Milliyetçilik

Sözlük | | Mart 24, 2021 at 1:50 pm

Artık insanlık ortak zorluklar ve fırsatlardan nasibini alan tek bir medeniyetten ibaret. Yine de İngilizler, Amerikalılar, Ruslar ve pek çok başka zümre giderek daha çok milliyetçiliğin kabuğuna çekilme eğilimi gösteriyor. Küresel dünyamızın eşi benzeri görülmemiş sorunlarının çözümü bu mu yoksa?

Bu soruyu cevaplamadan önce günümüz ulus-devletlerinin insan biyolojisinin ebedi bir parçası ya da insan psikolojisinin kaçınılmaz bir sonucu olmadığını dikkate almak gerek. 5000 yıl önce İtalyan, Rus ya da Türk yoktu. İnsanların tepeden tırnağa sosyal hayvanlar olduğu, topluluğa bağlılığın genlerimize işlenmiş olduğu doğru. Ancak insanlar milyonlarca yıl boyunca geniş ulus-devletler halinde değil içli dışlı ufak topluluklar şeklinde yaşamış.

Homo Sapiens nihayetinde kültürü büyük ölçekli işbirliğinin temeli olarak kullanmayı öğrenmiş ve bu da türümüzün başarısının anahtarı. Ama kültürler esnektir. Bu yüzden karıncaların ya da şempanzelerin aksine Sapiens değişen koşullara uyum sağlayıp farklı biçimlerde örgütlenebilir. Ulus-devletler Sapiens’in menüsünde yer alan seçeneklerden sadece biri. Diğer seçenekler arasında kabileler, şehir devletler, imparatorluklar, kiliseler ve şirketler bulunuyor. Gelecekte, yeterince güçlü kültürel temellere sahip olursa, bir tür küresel birlik bile makul görülebilir. İnsanların kendini ait hissedebileceği topluluğun azami bir ölçeği var mıdır bilmiyoruz. Çoğu çağdaş milliyet tüm dünyanın 10.000 yıl önceki toplam nüfusundan daha fazla insanı kapsıyor.

İnsanlar küçük bir kabilenin altından kalkamayacağı zorluklar ve fırsatlarla karşı karşıya kaldıkları için ulus-devlet gibi geniş müşterekler kurma zahmetine girmiştir. Mesela binlerce yıl önce Nil Nehri boyunca yaşayan eski kabileleri düşünelim. Yaşam kaynakları bu nehirmiş. Tarlalarını onunla suluyor, ürünlerini onun üzerinden taşıyorlarmış. Fakat Nil sağı solu belli olmayan bir müttefik. Az yağmur yağarsa İnsanlar açlıktan kırılıyor, çok yağarsa nehir kıyılarını su basıyor ve köyler yerle bir oluyormuş. Her kabile nehrin ufak bir kısmına hâkim olduğu ve birkaç bin işçiden fazlasını işe koşamadığı için kabilelerin hiçbiri bu sorunu kendi başına çözemiyormuş. Bu kudretli nehri dizginlemenin tek yolu koca koca barajlar inşa etmek ve yüzlerce kilometre kanal kazmak için ortak bir çaba göstermekmiş. Kabilelerin yavaşça bir araya gelerek baraj ve kanallar inşa edip nehrin akışını düzenleme, kıtlık yılları için tahıl rezervleri biriktirme ve ülke geneline yayılan bir ulaşım ve iletişim ağı kurma gücüne sahip yekvücut bir millet meydana getirmelerinin sebeplerinden biri budur.

Bu tür avantajlara rağmen kabile ve klanları tek bir ülke haline getirmek ne geçmişte ne de günümüzde basittir. Çünkü milliyetçiliğin, biri kolay diğeri çok zor, iki tarafı var. Kolay kısım bize benzeyeni yabancıya tercih etmek. İnsanlar bunu milyonlarca yıldır yapagelmiş. Yabancı düşmanlığı DNA’mıza işlemiş. Milliyetçiliğin zor kısmı kimi zaman yabancıları arkadaş ve akrabalarımıza tercih etmek. Örneğin iyi bir vatansever, kendi çocuklarını pahalı bir özel hastanede tedavi ettirememek pahasına, ülkenin öbür ucundaki tanımadığı bilmediği çocuklar doğru düzgün bir ulusal sağlık hizmeti alabilsin diye vergilerini dürüstçe öder. Bu davranış milyonlarca yıllık evrimsel sürece ters düşüyor. Vergi kaçırmak ve yakınlarımızı kayırmak bize doğal gelse de milliyetçilik bunları “yolsuzluk” addediyor, Milletlerin, insanların bu tür yolsuzluklardan vazgeçmesini ve milli çıkarları ailevi bağların üstünde tutmasını sağlamak devasa bir eğitim, propaganda ve bayrak sallama mekanizmasının yanında milli güvenlik, sağlık ve refah sistemi geliştirmesi gerekliydi.

Milli bağların kötü olduğu anlamına gelmiyor bu. Kitlesel bağlılıklar olmadan devasa sistemler işleyemez ve İnsanların empati çemberini genişletmenin yararı su götürmez. Vatanseverliğin ılımlı biçimleri insanın en cömert buluşlarından biridir. Milletimizin eşsiz, bağlılığıma layık bir millet olduğuna ve bu milletin mensuplarına karşı belli yükümlülüklerim bulunduğuna inanmak başkalarını önemsemeye ve onlar için fedakârlıklar yapmaya yönlendirir beni. Milliyetçilik ortadan kalksa liberal bir cennet içinde yaşarız diye düşünmek tehlikeli bir hata. Kabile kargaşasının içine düşmemiz daha mümkün. İsveç, Almanya ve İsviçre gibi huzurlu, varlıklı ve liberal ülkelerin hepsi güçlü bir millet algısına sahip memleketler. Sağlam milli bağların eksik olduğu ülkeler arasında Afganistan, Somali, Kongo ve birtakım başarısızlığa uğramış devletler yer alıyor.

