Geleceğin Hikâyesi Yok

Gelecek De Gelecek | | Ekim 11, 2020 at 10:35 am

Korona virüsü salgınının başlangıcında meselenin bir sağlık krizi ve can güvenliği meselesi olduğunu anlayamadık. Neredeyse aynı günlerde post-korona dönemine dair çarpıcı spekülasyonlar, herkesin ilgisini ve aklını çelen fallar, tahminler ve öngörüler başladı. Hemen her söze “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye başlıyorduk.

İnsanlığın Nostradamus’tan beri dinlediği bütün kehanetler 100 sene, 300 sene sonrasına dairdi ya da seyredilen filmlerde tasvir edilen distopik gelecek belirsiz bir zaman diliminde yaşanıyordu. Film bitip ışıklar açıldığında, kitap bitip kapağı kapandığında, gerçek hayata dönmek ve o felakete yabancılaşmak mümkündü. O nedenle zihinlerimiz, salgın döneminde doğrudan kendimize, sevdiklerimize yönelik can kaygısını kavramakta zorlandı.

Doğrudan can tehlikesi hissettiğimiz bir salgın süreci yaşadık ama meselemiz bundan ibaret değildi. Covid-19 virüsü tüm dünyada aynı anda çalan bir alarm etkisi yaptı. Gerçekte geleceği belirleyecek hikâyenin salgından fazla bir şey olduğunu anlamamız zaman aldı.

Bu virüsün büyük bir felaket olduğu ortada. Ancak o da daha evvelden müştereken yaşadığımız hikâyenin finalinde beliren bir netice. Uzun zamandan beri insanlığın önünde çok köklü bir değişimi zorunlu kılan o kadar çok alamet var ki… Üretim, tüketim, yaşama ve örgütlenme biçimlerimiz hayatı sürdürülemez kılmaya başlamıştı. Ne keyfiyetçi yönetimlerin tüm değişim dalgalarını kontrol edebilme sevdaları, ne Birleşmiş Milletlerin sürdürülebilirlik hedefleri, ne şirketlerin kendilerince yaptığı organizasyonel değişiklikler hayatın devamlılığı konusundaki endişelerimizi giderebiliyordu. İnsanlığın radikal bir sıçramaya ihtiyacı olduğu gün gibi ortadaydı uzun zamandır.


Hayatın ritmi değişiyor

Kırk yılı aşkın zamandır, tüm yaşamı değişime zorlayan üç temel dinamik var. Birincisi, yerkürenin ritmi değişiyor: Küresel ısınma, karbon salınımı, ozon tabakasının delinmesi, erozyon, kuraklık, başta petrol, içme suyu dâhil yeraltı kaynaklarının tükenmesi, yer üstündeki canlı ve bitki türlerinin azalması, çevrenin, havanın, suyun kirlenmesi gibi her biri devasa sorunlar anlamına gelen bir ritim değişikliği.

İnsanoğlu üretim ve tüketim biçimiyle yerküreye, doğaya son derece hoyrat davranmaya devam ediyor. Yerkürenin ritmine uygun bir değişimi örgütlemekten, yani üretim ve tüketim biçimlerimizi, yerküreyle ilişkimizi yenilemekten, kendi ritmimizi yerkürenin ritmine uyarlamaktan ısrarla kaçındık.

İkinci temel dinamik, gündelik hayatın ritminin hızlanması. Bilişim, iletişim, ulaşım teknolojilerindeki değişimin, yani teknolojik devrimin tetiklemesiyle gündelik hayat daha önce hiç sınanmamış bir ritme ulaştı. Üretme yöntemlerimiz değişiyor. Ama asıl önemlisi çalışma, üretme, örgütlenme ve yaşama pratiklerimiz zaman ve mekandan bağımsızlaşıyor, Yerçekimsiz bir gündelik hayat içinde zamandan ve mekandan bağımsız düşünebilmek, örgütlenebilmek, üretim yapabilmek, alışık olduğumuz karar süreçlerini zorlayan bir esneklik ve hız dayatıyor. Zaman ve mekândan bağımsız çalışabilmek sadece hayatı hızlandırmıyor, aynı zamanda yerleşik hiyerarşileri ve statükoyu da parçalıyor. Hâlbuki bizim zihin dünyamız karar süreçlerinde bir hiyerarşik yönetim modeline bağlı. Hızın, beğenmesek de varlığına alışık olduğumuz hiyerarşilerin parçalandığına şahit olmak, güvensizlik ve endişe hissiyle yaşama zorunluluğunu da beraberinde getiriyor.

