Osmanlı’nın “İlmiye” ve “Seyfiye” Sınıfları Yeniden İhya mı ediliyor?

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Şubat 8, 2021 at 2:27 pm

Gazetede  “2+2 her zaman 4 etmez mi?” diye bir manşet. İnsanların “16” ve “1” olarak iki farklı karşılık bulmakta iddialı oldukları “8÷2(2+2)= ?” şeklindeki soruyu haber yapan muhabir, bu durumu sanki matematikte zaman zaman mugalata/muvazaa konusu olabilen şeyler varmış gibi algılamış ve okuyucuya da öyle anlatmış. İnternette viral olan bunun gibi birkaç farklı soru var, her birinde 8-12 milyon kişi işi gücü bırakmış bunu tartışıyorlarmış! Hakikaten insanlar ikiye ayrılıp da cevabı kimileri 16 kimileri 1 diye bulabiliyorlarsa tek kesinlik ortak “aklımız / mantığımız” olamazmış gibi bir hale geliyor. Sanki aklın yolu bir değilmiş gibi yapılmış oluyor. Oysa bu doğru değil, cevap basit, tamamen kusurlu ifade sorunu. Doğru ifade biçimi (8÷2).(2+2) veya 8÷[2.(2+2)] şeklinde olmalıydı. Kusurlu ifade biçimine göre hesap işlem sırası önceliğini belirleyen iki kural modelinden BODMAS ya da parantezdekilere işlem önceliği tanıyan PEMDAS modeline göre yapıldığında iki ayrı sonuç çıkıyor (cevabı 1 bulanların eski PEMDAS ifade sistemine göre hesap yaptıkları ve doğru cevabın 16 olduğu da internette var.)

Beni asıl şaşırtan şey; insanların çoğunlukla şekil ile özü birbiriyle karıştırmaları. Kural biçiminde olan farklılığı işin özüne atfederek kurala dair kendi inançlarında ısrarlı olmaları. Bir ifade biçimi kendilerine kural olarak belletilmiş ve kendileri tarafından da işin özü olarak içselleştirilmesi sağlanmış. Oysa, verilen örnekte görüldüğü gibi belletilen kural muğlâklığa (ambiguïté) yol açtığı görüldüğü için zamanla değiştirilmiş. Bu yüzden eski kuralı öğrenerek onunla devam edenlerle yeni kurala terfi edenler arasında yanlış anlama kaynaklı anlaşmazlık çıkıyor.

Soru, matematik öğretmenlerimize yöneltildiğinde iş bence daha da beter sarpa sarıyor. Çünkü onlar da iki farklı çeşit cevap bulabiliyorlar ve her iki taraf da kendi bulduğu cevabın doğru olduğunu iddia ediyor. Öğretmenlerimiz “”matematik önceden kabul edilmiş kurallar zinciridir”” diyorlar, çünkü onlara böyle öğretilmiş. “Matematik; soyut, kuramsal (abstract), insan yaratısı kurallara sahiptir” demek bir bakıma benim burada anlatmaya çalıştığım şeyin tam tersi oluyor. ‘Dil insan yaratısı; dilbilgisi ve gramer kurallarına tabidir’ demek gibi. Dil, anlaşılacak bir şeydir ve bir ifade aracıdır. İnsanlar dili kullandıkça natürel olarak gelişir. Dinamiktir. Ona yaklaşım için geliştirilen kurallar ise doğal değildir, o yüzden hatalı ve yanıltıcı olabilir. Hiçbir kural bilmeden de bir dile mükemmel olarak sahip olabileceğiniz gibi, konulan tüm kuralları bildiğiniz halde o dilden uzak da kalabilirsiniz. Matematik de bir dildir. Söylediğinizi anlatabiliyor ve söyleneni anlıyorsanız o dile sahipsiniz.

