Geleceğin Ekonomik Sistemi Nasıl Olmalı?
Hikayeler / İnsanlık Halleri | canakci | Şubat 1, 2021 at 2:41 pmŞu anda küreselleşme ile ulaştığımız teknoloji / iletişim / insani gelişmişlik düzeyi otokratik merkezcil toplum düzenlerini de ciddi ölçüde sarsan bir etkiye sahip. 20. yüzyıl boyunca az gelişmiş ülkelerin kalkınma için teknolojik know-how ve girişimci sermayeye olan ihtiyaçları ile gelişmiş ülkelerin ucuz işçilik, enerji ve hammaddeye olan ihtiyacı karşı karşıya gelince küreselleşmeyi pompalamakta idi. Ama bu durum son dönemde hızla değişmeye başladı. Endüstri 4.0 ucuz işçiliğin ekonomik avantajlarını tamamen ortadan kaldırmaya ve fosil enerjiye olan mahkumiyeti de azaltmaya yöneldi. Bu durumun giderek satacak hiçbir şeyi kalmayan otoriter az gelişmiş ülkeleri kendi mezralarına doğru çekilmeye, yani global sistemden kopup kendi yağıyla kavrulma (yerli ve milli) çabalarına doğru zorlayacağı çok açık. Aydınlanma çağının gerisinde kalan otoriter toplumların “ucuz işçilik ürünlerine” dayalı ekonomik kalkınmalarını sürdüremeyeceği, yeni teknolojilerin (yapay zekâ vb) ile) maliyetleri en ucuz işçiliğin bile çok daha altına çekebildiği giderek belirgin hale geliyor. Rekabet şansı kalmayan ürün doğal olarak küresel piyasalardan çekilmek zorunda kalıyor. Bu durumun giderek çarkların dönmesini ağırlaştıracağını ve var olan endüstrilerin de bildiğimiz anlamda varlığını sürdüremeyeceğini öngörebiliriz.
Köylümüzün çok ucuz işçiliğine rağmen tarımın ana vatanı olan ülkemizde buğdayı ABD çiftçisine göre neredeyse %50 daha pahalıya mal ediyoruz. İhracatta en yüksek paya sahip bir sektörümüz olan otomotiv ise artık geleceği göremiyor. Bunun birinci nedeni sektördeki yaratıcı yıkım ile kabuk değiştirme. İkincisi de artık gelişmiş ekonomilerin tasarımı kendilerine ait malların (işçilik yoğun montaj/asamblaj) seri üretim aşamalarını da kendi ülkelerine, robotlarına ve yapay zekâlarına bırakma eğilimine girişmeleri. Bu durumda gelişmiş ülkeler kendi pazar kaybından kaynaklı sorunlarıyla boğuşurlarken otokratik merkezcil ülkelerde de işsizlik iyice alıp başını gidecek. Kentler artık tamamen yaşanamaz hale geldikçe, bu zamana kadar ucuz işçilikleriyle çarkların dönmesini sağlayan, gelişmekte olan ülke sanayini sırtında taşıyan emekçiler de giderek iş bulamaz ve sırtlarındaki ağır kamu yükünü taşıyamaz hale gelince ülke büyük kaotik sosyal çalkantılar içine düşebilir. Bence bugünü önemli yapan tarihsel dönemecin özeti budur.
Bir düzen devrini tamamlar ve yıkılışına doğru giderken bir yandan da onun yerine gelebilecek yeni düzenle ilgili işaretleri üzerinde taşımaktadır. “Perşembenin gelişi çarşambadan biline…” hesabı. Hobbes’un “bireysel güvenliğimizi sağlamak için zorun tekelleştirilmesi ile vatandaşlar arası kuralların uygulanması adına” gerekliliğine dikkat çektiği yasama, yürütme ve yargı erklerinin mevcut şekliyle amacı sağlamanın çok uzağına düştüğünü şimdi artık çoğumuz görmüş durumdayız.İnsanlar olarak hem yardımlaşmayı, iş bölümünü ve uzmanlaşmayı geliştirecek paylaşımcı(inkluzif) kurumların var edilip doğru çalışmasına, hem de ekstraktif (yağmacı) kurumların oluşmasının engellenip işlevsiz kılınmasına ihtiyacımız var. D. Acemoğlu ve A. J. Robinson’un Dar Koridor isimli (2020) eserinde çok güzel açıkladıkları gibi; “bir ülkedeki özgürlük ve refah güçlü bir sivil toplum ile güçlü ama prangalanmış bir devletin birbirini dengelemesi ile elde edilebilen bir kazanımdır”. Ama ceberrut bir devletin (prangalanıp zapturapt altına alınması yerine) yaşamın her alanının direksiyonuna geçtiği, ”yasama, yürütme ve yargı” erklerinin de devletin sopası haline getirildiği bir yapıda halkın başının beladan kurtulması imkânsız. Oysa bugün birçok ülkede kamu erki -Hobbes’un öngördüğünün tam aksine- tebaasının umur ve refahı ile bireysel güvenliğine ters bir yapılanma içine girmiş durumda.
