriyle o zaman yapılanları yargılamak anakronizmdir”” diyerek saldırıya geçeceklerdir. Benden peygamber hazretlerini, halifeleri, sultanları o zamanın zihniyet ve inançlarıyla değerlendirmem nasıl istenebilir? Ben tabii ki onları da bugünün değerleriyle bugün sahip olduğum ahlaki değerler üzerinden değerlendireceğim.

Bu durumda anakronizm yapan kim?

Eğer o zamanki Fatih’i, fetih, gasp ve yağma olaylarını değerlendirmem, takdir etmem ve hayran olmam isteniyorsa benim bunu tabii ki bu çağda halen sahip olduğum değer sistemlerine göre yapmam gerekiyor.  Zaten başka türlü yapmam da mümkün değil. Siz yapabilir misiniz?

Yaşamadığınız, tam olarak bilmeniz mümkün olmayan o devrin varsayılan değerlerine tam uyumlu olabileceğiniz nasıl söylenebilir? Eski çağlarda bir dönemler dünyanın bazı yörelerinde fetih, gasp, yağmacılık, korsanlık çok şerefli değerli meslekler sayılıyormuş olabilir. Ganimetlerden kazanılan servet, köleler, cariyelerin sayısı bir insanı değerli ve üstün gösteriyor olabilir ama ben o devirde yaşamıyorum. Eğer yaşıyor olsaydım nasıl hissedeceğimi de bilmem pek mümkün değil. Kesin olarak bildiğim şey ise bu iki tür ahlakı bir bünyede barındırmanın mümkün olmadığı. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne baktım. Etik kelimesi için, ‘Ahlakla ilgili, ahlaki’ anlamlarını sunuyor. Hem bireysel açıdan hem de herhangi bir meslek ya da yapılacak iş üzerinden kullanılabilen bir kelime olarak bu iki sözcüğü birbirinin karşılığı olarak vermiş. Yani bir şey eğer etik değilse ahlaki değildir. Eğer ahlaki ise etik olmak da zorunda. Ama ben bu ikisini birbiriyle hiç bağdaştıramıyorum.

Devlet ve din büyüklerinin yaptıklarını “gayrimeşru” saymamıza o günün hukuku (yasaları) “sayılan” şeriat izin vermez, ama öte yandan ayni konuda birbirine tamamen zıt kararlar vermeye de izin veren esnekliklere tabidir, bir tür evrensellik iddia eden hukuk gibi somut kurallara sahip olmadığından ulu-l emre çok geniş inisiyatif alanı bırakır.   Bugün “”insanlık suçu”” olarak tanımladığımız (mevcut hukukumuzu oluşturan yasalara ve anayasaya göre de halen suç olan) pek çok şey o zamanlar şeriat adına emredilerek yapılmış, yaptırılmış. Peki, meşru olan bir şey legal(yasal) da olmalı mıdır? Meşruiyet şeraite uygunluk olduğuna göre siyaset etme (yani bir insanın bir uzvunun vahşi bir şekilde kesilmesi kararını verme) veya salbe mezun(asarak öldürmeye yetkili) birinin öldürme kararı vermesi ve uygulaması meşru olmalıdır. Pek tuhaf ama Osmanlıca’daki “siyaset etme” sözcüğünün asıl anlamı  (el, kol, ayak kesme, göze mil çekme gibi) bedensel cezalar. Şimdiki hapis zindan sisteminin altyapısı pek mevcut olmadığından cezaların kâhir ekseriyeti “salb ve siyaset” yani asma kesme şeklinde oluyor. Peki o günün siyasetleri bugün hala savunulabilir mi?  Nitekim bugünün selefî Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) bu siyaseti getirdi ve fiilen uygulama gücü de buldu. Peki, dünya buna ne reaksiyon gösterdi?

Buradaki fark insanın tüm ahlak/vicdan sisteminde bıçak sırtı bir yarılma, aşırı ikircikli bir durum yaratıyor. Etik dışılığı bile bile ahlakınızın ortasına nasıl yerleştirebilirsiniz? Orwell in meşhur distopyası 1984’deki “”iki zıt fikri aynı anda taşıma ve her ikisine de körü körüne bağlanma halini ifade eden İkiliDüşün nasıl realize edilebilir?

