Hukukun Üstünlüğü

Adalet - Hak, Hukuk, Hakkaniyet | | Mart 2, 2021 at 4:40 pm

Türkçeye “Hukukun üstünlüğü” olarak geçmiş olan “Rule of law” teriminin asıl evrensel anlamı “yasaların hükümranlığı” şeklindedir. Yani her vatandaşın hukukun muhatabı olabileceği anlamına da gelmekle birlikte “”yasaların aslen devlet ve hükümet (yürütme ve yargı) icra yetkisini elinde tutanlara karşı üstünlüğü”” kastedilmektedir.

Hiç kimsenin imtiyazlı olamayacağı fikri, özellikle icra yetkisine sahip yöneticilerin de hukukun altında olduğu ve (örneğin ruhban sınıfı veya krallar gibi) hiçbir kimse ve hiçbir kurumun dahi hukukun üstünde olmadığı, anlamına gelmektedir. Özellikle; yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrı ayrı tanımlandığı bir rejimde yürütme (hükümet) yasamanın çıkarttığı yasalara uymak zorundadır. Bunu “Hükümdar değil yasalar hükmeder” şeklinde de söyleyebiliriz. İlk defa açıkça Aristo (MÖ: 384-322) tarafından “hukuk yönetmelidir (hükmetmelidir)” şeklinde kullanıldığı söylenen bu kavram tarihsel süreçte Avrupa’nın güçlü monarşi, feodalizm ve Katolik Kilisesi’nin imtiyazlı durumlarına (dokunulmazlıklarına) karşı önem kazanmıştır. Zaten “Hukuk devleti” kavramının özü de budur.

Gerçek bir hukuk devletinde, devletin düzenini ve erklerinin sınırlarını belirleyen bir anayasa bulunur. Bu anayasa, güçlü bir sivil toplum tarafından hazırlanmış ve devleti dar bir koridorun dışına taşamayacak şekilde prangalamış olmalıdır. Eğer anayasa çizgi dışına taşma eğilimi gösteren bir hükümeti durdurup engelleyebilecek güçte donatılara sahip olmazsa o zaman icraatlerinde adalet diye bir şey kalmaz.

Geçende iktidar partisi başkan vekili bir siyasetçinin bir gazeteciye şunu söylediği yazılıydı: “Eğer tek maddelik bir anayasa yazsam şöyle derim; “”Devlet adaleti sağlamakla yükümlüdür“” Ne kadar komik değil mi? Eğer devleti prangalaması beklenen bir anayasayı yapma görevini devletli mütegallibe kesimine bırakırsanız yapacağı budur. Kendisini hiçbir şeyle sınırlamadan, denetlenmeden sonsuz yetki ile yönetecek ve yaptığı şeyin adı da adalet olacak.

Çağdaş bir ülkede yasama ve yargı hükümeti denetler. Özellikle tek işi hükümetin icraatlerini denetlemek ve gerekirse müdahale etmek olan güçlü anayasal kurumlar (danıştay, sayıştay, yargıtay, anayasa mah. vb) bulunur. Yerel idareler merkezî idareden bağımsızdır. Bunlar üzerinde hükümetin hiçbir müdahale gücü bulunmaz. Dahası hükümetin medya, sivil toplum örgütleri ve sivil üst kurullar üzerinde de hiçbir etki gücü yoktur. Bunlar hükümeti prangalamakta çok etkili güçlere sahiptir. En son sübap olarak da anayasa mahkemesi ve onun da üstünde uluslararası yargı kurumları bulunur ki bunlar da hükümeti prangalama görevini içerideki kurumların tam olarak yerine getiremediği durumlarda özellikle insan hakları yönünden son çare olarak devreye girerler.

