Vatan Haini

Sürekli Söyleşi | | Mart 18, 2021 at 1:59 pm

–  Sizinle, planlı bir sıra izlemeden, savruk bir söyleşi yapacağız. Konulardan kopuk sorular da soracağız.

–  Nasıl isterseniz.

– Şöyle başlayalım mı? Yöneten ve yönlendirenlerle, onların paralelindeki basın tarafından “vatan haini’ olarak suçlandınız.

– Nazım Hikmet’in kendisine “vatan haini” diyenlere bir yanıtı var: “Evet, vatan hainiyim, siz vatanseverseniz, siz yurtseverseniz; ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. / Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, / vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, / fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan mızraklı ilmihalse, vatan polis copuysa, / ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, / vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş kararlığınızdan, / ben vatan hainiyim.” Nazım, kendisine vatan haini diyenlere böyle yanıt veriyor. Vatanseverlik ülkeyi, insanlarımızı sömürtmekse, ben vatan hainiyim. Bu memleketi soyanlara, sömürenlere göre ben vatan hainiyim tabii. Şimdi yine bir vatan ihanetiyle uğraşıyorum.

–  Ne yapıyorsunuz?

– Memleketi soyan ve sömüren yerli– yabancı büyük sermayeye karşı, Türk halkının direricini göstermek istiyorum. Ekmek ve Hak Dilekçesini hazırlıyorum. Tabii karşıma aldıklarım bana vatan haini diyeceklerdir. Gelip elimi sıkacak değillerdi ya… Çıkarlarının üstüne gidiyorum.

– Yüzünüze karşı “vatan haini” diyen ilk devlet görevlisi, DP iktidarının İstanbul Valisi Kemal Aygün mü?

–Evet, Kemal Aygün o sıra, işkenceciliğiyle ünlü İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in yardımcısıydı. Polis beni alıp emniyet müdürlüğüne götürdü. 30 yaşlarımdaydım. Çelimsiz, zayıftım. Gelip bana şöyle bir baktı. Boyumu, kilomu beğenmemiş olacak ki burun kıvırarak, “Bu mu vatan haini?” dedi. Küçümseyerek baktı. Ben hiç yanıt vermedim. Yüzüne sertçe bakmakla yerindim. Öylesine sertçe baktım ki, her türlü hakaret vardı o bakışta. O zaman Ahmet Demir bana bir tokat attı. Hayatımda poliste bana yapılan fiziksel kötü muamele budur. Başka yok. Doğal olarak Ahmet Demir’e karşılık vermedim. Ama sonra bana yaptıklarını ağır ödettim.

–Ahmet Demir daha sonra emniyet genel müdürü oldu. Bu arada adı kaçakçılığa, yolsuzluğa karıştı…

–Yazık ki İnönü onu emniyet genel müdürü yaptı. Uzun süre, İnönü gibi bir adam bunu nasıl yapar, diye düşündüm. Çünkü kaçakçılıkları biliniyordu. Hırsızlıkları yüzünden mahkemeye de verilmişti. Galiba karısı Mevhibe Hanım’ın hemşerisi olduğu için, İnönü 27 Mayıs’tan sonra başbakan olunca onu emniyet genel müdürlüğüne getirdi. Fakat o hep benden korktu. O ceberut dönemde, canavar gibi bir emniyet müdürüyken bile alay ettim onunla. Karşılaştığımızda bana saygılı davranmak zorunda kaldı. Tek partili dönemde cezaevi müdürüyken adam öldürmüştü. Onu da yazdım. Sonra hırsızlıklar ve yolsuzluklar gerekçesiyle mahkemeye verildi.

–Size vatan haini diyen Kemal Aygün’le karşılaştınız mı daha sonra?

–Kemal Aygün DP döneminde hızla yükseldi. Belediye Başkanı ve İstanbul Valisi oldu. Bir gün evimin telefonu çaldı. Açtım. Bir kadın sesi, “Efendim,” dedi, “Ben Vali Kemal Aygün’ün sekreteriyim. Sizi İstanbul’da gezdirmek istiyoruz. Acaba sizin için hangi gün uygun?” Şaşırıp kalmıştım. 1947 yılında bana vatan haini diyen adam için 1955’te ben bir vatanseverdim! Beni gezdirip güzellikleri göstermek istiyordu. Üstelik artık “vatan hainliği”nden “efendim”liğe terfi etmiştim. Bu öneri karşısında o kadar şaşırdım ki sekretere hemen yanıt veremedim. “15 dakika sonra beni arayın” diyerek telefonu kapattım. Başka hiçbişey diyemedim, şaşkınlıktan. Telefonu kapattıktan sonra düşünmeye başladım: Gideyim de o bana İstanbul’u gezdirirken arabanın içinde hakaret mi edeyim, yoksa sesimi mi çıkarmayayım? Sonra kararımı verdim. En iyisi gitmemekti. Sekreter 15 dakika sonra beni aradığında, “İstanbul valisine söyleyin, kendisine teşekkür ederim. Gelemeyeceğim,” dedim. Gitmedim. O da Ahmet Demir gibi bana yaptıklarının ezikliğini hep yaşadı.