Batılı kaynaklar matematiği; “Sayılar ve semboller kullanarak miktarlar ve grupların ölçü, ilişki ve özelliklerini incelemektir” diye tanımlıyorlar (TheFreeDictionary). Yani dikkat ederseniz bu tanımda hiçbir kuraldan söz edilmiyor. Tabii matematikçi dediğimiz kişi mücerret (soyut/abstre) yöntemler, yordamlar kullanabilir. Ya da tam kavrayamadığımız için bize öyle gibi geliyor da olabilir. Ama işlevi somuttur, uygulamalıdır, pratiktir ispatlıdır. Soyutlama da şöyle anlatılıyor; “Matematikteki soyutlama, matematiksel bir kavramın altında yatan özü ortaya çıkarma, esasen bağlı olabileceği gerçek dünya nesnelerine bağımlılığı ortadan kaldırma ve onu daha geniş uygulamalara veya eşdeğerin diğer soyut tanımları arasında eşleştirmeye yönelik olarak genelleme işlemidir.” 

Matematiği soyut bir kurallar zinciri olarak tanımlamayı akla ziyan, tamamen kötü niyetli (kökü eski zamanlara dayalı demagojik bir çabanın eseri olabileceğini düşünüyorum. Aslında (Matematikçi Ali Nesin’in söylediği gibi); matematik öğrenilmez, anlaşılır. Çünkü o doğru tanımıyla; miktarlar ve grupların ölçü, ilişki ve özelliklerini incelemektir. Bunu bir kurallar zincirine indirgemek eğer ona batıni bir mahiyet kazandırma amaçlı kötü niyetli bir çabanın eseri değilse o zaman ancak koyu bir cehalete işaret edebilir.

Sözgelimi, “çarpım tablosu” matematik kuralı değil tabii ki. Parmak hesabı veya ardı ardına sayarak kolayca doğrulayacağımız, o yüzden de rasyonel olarak doğruluğundan şüphe edemeyeceğimiz bir hesap. Lazım olduğunda raftan indirip kullanmak üzere önceden belleğimize iki sayının hazır çarpılmış halini yerleştiriyoruz. Aksi halde (çarpım tablosu belleğimizde hazır olmazsa) lazım olduğu anda doğru değeri bulmakta çok zorlanırız. (bilgisayarlar da işlem hızını arttırmak amacıyla bunu yapıyor.) O yüzden çarpım tablosunun ezberlenmesi hesaplamada zihnimize yardımcı bir araç oluyor sonuçta. Birilerinin koyduğu bir kural değil. Gerçekte var olan doğru değeri anlamakta kullandığımız araç. Kural dediğimiz şey ise bir dogmaya bir doktrine, bir prensibe işaret eder. ( Kuralı burada, değiştirilemez doğa yasalarından ayrı tutarak insanların yarattığı bir kavram olarak kullanıyorum.) Gerçekle hakikatle pek ilgisi yoktur. Gerçeklere / hakikatlere işaret eden araçları “kural” olarak tarif etmekle kural kavramı şereflendirilmiş, sahip olmadığı bir payeye yükseltilmiş oluyor.

Osmanlıdan beri böyle geliyor aslında. Osmanlıya göre toplum kuralları, din/ibadet kuralları, matematik kuralları… Hepsi ayni cins. “Anlamak = kuralları ezberlemek”, arif olmaktır. Kuralların hikmetinden sual olunamaz. Arif olan marufu (ortak kuralları) bilir, hiç sorgulamaz, üstelik bilmekle kalmaz bilmeyenlere dikte etmesi de gerekir. (Emri bil maruf ve nehyi anil münker) Kuralları Allah koymuştur, bunlar bize Resulullah, halife, hükümdar ve âlimler tarafından intikal ettirilir, bize de bunları öğrenip uygulamak düşer. Kural, size aktaranın daha üstündekiler tarafından değiştirilebilir olmasıdır, en doğrusunu en üst makamda (Allaha en yakın) olan bilir. Kurallar hiyerarşisinde Allah’tan kaynaklanan (kaynaklandığı söylenenler) kullardan kaynaklı kuralların üstündedir. Mesela “İslam Hakları” (adıyla uydurulmuş olan şey) “İnsan Hakları” (adıyla kul icadı olan şey)den daha üstündür, çünkü Allah’tan vahiyle geldiği iddia edilmektedir. Örneğin hatırlıyorum da; bir ilimizde seneler önce belediye il encümeni toplanmış ve istenen bazı inşaatların yapılabilmesi için mühendisin çizdiği plandaki ”fay hattının 3 km öteye kaydırılmasına” oy birliğiyle karar vermişti. Çünkü bu sistemde siyasi yetkili, her zaman teknik yetkilinin üstündedir ve her türlü karar yetkisine sahiptir.