Sorun, ılımlı vatanseverlik şovence bir aşırı milliyetçiliğe dönüştüğünde başlıyor. Milletimin her millet gibi eşsiz olduğuna inanmak yerine, üstün olduğuna, sadece ve sadece kendi milletime sadakat beslediğim ve başka kimseye herhangi bir yükümlülüğümün bulunmadığı fikrine kapılmaya başlayabilirim. Şiddet içeren çatışmalar böyle bir zeminde yeşerir. Nesiller boyunca milliyetçiliğe yöneltilen en temel eleştiri, savaşlara sebebiyet verdiği yönündeydi. Ancak milliyetçilikle şiddet arasındaki ilişki, milliyetçi aşırılıkları dizginlemeye pek yaramadı zira her millet kendi askeri açılımını komşularının entrikalarından korunması gerektiğini iddia ederek gerekçelendiriyordu. Bir millet, vatandaşlarının çoğuna emsalsiz seviyede güvenlik ve refah sağladığı müddetçe halk da bedeli kanla ödemeye hazırdı. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında bu pazarlık hala son derece cazip görünüyordu. Milliyetçilik eşi benzeri görülmemiş ölçekte korkunç çatışmalara yol açsa da çağdaş ulus-devletler sağlık, eğitim ve sosyal yardım alanlarında geniş çaplı sistemler de kuruyordu. Milli sağlık hizmetleri, Passchendaele ve Verdun muharebelerinde çekilen acılara değiyordu.

1945’te iş değişti. Nükleer silahlar millet meselesini şirazeden çıkardı. Hiroşima’nın ardından insanlar, alışılageldik bir savaşa neden olur diye değil nükleer savaşa yol açar diye korkmaya başladı milliyetçilikten. Kitlesel imha korkusu insanların zihnini açıverdi ve büyük ölçüde bu ortak varoluşsal tehdit sayesinde çeşitli milletlerin üstünde küresel bir topluluk kuruldu, çünkü nükleer iblisi zapt etmek ancak böyle bir topluluğun harcıydı.

Lyndon B. Johnson’ın 1964 ABD başkanlık seçimi kampanyası dâhilinde televizyon tarihinin en başarılı propagandalarından kabul edilen şu meşhur “Papatya” reklamı yayınlanıyordu. Reklamın başında küçük bir kız çocuğu bir papatyanın yapraklarını sayarak koparıyor ama kız on dediğinde devreye metalik bir erkek sesi giriyor ve füze fırlatılmasını hatırlatacak şekilde ondan geri saymaya başlıyor. Sıfıra gelindiğinde ekranı nükleer patlamanın yarattığı parlak ışık kaplıyor ve başkan adayı Johnson Amerikan halkına seslenerek şöyle diyor: “Önümüzde iki seçenek var. Ya Tanrı’nın tüm çocuklarının yaşayabileceği ya da karanlığa karışıp gidecek bir dünya yaratacağız. Ya birbirimizi seveceğiz ya da ölüp gideceğiz.” “Savaşma seviş sloganını 1969’ların sonunda ortaya çıkan karşıkültürle özdeşleştiririz ama aslında daha 1964’te Johnson gibi sabit fikirli siyasetçiler bile bu düsturu benimsemişti.

 Bu nedenle Soğuk Savaş döneminde milliyetçilik daha küresel bir uluslararası siyasetin arka planında yer aldı ve Soğuk Savaş sona erdiğinde küreselleşme geleceğin kaçınılmaz akımı olarak görüldü .. İnsanlığın milliyetçi siyaseti tamamen geride bırakması. bu yaklaşımın, olsa olsa birkaç geri kalmış ülkenin bilgi yoksunu ahalisine cazip gelebilecek, daha ilkel zamanların bir kalıntısı haline gelmesi bekleniyordu. Ancak son yıllarda yaşanan olaylar milliyetçiliğin sadece Rusya, Hindistan ve Çin’de değil Avrupa ve ABD vatandaşları arasında bile gücünü yitirmediğini gösteriyor. Kapitalizmin gayrişahsi etkileri tarafından yabancılaştırılmış ve milli sağlık, eğitim ve sosyal yardım sistemlerinin geleceğinden endişe eden dünyanın çeşidi yerlerindeki insanlar teseliiyi ve hayatın anlamını milletin kollarında arıyor.

 Ama Papatya reklamında Johnson’ın ortaya attığı soru, günümüzde I964’tekinden çok daha geçerli. İnsanların bir arada yaşayabileceği bir dünya mı yoksa hep beraber karanlığa boğulacağımız bir dünya mı kuracağız? Donald Trump, Theresa May, Vladimir Putin, Narendra Modi ve kabineleri milli duygularımızı körükleyerek dünyayı kurtarabilir mi, yoksa yaşanan milliyetçilik akımı karşı karşıya geldiğimiz çetin küresel sorunlardan kaçmanın biryolu mu?