Bir şey eğer “meşru” ise şeriate (yani tanrının yasalarına) uygundur. O zaman yasal da olmalıdır. Meşru bir şey nasıl yasa dışı / ahlak dışı olabilir? Eğer gayrimeşru ise yasadışı da olmalıdır. Tanrının gayrimeşru ilan ettiği bir şey nasıl kanuni, hukuki, yasal olabilir?  Oysa bugün biliyoruz ki İslami kurallar bütününü ifade eden Fıkıh İlmi de seküler yasaları ifade eden Hukuk ilmi de hem birbiriyle hem de halklarıyla tamamen uyumsuz, güven verme ve hükmetme işinde giderek yetersiz hale gelmektedir. Her ikisi de ahlakımıza ve vicdanımıza sığdıramadığımız işler yapmaya çok elverişlidir.

İngilizcedeki “Law” sözcüğünün Türkçesi hem “hukuk” hem de “yasa/kanun” demek. Kavramı ikiye bölmüşüz, mesela “hukuk yasası” diyebiliyoruz. Arapça kökenli “hukuk”(haklar) sözcüğünü terimleştirirken “adalet, hakkaniyet” kavramlarıyla eşanlamlılaştırılmak istenmiş. Hani sanki “rights & liberties”(hak ve özgürlükler) anlamındaymış gibi. Öztürkçeciler de Arapça olmasın diye hukuk = tüze demişler. Gerçekte ise tüm kanunlar (yasalar) sadece nelere hakkımız ve özgürlüğümüz “olmadığını” tanımlıyor ve daima adaletsiz. Adaletsizliğin bu boyuta varabilmesinde kelimelerin iğfaliyle yapılan sahtekârlığın rolü bence çok büyük.

Bugün IŞİD’in kurduğu ve kısmen uygulama gücü de bulduğu düzenin İslam’a aykırı olduğu söylenmez. Her ne kadar İslam tam anlamıyla budur da denilemese de İslam’ın daha önce de birçok ülkede İslam adına çok benzer şekilde uygulanmış İslam Devleti biçimlerinden birisi olduğuna hiçbir şüphe yok. Taliban (İslamın temiz talebeleri) Afganistan’da iktidara geldiğinde Budha heykellerini patlatarak yıktıklarında dünya şaşırmıştı. Çünkü bu coğrafyada Buddha çok öncesinden beri vardı ve oraya İslâm’ın gelmesinden bu yana bin küsur yıldır hiç kimse heykellere elleşmemişti. Peki Taliban neden bunu yaptı?. “Taliban” hükümete geldiğinde “Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker”” bakanlığı kurmuştu. Bu durum Maruf olanın cebren yaptırılması ve Münker olanın yapılmasının cebren engellenmesine dair Kuran ayetinin bizzat icraate geçirilmesinden başka bir şey değil. Kuranda Putların kırılmasına dair bir emir yok mu? Var… Peki, o halde neden yapılmamış?  Daha önceki Müslüman hükümetler belki o büyüklükte heykeli yıkabilecek patlayıcı teknolojisine hâkim değillerdi, belki de uğraşmaya gerek görmediler. Ama Taliban Kuranın bir emrini daha yerine getirmeyi başardı. Buradan bakınca İslam gerçekten vahşi, iflah olmaz bir öğreti gibi duruyor. Oysa putların kırılmasını emreden ayetin yerinde daha önce “”onlara şefaat gösterilmesi gerektiğini vazeden”” başka ayetlerin bulunduğu ancak daha sonra abbasiler /emeviler her kimse zamanında bu ayetlerin yok edilip yerine putların kırılmasını emreden ayetlerin yerleştirildiği, eski asıl ayetlerin ise yok edilip “şeytan ayeti” ilan edildiğinden bahsediliyor. Bu konuyu yazdığı romanda dile getiren Salman Rüşti’nin İran hükümeti tarafından “katli vacip” ilan edildiği ve hakikaten birilerinin suikast emrini yerine getirmeye giriştiği o yüzden yazarın o gün bu gündür pahalı bir güvenlik çemberi altında yaşamak zorunda kaldığı biliniyor.  Buradan çıkarılacak hisse bana göre vahşetin İslamın kendisinden değil kelimeleri/kavramları istismar ederek dini amaçlarına alet etmeye çalışan eski/yeni siyasilerden kaynaklandığıdır.      