“Asker milletiz, her Türk asker doğar” laflarını sıkça duymuşsunuzdur. Hiyerarşik bir toplum olmamız, bir tür emir komuta zinciri içinde yaşamamız oldukça eskiye dayanıyor belki ama tüm erkeklerin zorunlu asker yapılması (yani vatani görev) durumu oldukça yeni. Hepimizin Türk yapılmamız ve jingoist milliyetçilik dönemi Sultanın yetkilerini gasp ederek iktidarı ele geçiren Enver Talat Cemal cuntası triumvirliği(1914) ile başlamış. Erkek vatandaşların tümü gençliğinin ilk döneminde zorunlu olarak rütbesiz asker yapılınca iktidarın da doğrudan ve dolaylı olarak profesyonel asker sınıfının kontrolüne geçmesi kolaylaşmış oluyor.

Osmanlı’nın ülkeye kandırma korkutma ve koşullandırma (KKK) ile hükmeden bürokrasisinde esas olarak iki sınıf (askerler ve ruhbanlar) bulunurdu. Bunlardan en başta Şeyhülislam olmak üzere, Kazasker, Kadılar, Müderrisler, Müftüler, Nakibüleşraf, Hekimler, İmamlar, Müezzinler, Müneccimler (yıldız falcıları), Şeyhler ve Şeriflerden oluşan “İlmiye” sınıfı devletin eğitim, yargı, fetva ve diyanet teşkilâtlarını var eden medrese menşeli ulemâ (ruhbanlar) idi. 

Bugün anladığımız anlamda bilimsel herhangi bir etkinlikleri bulunmayan ve ruhban üst düzey yöneticilerden oluşan bu sınıf zamanla niteliklerine bakılmaksızın babadan oğla tevarüs eden kamu mevkileri haline gelmiş. Reformlara daima karşı çıkışlarıyla da sürekli gelişen bilim ve hukuk alanlarında Osmanlının çağının çok gerisine düşmesine yol açmış.

Siyasi erk bakımından bunların altında kalmayan bir diğer büyük devletli sınıfı ise Seyfiye; Seyf = kılıç adından da anlaşılacağı üzere bu sınıf askeri bürokrasi sınıfıdır. Veziriazam yani sadrazam başta olmak üzere vezirler, kaptanıderya, yeniçeri ağası, beylerbeyi aralarında bulunuyor. Nişancı, Defterdar, Reisülküttap gibilerin aralarında bulunduğu mülkiye ve kalemiye sınıfları da doğrudan Sultana bağlı olarak görev yapıyorlar.

Osmanlı düzeninde resmi bürokrasinin yanı sıra halk üzerinde resmi cebir / şiddet uygulama gücüne sahip bir de yarı özel bir kesim bulunuyor ki bunları da kısmen Avrupa’daki derebeyleri /feodallere benzetebiliriz. Mütegallibe de denilen ve neredeyse günümüze kadar varlığını sürdüren bu kesim yerel mahalli ağalar, beyler, aşiret reisleri, şeyhler, şıhlardan oluşuyor. Bunlar da resmi bürokrasiye dâhil olmadığı halde devletin kısmen kendi kontrolü altında tuttuğu yereldeki zorbacı ve el koyucu takımıdır.