Bilgi, haber, deneyim anonimleşiyor. Bilgi, haber ve deneyimin anonimleşmesi iki sonuç üretiyor. İletişim ve ulaşım olanaklarını kullanarak her birimizin yaşananlara müdahil ve dâhil olabilmesini mümkün kılıyor, Bugün artık hiçbir devlet (keyfiyetçi yönetimler aksini düşünse de), yurttaşlarının dünyadan onun izin verdiği ve onayladığı kadarıyla haberdar olması lüksüne sahip değil.

Gündelik hayatın ritmindeki değişimden dolayı bugünkü hayat karşılıklılık esasına bağlı. Bu çok aktörlü, çok boyutlu, çok katmanlı hayatı karşılıklılık esası olmadan kavramak ve ona dâhil olmak mümkün değil. Fakat aynı esas, hayatı düzen ve intizam için zorlamaktan vazgeçip, belirsizliği ve karmaşayı temel alan bir perspektif geliştirmeyi de zorunlu kılıyor. İstesek de istemesek de bir parçası olduğumuz bu değişimi kavramak ve hayatımızı onu göze alarak yeniden kurgulamak konusunda attığımız adımlar ikircikli, tedirgin ve çelişkili.

Üçüncü temel dinamik ise insan hareketlerindeki değişim, yerkürenin ve gündelik hayatın ritmindeki değişimi, ulusal ve uluslararası ölçekte göçlerin artarak sürmesinde gözlemek mümkün. İnsanlık daha çok göçü nasıl durdurabileceğini ya da denetleyebileceğini düşünüyor ve konuşuyor. Suriyeliler Edirne sınırında, bu salgın ortamında bile orada hangi koşullarda yaşadıklarını bilmesek de bekliyor. Akdeniz’den, Afrika’dan gelenler canlarını tehlikeye atarak Akdeniz’i geçmeye çalışıyor.

Türkiye’de, son 40 yılda 30 milyonu aşkın insan göç etti. İstanbul’da, 18 yaş üstü İstanbul doğumluların oranı yalnızca yüzde 28. Geriye kalan yüzde 72 İstanbul dışından gelmiş. Türkiye’deki yetişkin nüfusun yüzde 84’ü sanayi toplumuna dâhil olmuş, sosyolojik tanımıyla kentli. Hatta ülkedeki yetişkin nüfusun yüzde 52’si metropollerde yaşıyor.

İnsanlar daha iyi bir hayat arzusuyla hareket etmeye devam edecek. Bu hareketin ürettiği bir dizi sosyolojik, mekânsal, zihni değişim var, metropoller, varoşlar, kimlikler, lümpenleşme, vb.


Sanayi toplumundan bilgi toplumuna

Aslında tüm yaşananlar bir çağ değişimine işaret ediyor. Bu yeni çağa uyum sağlayabilmek için bilgi toplumunun kurum ve kurallarının geliştirilmesi gerekiyor. Bunu başarabilmek için de yeni bir zihinsel sıçrama gerekiyor. Daha da önemlisi gelecek için yeni bir hikâye gerekiyor.

Geleceğin bir hikâyesi, ütopyası henüz yok. Onun yerini distopik gelecek hikâyeleri alıyor. Değişmeyenlerin, değiştirilemeyenlerin yarattığı boşluğu, müdahale kapasitesi ve mahareti olanlar dolduruyor.