Lord Acton’a atfedilen “Güç yozlaştırır, mutlak güç, mutlaka yozlaştırır” vecizesi bir bakıma tüm hükümetlerin mutlak güç karşısındaki durumunu anlatır gibidir. Çoğu yerde hükümetler halkın kendileri üzerindeki kontrol gücünü tamamen ortadan kaldırmaya çalışırlarken halklar da ellerinden geldiği kadar dizginleri elinde tutmaya ve hükümetin gücünü sınırlamaya çalışmışlar, ama pek çoğu bunu hiç başaramamış. Kendi hükümetini sınırlamayı bir ölçüde olsun başarabilen toplumlar insani gelişmişlik ve kalkınmışlıkta ileri gidebilmişler, diğerleri ise aksine çok geri kalmış.
Bu durum günümüzde dünya ülkelerini insani gelişmişlik (HDI), refah, mutluluk, özgürlük gibi farklı kriterlere göre her yıl muntazam olarak ölçüp sıralayan endekslerde açıkça görülmektedir. Zorun tekelleştirilmesi çoğu ülkede hiç de Hobbes’un öngördüğü gibi paylaşımcı kurumların oluşması ve güçlenmesi doğrultusunda sonuç vermemiş, çoğu yerde kendisini sınırlayan dizginlerden kurtulan hükümetler halkları ile savaşmış, onları çeşitli vesileler ileri sürerek kendi halkını kitleler halinde öldürmeye (demosid, jenosid, politisid vb) girişmişler. Hatta bu konuda o kadar ileri gitmişler ki (Rummel’in bir hesabına göre) kendi hükümeti tarafından öldürülenlerin sayısı düşman bir ülkenin askerleri tarafından öldürülenlere göre altı kat daha fazla olmuş. Sadece 20. Yüzyıldaki demosidler (yani devletlerin halk katliamları) sonucu “savaşlardaki kayıplar hariç” belgelendirilebilen 262 milyondan fazla ölüm gerçekleşmiş.
İnsanoğlu aslında Acemoğlu & Robinson’un önerdikleri “Dar Koridor”u gerçekleştirebilmek için yüzyıllarca uğraşmış, kamusal yapıyı reforme etmiş, farklı dinlerin, mezheplerin, tarikatların peşine düşmüş, devrimler yapıp kralları parlamentoları devirip, orduları göçertmiş, komutanları asmış, kesmiş, düzenleri değiştirip, yüzlerce farklı yol denemiş. Hayır, hiç ilerlenmemiş değil… İlerlenmiş, çok şey değiştirilmiş ama hepsi bir arpa boyu yol gidildiği de söylenebilir. Yasama, yürütme ve yargı erklerini sorumluluğuna bıraktığımız kişi ve gruplar halktan farklılaşıyor, dar koridorun dışına taşıp, kendilerini belirli bir çizginin içinde tutmaya çalışanlarla savaşmaya başlıyorlar. Sonunda her türlü ölçü kaybolduğu için gösterdikleri temsili kolektif performans daima ülke insanlarının faydasından çok zararına oluyor.
Kötüler, yağmacılar o yapılmasını hiç istemediğimiz şeyleri neden yapıyorlar? Tabii ki yapabildikleri için. “Bir şey, iyi veya kötü olsun, rasyonel olsun veya olmasın fark etmez, eğer yapılabiliyorsa birileri onu mutlaka yapmayı deneyecek ve yapacaktır.” (Murphy). O halde bize düşen (arzuladığımız şey) iyi saydığımız şeylerin yapılmasını teşvik eden ve mümkün kılan, kötü saydığımız şeylerin ise yapılmasını engelleyen ve caydıran bir düzene sahip olmak. İstediğimiz bundan ibaret. Tıpkı Kuran’daki “Emri bil maruf ve nehy-i anil münker (İyi olanların yapılmasını emret(zorla yaptırt), kötü olanların yapılmasını zorla engelle” ayetindeki gibi. Burada denmek istenen; iyi olanların yapılmasını emredici, kötü olanların yapılmasını engelleyici, bu yaptığına herkesi ortak ve memur eden bir süper yüce güç (kamu gücü) olsun. İnsanlar imana gelsin, doğru olanı yapsın, yapmayanı engellesin. İşte tüm kötülüklerin asıl kökeni de sonuçta gelip buraya dayanmıyor mu?