Osmanlı bürokrasisinde mevki ve makam sahibi kişi yetkisini Sultandan (onun da tanrıdan) aldığı zehabıyla kendini icabında matematik veya fizik kurallarını dahi değiştirmeye sanatsal, teknolojik, bilimsel konular dâhil her şeyi kendi siyasi iradesinin nüfuz alanı içinde tutulmak isteyen bir irrasyonalite içine girebiliyor. Bugünkü düzende ÇED (veya otopsi) raporunu değiştirmeye veya gereksiz saymaya tevessül eden yahut da helikoptere binip şehrin üzerinde gezerek “şu yıkılsın, şuraya da şöyle bir bina yapılsın” diye modern zamanlarda geçerli hukuki, jeolojik, sosyolojik disiplinin gerektirdiği her türlü değerlendirme ve muhakeme usulünü altüst eden kararlar verip uygulamaya girişen bürokratlar bir bakıma o zamandan kalma bir zihniyetin temsilcileri değil midir?

Sultan hikmetinden sual olunamazdı. Eskiden Osmanlı Sultanları hem devletin asası ve hem de halifenin kılıcını taşırlarken hem örfî ve hem de şerî yetkilere sahip oldukları ve temsil ettikleri düşünülürdü. Tabii Allah’tan aldığı bu sual olunamaz yetkileri aşağı doğru yereldeki kendi adamlarına da dağıtabildiği için yetkilendirdiği kişiler de siyasi, sosyal, ekonomik, teknik tüm kararlarda otorite sayılırlar ve onların söylediklerinin üstüne daha bir laf söylenemezdi. Osmanlının yıkılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyetinde halifeliğin kaldırılması ve siyasi yetkilerin meclise devredilmesi sonucunda saltanatın sahip olduğu Allah adına karar verme hegemonik gücü önemli ölçüde yok edilmiş oldu.

Türkiye’nin devrim sonrasında coğrafyamızdaki diğer Müslüman çoğunluklu ülkelere göre kazandığı en önemli üstünlük bana göre budur. Batı medeniyeti olarak tanımladığımız diğer endüstrileşmiş ülkeler zaten çok önceden (aydınlanma çağı dediğimiz dönemden başlayarak) dinin kamu yönetimi üzerindeki etkilerini peyderpey ve tamamen kaldırmayı başarabilmişlerdi. Cumhuriyetin kurucuları da bu durumun tamamen farkında olduklarından bu konudaki kararlı tutumlarını sürdürdüler, anayasa ve yasalarda bu konuyu önemle vurguladılar. O dönemde eski Osmanlı yöntemlerine dönme arzusu “irtica” olarak nitelenir ve hiç hoş görülmezdi. (İrtica “geri dönme” anlamındaki “rücu”dan gelir ve “gericilik” anlamını taşır.) Ancak aradan geçen yüz yıla yakın süre boyunca gerek “asker” ve gerekse “imam” sınıfı arasında bu kadim güce yeniden kavuşmayı amaçlayan hamleler hiç eksik olmadı, sabırla adım adım ilerleyerek önemli bir mesafe de kat ettiler.

Siyasal İslâm adı verilen bu akımın nihai amacı, Halife’nin kırılan kılıcını ihya ederek, tıpkı Osmanlı Devleti’nde ve yakın dönemde fetihçi gasp yoluyla iktidara gelmeyi başaran Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örneğinde gördüğümüz gibi, iktidar sahibini sınırsız yetkiyle donatılmış “ulu’l emr” yapmak ve halkı kullaştırmak idi. Başardıklarında neler olacağını yakın geçmişte dünya IŞİD örneğinde bilhassa görüp yaşadı. Okullarda matematik, fen, yabancı dil eğitimini yasakladılar. Cebir şiddet ve KKK ile gasp edilen toplumun küresel dünya toplumundan kopartılması onların amaçladıkları sosyal düzen bakımından zorunlu idi.

Osmanlıcadaki dersgâh, dersane, medrese gibi sözcükler ders (dirase) sözcüğünden türemiş mekân isimleridir. Ders;  “okumak, anlamak, bir metni öğrenmek ve ezberlemek için tekrarlamak” anlamına gelmekle birlikte buradaki okuma, öğrenme ve anlama sözcükleri bizim anladığımızdan epey farklı. İslam Kültürü aslında ümmî (okuma yazması olmayan) toplumlara göre düzenlenmiş. Okuma denince bir metni yazıdan okumak değil bellekten aktarmak (şarkı okumak, kuran okumak gibi) anlaşılıyor.