İnsanlık, yerkürenin, gündelik hayatın ve nüfus hareketlerinin ritmindeki değişimler ve bu değişimlerin ürettiği yeni meseleleri göğüsleyebilmek için yeni çağın zihni ve kurumları, kurallarıyla yeniyi inşa etmeye mecburdu. Ama bu ihtiyacı görmezlikten gelmek herkesin işine de geliyordu bir bakıma. Böylesi bir bağlamda ortaya çıkan küresel virüs salgını tüm dünyada alarm etkisi yaptı.

Salgın, her şeyden önce küresel sorunlarla uğraşacak küresel kurumları ve kuralları inşa edemediğimizi gösterdi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) etrafında patlak veren tartışmalar, bu kurumun rol tanımı, kapasitesi ve mahareti, insan ve mali kaynakları itibariyle böylesi bir salgını yönetmeye uygun olmadığını ortaya çıkardı. İlgili tartışmalar, neredeyse tüm ülkelerin imzacısı olduğu Paris İklim Anlaşması’nın ve İstanbul Sözleşmesi’nin de bir hükmü olmadığının delili.

İnsanlık, bu küresel yeni hayatın kurum ve kurallarını oluşturamadığından, karşılaşılan büyük, çok boyutlu, çok katmanlı meselelerle boğuşabilmek için elindeki tek aygıta yaslandı; ulus devlete. Toplumların önemli bir kısmı ulus devletlere yaslanarak bu meseleleri çözmek yerine zapt etmeyi, hasıraltı etmeyi ya da duvarların içinde tutarak kontrol etmeye çalışmayı tercih etti. Bu da ulus devletlerin ne zamandır arayıp da bulamadıkları türden bir fırsattı.

Teknolojik devrimin ve gündelik hayatın hızlanan ritminin zorunlu hale getirdiği küreselleşmenin ortaya çıkardığı meselelere sistemli cevaplar ve politikalar üretilememesi, adaletsizliğin ve yoksulluğun, hem ulusal hem küresel ölçekte kalıcılaşmasına sebep oluyor. Bu karmaşıklığa ve belirsizliğe gösterilen tepkinin birbiriyle ilişkili iki sonucu var: İlki, bireylerin ve toplumların Iümpenleşmesi, fanatizm ve ayrımcılığın güçlenmesi. İkincisi ise insanların kimliklere sıkışmaları, bu nedenle kutuplaşmaların derinleşmesi, şoven tepkilerin ve hareketlerin yükselmesi. Bu iki tepki, popülist liderlerin ve siyasetin de başlıca besin kaynağını oluşturuyor.

Özetlemek gerekirse, sekiz yıldır tüm dünyada yapılan seçimlerin büyük kısmında faşist, otoriter, popülist, keyfiyetçi siyasi liderlerin ve hareketlerin yükselmesinin başlıca iki sebebi var. İnsanlığın hayatın ritmindeki hızı yönetecek kurumlar ve kuralları geliştirememesi, bir başka deyişle kendi müşterek geleceğine dair bir hikâye anlatmaya bir türlü başlayamaması. Ortaya çıkan adaletsizlik ve yoksulluktan korunmak için de bildiği tüm çarelere, başta da ulus devlete ve aidiyet hissettiği kimliğe tüm gücüyle sarılması.


Küresel ara buzuI dönem

Bu dönem küresel ara buzul dönem. Buzul çünkü bilgi toplumu ve hayat, şöven ve otoriter iktidarlar eliyle ulus devletlerin yeniden inşası hedefleniyor. Ara çünkü bilgi toplumu ve hayatın geldiği evre ve ritim bu zihniyetlerle yönetilemez, yönlendirilemez.

Ulus devletlerin yeniden güçlenerek sahne alması, çağ değişimine direniş bir bakıma ama bu direniş, ulus devlet zihniyetindeki ve mekanizmalarındaki sorunların da iyiden iyiye belirginleşmesi sonucunu doğuruyor. Nitekim ulus devlete ilişkin başta yurttaşlık olmak üzere tüm kavramlara, siyasete ve çıkar tariflerine ilişkin yeni sorunlarla karşılaşıyoruz. Ulus devletlerin geleneksel kodları ve popülist liderlerin tarz-ı siyasetlerinden oluşan bileşim de kendi dinamikleriyle başka gerilimler üretiyor.