Anayasalar hükümetlerin kendisini denetleyip kontrol altında tutacak bu tür kurum ve oluşumların gücünü kısıtlayacak müdahalelerde bulunmasını “engellemek” için vardır. Eğer hükümeti denetleyip kontrol altında tutacak kurum ve oluşumlar birer birer etkisiz hale getirilmişse o zaman anayasa da ilga edilmiş (mülga) demektir. Böyle bir durumda yasalar ve hükümetin gayrimeşru hale gelip, anayasada yazılı hükümleri de her gün çiğnediğini, ama hiçbir şey olmadığını görebiliriz.

İşte uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan WJP (Dünya Adalet Projesi) “Hukukun Üstünlüğünü dünya çapında ilerletmek için çalışmak” misyonuyla her yıl devletlerin bu konudaki performansını ölçerek bir endeks yayınlıyor. Maalesef bu endekslerde ülkemizin durumu içler acısıdır. Özellikle, en kötü puan aldığımız alan da “Hükümetin gücünün sınırlandırılması” başlığıdır. Bu konuda dünyada bizden daha düşük puanlı ülke sayısı pek az.

Toplumda çoğunluk olarak “Hukukun Üstünlüğü” kavramının dünyadaki asıl anlamını bilmediğimiz için (tanımı da neredeyse tüm diğer siyasi kavramlar gibi dilimizde bir ölçüde anlam kaymasına uğradığından) resmen “hukukun bir topluluktaki veya ülkedeki yayılmışlığı ve yetkisinin yüksekliği” biçimine dönüşmüş durumda. Bilhassa yapılmışsa bence bu bir fecaat, çünkü böyle bir tanım, terimin asıl anlamını tamamen ortadan kaldıran bir işleve sahip. Yani isteyen bunu; “”hukuk yetkisinin (ülkedeki yayılmışlığına bağlı) doğal bir haddi hududu var ve yasalar sivil vatandaşı en vahşi şekilde yargılayabilse de hükümdarın karşısında tevafukla eğilir”” gibi tuhaf bir şekilde de yorumlayabilir. Bana göre, yerli ve milli olamayacak ilk şey, insan hakları ve hukukun üstünlüğüdür. “Bizde böyle” denilebilecek bir adalet anlayışı nasıl olabilir?    

Sahiden bizde birileri “saltanatçı bir yaklaşımla” kavramın böyle anlaşılmasını bilhassa istediği için tanımını da bu hale getirmiş olabilir mi? Bu kavramı kullanan hukukçu, politikacı, yargıç ve akademisyenlerin önemli bir kısmının hukukun üstünlüğü konusuna içerdiği adaletten çok şekil veya usule yönelik bir gözle yaklaştıklarına bakılırsa bu endişe hiç de haksız değil. Bir siyasetçi medyaya çıkıp açıkça; “”Had bilmek edebin temeli. Herkesin bir haddi hududu var, öyle değil mi?“” diyebiliyor ve kimse de kendisine “Saçmalama, şimdi artık had değil, hukukun üstünlüğü var !” diyemiyorsa orada bir şeyler temelden sakat demektir. Çünkü, had / hudut meselesi tamamen “Hukuk devleti” öncesi otarşik eski dönemlere ait, artık çoktan unutulması gereken bir kavramdır.

Hukuk, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti gibi kavramlar hükümdarların gücünün sınırlanabilmesiyle başlayan bir insani gelişmişlik değeridir. İngiltere’de kralın yetkilerinin bir kısmından feragat etmesini öngören ilk hukuki belge Magna Carta Libertatum’un (1215) imzalanması bu suretle kralın da imzasına sadık kalabilmesinin sağlanması insanlık tarihinde hukukun üstünlüğünün ilk kez doğması olarak kabul edilmektedir. Sanayi devriminin neden saltanatın, otarşinin (otokrasinin) kol gezdiği Çin’de veya Osmanlı’da değil de kralın yetkilerini sınırlayan ilk belge olan Magna Carta’nın imzalandığı ve vatandaşın çok önceki tarihlerden itibaren kendi ürettiği katma değerin asıl sahibi haline gelebildiği bir İngiltere’de gerçekleştiği sizce de çok açık değil mi?