Anlamak da kuralların hegemonyasını tanımak (hiç sorgulamadan) biat/itaat etmek anlamında belletiliyor.  “Anlamayana anlatırlar, öğretirler”, “ona bir ders verirler” ifadeleri itaat için kullanılan zor gücünü tanımlıyor. Yani bir şeyi anlamak için kavramak /aklı yatmak gerekmiyor. Bu belirli bir cebir/şiddet suretiyle gerçekleştiriliyor. Anlamadan bilmesi isteniyor. Çocuğu eğitim görsün diye bir hocaya verirken “Eti senin kemiği benim” denmesi “döv ama kemiklerini kırma” anlamındadır. Öğrenme de belleğe kalıcı olarak yerleştirmek için bir şeyi sürekli tekrarlayarak bellemek… Öğrencilerin karşılıklı oturup kafalarını birbirine çarparak (içine sığsın diye) belirli ayetleri sürekli tekrarlaması şeklinde yapılıyor. İşte bugün öğrencilerin “kafayı vurup çalışmak” diye tabir ettikleri şey o günlerden kalmadır.

5-6 yaşından itibaren çocukların gönderildiği Sübyan(sıbyan = çocuklar) mektebinde okuma yazma ve Kuran eğitimi dışında basit hesap işlemleri de veriliyordu. Mesela, çarşıda pazarda neyin kaç para edeceğini hesaplayabilecek kadar dört işlem bilgisi ile okuma yazmadan bile önce kerrat cetveli (çarpım tablosu) ezberletiliyor. Böylelikle Kuran ayetleri ile matematik bilgisinin tamamen ayni mahiyette bilgiler olarak iç içe girmesi ve zihinsel eşdeğerliği sağlanmış, çocuklar henüz ehli vukuf değilken belirli bir dinin belli bir mezhebinin müridi haline getirilmiş oluyordu. Daha yukarı eğitimlerde de riyaziye, hendese vb. bilgileri ile fıkıh hep iç içe ve hepsi tamamen ezbere dayalı. Analize, muhakemeye, deneye, sorgulamaya dayalı hiçbir çalışma yok. Eğitimle hiçbir şeyi yaratabilir, üretebilir hale gelinmiyor. Mühendis (hendeseci = geometrist) özgün cihaz/ürün tasarlayamıyor.

Üniversitelerde bilim, sanat teknoloji geliştirmeyi, analitik düşünceyi teşvik edici hiçbir ortam mevcut değil. Medrese eğitiminin bugünkü “üniversite” mahiyetinde tanımlanmasını anlamak hiç mümkün değil. Evren (universe) kavamından gelen Üniversite sözcüğü evrensel (her yerde genel geçerliliği olan bilimsel) bilgilerin araştırması, üretilmesi ve öğretilmesini kastederken Osmanlı’daki Medrese tamamen yerel geçerliliği olan dogmatik doktriner koşullandırma derslerinin belletilmesine dayanıyordu. İlim ile bilimin tanımlarının bilhassa tamamen aynileştirilmesi, akademisyenlerin hoca, hocaların da akademisyen yapılması ayni kararlılığın bir parçası değil mi sizce?

Her şeye rağmen, son dönem Osmanlı dönemi eğitiminin şimdiki Türkiye’ye göre tek olumlu yanı o zamanlar tek tip milliyetçi mukaddesatçı kamusal eğitim dayatmasının olmamasıydı. Osmanlı’da “milli-eğitim” ve jingoist milliyetçilik kavramları yoktu.  Farklı etnisiteden insanların açtığı özel eğitim kurumlarına kozmopolit olarak katılım imkânı vardı. Tevhid-i tedrisat sonrasında adım adım tüm eğitimler merkezi sisteme göbeğinden bağlandı.  