Rusya başta olmak üzere bazı ülkelerle Batı arasında yeni bir siyasi bölüşüm kavgası yaşanıyor. Çin başta olmak üzere bazı ülkelerle Batı arasında ekonomik bölüşüm kavgası yaşanıyor. Türkiye başta olmak üzere Müslüman coğrafya ile Batı arasında yeni bir kültürel gerilim yaşanıyor. Avrupa Birliği kendi siyasi ve ekonomik krizini aşamıyor. Arap Baharı olarak başlayan süreç, otoriter rejimlerden kurtuluşu örgütlemeye yetmedi. Aksine Müslüman coğrafyada hızla devletsizleşme sürecine dönüştü. Adına dünya savaşı demiyoruz, ancak dünyanın neredeyse yarısında iç çatışmalar, bölgesel çatışmalar yaşanıyor.

Temsili demokrasi de krizde. Çünkü bugünün karmaşasını çözebileceği bir kapasite oluşturması mümkün değil. Bugünün karmaşası hiyerarşik düzen ve sistematik içinde, bir avuç temsilcinin yarıdan bir fazlasının oyuyla alınan kararlarla çözülemiyor. Tektipleştirilmiş ve standartlaştırılmış uygulamalara dayalı katılım pratikleri işe yaramıyor. İnsanların kendilerine dair kararlara katılabilmelerinin önünde seçimler dışında başka bir imkânın olmadığı bir idare biçimi müşterek çözümler üretmeye yetmiyor. Temsili demokrasi ile katılımcı demokrasiye ulaşılamadığı gibi, onun oluşturduğu mekanizmalar seçilmiş otoriterlikleri yükseltiyor.

Çünkü bu dönemin siyasal örgütlenme felsefesi toplumsal rızaya dayanıyor. Örneğin, özgürlük mü, güvenlik mi ikilemine sıkışan, korku politikalarına teslim olan, kalıcılaşan adaletsizlik ve yoksulluk dertleriyle boğuşan kitleler güvenliği tercih ediyor ya da ona razı oluyor. Aynı kitleler, sıra demokrasi mi, refah mı ikilemine geldiğinde ise sermayedarından girişimcisine, yeni orta sınıfından yoksullarına kadar tüm aktörleriyle önce refah diyor.

Bütün bu sıkışıklık içinde toplumların bir kısmı, hatta en azından yarısı, değişimin ürettiği riskten korkuyor ve gündelik hayatın hızlanmasının ürettiği endişenin verdiği itkiyle, değişmekten daha güvenlikli alanlara çekilerek kurtulabileceğini sanıyor. Dünya, bir yandan küresel ölçekte uluslararası düzlemde, diğer yandan her bir toplumun kendi içinde yaşadığı bir yarılmaya, kutuplaşmaya, gettolaşmaya sahne oluyor.

Bu sahnede güncelin şehvetini, ulus devletler üzerinden oluşan ekonomik, siyasal, kültürel bölüşüm kavgaları oluşturuyor. Bu şehvete teslim olan toplumlar, siyasi ve sivil aktörler ve akademik dünya da ne yazık ki geleceğin hikâyesi yerine güncelin zihnî ve ruhî ambargosuna takılıyor.

