Bilemiyorum Sana Nasıl Anlatsam

Sürekli Söyleşi | | Şubat 19, 2021 at 2:46 pm

– Yabancı kelime hastalığı geleceği tehdit eder boyuta ulaştı. Unutmayın ki vatanı önce dil, sonra ordu bekler. Dilini kaybeden bir millet hafızasını benliğini hatta hatta inancını kaybeder.

– Söylediklerini izninle burada mantıksal olarak analiz ederken sesli düşünüp anlamaya çalışacağım. Anlattığın dünyada bir biz ve bir de onlar (ötekiler/ yani bizden olmayanlar /yabancılar) bulunuyor.  “Biz” kendimizi bu ötekilerden (yabancılardan) korumak için öncelikle “dili” ve sonra da “orduyu” nöbete dikmişiz. Eğer dilimiz bizi onlardan izole etmekte, uzak ve ayrı tutmakta başarılı olamazsa, o zaman ordumuz devreye girip savaşacak ve “ötekilerin” sınırlarımız içinde bizimle iletişim kurup, zihinlerimize nüfuz etmesine engel olacak. Çünkü eğer engel olmayı başaramazsak hafızamıza en küçük yaştan itibaren emek emek kazınmış olan, içine hapsedilmiş olduğumuz milli benlik ve inançlar kaybolabilir. Maazallah hükümdarın tebaa kuşları kafeslerinden kaçar uçar giderler. Doğru mu anlıyorum?

 – Avrupa kıtasındaki soydaş toplulukların önemli bir bölümünün dilleriyle bağları kopunca nasıl Slavlaştıklarını hepimiz iyi biliyoruz.

– Sahi mi? Burada bence tamamen yanlış bilgiye dayalı bir ifade sorunu var. “Slav” denilince aslında Belarus, Rus, Çek, Slovak, Leh, Sırp, Hırvat, Bulgar, Makedon, Sloven gibi çok geniş bir ırk kümesinden söz edilir. Vaktiyle köle (Sklav) ticaretiyle iç içe olmaları nedeniyle kendilerine bu ad verilmiş ama kimin hangi dille bağları kopunca hangi Slavlaştığı tarifi imkânsız bir durum. Slav ırkları önce (Türk sayılan) Avarların hâkimiyetinde yaşamışlar daha sonra da onların çekilmesiyle Doğu Slavları bir Türk kavimi olan Hazarlar’ın hâkimiyeti altına girmiş. Bizim soydaşlarımız bunlardan hangileri sayılabilir ve neden öyle sayılsın ki? Peki, hangi dille kopunca hangisi olmuş?  

Buradaki gerçek bilgi Anadolu’daki Türk beyliklerinin Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında birleşmelerinin ardından hükümdarlarının Türkçe konuşmak yerine Arap, Acem, Latin karması hibrit bir devlet dili olan Osmanlıca konuşmaya başlamalarıdır. Bizim dilimiz tabii ki Osmanlıca olamaz, çünkü Osmanlı diye bir ulus yok. İmparatorluk yıkılınca uyduruk bir hanedan dili olan Osmanlıca da herhangi bir kültürü yansıtan bir dil olmadığı için hayat damarları kurumuş. Şimdi böyle bir dili bizim asıl dilimiz sayıp yeniden canlandırmaya kalkışmak cahillikten başka bir şey değil.   

İçe kapalı, hayatın her alanında hükümdarın buyruklarına boyun eğmek durumunda kalan bağnaz bir toplumun bilim sanat teknoloji üretmesi yeni kavram ve sözcükler geliştirmesi pek mümkün olmuyor. O yüzden çevresindeki hâkim kültürün geliştirdiği kavramları /sözcükleri ithal etmek zorunda kalıyor. Küreselleşen bir dünyada buna karşı durmak Don Kişot’un değirmenlerle savaşmasından farksız. 