İnsan hakları Evrensel Bildirisi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edildi. Genel Kurula katılan üyelerin (Türkiye dâhil) 48’i olumlu 8’i çekimser oy kullanmıştır. Çekimser oy kullanan ülkeler sadece SSCB, Belarus, Ukrayna, Çekoslovakya, Polonya , Yugoslavya, S. Arabistan, G. Afrika’dır. İran Şahı’nın da onayladığı bu beyannameyi Türkiye ancak 1949’da onaylamıştır. Bugün, Suudi Arabistan dışında imzalamayan hiçbir Müslüman Ortadoğu ülkesi olmaması da dikkat çekicidir.

Sivilliğin başlangıcı olarak İnsan hakları Evrensel Bildirisinin imzalandığı tarihi esas alırsak; aradan yetmiş küsur yıl geçti. Bu kadar süre sonra hala daha sivilleşememiş olabilir miyiz? Olabiliriz. İnsani gelişmişlik ülkeler bazında her zaman sürekli ileri doğru ilerleyen bir süreç değil. Duraklatıldığı hatta geriletildiği dönemler de oluyor. Mesela “Sivil Toplum Örgütü (STÖ)” diye Türkçeleştirilen kavramın aslı “NGO” yani Hükümetten Bağımsız(Non-Governmental) Kuruluş” anlamında. Gerçek STÖ’ler aslında küresel olarak hükümetlerin gücünü sınırlayabilecek bazı güç ve imkânlara sahipler, ama sivilliğin hiç gelişemediği ya da bilinçli olarak yok edildiği ülkelerde bu tür kuruluşların sivilliği; devlete tam bağımlı, devletin örgütlediği kuruluşlar haline dönüştürülüyor. Yani İngilizcesi “Government Organized NGO” yani GONGO olarak adlandırılması gereken bu örgütlere (aslında işlevi tam tersine olmasına rağmen) bizde yine de STÖ deniliyor. Batıdaki benzer isimli sivil kurumların tamamen aksine bizdeki Üst Kurulların (YÖK, RTÜK, EPDK vb) tamamı kamunun özel kurumların yönetimine nezaret ve müdahale etme amacıyla kurduğu vesayet kurumlarıdır. Bankaların tümü doğrudan ve dolaylı olarak devletin kontrolünde, din, sosyal yardım kuruluşları ve vakıflar doğrudan ve dolaylı olarak kamulaştırılmış, eğitim millileştirilmiş, hukuk devletin kılıcı haline getirilmiş, hatta özel şirket ve kuruluşların bile tamamı bürokrasinin vesayet ve nezareti altına sokulmuş durumda. Totaliter bir ülkede yasama ve yargı yürütmeye bağlandığı zaman devletin herhangi bir ölçü, tartı, denetim ve denge düzeneği kalmamış oluyor. Tüm bunların temeli de kelime ve kavramların bulanıklaştırılması ve ters yüz edilmesinin başarılmasına dayalıdır.     

Medeniyetin bu sıfır noktasında halk için sadece biat ve eski deyişiyle “kula kulluk etmek” tek seçenek. İnsan araçsallaştırılmış, hiyerarşik bir yapı içinde birilerine mülk edilmiş, hakları yok ve dolayısıyla gerçek sivil insandan tamamen “farklı” bir yaratık haline getirilmiş oluyor. Goethe’nin ünlü “Kendini özgür sanan köleler, en umutsuz biçimde köleleşmiş olanlardır” deyişini akla getiriyor. O yüzden emansipe (gerçekten özgürleşmiş haldeki) medeni ve sivil yurttaşlıkla öyle olmayan kul niteliğindeki yurttaşlığı birbirinden ayırt eden somut ayraç ve kavramlara bizim şiddetle ihtiyacımız doğuyor. Bunlar elimizde olmadığı için vatandaş köleleştirilmiş bir konumda olduğunun farkında bile olamıyor. Devletliler de mesela toplum düzeninde aslında “hiç mevcut olmayan” bir demokrasiyi “daha da geliştirmek” gibi anlamsız demagojik ifadeleri sıklıkla kullanabiliyorlar.

