Galata Kulesi
Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | Helmuth von MOLTKE | Ocak 8, 2021 at 7:23 amBüyükdere, 14 Eylül 1837
Üç arkadaşımın Kurmay yüzbaşı Baron von Binke ile Fischer’in ve istihkam sınıfından von Müllbach’ın İstanbul’a gelişleri beni son derece sevindirdi. Buharlı geminin Tiryeste’den gelmesi bekleniyordu, Ben de boyuna Galata’nın muazzam yuvarlak kulesine çıkıyor, oradan limanın kalabalığını, İstanbul’un ve Valens su kemerlerinin üzerinden parıldayan Propontis’i gözden geçiriyordum. Prinkipo adaları ve Proti’nin haşin kayalıkları mavi siluetler halinde, kenarını Mudanya’nın kayalık dağlarının çizdiği, aydınlık satıhtan yükseliyor: bunların arkasında, Olymp’in diş diş karlı başı beyaz bir bulut gibi, sıcak deniz manzarası üzerinden yükseliyor ve ufkun ta uzaklarında Katolymnia ile Kyzikos’un dağları belirsiz bir sis halinde ancak seçilebiliyor. Aslında bekleyiş çok kötü bir şey, fakat Galata Kulesi buna, başlangıçta olsun, bir süre dayanılabilen noktadır. Kulenin üstündeki korkulukların çevresini kırk adımda dolaşabilirsin, fakat göz bu kırk adımda ne kadar çeşitli şeyler görür!. Galerinin Doğu tarafından, muazzam Üsküdar semti, eski Khrysopolis görülür. Burası sayısız evleri, muhteşem camileri, hamamları ve çeşmeleriyle, anfi şeklinde bir sırtta yükselir; sırtın tepesi de siyah bir servi ormanıyla taçlanmıştır. Marmara denizinin kayalık sahilinde, en cazip bir yerde, on bin kişilik dev gibi Selimiye kışlası ile zarif camii görülür. Daha sağa doğru Kadıköy’ün eski Khalkedon’un evleri seçilir, Kadıköy’ün bahçeleri Moda burnunun sarp kayalıklarını bir çelenk gibi süsler. Bunların arkasında da dev gibi çınarlar ve servilerle kaplı, harikulade güzel, basık bir yarımada denizin ta ilerilerine kadar sokulur. Bu burnun en ucundaki küçük bir deniz feneri buraya Fenerbahçesi adını verdirmiştir. Daha yakınlarda, Propontis’le birleştıiği yerde Boğaziçi’nin dalgaları arasından garip şekilli Kız Kulesi yükselir. Buna Avrupalılar, neden bilmem, Leander kulesi adını verirler. Burası hayatın en büyük kaynaşması ortasında, çepeçevre etrafında yarım milyon insan bulunduğu halde en derin yalnızlık içinde yaşamak isteyen bir tariki dünya için nefis bir köşecik olabilirdi. Üç muazzam şehir bu kuleye bakar, en büyük gemiler, onun ta önünden geçip giderler ve sayısız mavnalar ona dokunmadan etrafında dolaşırlar. Herkes korku ile bu duvarlardan uzaklaşır, çünkü burada bir veba hastanesi vardır. Fakat seyircinin bakışlarını her şeyden fazla, şeklinin güzelliği ve renklerinin apayrı ihtişamı ile Sarayburnu çeker. Boğazın suları, Haliç ve Marmara’nın meydana getirdiği bu buruna olanca kuvvetiyle çarpar, dalgaları burada her zaman sıçraşır dururlar ve bu koyu mavi zemin üzerinde, siyah serviler ve gölgeli çınarların, altın parmaklıklı mermer köşklerin, beyaz minareler ve gümüşî renkli kurşun kubbelerin yanında pek hoş bir görünüşleri vardır.