 Milliyetçilik belli bir milleti çekip çevirmek için pek çok iyi fikre sahipse de maalesef bir bütün olarak dünyayı idare etmek için yürütülebilir bir plandan yoksun. Kimi milliyetçiler dünyanın etrafı surlarla çevrili ama iyi niyetli kalelerden oluşan bir ağ halini alacağını umuyor. Her milli kale kendine özgü kimliğini ve çıkarlarını koruyacak ama buna rağmen tüm kaleler barış içinde işbirliği ve ticaret yapabilecek. Göç, çok kültürlülük, küresel seçkinler olmadığı gibi küresel savaş da yaşanmayacak. Bu tasavvurun sorunu şu ki etrafı surlarla çevrili kaleler nadiren iyi niyetlidir. Dünyayı milliyetlere göre keskin sınırlarla bölmeye yönelik geçmişteki tüm girişimler savaşla sonuçlanmıştır. Birtakım evrensel değerler ve küresel örgütler olmadan rakip milletler ortak kurallar konusunda anlaşmaya yaramaz.

Diğer milliyetçiler daha uç bir duruş benimseyip herhangi bir küresel işbirliğine ihtiyacımız bulunmadığını dile getiriyor. Her millet sadece kendi çıkarını gözetmeli ve dünyanın geri kalanına karşı hiçbir yükümlülük taşımamalı. Kalenin asma köprüsü kaldırılıp surlara adam dikilmeli; dünyanın geri kalanının canı cehenneme. Bu nihilist tutum mantıksız. Hiçbir modern ekonomi küresel bir ticaret ağından bağımsız şekilde hayatta kalamaz. Ve hoşunuza gitse de girmese de insanlık tüm milli sınırları gülünç durumda bırakan ve yalnızca küresel işbirliğiyle çözülebilecek üç ortak zorlukla karşı karşıya artık.

Nükleer zorluk

Önce insanlığın artık aşina olduğu can düşmanını, nükleer savaşı ele alalım. Johnson’ın Papatya reklamı Küba füze krizinin iki yıl ardından, 1964’te yayımlandığında nükleer imha elle tutulur bir tehditti. Hem uzmanlar hem de sıradan insanlar insanlığın yıkımı engelleyecek dirayete sahip olmadığından endişe ediyor ve Soğuk Savaş’ın ortalığı ateşe vermesinin an meselesi olduğunu düşünüyorlardı. Sonuçta insanlık nükleer meselesinin altından başarıyla kalktı. Amerikalılar, Sovyetler, Avrupalılar ve Çinliler bin yıllık jeopolitik alışkanlıkları değiştirip Soğuk Savaş’ın fazla kan dökülmeden sona ermesini sağladı ve yeni uluslararası dünya düzeni beraberinde benzeri görülmemiş bir barış döneminin önünü açtı. Nükleer savaş bertaraf edilmekle kalmamış savaşın her türlüsü düşüşe geçmişti. 1945’ten bu yana açık saldırı sebebiyle yeniden çizilen sınır çizgisi hayret verici derecede azdır ve çoğu ülke savaşı standart bir siyasi araç niyetine kullanmaktan vazgeçmiştir. 2016’da Suriye, Ukrayna ve başka sorunlu bölgelerde süren savaşlara rağmen insan kaynaklı şiddetten ölenlerin sayısı obezite, trafik kazası ve intihar sebebiyle ölenlerden az. Dönemimizin en büyük siyasi ve ahlaki başarısı budur bile denilebilir.

Maalesef artık bu başarı kanıksadığımız ve dolayısıyla da hafife aldığımız bir şeye dönüştü. İnsanların ateşle oynamayı göze almasının nedeni kısmen bu. Rusya ve ABD şu sıralar yeni bir nükleer silahlarıma yarışında, son dönemlerin zor edinilmiş kazançlarını ortadan kaldırıp bizi yine nükleer felaketin kıyısına getirecek yeni kıyamet makineleri geliştiriyorlar. Bu süre zarfında halk ya endişe etmeyi bırakıp bombaları sevmeye başladı (Dr. Strangelove filminde önerildiği gibi) ya da bombaların varlığını unuttu gitti.

Dolayısıyla büyük nükleer güçlerden tutun da Birleşik Krallıktaki Brexit tartışmalarına pek çok konu daha ziyade ekonomi ve göç ekseninde dönerken, Avrupa Birliği’nin küresel barışa hayati katkıları göz ardı edildi. Yüzyıllar süren korkunç katliamların ardından Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ve Britanyalılar nihayet kıta sakinlerinin iyi geçinmesini sağlayacak bir mekanizma kurmuştu ki İngiltere halkı bu mucizevî tekerin çarkına çomak soktu.

Nükleer savaşı engelleyip küresel barışı muhafaza eden enternasyonalist rejimi oluşturmak fazlasıyla zordu. Bu rejimi dünyanın değişen koşullarına uydurmanın, örneğin ABD’ye daha az bel bağlayıp Çin ve Hindistan gibi Batılı olmayan güçlere daha büyük roller vermenin şart olduğu ortada. Ama bu rejimi toptan rafa kaldırıp milliyetçi iktidar politikalarına dönmek sorumsuzca kumar oynamaya tekabül eder. Evet, 19. yüzyıl ülkeleri insanlığın yarattığı medeniyeti yok etmeden milliyetçilik oyununu oynamayı başardı. Ama söz konusu olan Hiroşima öncesi dönem. O zamandan bu yana nükleer silahlar olayın boyutunu değiştirdi ve savaşla siyasetin temel doğasını farklılaştırdı. İnsanlar uranyum ve plütonyum elementlerini nasıl güçlendireceklerini bildiği müddetçe hayatta kalmaları, herhangi bir milletin çıkarlarındansa nükleer savaşı engellemeye öncelik vermelerine bağlı. “Önce vatan” diye haykıran ateşli milliyetçilerin kendilerine sağlam bir uluslararası dayanışma olmadan ülkelerinin bir başına dünyayı hatta kendisini nükleer yıkımdan koruyup koruyamayacağını sorması gerek.