Cumhuriyet ve demokrasi kavramları “halkın devlet politikasını şekillendirmede hak sahibi olduğu” sosyal düzenlere işaret ediyor, öyle değil mi? Peki, mesela “Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti”nde halk, devlet politikasının neresinde? Halk, siyasi bir varlık olarak tamamen yok edilmiş. İktidarın babadan oğula geçtiği, saltanat düzeninde cülus öncesinde usulen yapılan seçimlerde halk, yeni hükümdara %100 oy veriyor, ya da öyle farz edilecek biçimde tuhaf bir seçim sistemine mahkûm. Vatandaş doğduğundan itibaren cebri koşullandırmaya tabi, değerleri, inançları, duygu ve düşünceleri devletin arzu ettiği kul vatandaş modeline göre programlanıyor, şekillendiriliyor, sivil siyasi bir birey bilinci oluşmuyor. Mesela halkın önemli bir kısmı ülkelerinin sahiden “demokratik bir halk cumhuriyeti” olduğuna ve ulu önderlerinin de halkın umuru ve güvenliği için canla başla çalıştığına da inanıyor olabilir. Sistem Orwelyen distopyalardaki gibi öyle katı ve acımasız bir biçimde düzenlenmiş ki bir kere kurulduğunda halkın kendi iç dinamikleriyle oradan çıkması ve kurtulması neredeyse imkânsız. Doğru bir toplumun olmazsa olmazı “piyasa bilinci”, sivil toplum ve özgür medya oluşamadığı için soyut, kurgusal manevi değerler rahatlıkla mal ve hizmetlerden oluşan somut gerçek değerlerin üstüne, en yukarısına yerleştirilebiliyor. Bu şekilde insanlara en küçük yaştan itibaren kelimelerin ve kavramların içeriğiyle oynanarak, kandırma, korkutma, kışkırtma ile koşullandırma yapıldığında somut değerli şeylerin yok edilip, yerlerine soyut ve değersiz şeylerin yerleştirilmesi mümkün hale gelebiliyor.

Ayn Rand’ın deyişiyle; “İnsan… En asil eylemi üretkenlikteki başarısı, sahip olduğu tek kesinlik aklı ve hayatının en ahlakî gayesi kendi mutluluğu olan cesur bir yaratıktır”. Yaşamayı seçtiysek eğer bir insan olarak yaşamak zorundayız. Başka bir şey olarak yaşayamayız. Daha doğrusu birilerinin kulu haline gelmek doğamızın bize verdiği ahlak yerine bizi kendimiz olmaktan çıkartıp tamamen başka bir şey haline getiren ahlaki bir seçim eylemidir. Yaşayan bir ölü olarak, varoluşa layık olmayan bir şekilde devam etmek, artık insan olmamak, hayvandan da aşağı olmak, acıdan başka bir şeyi bilmeyen, kalan yıllarını düşünmeksizin bir öz-yıkım eğiliminin acıları içinde sürüklenerek geçiren bir şey haline gelmektir”.