İslâmdan korkmalı mıyız? Hepsinin ortak noktası dünyanın farklı coğrafyalarındaki üretken insanları köleleştirip kendi hükmüne tabi hale getirmeye çalışmak olan sayısız haydut çetesinin İslam adıyla yaptıkları vahşeti gördükten sonra, sağlıklı bir insanın korkmaması, mümkün değil bence. Ama diyorlar ki korkmak İslamofobidir. Burada da kelime istismarı yok mu sizce? Fobi diyebilmek için “”tehlikesi olmadığı apaçık olan bir şeye karşı duyulan anormal ve irrasyonel bir korku” olması lazım. Allah aşkına işlenen bu kadar vahşet normal /rasyonel insanları korkutmuyor mu ki buna fobi denilsin? 

Kelimelerin en yoğun şekilde istismarı sorunu, milliyetçilik ve mukaddesatçılığın yoğun olduğu tüm totaliter/otoriter ülkelerde yoğun bir şekilde var. Dogmatik koşullandırma eğitimleri, evrensel kavramları çarpıtıp farklı şekilde algılanır hale getirmiş.

Mesela  “Sivil” ve “Resmi” sözcüklerinin “asıl” anlamlarına ihtiyacımız var ama bu sözcüklerin asıl anlamı tahrif ve tağşiş edilmiş, tamamen farklı anlamları ifade eder, konuma getirilmiş durumda. “Sivil” kelimesini sözlüğe baktığınızda “medenî, asker olmayan, çırçıplak” gibi tuhaf karşılıklar görüyorsunuz. Batı dillerinde bu sözcükle “kamunun resmi görevlisi, ruhban, asker veya bürokrat “olmayan” sıradan gerçek kişi vatandaşlar ve onların işleri kastedilir. Ayrıca kibar, medeni demektir. Devleti namına vatandaşa karşı cebir şiddet uygulayabilme yetkisi verilmiş, kolluk gücü olarak çalışan bir polis üniformasını çıkarttığında sivil mi olacak?

Bu işin giyim kuşamın sağladığı dış görünüşle özde hiçbir ilgisi yok. “Sivillik” devletin kulu olmamakla, birey kişi – vatandaş olmakla yakından ilgili bir kavram. Yani hem devletin emrinde olup hem de sivil olmak kavramsal olarak imkânsız. Herkesin Sultanın kulu olduğu ve hiyerarşik konumunu gösteren bir tür üniforma ile dolaştığı Osmanlı kültüründe sivillik diye bir şey yok. O yüzden o kültürün devamında bu kavram böyle anlamsız bir biçime evirilmiş. “Medine kentinin vatandaşı olmak”tan gelen medeniyet kavramı da öyle. Vatandaşın zihninde “uygar olmak” diye bir kavramın özü oluşmamış. Ahlak denilince çoğumuzun aklına sadece dini dogmaların cinsellikle ilgili koyduğu kısıtlamalara uygun olup olmamak geliyor. 

Bugünkü İslâm ülkelerinde “şeriat” olarak uygulanan pek çok kuralın Kuran’da yeri yok. Yani eğer şeriatin kutsal kitapta yazılı kurallar olduğunu kabul eder isek bugün yasalarımıza aykırı olan ve suç kabul edilen pek çok şey Kuran’a göre meşru ve caizdir. Öte yandan gayrimeşru pek çok şey de bugün legal yani yasaldır. Meşru ve legal kavramlarını eşanlamlı haline getirmek belki evrensel hukuk ile İslam hukukunu bağdaştırma ve uyumlu hale getirme arzusunun bir ürünü ama asla mümkün değil, gerçekçi değil. Çünkü şeriat İslam ülkelerine bile ortak bir adalet anlayışı getirmiyor, her birinin şeriatı öbürüne göre farklı farklı. Totaliter rejimlerde adaletin ortak bir normu bulunmadığı için neredeyse keyfi şekilde uygulanabiliyor. Mesela Osmanlı’da vatandaşlar sultanın kulları idi, mülksüzdüler, omuzları üzerindeki baş bile kendilerine ait değildi ve dolayısıyla insan hakları hiç yoktu. Bugünkü evrensel hukuk normlarının hiçbiri Osmanlı için geçerli değildi. Sultanın kulları insan hakları olmadığı için sivil değildiler, birbirleriyle ilişkileri de sivil değil, medenî değildi. Hakları olmayan insan aslında gerçek insanın bir alt türüdür. Mesela, bilir ama düşünemez, yapar ama yaratamaz (yaratmak Allaha/Devlete/ Sultana ait) kendi özgür iradesi yoktur, hiçbir konuda inisiyatif kullanamaz. Varoluş biçimi aklının çalışmalarıyla ve yargılarıyla yaşamasına engeldir. Dolayısıyla onun varoluşu gerçek insanın varoluşunun temel değerleriyle çelişir. Gerçek anlamıyla düşünürsek totaliter mutlakiyetçi bir sistemde bir bakıma sultan ve tüm kulları dâhil olmak üzere hiç kimse sivil değildir. Yaşadıkları düzende herhangi bir “medeniyet” bulunduğundan da söz edilemez.