Ekolojik Zorluk

İnsanlık önümüzdeki dönemlerde nükleer savaşın üstüne bir de 1964 yılının siyasi radarına pek takılmayan başka bir varoluşsal sorunla, ekolojik çöküşle yüz yüze gelecek. İnsanlar küresel biyosferin dengesini dört bir koldan bozuyor. Doğadan gittikçe daha fazla kaynak çıkartıp geriye yüklü miktarda atık ve zehir pompalayarak toprağın, suyun ve atmosferin yapısını değiştiriyoruz.

Milyonlarca yılda şekillenmiş hassas ekolojik dengeyi ne denli farklı şekillerde bozduğumuzun ayırtında bile değiliz. Örneğin gübrelemede fosfor kullanımını düşünün. Fosfor ufak dozlarda bitkilerin yetiştirilmesi için elzem bir besin öğesidir. Ama fazla kullanıldığında zehirli hale gelir. Çağdaş sanayileşmiş tarım, tarlaların bolca fosforla suni gübrelenmesine dayanıyor ve tarlalardan boşalan aşırı fosfor yüklü atıklar nehirleri, gölleri ve okyanusları zehirleyip denizlerdeki yaşam üzerinde ciddi tahribata yol açıyor. Dolayısıyla Iowa’da mısır yetiştiren bir çiftçi istemeden de olsa Meksika Körfezi’ndeki balıkların ölümüne sebep verebiliyor.

Bu tür faaliyetler sonucunda habitatlar aşınıyor, hayvanların ve bitkilerin soyu tükeniyor ve Avustralya’daki Büyük Set Resifi ve Amazon yağmur Ormanları gibi geniş kapsamlı ekolojik sistemler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Homo Sapiens binlerce yıldır ekolojiyi hedef almış bir seri katil gibi davranıyor ama artık ekolojik anlamda kitlesel katliamlara yönelmeye başladı. Bu yoldan ilerlersek, sadece birçok yaşam türünün kökünü kazımakla kalmaz, medeniyetin temellerini de yıkarız.

Beklenen en korkutucu manzara da iklim değişikliği. İnsanlar yüz binlerce yıldır varlar ve bir sürü buz devri ve sıcak dönem atlattılar. Ancak tarım, şehirler ve karmaşık toplumların varlığı en fazla on bin yıl öncesine dayanıyor. Holosen olarak adlandırılan bu devirde Dünya’nın iklimi büyük ölçüde sabit seyrediyor. Holosen standartlarında en ufak bir sapma mevcut insan toplumlarını daha önce karşılaşmadıkları ölçüde muazzam zorluklara maruz bırakır. Milyarlarca kobayın açık uçlu bir deneye tabi tutulması gibi bir durum çıkar ortaya. İnsanların yarattığı medeniyetler eninde sonunda yeni koşullara ayak uyduracak olsa da bu uyum sürecinde kaç kişinin telef olacağı meçhul.

Bu dehşet verici deney harekete geçirildi bile. Gelecekte gerçekleşme ihtimali taşıyan nükleer savaşın aksine iklim değişikliği günümüzün gerçekliği. İnsan faaliyetlerinin, özellikle de karbondioksit gibi sera gazlarının salınımının dünya iklimini korkutucu bir hızla değiştirdiği hususunda bilimsel bir fikir birliği var. Dönüşsüz bir felaketi tetikleyecek noktaya gelmeden atmosfere daha ne kadar karbondioksit salmayı sürdürebileceğimizi kimse bilmiyor. Fakat elimizdeki en geçerli bilimsel tahminlere göre, önümüzdeki yirmi yıl içinde sera gazı salınımını önemli ölçüde düşüremezsek ortalama küresel sıcaklık 2°C’den fazla artarak çöllerin genişlemesine, buz tabakasının yok olmasına, okyanusların yükselmesine, kasırga ve tayfun gibi şiddetli hava olaylarının daha sık yaşanmasına yol açacak. Bu değişimler sonucunda da tarımsal üretim baltalanacak. Şehirleri sel basacak. Dünyanın büyük bir kısmı yaşamaya elverişsiz hale gelecek ve yüz milyonlarca göçmen barınacak yeni yerler aramaya koyulacak.

Dahası büyük bir hızla pek çok konuda taşma noktasına doğru ilerliyoruz. Bu aşamalardan sonra, sera gazı salınımında belirgin bir düşüş yaşansa da bu düşüş iklimsel eğilimi tersine çevirip tüm dünyayı vuracak bir faciayı engellemeye yetmeyecek. Örneğin küresel ısınma kutuplardaki buz örtüsünün erimesine neden oldukça, Dünya yüzeyinden atmosfer dışına daha az güneş ışığı yansıyacak. Bunun sonucunda gezegen daha fazla ısı emeceğinden sıcaklık daha fazla artacak ve buzullar daha hızlı eriyecek. Bu geribildirim döngüsü kritik eşiği aştıktan sonra karşı konulamaz bir ivme kazanacak ve insanlar kömür, akaryakıt ve gaz yakmayı bıraksa bile kutup bölgelerindeki tüm buzlar eriyecek. O yüzden önümüzdeki tehlikenin farkına varmak yeterli değil. Gerçekten bir şey yapmamız şart, hem de hemen.

Ne yazık ki 2018 itibarıyla sera gazı salınımının bırakın azaltılmasını küresel olarak artışını sürdürmesi söz konusu. İnsanlığın fosil yakıt kullanma alışkanlığından kurtulmak için çok az vakti var. Hemen rehabilitasyon görmeye başlamalıyız. Seneye ya da önümüzdeki ay değil, şimdi. “Merhaba, ben Homo Sapiens. Ben bir fosil yakıt bağımlısıyım.