Bugünkü sivil dünyanın –devletten bağımsız–  güvenilir veri toplama ve işleme (kayıt, kuyut) takas ve kontrat düzenlerine, şiddetle ihtiyacı var ama biz henüz böyle bir kavramı ifade etmek için gerekli bir sözcüğe bile (formal/informal) hâlâ sahip değiliz. Oysa bugünkü küresel dünyada – devletlerden (yasama, yürütme, yargı) ve onun şiddet tekelinden bağımsız–  formel bir “Sivil Resmiyet” mutlak şekilde herkese gerekli. Medenî dünyada birbirini tanımayan kişiler arasında -devleti aracı kılmadan- güvenli takas ilişkisini ve kontratları tesis eden, otomatik yaptırımlarıyla gerekli zorlayıcı kas gücüne de sahip teknolojik altyapılar (örn. blokzincir) birer birer ortaya çıkmakta yer yer kullanıma da girmekte. Artık beklememiz gereken tek şey “”hukukun üstünlüğü”” prensibinin bu yapılar tarafından mutlak biçimde hükümetlerden devralınması ve “yasama, yürütme ve yargının” bunların içine sızarak yeni düzeni yozlaştırmasının engellenmesi. Bize henüz çok uzak görünmesine rağmen insani gelişmişlik düzeyi daha yüksek toplumlarda yavaş yavaş bu yola girilmekte olduğunu görebiliriz.    

Yani aslında bugün artık kamuyu ve onun uhdesinde görülen paylaşımcı (inclusive) yapıları çok daha güvenli biçimde ikame edebilecek yeni teknolojik araçlara tarihte hiç olmadığı kadar yakınız. Sivil resmiyet artık bizim için bir tercih değil, zorunluluk. Hukukun üstünlüğü konusu aslında derin uzmanlık gerektiren, ilmî, jüristik bir konu değil, halkın kültürel yapısına göre özel bir terzilikle biçilip dikilmesi gereken bir şey değil. Sağduyu sahibi herkesin zihninde kolayca çözümleyebileceği basitlikte bir konu.   

Ama eğer bir ülkede iktidar, ilmiye/seyfiye sınıfının (asker/ imam bürokrasisinin) bir darbe vb olağanüstü durum yaratması sonucu ortaya çıkmış ise, ekstraktif (sömürgen) bir yapıda olacağı ve halkın üretken sivil kesimleri ile arasında olağan bir menfaat çatışması olacağından meşru bir hukuk ve “hukukun üstünlüğü” prensibine tabi olmak istemeyecektir. Muarızlarının gücünü cebir şiddet dahil her türlü yöntemle tasfiye edip, eğer mümkünse sonsuza kadar sürecek bir hâkimiyet (veya en azından bir “vesayet rejimi”) kurma peşinde olacaktır. Bu da işte tam tersine halkı tam zapturapt altında “kulluk mesabesinde” tutacak bir sosyal düzene (anayasaya) ihtiyaç duyar. Hazırlanacak anayasa bir yandan özgürlükçü demokrasiyi ve insan haklarını tanıyor ve sanki öngörüyor””muş gibi”” yaparken öbür yandan da milliyetçi mukaddesatçı istisnalara sığınarak bu hakların tümünü çeşitli olağanüstü/ancak (catch-22) maddeleri ile geri alabilir. Kullanılan ağır, ağdalı dilde tam zıddını da içinde taşıyan ikiz anlamlı sözcükler bulunur. Bunlar devleti prangalamakta kullanılabilecek maddeleri geçersiz hale getirmekte çok elverişlidir.

Seyfiye(askeriye) sınıfı önderliğinde hazırlanmış bir anayasada askerlerin çocuklara ve gençlere jingoist, militarist doktriner koşullandırma yapma hakkı, ilmiye önderliğinde hazırlanmış olanında da ulema takımının çocuklarımıza ilahî dogmatik koşullandırma hakkı anayasada vazedilir. Öyle ki ülkede günün birinde kazara gerçekten demokratik bir hükümet iktidara gelecek olursa anayasa engeliyle karşılaşsın ve insan haklarına aykırı bu tür düzenlemeleri ortadan kaldıramasın.