Yabancı dile verilen önem maalesef Türkçemizi gölgede bırakıyor. Hatta kimi yerlerde yabancı dille eğitim Türkçe eğitimin önüne geçiyor. Özellikle sosyal medya dili gençlerimiz arasında geçerli bir yazı diline iletişim diline dönüşüyor. Dilimizi kısırlaştıran nesiller arasındaki iletişimi yok eden, Türkçeden ziyade nevzuhur bir kuşdilini andıran bu çürümeye dur demek mecburiyetindeyiz.   

Nevzuhur örneğin (yeni ortaya çıkan anlamında) tipik Osmanlıca, yarısı farsça yarısı Arapça hibrit bir kelime. Bu Osmanlıcayı bizim şimdiki esas dilimiz yaparsak, o zaman kültürümüz de irtica ile o zamanın mukaddesatçı değerlerine gerisin gerisi aynen götürülüp ayarlanabilir mi? Bunun sahiden olabileceğini mi sanıyorsun?

Yirmi birinci yüzyılda sözcük ve kavramları on sekizinci yüzyıla ayarlı bir dünyaya geri dönerek orada yaşamayı başarabilir miyiz sence?

Eğer bizden birileri bu yüzyılda yaşayan öbürlerinin (ötekilerin) dilini anlamaya, onların terimleriyle konuşup iletişim kurmaya başlarlarsa, yandı gülüm keten helva, öyle mi? Maazallah vatandaş ya ötekilerin bizden sıkı sıkıya uzakta tutmaya çalıştığımız inançlarını (inançsızlıklarını), ahlaki değerlerini benimsemeye başlayabilirse diye endişe ediyorsun. Endişe etmekte çok haklısın çünkü halkı içe kapatmaya çalışan böyle bir siyasetin hakikaten sonu yok. Halk önünde sonunda sizin bilmemesini istediğiniz şeyleri bilmeye, anlamamasını istediğiniz şeyleri anlamaya da başlayacak. Hatta belki sırtında taşıdığı yönetimin biçiminin değiştirilip ötekilerdeki gibi olmasını talep etmeye de başlayabilir.  Oysa bunu sen hiç istemiyorsun, ben bunu anlıyorum.      

– Sen kendi arsanda başkasına bedava patates ektirir misin? Yabancı dijital medya şirketlerinin burada hiç hesap vermeden, vergi ödemeden iş yapıp para kazanmaları nasıl kabul edilebilir?

– Burada senin arsa dediğin ve kendi mülkün saydığın şey aslında vatandaşın ta kendisi değil mi?

Senin kabul ettiğin ve aslında çok eskiden beri gelen bir düzene göre imparatorun hükmettiği coğrafyada yaşayan tüm insanlar onun kullarıdır ve ülkenin yeraltı/yerüstü zenginlikleriyle birlikte ürettikleri tüm katma değerlerin hepsi emperyal majestenin malıdır.  Ama artık onun üstünden çok su aktı. Bugünün insanları doğrudan ve dolaylı olarak kimsenin malı/kölesi olmayı kabul etmiyorlar.   

Aydınlanma çağının ünlü siyaset felsefecisi Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) şöyle demiş; “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıkların söküp atacak ya da hendeği dolduracak, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu.”  

Aslında kastettiği şey servet düşmanlığı değil, bazı insanların (toprak gibi) herkesin kendisi için üretim yapmakta özgürce kullanabilmesi gereken “üretim araçlarını” ele geçirip kendi malı ilan ederek başkalarının akıl ve emekleri üzerinden rant toplamasıdır. Şüphesiz ki bu kabul edilemez bir durum ve insanlık medenileştikçe / sivilleştikçe bunun önüne geçmeyi de mutlaka başarabilmelidir. Yeni dönemde at binenin, kılıç kuşananındır. Artık hiç kimse atını ve kılıcını ekselansları (hazret-i insan’ın) âlî menfaatleri için kullanmayacak.

Hiçbiri “yerli ve milli” değil, Hepsi farklı ülkelerde yaratılıp üretilip adı dilimize aktarılmış, eğer “”yabancı kelime hastalığı”” olmasaydı adını ve tadını hiç bilemeyeceğimiz yiyecekler.