Milliyetçilik bu endişe verici tablonun neresine oturuyor? Ekolojik tehlikeye çözüm getirecek milliyetçi bir yaklaşım var mı? Ne kadar güçlü olursa olsun bir ülke tek başına küresel ısınmayı önleyebilir mi? Münferit ülkeler çevrenin yanı sıra ekonomiye de fayda sağlayabilecek bir dizi yeşil politikayı uygulamaya sokabilir elbette. Hükümetler karbon salınımını vergilendirebilir, benzin ve gaz fiyatına dışsallık maliyetini ekleyebilir, daha sağlam çevre yasalarını yürürlüğe sokabilir, çevreyi kirleten sanayiler yerine yenilenebilir enerjiye geçilmesini teşvik edebilir. Ayrıca bir tür ekolojik Manhattan Projesi misali, çığır açıcı doğa dostu teknolojilerin araştırılıp geliştirilmesi için daha çok fon sağlayabilirler.

Teknolojik atılımlar enerji dışında pek çok alanda da yardım sağlayabilir. Örneğin, et endüstrisi küresel ısınma ve çevre kirliliğinin başlıca nedenlerinden biri. Hücrelerden üretmenin etkin yöntemlerini geliştirerek hem ekolojik sistemin kurtulmasına yardımcı olabilir hem de milyarlarca hayvanı korkunç ıstıraplardan kurtarabiliriz. Hamburger mi istiyorsunuz? O zaman koca bir inek yetiştirip kesmektense hamburger yetiştirebilirsiniz.

Dolayısıyla iklim değişikliğini önlemek için hükümetlerin, şirketlerin ve bireylerin yapabileceği çok şey var. Ama etkili olabilmeleri için dünyanın her yerinde uygulanmaları gerek. Mesele iklim olduğunda ülkeler bağımsız değil. Kaderleri gezegenin diğer ucundan insanların attığı adımların insafına kalıyor. Pasifik Okyanusu’nda bir ada ülkesi olan Kiribati Cumhuriyeti sera gazı salınımını sıfıra bile indirse, diğer ülkeler aynı şeyi yapmadığı takdirde yine de sular altında kalır. Çad ülkedeki her çatıyı güneş panelleriyle donatsa, uzaklarda yaşayan yabancıların sorumsuz çevre politikaları yüzünden toprakları kurak çöllere dönecektir. Çin ve Japonya gibi güçlü ülkeler bile ekolojik anlamda bağımsız değil. Şangay’ı, Hong Kong’u ve Tokyo’yu yıkıcı seller ve tayfunlardan korumak için Çinlilerin ve Japonların, Rus ve ABD hükümetlerini “değişen bir şey yok” tavrından vazgeçirmeleri gerekir.

Milli soyutlanma iklim değişikliği bağlamında nükleer savaş bağlamından çok daha tehlikeli belki de. Kitlesel bir nükleer savaş tüm milletleri yok etme tehlikesi taşıdığından ilim milletler bu tehlikeyi önlemeyi eşit derecede önemser. Hâlbuki küresel ısınma muhtemelen değişik ülkelerde farklı etkiler gösterecek. Kimi ülkeler, öncelikle de Rusya, bu durumdan fayda bile sağlayabilir. Rusya’nın kıyı şeridinde nispeten daha az varlığı bulunuyor. Dolayısıyla Çin ve Kiribati’ye oranla suların yükselmesi konusunda daha az endişeleniyor. Ve yükselen sıcaklık Çad’ı çöle çevirecekken Sibirya’yı da dünyanın buğday ambarına dönüştürebilir. Üstelik kuzeydeki buzlar eridiğinde Rus hakimiyetindeki Arktik rotalar küresel ticaretin anayolu haline gelebilir ve dünyanın kesişim noktası unvanı Singapur’dan Kamçatka’ya geçebilir.

Aynı şekilde fosil yakıtlardan yenilebilir enerji kaynaklarına geçilmesi büyük ihtimalle kimi ülkelere diğerlerinden daha cazip gelecektir. Çin, Japonya ve Güney Kore yüklü miktarda petrol ve gaz ithalatına bağımlı. Bu yükten kurtulduk diye bayram edeceklerdir. Rusya, İran ve Suudi Arabistan ise petrol ve gaz ihracatına bağımlı. Petrol ve gaz birdenbire yerini güneş ve rüzgar enerjisine bırakırsa bu ülkelerin ekonomileri çökecektir.

O nedenle Çin, Japonya ve Kiribati gibi ülkelerin küresel karbon salınımını bir an önce azaltmak konusunda çabalaması muhtemelken, Rusya ve İran gibi ülkeler o kadar hevesli olmayabilir. ABD gibi küresel ısınma sonucu kaybedecek çok şeyi olan ülkelerde bile tehlikeyi yeterince önemsemeyen dar görüşlü ve bencil milliyetçiler bulunabiliyor. Buna dair küçük ama aydınlatıcı bir örneği Ocak 2018’de, ABD yurtdışından gelen güneş panelleri ve güneş enerjisi teçhizatına yüzde 30 gümrük vergisi getirip, yenilenebilir enerjiye geçişi yavaşlatma pahasına, Amerikalı güneş enerjisi üreticilerini desteklemeye karar verdiğinde gördük.