Tüm bu değişimi ve yarattığı krizleri, sanayi toplumunun kurum ve kurallarını yeniden keşfederek, güçlendirerek yönetemeyeceğimiz ortada. Çünkü bugün yeniden icat etmeye çalıştığımız o kurumlar ve kurallar, geri dönmeye çalıştığımız kavrayış ve yönetim zihniyeti, yukarıda tarif ettiğim çoklu –yerkürenin, gündelik hayatın ve insan hareketlerinin– ritim değişikliğinin yarattığı sorunları bırakın çözmeyi, onları görünür kılıp üzerine düşünmek için bile yeterli değiller. Bu nedenle, henüz ne zaman sona ereceğini bile bilmediğimiz pandemi sonrasında bizi nasıl bir hayatın beklediği sorusuna vereceğimiz cevabı, bizim şu anda, bu kriz aslında henüz yeni başlamışken bütün bu meseleleri nasıl tartıştığımız belirleyecek. Korona virüsü krizi, yerkürenin, gündelik hayatın ve insan hareketlerinin ritmindeki baş döndürücü hızı ve o hızın yarattığı adaletsizlik ve yoksulluğu, dünyanın aslında nasıl da idare edilemediğini görünür kıldı. Artık daha iyi gördüğümüz bu değişimden kaçamayacağımız bir haldeyiz. Peki, bu yeni halden yola çıkarak nasıl bir hikâye anlatacağız gelecek için?


Türkiye’nin kendi hikâyesi

Türkiye’nin bütün bu süreçlerin içinde kendi hikâyesi var. Türkiye bir yandan hâlâ sanayi toplumu olmaya çalışıyor, bunun sancılarını yaşıyor. Sanayi toplumu olabilmenin eğitim, hukuk, laiklik gibi temel kurumsal yapı ve kuralları konusunda bile iki zıt fikir arasında sıkışmış durumda. Öte yandan bilgi toplumu olmaya çalışan coğrafyaları, sosyolojik kümeleri var.

Aynı zamanda Türkiye ulus devletin güçlenerek yeniden sahne aldığı bir ülke. Üstelik yeniden ulus devletlerin güçlenmesinin ürettiği yeni bölüşüm gerilimlerinin, Rusya ile Batı’nın siyasi, Çin ile Batı’nın ekonomik, Müslüman coğrafya ile Batı’nın kültürel gerilim katmanlarının her birinin hem öznesi hem sahnesi.

Türkiye çağ değişiminin dayattığı tüm sorunları ayın anda ve güçlü bir tonda yaşarken, bir de bu sorunları kimliklere sıkışmış, kutuplaşmış, biz duygusu parçalanmış yaşıyor. Türkiye toplumu gecikmiş bir modernleşmeyi ortak ufku olmadan yaşadığı için de savruk, hoyrat bir telaşla yaşıyor.

Daha da önemlisi yaşanan sosyolojik değişimi ortak bir ufka bakmadan yaşadığı için, bireysel hayatındaki umutları ortak hayata yansıtamıyor. Bireysel hayatındaki ve zihnindeki değerlere uygun davranmıyor. Bireysel hayatlar ile ortak hayat iki paralel evrende iki paralel değer ve pratikler setiyle yaşanıyor.

Bu yazı “Hikayesini arayan gelecek” isimli eserin giriş bölümünden alınmıştır.

Bu nedenle bugünün Türkiye toplumu ikircikli, tedirgin bir toplum. Tam da bu nedenle de Covid-19 salgını bireysel hayata dair kaygı ve korku ile ortak hayata dair kaygı ve korku birbirini besliyor. Bugünün sağlık ve can güvenliği sorunu ile geleceğe dair korkular aynı anda ve daha yoğunlaşmış biçimde yaşanıyor. Güncelin ürettiği bu korkular, ülkenin kadim ve markalaşmış sorunlarıyla iç içe geçerek ortak hayata dair ortak yaşam iradesini zayıflatıyor.

Geleceğe dair yeni bir hikâyeye, yeni bir ütopyaya ve bu ütopyadan beslenen yeni bir siyaset tarzına ve siyasi aktörlere ihtiyaç var. Türkiye’nin de dünyanın da. Bilgi toplumuna geçişin yol haritasına, bunu sağlayacak bilimsel ve sanatsal çalışmalara, yeni bir gelecek hayaline, bu hayal ve iddiaları taşıyacak yeni yüzlere, seslere, sözlere ihtiyacımız var.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.