İnsanın bilgi ve değerleri objektiftir. Vardır, kendine özeldir ve kolektifleştirilemez. Sahip olunan düşüncelerin ürünü olmayıp, insanların zihinleri tarafından keşfedilmek üzere gerçekliğin doğasınca belirlenirler.

Kimim ben? Ne için buradayım, yaşamak yani daha iyi bir ben var edebilmek için neleri, nasıl yapmalıyım? Şu dünyada benle biz olanlar kimler? Ben aslında kimlerle bir arada olmalıyım ve neden? Belki bu soruları vaktiyle sizin de kendi kendinize sorduğunuz olmuştur.

Bana, küçük yaştan itibaren Türk, Hanefi, Sünni Müslüman olduğum öğretildi. “Ben bir Türk’üm! Dinim, cinsim uludur; sinem, özüm ateş ile doludur; insan olan vatanının kuludur… Türk’üm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak; büyüklerimi saymak; yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir…” mısraları belletildi. O yaşta muhakeme becerimiz tam gelişmemiş olduğu için bu değerleri hiç sorgulamadan özümsedik, içselleştirdik. Bir insana, yetişkin değilken, bu koşullandırmaların yapılması bir bakıma onun hayatına el koymak, birey kişi olmasını engellemek değil midir? Kendi kişiliğini aklını ve vicdanını arayıp bulması yerine ona hazır bir kulluk kimliği vermek, bir sürünün elemanı olma konumu bahşetmek değil midir?

Mademki Kuran-ı Kerim’de insanların Müslüman olarak doğdukları “belirlenmemiştir”, mademki genetik bilimi DNA’mıza bakıp da bizim Türk olduğumuzu ve asker doğduğumuzu “belirleyemiyor”, o halde kim, ne hakla bize böyle bir kimlik bahşetmekte ve ona göre görevler biçmektedir? Reşit olduktan ve diğer tüm dinler ile dinsizlikleri bizzat gerçek halleriyle tanıdıktan sonra kendim seçmedi isem bir din/mezhep ile benim nasıl bir inanç aidiyetim olabilir?  Bundan bin üç yüz şu kadar yıl önce(7. ya da 8. yy) bir insanın Müslüman sayılması için “reşit” olduktan sonra bizzat özgür iradesiyle seçmesi gerekirken bu geleneği daha sonra kimler ve ne hakla değiştirmiştir?

Şüphesiz ki insanların doğuştan Müslüman sayılma geleneğinin pekişmesi “ulema sınıfının” egemenliğini güçlendirmeye dönük siyasal bir değerlendirmenin sonucudur. Türk ve asker doğmak da ayni biçimde askercil otoriteryen egemenlerin bir insanı daha doğarken kendi egemenliğinin uydusu yapma, toplumu mumya sargılar içinde dondurup beyinsel dinamiğini yok etme yöntemleri değil midir?

Ben aslında yani yaratılanların en şereflisi, en yücesi en üstünü değil miyim? Eğer öyle isem beni en üstün yapan tek özellik üretkenlikteki başarım değil midir? Olmayan, hiç var olmamış şeyleri hayal edip, tasarlayıp üretebiliyorum, yani yoktan var edebiliyorum. Yani yaratılmış ve bana sunulmuş nimetlerin tüketicisi değilim. Etrafında gördüğün, kullandığın hemen her şey benim eserimdir, hemen hiçbirisi doğada kendiliğinden var olabilen şeyler değil. Hepsi sivil atalarımın, onların atalarının yoktan var ettiği şeyler. Hiçbirisi tanrıların ya da hükümdarların yaratısı değil. Benim insan olma vasfımın temel üstünlüğü budur. Araçlar, eşyalar, binalar, yiyecekler. Şu yediğin elma, yediğin ekmek, ekmeği yapmakta kullanılan buğday, bunların hiçbirisi benim iki ayağı üzerinde yürüyebilen ilk atalarım ortaya çıktığında şimdiki şekliyle dünyada mevcut değildiler. Daha bundan binlerce yıl öncesinde benim sivil atalarım o bitkilerin genetiğini değiştirdiler, yetişemediği yerlerde yetişebilir hale, tadı, rayihası, sağlıklılığı bakımından benim için en makbul şimdiki haline getirdiler. Dünyada daha bir benzeri hiç yok iken var ettiler. İşte asıl yaratan o yaratıcı insanlardır.  Ve onların daha sonra sıra bana gelene kadarki tüm soydaşları. Hepsi sıra ile var edileni geliştirdiler, yeni bir şeyler kattılar. Böylece şu anda yaşanabilir olan bir dünya ortaya çıktı. Eğer sen dünyanın insanlar açısından ilk olan o eski hallerini görseydin yaşanmaya değmez bir yer olduğunu düşünecektin. Eğer atalarım gerçekleri hiç aramayan, araştırmayan, bulmaya çalışmayan, merak etmeyen insanlar olsalardı ve “yaratmak Allah’a mahsustur”” deselerdi, bugünkü gördüğün hayat hiç ortaya çıkamayacaktı. İşte benim atalarımın şu hayattaki asıl üstünlüğü, yaratabilmem ve daha önce hiç var olmayan şeyleri yoktan var edebilme potansiyeline sahip olmamdır. 