Niyet güzel, maksat belli, ama heyhat! “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir” (Karl Marx ) denilir. Ayetteki argümanda muazzam bir boşluk var. Yapılması veya yapılmasının engellenmesi istenen şeyler biat ettiğiniz hükümdara göre tam 180 derece değişebiliyor. Size deniliyor ki; “Kuralları Allah koymuştur, bunlar bize Resulullah, halife, hükümdar ve âlimler tarafından intikal ettirilir, bize de bunları öğrenip uygulamak düşer.” Peki, aralarındaki çelişkilere ne demeli? Birbirine benzemeyen, kimi zaman tamamen zıt şeylerin ayni yüce kaynaktan çıktığı nasıl söylenebilir? O yüce kaynak Resulullah hazretlerine ait olduğu söylenen hadislerin acaba kaçı (hangileri), hakikidir, hangileri bazı sahtekârlar tarafından uydurulmuştur? Velev ki hakiki dahi olsa bugün bizim hangi sorunlarımızı çözebilir? Bugün İran’da “Allaha savaş açtıkları” suçlamasıyla idama gönderilenler acaba aslında ne yapmışlardır, Allah ile nasıl bir savaşa girişme yolunu seçmişlerdir ki? Yaptıkları şey, yani tüm günahları sadece Allahın kendi tepelerine Ulu-l Emr olarak gönderdiği söylenen o nemrut sakallının emirlerine karşı gelmekten ibaret olmasın?
Peki, ya seküler yasalar? Acaba dünyanın farklı noktalarındaki resmi makamların farklı devirlerde farklı konularda koydukları milyonlarca yasadan acaba hangileri evrenseldir; hangisi zamandan ve mekandan bağımsız olarak, olası her durumdaki her örnek için uygun ve adil olabilir? Tanımlanan hangi suç için öngörülen hangi ceza ve yaptırım, söz konusu her durum için adil ve hakkaniyetli olabilir? Bana göre hiçbirisi. Yani akla gelebilecek her uygulama örneğinde hakkaniyetli olabilecek herhangi bir yasa siz düşünebiliyor musunuz? Mümkün müdür? Ben düşünemiyorum. Yani sonuçta bazı yasalar hemen her durumda yanlıştır, bazıları çoğu durumda, ama düşünülebilecek en iyi yasalar bile bazı durumlarda adalete ve hakkaniyete aykırı olabilir diyebiliriz. Ortada bir yasa varsa o yasaya uygun olarak yapılan şeyler otomatikman “yasal” oluyor ama asla adil olamaz. Tamamen adil bir yasa yapabilmek teoride ve pratikte mümkün değil, uygulamada da öyle. Peki, o halde biz niye daima yasalar ve yasalık peşindeyiz ki?
Peki, bu durumda ne yapılabilir? Yasama, yürütme ve yargı erkleri olmazsa Hobbes’in işaret ettiği sorunlar nasıl çözülebilir? Bunlar (yani zorun tekelleştirilmesi) hiç olmadan, paylaşımcı kurumlar nasıl oluşturulabilir? Ekstraktif sömürgen yapılanmalar nasıl engellenebilir? Bugüne kadar yoktu ama şimdi artık bu amaçla yararlanabileceğimiz teknolojilerimiz var. Birey olarak eskiden yapmamız imkansız olan pek çok şeyi bugün artık yapabilir durumdayız. İçinde yaşayacağımız sosyal düzen bunu takdir etmeli, değerlendirmeli. Bunun için belki yaratıcı yıkım, yani mevcut kabuk yapının çatlayıp kırılması ve dağılması gerekiyor da olabilir.