Atom bombası kimsenin göz ardı edemeyeceği derecede bariz ve aniden olup bitebilecek bir tehdit. Oysa küresel ısınma daha örtük ve uzun vadeye yayılan bir musibet. Bu sebeple kısa zamanda uzun soluklu çevresel sorunlara yönelik sancılı fedakârlıklarda bulunmak gerektiğinde milliyetçiler, milletin acil ihtiyaçlarını ön plana alıp çevreyle sonra ilgileniriz ya da başkaları düşünsün diye kendilerini avutma eğilimi gösterebiliyor. Öte yandan sorunu topyekûn yadsımaları da mümkün. Küresel ısınmadan kuşku duymanın milliyetçi sağcılara özgü olması bir rastlantı değil. Sol tandanslı bir sosyalistin, “İklim değişikliği Çinlilerin uydurmasıdır,” diye tweet attığını pek göremezsiniz. Küresel ısınmaya milli bir cevap olmadığından, kimi milliyetçi siyasetçiler böyle bir sorun olmadığına inanmayı tercih ediyorlar.

Teknolojik zorluk

Aynı dinamikler milliyetçiliği 21. yüzyılın üçüncü varoluşsal tehdidine, teknolojik sıçramaya çare olmaktan da mahrum edebilir. Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi bilişim teknolojileriyle biyoteknoloji, dijital diktatörlüklerden küresel ölçekte işlevsizliğe bir dolu kıyamet senaryosunun kapısını aralıyor. Peki, milliyetçiliğin bu musibetlere bir cevabı var mı?

Milliyetçiliğin bir cevabı yok. Ulus-devlet iklim değişikliği gibi teknolojik sıçrama konusunda da tehdidi ele almak için yanlış bir çerçeve. Araştırma ve geliştirme tek bir ülkenin tekelinde olmadığından, ABD gibi bir süper güç bile bu unsurlara kendi başına gem vuramaz. ABD hükümeti genetik mühendislik eseri insan embriyolarını yasakladığında bu yasak Çinli mühendisleri bağlamayacak. Ve ortaya çıkan gelişmeler Çin’e önemli ekonomik ya da askeri avantajlar bahşederse ABD de yasağı kaldırmaya meyledecek. Hele hele yabancı düşmanlığının kol gezdiği bu kurtlar sofrasında tek bir ülkenin yüksek risk-yüksek kazanç güdümlü bir teknolojik rotayı tercih etmesi, diğer ülkelerin de aynı yoldan ilerlemeye mecbur kalmasına sebep verir çünkü kimse geride kalmayı göze alamaz. Bu şekilde bir dibe vurma yarışını engellemek için insanlığın bir tür küresel kimliğe ve küresel sadakate ihtiyacı olacaktır.

Dahası nükleer savaş ve iklim değişikliği insanlığın yalnızca fiziksel varlığını tehdit ediyorken, teknolojik sıçramalar insanlığın doğasını değiştirme potansiyeli taşıyor ve bu sebeple de insanların en temel etik ve dini inançlarıyla iç içe geçmiş durumda. Nükleer savaşın ve ekolojik çözülmenin engellenmesi gerektiğinde herkes mutabık ama biyomühendislik ve yapay zekânın insanları üst seviyelere taşımak ve yeni yaşam formları yaratmak için kullanımı konusunda oldukça farklı görüşler var. İnsanlık dünya genelinde kabul gören etik esaslar tasarlayıp bunları yürürlüğe sokmayı başaramazsa, ortalık Dr. Frankenstein örnekleriyle dolup taşabilir.

Bu tür etik esaslar belirlemek söz konusu olduğunda, milliyetçilik her şeyden önce hayal gücü kıtlığından mustarip. Milliyetçiler yüzlerce yıl süren bölgesel çatışmalar üzerinden düşünüyor ama aslında 21. yüzyılın teknoloji devrimlerini kozmik ölçekte değerlendirmek gerek. Doğal seçilimle evrimleşen dört milyar yıllık organik yaşamın ardından bilim akıllı tasarımla şekillendirilmiş inorganik yaşam çağını açıyor.

Bu süreç içinde Homo Sapiens’in kendisi muhtemelen yok olacak. Biz hala insangiller familyasına dâhiliz. Pek çok açıdan hala Neandertaller ve şempanzelerle aynı bedensel özelliklere, fiziksel becerilere ve zihinsel yetilere sahibiz. Sadece ellerimiz, gözlerimiz ve beynimiz değil tutkumuz, sevgimiz, sinirimiz ve toplumsal bağlarımız da belirgin biçimde insangiller familyasına özgü. Biyoteknoloji ve yapay zeki birlikteliği bir iki yüzyıl içinde ortaya insangillere özgü kalıpları tamamen kıran bedensel, fiziksel ve zihinsel nitelikler çıkarabilir. Hatta kimileri bilincin herhangi bir organik yapıdan ayrıştırılıp tüm biyolojik ve fiziksel kısıtlamalardan kurtulmuş vaziyette siber âlemde dolanabileceğine bile inanıyor. Öte yandan zekâyla bilincin birbirinden büsbütün ayrıldığına şahit olabiliriz ve yapay zekânın daha da gelişmesiyle dünyaya süper zeki ama tam anlamıyla bilinçten yoksun varlıklar hükmedebilir.