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Batılı tarzda (olduğu kabul edilen) seküler/laik bir eğitim düzenine geçilmişti. Ama bu eğer hakikaten layikiyle ve doğru biçimde yapılabilmiş olsa idi aradan geçen neredeyse yüz yılın sonunda “yeniden Osmanlı İlmiyesine geri dönüş” mahiyetindeki sorunlarla karşılaşmazdık. Cumhuriyetin getirdiği Milli Eğitim öncelikle çocuklara “nasyonalist” koşullandırma yapan ve 20 yüzyılın ilk yarısında Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sında itibar kazanan milliyetçi mukaddesatçı bir biçime evirildi. “Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Teklik)” kuralı ve “Talim Terbiye Kurulu” gibi kavramlarla birlikte geldi. İki büyük dünya savaşından sonra bu sistemin ne kadar zararlı bir şey olduğu gelişmiş dünyada ortaya çıkmış ve bu anlamdaki “Milli” eğitimler hiç kalmmıştı. Bizde ise askeri vesayet dönemiyle birlikte daha da koyulaştı. Mecburi askerlik ve din dersleriyle sistemin milliyetçi mukaddesatçı ağırlığı arttı.

Müfredatların şöven milliyetçi mukaddesatçı müfredat ağırlığının yanı sıra tarih coğrafya, tabiat bilgisi gibi konuların ansiklopedik verileri de merak uyandırmaya ve kavramaya yönelik değil de bezdirici ve yıldırıcı ezbere yönelik biçimde verilmekteydi.  Düşününüz ki öğrenciye ayni günün içindeki derslerde Mississippi Nehri’nin uzunluğu, Ettehiyyatü duası, Aruz vezni, Redoks işlemleri, Mercidabık Savaşı’nın kaç yılında yapıldığı, Hammurabi Kanunları, Ökaryot hücreler… gibi daha bir sürü şey ezberlemek zorunda kalacağı biçimde sunulmaktadır. Bunların hiçbiri kimseye daha sonraki hayatta lazım olup da ilkokulda (veya lisede) ezberlemiş olmanın herhangi bir faydası görülebileceği şeyler değil. Konuların asıl mahiyeti hakkında genel bir ön fikir sahibi olmaya da yaramıyor, insanda muhakeme analiz / yorumlama yetisini de arttırmıyor. Ansiklopedik bilgiler ezberlemenin hemen ardından unutulduğu için eğer günü gelip lazım olacak dahi olsa bir işe yaramıyor, üstelik herhangi bir mesleğe ilgiyi merakı artmıyor, varsa da soğutup köreltiyor. Esasen dogmalarla doktrinlerle birlikte iç içe yoğun bir bombardıman halinde verildiğinden ancak gencin bilim, sanat ve teknolojiye olan merakını köreltme, tamamen soğutma işlevi görebilir. Sınav baskısı ve başarısızlık korkusuyla yerli yerine oturmayan bu verileri genç dimağlara groggy edecek bir şekilde yığmanın ne gibi bir amacı olabilir? Komplo teorisyeni olsa idik halen de benzer şekilde sürdürülen bu eğitim programların amacının gençleri hiç düşünmeyen, sorgulamayan, özgüvensiz yılgın köleler olarak yetiştirmek olduğuna yemin edebilirdik. Çünkü bu eğitimin sonunda varılan nokta tam da bu oluyor.

Daha o zamandan bunların işe yaramaz “ezberci” eğitim sisteminin unsurları olduğu, değişmesi gerektiği söylenmekteydi. Şimdi üzerinden yarım yüzyıl geçmiş durumda. Yine ayni mahiyetteki şeyler ansiklopedik bilgiler ve dogmatik öğretiler birlikte ezberletiliyor. Çok fazla değişiklik yapıldı. Hemen her şeyin ismi değişti, Türkçedeki karşılığı değişti. Ama özde değişen hiç bir şey yok. Milli eğitimimiz bize yüksek katma değer üretimi becerisi sağlayamıyor maalesef. Şimdi eğer lazım olursa bana vaktiyle o zorla ezberletilen şeyleri bir tıkla gugllayarak hepsini bulabilirim. Ama araştırıcı analitik sistem yaklaşımı, hızlı kavramaya çalışma ve inovasyon geliştirme becerilerim eksik, eğitimimiz küreselleşen düzenin ihtiyaç duyduğu yüksek katma değer üretimi becerilerini bize maalesef veremiyor. Küresel dünyanın saygın bir bireyi olma imkânım daha en baştan kısıtlanmış bir halde.