Öncelikle şu tespiti yapabiliriz. İnsan insana ilişkilerimizin özü ve temeli alışveriştir. Bilgi, duygu, görüş, mal, hizmet alışverişi. Anlaşmazlıklarımız da bireylerin (tarafların) kötülüklerinden / kusurlarından değil sistemin yetersizliklerinden kaynaklanıyor. Birilerinin bize haksızlık yaptığına inanıyoruz, oysa haksızlık sitemin temelinde. Esas sorun bireylerin kötü özelliklerinden değil güven tesisine dair sistemin yanlışlığından kaynaklı.
Henüz aramızda bir tanışıklık ve güven tesisi (yani hukukumuz) oluşmamış olan kişilerle de alışverişe gereksinimimiz var. Tanımadığımız kişilerden mal, para, hizmet alıp vereceğiz. Burada güven müessesesi köhne kamu hukuku, yani onun yasa / yürütme / yargı düzeni oluyor. Oysa bu düzen esas olarak kendini bizden korumak üzerine yapılandırılmış. Kusurlu çalışması ve tüm işleyişinin bize çok pahalıya mal oluşu bir yana, sanki birbirimiz arasındaki güvensizlik ve itibarsızlık ne kadar fazla olursa da onun daha çok işine geliyor gibi.
Alan / veren taraflar arasında gereken güven ve itibar müessesesinin tesisi ve gerçekten hakkaniyetli bir alışverişin gerçekleştirilebilmesi aslında tamamen teknik bir mesele. Eskiden değil ama şimdi artık çok şükür bu ihtiyacımızı karşılayabilecek teknolojik altyapıya kavuşmuş bir haldeyiz. Kamusal müdahale olmadan, yani kamunun güç tekeline hiç ihtiyaç duymadan bunu eskisine göre çok daha sorunsuz olarak sağlayabiliriz. Ancak, bunun tek şartı halen mevcut “kamusal” güç tekelinin devre dışı kalması. Yani eğer halk nezdinde itibarını tamamen kaybetmiş konumdaki “kamu” kendi güven ve itibar müessesesi tekelini sürdürürmeyi başarır ve blokzincir, yapay zeka vb teknolojilerini kendi kontrol ve nezaretinde kullanma gücüne ulaşırsa buradan sağlanacak hiçbir yarar kalmaz, istenen sonucun tam tersi elde edilmiş olur.
Hangi özellikte malı alacağız, karşılığında hangi parayı ödeyeceğiz? Tabii malın da paranın da ayrı ayrı kendi itibarlarının önceden (alan ve satanın dışındaki müesseseler tarafından) oluşturulmuş olması gerekir. Paranın itibar müesesesi eğer “kamu” ise çok yüksek bir itibari değere ulaşması pek mümkün değil. Oysa kendi itibarını tesis etmiş olan kamusuz / devletsiz (yani sahipsiz, üzerinde moneter kotrollar bulunmayan) bir para küresel değerini koruyabilir.
Sözgelimi, müşterim koyunuma karşılık bana üç yüz milyon Venezüela Bolivarı para ödeyecek, “iki çuval para” ama ya koyunumun değeri ya yarın altı yüze çıkarsa? o zaman kara gözlü koyunumun yarısı bir günde yok olup gitmiş olacak. Buna razı mıyım? Paramı “bitcoin” olarak istiyorum. Fatura kesmeyeceğim, devletten hiçbirşey istemiyorum, o da benden istemesin.
Tabii öte yandan alıcı olarak da koyunun sağlıklı olup olmadığından emin olamıyorum. Dükkanda görüp dokunabilirim ama alıp götürdükten kısa süre sonra ölecek bir hastalığı olup olmadığını bilemem. Orada bana tek çeşit sunulduğu için piyasada başka hangi fiyat ve çeşit alternatiflerimin olduğunu bilemem. Dahası daha önce ayni malı ayni satıcıdan almış olanların alışverişten memnuniyet durumunu göremem. Üstelik alıp götürdükten sonra geri getirip paramı alabilme şansım yok denecek kadar az. Yani alışverişte çok yüksek riskler söz konusu ve “kamu”nun benim bu risklerimi ortadan kaldırması hatta azaltması mümkün değil. Kamu aldığı vergiyle alana da verene de maliyeti önemli ölçüde arttırıyor ama pratikte hiçbir risk telafisi yok.