Eğer birisi benden Tanrı’ya sadakat ve vatanının kulu olmamı isterse;  öncelikle bunu benden isteyenin Tanrı veya vatan olmadığını, belki de bir sahtekâr, ya da kandırılmış kişi olduğunu anlamam gerekir. Çünkü bu soyut antitelerin gerçekte benden bizzat böyle somut taleplerde bulunmaları doğal olarak mümkün değil. Benden vatan veya Tanrı adına kulluk ve sadakat isteyenler (tıpkı bazen telefon dolandırıcılarının yaptığı gibi) aslında Tanrı’nın ve vatanın adını kullanarak “”onları haksız olarak temsilen”” kendi siyasi ve ekonomik taleplerine boyun eğmemi istiyorlar. Tabii bunu bana henüz küçük yaşta iken yaptıklarında ve “milli irade” diye hayali bir çoğunluğa dayanarak güçlü bir biçimde üzerimde uyguladıklarında benim buradaki kandırma korkutma ve kışkırtma biçimini kavramam ve üzerimde yaratacağı tahribattan kaçınmam pek mümkün olamıyor.

Eğer ben, bana değerler empoze eden, ona göre küçük yaştan itibaren koşullandırma yapanların mutlak iradesi altına girmek zorunda kalmış isem, yani kendi vicdanımı aklımı ve irademi kullanarak karar vermek yerine bana konulmuş kuralların, etrafı çizilmiş bir yaşam tarzının çerçevesi dahilinde yaşayacaksam, o zaman beni üstün (eşref-i mahlûkat) yapan esas değerimi yitirmiş, insandan daha değersiz bir başka yaratığa dönüşmüş olurum. İnsanlık hayatım o anda biter ve bu durum ben farkına bile varamadan gerçekleşir.

Bence bir şeyleri Türkçede ayrıntılı olarak konuşabilmek için bizim çok sayıda yeni kavram, kelime ve düzenlere ihtiyacımız var. Kelimelerin bazıları vaktiyle başka dillerden ve kültürlerden dilimize doğru olarak aktarılmış iken sonra sonradan anlamı değiştirilip yok edilmişler. Şu anda gerekli kavram ve kelimelerimiz olmadığı için artık hayatımızın temel koordinatları üzerinde kafa yorma, tartışma ve uzlaşmaya çok fazla ihtiyacımız olan birçok konuyu neredeyse hiç konuşamıyoruz, hatta düşünemiyoruz bile.

– Nasıl kelimeler? Türkçemizde bir sorun mu var?