–Ama daha sonra bir kitabınızda onu uzun uzun anlattınız.

–Tabii anlattım. Onu da, Ahmet Demir’i de… Bana vatan haini diyen Kemal Aygün birkaç yıl sonra, 27 Mayıs 1960 ihtilâlında aynı sözcükleri defalarca duydu kulaklarıyla. “Vatan haini” diye yüzüne bağıra bağıra dövdüler.

–Kim dövdü?

– Polisler… Vali olduğu kentin bir polis karakoluna götürüldü. Orada evire çevire dövdüler. Perişan ettiler; “vatan haini” bağrışmaları arasında… Evinden sürükleyerek götürdüler. Olmadık hakaretler ettiler. Buna sevinmedim. Ne de olsa insandı. İçim yandı. Ama yine de başına gelenleri yazdım.

 –Size “vatan haini” dediği halde içiniz yandı, öyle mi?

–Vatan hainliği suçlaması, bunun ulu orta kullanılması çok yaygındır. Ne zaman, ne olacağı hiç belli olmaz. Onun için kendini her şey sanan, kendini Tanrı yerine koyanların da dikkat etmeleri gerekir. Aynı namlu günün birinde ters dönebilir çünkü. Bazıları, kendileri gibi düşünmeyen herkese, çekinmeden ve patavatsızca “vatan haini “ diyebiliyor. Bu deyim kolay kolay dile pelesenk edilmemelidir.

–12 Eylül’den sonra da, Aydınlar Dilekçesi nedeniyle, Cumhurbaşkanı Kenan Evren “hain” deyimini kullandı.

– Evet, evet… Birincisinde tek başıma vatan hainiydim, ikincisinde kalabalık bir yazar ve aydın grubuyla birlikte. Askeri mahkemedeki savunmamda da söyledim, Kenan Evren’i bu suçlamadan dolayı mahkemeye vereceğim diye.

–Ama dava açmadınız?

–Sözümde duruyorum. Mahkemeye vereceğim. Hem de iki kez.

– Nasıl iki kez?

– Bir davayı cumhurbaşkanı olduğu sırada açacağım. Vatan haini dediği için tazminat davası açacağım. Avukat arkadaşlarım yasaları inceliyorlar, yasal engel var mı yok mu diye… Bu konuda bir sonuca varır varmaz dava dilekçesini mahkemeye vereceğim. İkinci dava da ceza davası olacak. Eğer ikimiz de yaşarsak, ikinci davayı o cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra açacağım.

– Kenan Evren, “Aydınlar Dilekçesi’yle Türkiye’nin dışarıya kötü gösterildiği, jurnal edildiği” gerekçesini öne sürdü. Bu nedenle “vatan haini” suçlamasında bulundu.

– Devletin önemli noktasında bulunanların şöyle bir düşüncesi vardır: Onlar ülkenin iyiliğini düşünürler. Onlar ne derse, ne yaparsa doğrudur. Örneğin serbest bölge açarak her türlü kaçakçılığa, yasa dışılığa yol açıyorlarsa, Türk halkı orda ezilecekse, bu doğrudur. Vergi kaçıranlar okul için bağışta bulundu diye onlara nişan takmak vatanseverliktir. Çok vergi ödedi diye genelev patronuna teşekkür etmek de vatanseverliktir. Onlar düşünecekler. Biz de peşinden gideceğiz. Onların dışında ses çıkarsa bu vatan hainliğidir. Böyle alışmışlar. Onun için Kenan Evren’i de anlıyorum. Yıllarca kışlalarda yaşamış. Ben ondan üstünüm. Çünkü hem kışlada hem de kışla dışında yaşadım.

– Kışlada nasıl yaşanıyor?

– Kışlada kimse komutanın düşüncesinin dışına çıkamaz. Kışla yaşamında bu doğrudur da… Ama Türkiye bir kışla ya da cezaevi değildir. Ben hiçbir konuda cumhurbaşkanı gibi düşünmüyorum. Düşüncemde özgürüm çünkü. Düşüncelerimi hiç kimse hiçbir güç kısıtlayamaz.

– Bağdaştığınız hiçbir konu yok mu cumhurbaşkanıyla?

– Hayır… 1980 yılında Türkiye’nin dış borcu 13 milyar dolardı, bugün 26 milyar.

– Nereye harcandı sizce bu paralar?

– Belli değil. Türkiye kalabalık asker sayısı açısından dünyada beşinci sırada. Buna karşılık ulusal gelir bakımından dünya listesinde sonlarda. Ekonomik, siyasal ve sosyal politikayı beğenebilir miyim bu durumda.

– Zaman zaman komünist olmakla suçlandınız, Siz komünist misiniz?

– Komünist olmak için komünist partiye üye olmak gerekir. Ben komünist partisi üyesi değilim.

– Şöyle sorayım o zaman: Marksist misiniz?

– Olabilirim. Fakat “Komünist misiniz?” diye sorduğun için söylüyorum: Değilim. Yalnız, bu soruyu sormak ayıptır.

– Niçin ayıp olsun? Bir dünya görüşünün inançlısı olup olmadığınızı sorduk.

