Padişahın Huzuruna İkinci Defa Kabul Olunuş

Anı - Yaşayanların Ağzından Hikayeler | | Ocak 8, 2021 at 7:23 am

Büyükdere, 26 Haziran 1837

Sana son mektubumu yazdığımın ertesi günü “Mabeyn”e çağırıldım. Bu bina yüksek bir duvarla asıl saraydan ayrılmıştır. Sarayda da harem kısmı yine ayrı bir bölük halindedir ve burada yalnız kadınlar, hadımlar ve padişah oturur. Sana daha önce anlatmış olduğum, padişahın şimdiye kadarki baş katibi ve gözdesi Vassaf Efendi azledilmiş, onun yerini de, gezi sırasında yakından tanımış olduğum Sait Bey almıştı. Konuşma önemsiz şeyler ve iltifatlardan dışarı çıkmıyordu. Birbiri üstüne çubuklar içildi, bana artık vakit uzun gelmeye başlamıştı ki Sait Efendi beni padişahın huzuruna götüreceğini söyledi.

Huzura kabulün bu şekli burada nadir ve alışılmamış bir şey olduğu için, teklif beni şaşırttı. Ceket ve hasır şapka ile idim, yani hiç de güvey kılığımda değildim. Sultanın yazları oturduğu Beylerbeyi sarayı boğazın Asya kıyısında ve pek güzel bir yerdedir. Sağ’da hisarların beyaz kuleleri ve hemen hemen Büyükdere’ye kadar boğaz, solda Üsküdar, Beyoğlu, Galata; beyaz minareleri ve siyah servileriyle İstanbul ve Sarayburnu görülür. Beylerbeyi sarayı çok yaygın bir bina, açık sarı boyalı, bütün öteki meskenler gibi ahşap ve birbiri üzerine sayısız pencereli. Yaldızlı bir kapıdan küçük, etrafları şimşir fidanlarıyla çevrili çiçek tarhları, deniz kabukları serpilmiş yolları ile tam bir Türk bahçesine girdim. İçlerinde kırmızı balıklar yüzen fıskiyeli havuzların etrafını servilerden ve portakal ağaçlarından piramitler çevreliyordu. Arkada üstlerinde yine böyle yerlerle güzel limonluklar ve köşkler bulunan teraslar yükseliyordu: fakat bunların hepsi yüksek duvarlarla çevrili idi. Bu duvar yeşile boyanmıştı ama yine de insanın içine darlık veren bir hali vardı. Boğaz tarafında duvardaki pencerelere, büyük parmaklıklardan başka, oldukça sık örgülü kamıştan birer kafes de konmuştu; bunlardan dışarısını görmek mümkündü fakat dışarıdan içerisini görmek imkânsızdı. Harem tarafında bu kamış kafesler çift katlıydı ve sarayın üçüncü katında bile pencereleri, ta üst kenarlarına kadar örtüyordu. Bütün bu güzellikleri seyrettiğim sırada padişah haremden bir çeşit galeriye çıktı ve pencereden seslenerek bizi çağırdı. Aşağıda, güzel mermer Levhalarla döşeli avluda siyah bir kölenin kucağında haşmetpenahın üçüncü prensine rastladık. İki yaşında, pek güzel, neşeli ve sıhhatli görünen bir çocuktu bu. Sait Bey çocuğun eteğini öpmek şerefine nail oldu. Pek güzel geniş bir merdivenden yukarı çıktık, birkaç salondan geçtik, bunlarda bizim taraflarda her iyi döşeli evde bulunamayacak hemen hemen hiç bir şey yoktu, (ceviz ve sedir ağacından gayet güzel parkeler müstesna) nihayet, bir küçük odada kapının yakınında bir koltuğa oturup çubuğunu içen hükümdarın karşısına vardık. Önünde Mehmet Ali Bey, onun yanında da Rıza Bey, maiyetindeki bu iki hademesi, yani güvendiği kişi, kollarını kavuşturmuş, saygılı bir sükût içinde duruyorlardı. Oda tatlı bir loşluk içindeydi; burada kimsenin korkmadığı ve onsuz yaşanamayan kuvvetli bir hava akımı, günün sıcağına rağmen tatlı bir serinlik veriyordu; pencereler, akıntısı burada rıhtıma çarparak kırılan boğaza bakıyordu. Sait Bey eliyle yere dokunduktan sonra bazı resmi işlerden bahsetti, sonra benim kılığımdan dolayı özür diledi. Padişah bunun hiç ehemmiyeti olmadığını söyledi, mültefit ve hayırhah bir tarzda, beni gördüğüne memnun olduğunu ifade etti. Haşmetpenah yapılan geziye de temas etti. Çeşitli konular hakkında memnunluğunu belirti ve arkadaşlarımın yola çıkmış olup olmadıklarını sordu, ayrılırken de bana Rıza Bey aracılığıyla çok güzel bir enfiye kutusunu, yadigâr olarak ailemin muhafaza etmesi arzusunu belirterek, hediye etti.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.