– Tabii…, aslında böyle bir sorun az veya çok bütün ülkelerde ve dillerde var. Milliyetçilik ve mukaddesatçılığın yoğun olduğu tüm otoriter ülkelerde ise çok daha yoğun bir şekilde var. Dilimizde özellikle siyaseten anlamlı hemen hemen tüm kelimeler mugalata ile çürütülmüş anlamsızlaştırılmış, tüm dünyadaki esas anlamının çok uzağına düşürülmüş. Mesela örnek olsun diye söyleyeyim;  Asıl anlamı “köle olmamak”tan gelen “özgürlük” tamamen bir güç ve imkân meselesi haline getirilmiş. Hangi sözle neyi ifade ettiğimiz tamamen belirsizleşmiş. Egemenlik; halkın üzerinde kurulan hegemonyayı mı iade eder yoksa ulusu mu? Ulus (millet) yani bizzat egemenler midir yoksa sivil yurttaş halk mı? Kim kimin kuludur, kime biat etmiştir? Dil, hem köleleşmek hem de özgür olduğunu sanmayı pekâlâ mümkün hale getiriyor. Uygarlık (medeniyet) nedir, neyi ifade eder? Tek dişi kalmış bir canavar mıdır? Bizim dilimizde anlamak pek mümkün değil. “Sivil” ve “Resmi” sözcükleri de öyle. Hem herkes devletin kuludur, hem de herkes sivildir olabiliyor. Formel ile enformel, hukuk ile adalet, ahlak ile hakkaniyet, meşruiyet ile legalite, ilimle bilim, aydın ile entelektüel gibi özde siyasetin motoru konumdaki hemen tüm sözcükler anlam kaymasına uğratılmış. Birbiriyle çoğu zaman zıt ve çatışma halindeki kavramlar birbiriyle örtüşecek hale getirilmiş yahut da ayni kavram birbirine zıt iki anlam ifade eder olmuş. Oysa doğru kavramlarımız ve kelimelerimiz olmadan toplum düzenine ilişkin konuları birbirimizle nasıl doğru tartışabiliriz ki?

– Meşruiyet ile yasallık yani legalite neden ters oluyor?

– Meşruiyet, “şeriate uygunluk” anlamında. Yani eğer şeriatin kutsal kitapta yazılı kurallar olduğunu kabul eder isek bugün yasalarımıza aykırı olan ve suç kabul edilen pek çok şey Kuran’a göre meşru ve caizdir. Öte yandan gayrimeşru pek çok şey de bugün legal yani yasaldır. Meşru ve legal kavramlarını eşanlamlı haline getirmek belki evrensel hukuk ile İslam hukukunu bağdaştırma ve uyumlu hale getirme arzusunun bir ürünü ama asla mümkün değil, gerçekçi değil. Çünkü şeriat İslam ülkelerine bile ortak bir adalet anlayışı getirmiyor, herbirinin şeriati öbürüne göre farklı farklı. Totaliter rejimlerde adaletin ortak bir normu bulunmadığı için neredeyse keyfi şekilde uygulanabiliyor. Mesela Osmanlı’da vatandaşlar sultanın (ve adamlarının) kulları idi, mülksüzlerdi, omuzları üzerindeki baş bile kendilerine ait değildi ve dolayısıyla insan hakları hiç yoktu. Bugünkü evrensel hukuk normlarının hiçbiri Osmanlı için geçerli değildi. Sultanın kulları insan hakları olmadığı için sivil değildirler, birbirleriyle ilişkileri de sivil değildir, medenî değildir. Hakları olmayan insan aslında gerçek insanın bir alt türüdür. Mesela, bilir ama düşünemez, yapar ama yaratamaz çünkü yaratmak Allah’a (Devlete/Sultana) ait.  Bireyin kendine ait bir özgür iradesi yoktur, hiçbir konuda inisiyatif kullanamaz. Varoluş biçimi kendi aklının çalışmalarıyla ve yargılarıyla yaşamasına engeldir. Dolayısıyla onun varoluşu gerçek insanın varoluşunun temel değerleriyle çelişir. Gerçek anlamıyla düşünürsek totaliter mutlakıyetçi bir sistemde bir bakıma Sultan ve tüm kulları dâhil olmak üzere hiç kimse sivil değildir. Yaşadıkları düzende herhangi bir “medeniyet” bulunduğundan da söz edilemez.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.