Sivil ile resmi, formel ile enformel, hukuk ile hakkaniyet, ahlak ile etik, meşruiyet ile legalite, ilimle bilim, aydın ile entelektüel özde birbiriyle çoğu zaman zıt ve çatışma halindeki kavramları işliyorlar ama her nedense eğitimimiz içinde bunların bize neredeyse “eşanlamlı” gibi benimsetilme gayreti söz konusu. Bu yaklaşım küresel düzenle zerre kadar uyumlu olmadığı gibi kendi içimizde de kavramlara orasından bakanla burasından bakan birbirimizle hep çatışma içerisindeyiz. Birbirimizi anlamamız giderek imkansızlaşmaktadır. Kavramların ayarıyla oynamak bugün böl-yönetçi siyaset açısından toplumu dünyadan kopartmak ayırmak ve içeride birbiriyle çatışma halindeki sayısız gruba bölmek elverişli görünüyor olabilir. Ama bu gerçek bir çıkmaz sokak. Oysa doğru kavramlarımız ve kelimelerimiz olmadan toplum düzenine ilişkin konuları birbirimizle nasıl doğru tartışabiliriz ki?

Bugün Sivil Toplum Örgütü (STÖ) diye Türkçeleştirilen kavramın aslı “NGO” yani “kamuyla/devletle hiçbir ilgisi olmayan ondan tamamen bağımsız kuruluş” anlamında. Dünyadaki gerçek STÖ’leri aslında küresel olarak hükümetlerin gücünü sınırlayabilecek bazı güç ve imkânlara sahipler, ama sivilliğin yok edildiği tüm ülkelerde bu tür kuruluşların sivilliği de öncelikle yok edilmiş, aslında tamamen devlete tam bağımlı, devletin örgütlediği kuruluşlar haline getirilmiş oluyor. Onun da İngilizce bir adı ve tanımı var. Government Organized NGO yani GONGO Aslında işlevi NGO’nun tam tersi olan GONGO’lara bizde fütursuzca STÖ deniliyor. Batıdaki benzer isimli sivil kurumların tamamen aksine bizdeki Üst Kurulların (YÖK, RTÜK, EPDK vb) tamamı kamunun özel kurumların yönetimine nezaret, ve müdahale etme amacıyla kurduğu vesayet kurumları. Bankaların tümü doğrudan ve dolaylı olarak devletin kontrolünde, din, sosyal yardım kuruluşları ve vakıflar doğrudan ve dolaylı olarak kamulaştırılmış, eğitim millileştirilmiş, hukuk devletin kılıcı haline getirilmiş, hatta özel şirket ve kuruluşların tamamı bürokrasinin vesayet ve nezareti altına sokulmuş. Totaliter bir ülkede yasama ve yargı yürütmeye bağlandığı zaman devletin herhangi bir ölçü, tartı, denetim ve denge düzeneği kalmamış oluyor. Tüm bunlar kelime ve kavramların bulanıklaştırılması ve tersyüz edilmesinin başarılması sayesinde mümkün olmuş.     

Medeniyetin bu sıfır noktasında halk için sadece biat ve kula kulluk etmek var. İnsan araçsallaştırılmış, hiyerarşik bir yapı içinde birilerine mülk edilmiş, hakları yok ve dolayısıyla insanlar gerçek sivil insandan tamamen “farklı” bir yaratık haline getirilmiş. O yüzden bizim emansipe (gerçekten özgürleşmiş haldeki) sivil insanla öyle olmayanları birbirinden ayıran yeni sözcüklere ihtiyacımız var. Kelimesi olmadığı için iki türün ayni sayılıp bir arada eşit muamele edilmesi “elmalarla armutları bir araya toplamak” gibi oluyor.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.