İsrail, Rusya ya da Fransa milliyetçiliğinin bu konuda söyleyecek nesi olabilir? Pek az şeyi. Milliyetçilik böyle bir seviyede düşünmez, Dolayısıyla İsrail milliyetçiliği “bundan yüz yıl sonra Kudüs’ü İsrailliler mi Filistinliler mi yönetecek?” sorusuyla meşguldür ama “bundan yüz yıl sonra Dünya’yı Sapiens mi siborglar mı yönetecek?” sorusunu pek kafaya takmaz. Yaşamın geleceğine ilişkin akıllı seçimler yapabilmek için milliyetçi bakış açısının ötesine geçip olaylara küresel, hatta kozmik bir çerçeveden bakmalıyız. Nil Nehri kıyısında yaşamış eski kabileler gibi günümüz milletleri de bilgi, bilimsel keşifler ve teknolojik icatlardan oluşan küresel bir nehrin etrafında yaşıyor. Bu nehir hem refahımızın temeli hem de varlığımıza tehdit oluşturuyor. Bu küresel nehri denetim altında tutmak için tüm milletlerin birlikte hareket etmesi gerek.

Dünya uzaygemisi

Bu üç sorundan her biri; nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama insanların yarattığı medeniyetin geleceğini tehdit etmeye muktedir. Ama hepsi bir araya geldiğinde, özellikle de birbirlerini destekleyip şiddetlendireceklerinden, ortaya akla hayale sığmayan bir varoluşsal kriz tablosu çıkıyor.

Mesela ekolojik kriz bildiğimiz anlamda medeniyetin varlığını tehdit etse de yapay zekâ ve biyomühendisliğinin önünü kesmesi pek mümkün görünmüyor. Yükselen okyanus sularının, azalan gıda kaynaklarının ve kitlesel göçlerin dikkatimizi algoritma ve genlerden uzaklaştıracağını umuyorsanız tekrar düşünün. Ekolojik kriz şiddetlendikçe yüksek risk, yüksek kazanç getiren teknolojilerin gelişimi olsa olsa daha da artar.

Hatta iklim değişikliği pekâlâ dünya savaşlarının gördüğü işlevin aynısını görebilir. 1914 ila 1918 ve sonra tekrar 1939 ila 1945 yıllarında teknolojik gelişim hızı tavan yaptı çünkü topyekûn savaşa giren milletler tedbirli ve ekonomik davranmayı bırakıp her tür cesur ve akıl almaz projeye muazzam kaynaklar aktardı. Aynı şekilde iklim felaketiyle karşı karşıya kalan milletler de umutlarını dehşet verici teknolojik risklere bağlamayı tercih edebilir. İnsanlığın yapay zekâ ve biyomühendislik konularında pek çok geçerli endişesi var ama insanlar kriz anlarında riskli eylemlerde bulunurlar. Zarara yol açacak teknolojiler hangi yasalarla kontrol edilmeli diye düşünüyorsanız, bir de iklim değişikliği küresel gıda sıkıntısına, dünyanın çeşitli yerlerindeki şehirlerin su altında kalmasına ve yüz milyonlarca İnsanın sınır aşırı göç etmesine sebebiyet verdiğinde de bu yasalar geçerliliğini korur mu diye sorun kendinize.

Bunun akabinde teknolojik sıçramalar hem küresel gerilimi artırarak hem de nükleer güç dengesini bozarak kıyamet savaşları riskini yükseltebilir. Süpergüçler 1950’lerden bu yana birbiriyle çatışmaktan sakındı çünkü savaş çıkmasının iki tarafın birden imhasıyla sonuçlanacağını biliyorlardı. Ama yeni saldırı ve savunma silahları meydana çıkınca, teknolojik açıdan yükselişe geçen bir süpergüç kendisine bir zarar gelme riski olmadan düşmanlarını yok edebileceğine kanaat getirebilir. Buna karşılık düşüşe geçen güç, geleneksel nükleer silahlarım yakın zamanda kullanılmaz hale gelecek, en iyisi silahlar elden gitmeden bunları kullanayım, diye düşünebilir. Karakteristik olarak nükleer karşılaşmalar aşırı rasyonel bir satranç oyununu çağrıştırıyordu. Peki ya oyuncular siber saldırıyla rakibin taşlarını ele geçirebildiğinde ya da kimliği belirsiz üçüncü bir taraf kendini ele vermeden bir piyonu ileri sürebildiğinde ne olacak?

Farklı sorunlar birbirini kışkırtabildiği gibi bir sorunla yüzleşmek için gerekli iyi niyetli girişimler de başka bir cephedeki sorunlar tarafından baltalanabilir. Silahlı rekabete kilitlenmiş ülkelerin yapay zekânın geliştirilmesini sınırlandırmak konusunda uzlaşmaya varması pek mümkün değil ve rakiplerinin teknolojik başarılarını geride bırakmak isteyen ülkelerin iklim değişikliğini durduracak ortak bir plan üzerinde mutabakata varması oldukça zor. Dünya rakip milletlere bölünmüş kaldığı sürece bu üç sorunun hepsiyle aynı anda başa çıkmak çok güç olacaktır ve tek bir cephede başarısız olunması bile felaketle sonuçlanabilir.

Sonuç olarak, dünyada esen milliyetçilik rüzgârı tarihi 1939’a ya da 1914’e geri saramaz. Teknoloji hiçbir milletin tek başına çözemeyeceği çapta varoluşsal tehditler yaratarak her şeyi değiştirdi. Ortak bir kimlik oluşturmak için en iyi katalizör ortak düşmandır ve artık insanlığın en az üç ortak düşmanı var; nükleer savaş, iklim değişikliği ve teknolojik sıçrama. İnsanlar bu ortak tehditlere karşın kendi vatanlarına bağlılıklarını her şeyin üstünde tutmayı tercih ederse, doğacak sonuçlar 1914 ve 1939’dakinden çok ama çok daha vahim olabilir.