Halk aslında insan hakları diye bir şeyin olduğunu bilir ama devletlilerin buna uymaya nasıl zorlanabilecekleri konusunda hiçbir fikri yoktur. “Büyüklerimiz bilir” der. Konu bilhassa bulanık bırakıldığından hükümetin karar verip uyguladığı her türlü vahşete perdeleme ile bir tür kılıf içinde meşruiyet kazandırılır. Zaten prangalanıp zapturapt altına alınması mümkün olmayıp aksine yaşamın her alanının direksiyonuna geçen gayrimeşru ”yasama, yürütme ve yargı” erklerinin devletin sopası haline getirildiği ceberrut bir devlet düzeninde halkın kendi başına böyle bir beladan başını kurtulabilmesi neredeyse imkânsız. Sözgelimi bir insan hakları konseyi vardır ama bu konsey rejimin işlediği insanlık suçlarını örtmeyi veya gerekçelendirip haklılaştırmayı görev edinmiştir.

Halen geçerli 82 anayasasını kendi ihtiyaçlarına göre hazırlatan askeri darbe lideri, KENAN EVREN’e İ.Üniv. Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarihinde ‘Fahrî Hukuk Profesörü’ payesi verilmesi” kararını ittifakla almış.

Size inanılmaz gelebilir ama darbeci, despot lider kendi gayrimeşruluğunu, işlediği ve işleyeceği insanlık suçlarını meşrulaştırma konusunda işin ayrıntılarına vakıf ve böyle bir konuda kendisine samimiyetle yardımcı olabilecek profesör unvanlı akademya mensuplarını kolayca bulabiliyor. Despot lidere gerekli anayasa ve yasa maddelerinin ayrıntıları bu kişiler tarafından kapalı kapılar altında usulet ve suhuletle hazır edildikten sonra kamuoyunu tasdikte mecburcu bırakan bir düzenleme yapılıyor. Adolf Hitler’in tek aday olarak girdiği “Führer” seçimini anımsayınız. Bu safhada çatlak ses çıkartabilecek gerçek aydın / entelektüel bireyler önceden sindirilmiş, siyasi sahne ve medyalardan tamamen yok edilmiş olduğu için halkın onayı da biçimsel olarak garanti altına alınmış oluyor.  

Bunların hepsi Türkiye’de defalarca yaşandı. 20’li yaşta 3 genç öğrencinin “”Anayasayı tağyir tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs (karşısına alma, değiştirme ve kaldırmaya zorla girişmek)”” suçundan idam edilmelerinin ardından askerler darbe ile yeniden iktidara gelip kendileri bizzat anayasayı cebren tağyir tebdil ve ilga etiler. Ardından, sayısız insan hakları suçları da işledikten sonra kendilerini dokunulmaz ilan eden yeni bir anayasa hazırlattılar. İran’da da Ayetullahlar (imamlar) solcuların da desteklediği bir darbe ile iktidara geldikten sonra planlı biçimde cebir şiddet ve komplolar, sayısız suikast ve idamlarla kendilerine muhalif olabilecek kesimleri tamamen tasfiye etmişlerdi. Hâlâ rejime muhalefet edenler (yani ruhani liderin emirlerine karşı gelenler) yakalanırlarsa “Allaha karşı savaş açmak” suçuyla yargılanıp idam edilmekteler. Kurdukları rejim; görünüşte bir “İslâmî Cumhuriyettir. ” Ancak ülke, cumhurun(halkın) seçtiği bir başkan tarafından yönetilmiş gibi gösterilse de; siyasi, askeri ve ekonomik güç halkın iradesi dışında (Ayetullahlar kurulunun kendi arasında seçtiği)  bir “Ruhani Lider” tarafından kontrol edilmektedir. Halkın seçtiği cumhurbaşkanı aslında ruhani liderin (biri muhafazakâr; diğeri ilerici olmak üzere sunulan) sadece iki adaydan birisidir. Üstelik, hemen hemen hiçbir önemli konuda yetkisi yoktur. Seçimler halkın sadece bir kısmına kendi seçtikleri bir cumhurbaşkanın iktidara geldiği zehabını verebilecek bir mizansen sergileme amacını taşır. Halen 2020 WJP endeksinde Iran, Angola, Nijerya ve Türkiye ile ayni 0,43 ortalama puanıyla 109’uncu sıradadır.    

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.