Şimdi, seni, hayran bakışların Boğaziçi kıyılarını ta «Dev dağına» (Yuşa tepesine) kadar takip edebildiği, kulenin kuzey kenarına götüreyim, Boğaz birbirini kovalayan bir alay köyün, sarayların, camilerin, köşklerin ve hisarların arasından muazzam bir nehir gibi kıvrıla kıvrıla geçer. İki denizi birleştirir ve iki kıtayı birbirinden ayırır. Eğer İstanbul deyince 800.000 kişinin sımsıkı bir arada yaşadıkları bu şehirler, kenar semtler ve köyler topluluğu anlaşılıyorsa, bu İstanbul’un ana caddesini de boğaz teşkil eder. Türklerin yazlık evlerinin (yalılar) esas cepheleri boğaza dönüktür. Reaya da tam boğazın suları kenarında evi veya bahçesi için birkaç adımlık olsun yer edinmeye uğraşır. Şurada Asya yakasında, zarif Beylerbeyi camiinin yanında İstavroz’daki yazlık saray pırıldar. Avrupa yakasında da Sultanın kışın oturduğu Beşiktaş sarayı ile henüz inşa halinde bulunan ve genişliği bakımından hepsinden üstün olan Çırağan vardır. Muazzam gemiler, kuvvetli akıntıya karşı faydalandıkları güney rüzgârının en hafif soluğunu bile kullanmak için, beyaz pamuklu yelkenlerini birbiri üzerine çekmiş, filo halinde yukarı doğru süzülürler. Buharlı gemiler, rüzgara bağlı olmadan geçip gider, uzun duman çizgileri bulutsuz gökte yükselir ve çarklarının hızlı hızlı vuruşları yüksek kıyılarda çınlar; muazzam harp gemileri hareketsiz, uzun sıralar halinde ve üç sıra top ağızları ile tehdit ederek burada yatar; mağrur direkleri, aylı al bayraklarını mavi göğe yükseltir. Fakat binler, hatta birçok binlerce hafif kayık bu şahane ana caddede hızlı hızlı ve hamarat hamarat dört yana gidip gelirler.
Şimdi sadece on adım daha sola gitmek yeter: o zaman en hummalı hayat ve faaliyet sahnesi yerine ıssız bir çöle bakarsın. Göz alabildiğine kadar boş alanlardan, ağaçsız tepelerden başka bir şey göremezsin, yüksek fundalık ve çalılıklar arasındaki kumluk bir patikayı zor seçebilirsin. Bu alan Yeni Roma’nın Campagna’sıdır. İstanbul’un deniz ve kara tarafları arasında işte bu kadar karşıtlık görülür. Ama tam altında, Haliç’te (Khrysokeras), silah depolarında, Tersanede, Yeni Köprü üzerinde ve Galata’daki insan kalabalığı vardır. Bu manzaranın çeşitliliği o kadar fazladır ki, insan başka bir yerde durup hayretle seyredeceği, birçok şeylere burada dikkat bile etmeden geçer.
Beni bu sefer hiç bir şey Propontis’in göz kamaştırıcı ufkunda gittikçe yaklaşan ve çok geçmeden, enli bir buharlı gemi haline gelen siyah bir duman bulutu kadar ilgilendirmiyordu. Dalgalar, köpürerek geminin siyah gövdesinden yükseliyor ve her iki yana, kar gibi bembeyaz dökülüyor, mavi yüzey üstünde ta uzaklara kadar gümüş bir çizgi bırakıyordu. Şimdi buharlı gemi Sarayburnu’ndaki kuvvetli akıntı ile savaşıyor, fakat az sonra eski surların arkasından muzafferce meydana atılıyor, limana dönüyor ve uzun bir gırıltı ile çapa derin dibe iniyor.
Arkadaşlarımı hemen Büyükdere’ye götürdüm. Orada onlar için ferah evler hazırdı. Harita almak sayesinde her köşesini bucağını öğrendiğim bu güzel bölgede, atla ve kayıkla gezmeler sırasında onlara kılavuzluk edebilmek benim için büyük bir zevk oldu.