Ama şimdi de üzerinden neredeyse yüz yıl geçmiş durumda. Repertuar değişse de yine ayni cins şeyler hala ezberletiliyor, hatta tüm dünyaya ters olarak bu yönde daha da fazlasını yapma yönünde yeni girişimler var. Çocuklara “değerler eğitimi” adı altında kolektif dogmatik, doktriner koşullandırma yapma çabalarına şahit oluyoruz. Dikkat buyurunuz; Kamusal Eğitim (Public Education) ile Milli Eğitim (National Education) tamamen birbirinden farklı şeylerdir. İlkinde; ABD’de de olduğu gibi kamu bütçesinden beslenen normal devlet okulları akla gelmekte;  ikincisinde ise çocuklara milliyetçi mukaddesatçı koşullandırma yapan ve özel okullar da dâhil tüm okulların müfredatını ve programlarını Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde Teklik)”, “Talim Terbiye Kurulu” gibi kavramlar altında belirleyip denetleyip düzenleyen bir sistem akla gelmektedir. Böyle bir sistem günümüzde sanırım sadece Juşist Kuzey Kore Devleti gibi birkaç totaliter devlet dışında artık hiçbir yerde kalmadı.

Milli Eğitim; hakikaten korkunç bir şey. Bir insanı yaratılanların en üstünü (eşref-i mahlûkat – yaratan üretici birey) yapan vasıflardan tamamen uzaklaştırıp kendini hazret-i insan olarak lanse eden kimi yağmacı asalakların sahiplendiği mülk edindiği bir sürünün üyesi “çaresiz kullar”dan biri haline getirmek için bundan daha iyi tasarlanmış bir sistem olamaz. Siz ona mahkûm ve mecbur oldukça o da size hiç değişmeden ve duraksamadan hükmedecek.

Milli eğitimin (hükmedenler açısından) amacı size milliyet, maneviyat aşılayarak üzerinizdeki güç ve tahakkümünü (mümkünse olabildiğince daha da arttırarak) sürdürmekten başka ne olabilir? Aydınlanmanız özgürleşmeniz, emansipe birey haline gelmeniz istenmiyor. Oysa sizin amacınız kendinizi ve bakmakla yükümlü olduklarınızı şu dünyada kendi ayakları üzerinde durabilen, kimseye müdanaası olmayan bireyler olarak var edebilmek, devletin sırtınızdaki ağırlığını biraz olsun azaltabilmek değil midir? Yüksek katma değer üretebilen bir işiniz (gücünüz) olsun istiyorsunuz. Otoriter devletin önünüze açtığı yol size bunu sağlamıyor. Sizin olmak istediğiniz şeyle onun sizi yapmak istediği şey birbirinden çok farklıdır. Bir otoriteni size sağlayabileceğinin en fazlası diğerlerini ezmekte sizi de kendine paydaş yapma fırsatından ibarettir. Üzerinizdeki otorite sizi çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapamaz. (Kılavuzu karga olanın… misali) varacağınız yer bunun tam tersi olabilir.

Burada aslında ciddi bir demagoji var. Ortada öyle her şeye kadir (omnipotent), kural koyucu bir ilahi varlığın dolaştığını görmediğimize göre aslında vazedilen “tüm kurallar” birilerinin (yani üstelik uzmanlıkları da pek sınırlı bazı insanların) o anki (muhtemelen çok da hatalı) değerlendirmesine göre hazırlayıp ileri sürdüğü yaklaşım biçimlerinden ibaret. Bu kurallar toplum olarak bizim sorunlarımızı çözebilmekten çok uzak. Bireysel olarak da bizi yoksul, üretimsiz verimsiz, zor ve onursuz hayat biçimlerine yönlendiriyor.