Oysa bugünün teknolojisinde online alışveriş sayesinde tüm bu risklerin telafisi / çözümü var. Fiyat güvencesi (piyasadaki alternatif tüm ürünleri yanyana görebilme), teslim almaya dayalı ödeme güvencesi, iade garantisi, tatmin garantisi gibi seçenekler var. Hepsinden önemlisi o malı daha önce satın almış olanların o malla ilgili memnuniyet, memnuniyetsizlik geri bildirimine dayalı reytinglerini görebilmenizdir. Yani malın/satıcının fiilen sağladığı müşteri tatminine dayalı bir itibar müessesesi var. Satıcı bu itibarı sağlamak için “tatmin garantisi” gibi külfetlere de katlanmak zorunda. Üstelik bu itibar “reklam” gibi sahte metotlarla sağlanabilen hayali bir itibar değil. Geri bildirimler gerçek itibarı arttırdığı için malı /satıcıyı daha değerli yapıyor. o yüzden bitcoin gibi devletsiz para ile çalışan bir portal bulup tüm alışverişimi oradan yapacağım. Böyle bir tercihte bulunduğum için Leviathan’ın beni suçlu ilan edip saldırıya geçeceğinden eminim.
Bu tür bir online alışverişte sağlanan yüzde yüz güven ve itibarın hiçbiri “kamu” kaynaklı değil. Yasama / yürütme / yargı erklerine dayalı kamunun güç tekeline ihtiyaç duymuyor. Birbirini hiç tanımayan insanların zaman ve mekândan bağımsız güven ilişkileri devletlerden bağımsız ve “otomatik olarak” tesis edilmiş oluyor. Sorun sadece enflasyon (paranın değeri) gibi bankacılık gibi doğrudan kamuyla irtibatı olan noktalarda çıkıyor. Online alışveriş kamudan bağımsız işleyebildiği ölçüde risksiz ve güvenli sağlanabiliyor. Kamu kontrolüne girdiğinde ise oraya kendi hortum ve anahtarlarını bağlayacağından benim için güvenli bir alışveriş imkansız bir hale gelir.
Halen güvenlik yükümlülüğünün tamamen kamuda olduğu yüz yüze alışverişlerinizde parayı verip malı alamama, eksikli, özürlü arızalı malı iade edememe, garantisini bulamama, satıp parasını tahsil edememe vb. çok çeşitli sorunlarla karşılaştığınızda muhatabınız kamu erkidir. Peki siz ne yapıyorsunuz? Dava mı açıyorsunuz? Tüketici mahkemelerine mi başvuruyorsunuz? Peki, sonuç alınabiliyor mu, adalet sağlanabiliyor mu? Hak hukuk adalet doğru işliyor mu? Yasalar, yürütme, kolluk, yargı sizin her türlü mağduriyetinizi gidermekte hızlı ve etkili biçimde yardımcı olabiliyor mu? Bence olamıyor. İleri ülkelerde kamuyla ilgili işler belki nispeten daha sorunsuz da yürüyebilir ama en iyilerinde bile yargı ve ombudsman sisteminin çok çarpık biçimde işlediğinin sayısız örnekleri mevcut. Oysa online alışverişlerde, kamunun bir şekilde kendini zorla işe dahil etmediği durumlarda (yasalarla, hukukla, yargıyla (devletle) hiçbir işiniz olmadan en ileri ülkelerdeki kadar güvenli bir alışveriş yapabiliyorsunuz. Sebebi size bu güvenliğin kripto vb yoluyla değil de doğrudan muhatabınızın belirli zorunluluklar içine sokularak, tesis edeceği itibar müessesesi ve rekabet yoluyla sağlaması. Bu durum devletin güç tekelinden destek almaya hiçbir ihtiyacınızı bırakmıyor. Rekabet koşularında verdiğiniz yorum (geri bildirim) müessesenin itibarını doğrudan etkilediği için satıcı “tatmin garantisi, koşulsuz iade” gibi ek şartları da devreye sokabilecektir. Bunların olması mahkeme gibi cebir müesseselerine hiç ihtiyaç bırakmamaktadır. Yani özetle söylemek gerekirse; insan insana olan ilişkilerde (alışverişte) cebir şiddet tekeli Leviathan’a hiç ihtiyaç duyulmadan Hobbes’in işaret ettiği riskleri ortadan kaldırabilen bir teknolojik altyapının temellerine daha şimdiden büyük ölçüde sahibiz. Ama eğer Leviathan bunu kendine karşı bir tehdit olarak görürse (ki kısmen öyledir), o zaman bu imkânı bize haram edecek güç ve fırsatlara da halen sahip durumda.