Avrupa Birliği Anayasası çok daha iyi bir rota çizerek şöyle diyor: “Avrupa insanları kendi milli kimlikleri ve tarihlerinden gurur duymakla birlikte eski ayrılıkları aşıp çok daha sağlam bağlarla birleşerek ortak bir yol çizmekte kararlıdır.” Bu tüm milli kimliklerin ortadan kaldırılması ve insanlığın tek ton gri bir balçığa dönüştürülmesi anlamına gelmiyor. Tüm vatansever ifadeleri men etme anlamına da gelmiyor. Aksine Avrupa Birliği kıtayı koruyan askeri ve ekonomik bir kabuk oluşturarak Flandra, Lombardiya, Katalonya ve İskoçya gibi yerlerde yerel vatanseverlik duygularının gelişmesine katkı sağladı denilebilir. Alman istilasından korkmanıza gerek yoksa ve küresel ısınma ve küresel şirketlere karşı arkanızda ortak bir Avrupa cephesi varsa, bağımsız bir İskoçya ya da Katalonya kurma fikri çok daha cazip gelebilir.

Dolayısıyla Avrupalı milliyetçilerin rahatı yerinde. Tüm bu millete dönme laflarına rağmen pek az Avrupalı milleti için ölmeyi veya öldürmeyi gerçekten göze alır. William Wallace ve Robert Bruce dönemlerinde Londra’nın pençesinden kurtulmak istendiğinde bunu gerçekleştirebilmek için bir ordu toplamak gerekiyordu. Oysa 2014 İskoç referandumunda tek bir kişi bile ölmedi ve bir dahaki sefere sandıktan bağımsızlık çıkarsa, Bannockburn Muharebesi’nin yeniden yaşanması gibi bir ihtimal görünmüyor.

Dünyanın geri kalanı da Avrupa örneğinden feyiz alabilir belki. İnsanın kendi vatanının eşsizliğini yüceltebileceği ve vatanına karşı sorumluluklarının altını çizen türde bir vatanseverlik, birleşmiş bir dünyada dahi mümkün. Fakat hayatta kalmak ve gelişmek istiyorsak, bu tür sadakatleri küresel bir topluluğa karşı büyük sorumluluklarımızla bağdaştırmak dışında pek bir seçeneğimiz yok. Bir insan aynı anda ailesine, komşusuna, işine ve vatanına sadık olabilir ve olmalıdır; neden bu listeye insanlık ve Dünya gezegeni de eklenmesin ki? Birden fazla şeye sadık olduğunuzda kimi zaman çelişkiler yaşanmasının kaçınılmaz olduğu doğrudur. Ama kim demiş hayat basit bir şeydir diye? Başa çıkacağız işte.

Önceki devirlerde millet kimliklerinin oluşturulma sebebi İnsanların yerel kabileleri aşan ve ancak ülke çapında işbirliği yaparak halledebilecekleri sorunlarla karşılaşmış olmalarıydı. Milli kurumlar bir dizi küresel açmazı ele almaya muktedir olmadığından, artık yeni bir küresel kimliğe ihtiyacımız var. Artık küresel bir ekolojimiz, küresel bir ekonomimiz ve küresel bir bilimimiz var ama hala safi milliyetçi siyasete takılıp kalmış vaziyetteyiz. Bu uyumsuz eşleşme siyasi sistemin temel sorunlarımıza etkin bir şekilde karşılık vermesini engelliyor. Etkin bir siyaset için ya ekolojiyi, ekonomiyi ve bilimsel ilerlemeyi küresellikten çıkaracağız ya da siyaseti küreselleştireceğiz. Ekolojiyle bilimi küresel olmaktan çıkarmak imkânsız, ekonomiyi küresellikten çıkarmanın astarı yüzünden pahalı olacağından tek gerçek çözüm siyaseti küreselleştirmek.

Bu yazının tamamı yazarın 21. yüzyıl için 21 ders isimli eserinin “Siyasi Zorluk” isinli ikinci bölümünden alınmıştır.

Bu tür bir küreselci yaklaşımla vatanseverlik birbiriyle çelişmez. Zira vatanseverlikte mevzu yabancılardan nefret etmek değil. Vatanseverliğin mevzusu yurttaşların birbirini koruyup kollaması. Ve 21. yüzyılda vatandaşların birbirini koruyup kollaması için yabancılarla yardımlaşması şart. O yüzden de artık sağlam milliyetçiler küresel bir tavır takınmalı.

“Küresel hükümet” kurma çağrısı yapmıyorum; şaibeli ve gerçekdışı bir fikir bu. Siyaseti küreselleştirmek, daha ziyade ülkelerin ve hatta şehirlerin siyasi dinamiklerinde küresel sorunlara ve çıkarlara daha büyük önem vermek anlamına geliyor. Bir sonraki seçim zamanı geldiğinde ve siyasetçiler oyunuzu istediğinde bu siyasetçilere dört soru yöneltin: Seçilirseniz nükleer savaş riskini azaltmak için ne tür önlemler alacaksınız? İklim değişikliğinin risklerini azaltmak için ne tür girişimlerde bulunacaksınız? Yapay zekâ ve biyomühendisliği gibi sıçrama yaratacak nitelikteki teknolojileri düzenlemek için ne gibi uygulamalarda bulunacaksınız? Ve son olarak, 2040 dünyasının nasıl olacağını düşünüyorsunuz? Aklınıza gelen en kötü senaryo ve en iyi senaryo tasavvurunuz nedir?

Bu soruları anlamayan ya da geleceğe yönelik anlamlı bir vizyon oluşturmaktan aciz bir şekilde durmadan geçmişten bahseden siyasetçilere oyunuzu vermeyin.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.