Aslında hiçbirimiz aptal veya geri zekâlı değiliz. Ama sırtımıza çöreklenmiş muazzam bir bürokratik devlet aygıtı ve onun devasa bir propaganda makinesi var. MEB, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü, Kamu Medyası, Diyanet İşleri Başkanlığı, YÖK, RTÜK, TRT… Hepsi her gün kafamızı düzenlemeye alışmışlar. Bir noktadan sonra mecburen yerel bir despotun kulu, askeri, onun istediği gibi düşünen zombi robotu haline gelebiliyoruz. Oysa istediğimiz düşünen, yaratan, üreten küresel verimliliği olan emansipe bir birey olmaktan ibaret.

Eğitim; dünyada en basit şekliyle bireylere hayatta gerekli olan bilgi ve kabiliyetlerin sistematik bir şekilde verilmesi olarak tanımlanmaktadır. Burada iki temel kavram olduğunu görüyoruz: ‘Bireylerin hayatları’ ve ‘gerekli bilgi ve kabiliyetler.’ 

Modern zamanlarda her bireyin farklı meslekler, farklı beceriler edinip, üretimleri ve hayatları ile birbirlerinden çok farklı olacakları kabul ediliyor. Çünkü endüstrileşmenin iki ana parametresi “iş bölümü” ve “uzmanlaşma”.  Yani, tekçi bir eğitimle herkese birden ortak öğretilen harcıâlem bilgilerin uygulanmasıyla üretilebilecek herhangi katma değer gitgide sıfıra doğru indirgenmektedir. Belki (limit halinde) küresel dünyanın varacağı noktada, global olarak sözgelimi 1 milyar aktif çalışan ve üreten insanın 1 milyar farklı mesleği olacak. Her biri de kendi mesleğinde dünyanın 1 numarası olabilecek. Geri kalan tüm işler ise artık makinelere aktarılmış olacağından her çalışan yaptığı işin hem işçisi hem de sahibi / patronu olacak. Bu pekâlâ mümkün görünmektedir. O halde, her birine hayatta gerekli olabilecek bilgi ve kabiliyetler yani eğitim ihtiyaçları da birbirinden sonsuz şekilde farklı olacaktır. Çağdaş üretim teknolojileri de bunu zorunlu kılıyor. Eğitimi merkezi olarak planlamak ve bir beden elbiseyi herkesin üstüne oldurmak nasıl mümkün olabilir? Bugüne kadar da yanlıştı ama yaratma işini dışarıdan hazır alıp kullanarak bir tür üretim sürdürebiliyordu. Ancak, bunun sürdürülebilirliğinin olmadığı da artık ortaya çıktı. Bilim, sanat, teknoloji yaratma kabiliyeti olmayan bir sosyal düzenin tekrara dayalı işler piyasasında makinelerle rekabet ederek küresel piyasaya katma değer üretmesi ve ekonomik varlığını sürdürebilmesi bana göre giderek imkansız hale gelmekte.

Osmanlı bürokrasisinin din istismarına dayalı İlmiye (hukuk/akademya) sınıfı ile silahlı cebir ve şiddete dayalı askercil Seyfiye (harbiye) sınıfının benzer tarzda yeniden ihya edilerek toplum düzenine hâkim olabildiği bir siyasi sistem denemesi İran’da kurulduğu 1979’dan beri çeşitli sarsıntılar geçirmesine rağmen bugün hala yürürlükte. Ancak, böyle bir rejimin günümüzün yapay zekalı makinelere dayalı (endüstri 4.0) küresel konjonktürü ile hiç uyumlu olmadığını düşünüyorum. Bu tehlikeli yola girmiş ülkeler uyumsuzluğun doğal sonucu olarak aniden gelen büyük felaketler ve ciddi bir beka sorunuyla karşılaşabilir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.