– Neden ayıp olduğunu söyleyeyim: Türkiye’de bunu sormak ayıptır. Sen şimdi ayıp bir şey yaptın. Tıpkı Kenan Evren gibi düşündün.

– Siz kafası özgür, başkasının yasak saydığına aldırmayan bir yazarsınız, Sorduğumuz soruyla neden başkalarıyla paralel düşünüyor gibi olalım?

– Bir adam komünistse bile bunu Türkiye’de açıklayabiliyor mu?

– Ama siz uluslararası boyutta sahip olduğunuz konum ve eriştiğiniz dokunulmazlıklarla artık herhangi bir kişi değilsiniz. O yasaklar sizin için geçerli değildir.

– Yooo!.. Yine de o kadar kolay değil. Bana suç işletemezsiniz. Yasak olduğuna göre bu soruyu da soramazsınız. Çünkü bazı şeyler vardır ki bunun yanıtı olmaz. İnsanın karısı sorsa, “Beni seviyor musun?” diye, her erkek, “Seviyorum” diyecektir. Bu da öyle işte.

– Bu denli gücendiğinize göre sorumuzu geri alıyoruz.

– Sordun bikez.

– Geçmişte gazeteler, “Azılı komünist Aziz Nesin başlıklı haberler yayımladılar. Sağcı yazarlar her gün komünistliğinizi yazdılar. Politikacılar aynı şeyleri yinelediler. Komünistin azılısı nasıl olur, sorusu için ~ komünist olup olmadığınızı…

– Azılı dedikleri doğru… Ama komünist olup olmadığıma yanıt vermiyorum. Verebilirim aslında. Onların tahminlerinin dışında bir yanının var. Türkiye’de özgürlük olsaydı yanıt vermekten çekinmezdim. Bu yanıt da onların umduğu gibi olmayacaktı.

– Siz bir zamanlar, “Acaba komünist kişi nasıl olur?” diye komünist diye bilinen birini seyretmiş, incelemişsiniz.

– O zaman çocuktum. Bir paşanın oğluydu. Ressamdı. Ona “komünist” diyorlardı. Kızıltoprak’ta bir köşkte yaşıyordu. Bir yolunu bulup oraya gittim. Bakıp seyrettim. Herkes gibi normal bir insandı. Yakışıklıydı. Yalnız pek çok insandan farklı olarak pipo içiyordu. O zaman, “Herhalde,” dedim kendi kendime, “komünistler pipo içiyor.

– Ama daha sonraki yıllarda da başkaları komünist nasıl olur merakıyla sizi incelemiş.

–  İstanbul’daki ünlü 6– 7 Eylül olaylarından sonra, sorumlu olarak 60 kadar aydını yakaladılar. Cezaevine koydular. Bir merkez komutanı vardı: Adı Namık Argüç’tü. 27 Mayıs’tan önce Ankara’da öğrencilerin kurşunlanması için buyruk veren adam. Bulunduğum hücrenin kapısını açtırıyordu. Kapıda kıpırtısız duruyor, beş on dakika beni seyrediyor, inceliyordu. Ben de gözümü kırpmadan ona bakıyordum. Beni inceledikten sonra bişeyler mırıldanıp gidiyordu. Rütbesi korgeneraldi. Sonradan DP iktidarıyla birlikte Yassıada’da yargılandı. Ben de onun sanık sandalyesindeki halini uzun uzun seyrettim.

– Size, “Komünist misiniz?” diye sorunca öfkelendiniz. Soru nedeniyle bizi ayıpladınız. Soruyu şöyle değiştirebilir miyiz: Türkiye’de komünist partinin kurulmasına izin verilse üye olur musunuz?

– Sanıyorum ki komünist partiye girmem.

– Neden kesin değil de sanıyorum diye konuşuyorsunuz?

–  Partiye girmem. Bugün sosyal demokrat bir parti var: SHP. SHP’yi destekliyorum. Ama partilerine girmem. Benim için milletvekilliği, bakanlık yada başbakanlık önemli değil, Benim işim sanıyorum cumhurbaşkanlığından da önemlidir.

– Bir sosyal demokrat partiyi neden destekliyorsunuz?

– Sağcı partilerin dışında, genelde tutumları, eylemleri doğruysa, halktan yanaysa o partileri desteklerim, Bu parti komünist parti de olabilir, sosyal demokrat da… Bir parti işkenceye karşı, insan haklarından yanaysa onu desteklerim. Diyelim bir parti 1982 Anayasası’nın değiştirilmesini istiyorsa, ben o partiden yanayım. Eylemine katılırım. Ama bu o partide olacağım anlamına gelmez. Ayrıca bişeyi söyleyeyim: Türkiye’de komünist partinin kurulmasını savunmak için insanın komünist olması gerekmez. Komünist partinin kurulması gerektiğini söylemek için demokrat olmak yeterlidir. Tüm NATO ülkelerinde komünist partileri vardır. Hem Avrupa’nın bir parçası olmak için uğraş vereceğiz, hem de Türkiye’de komünist parti yasak olacaktır. Böyle şey olmaz. Ama bir gün gerçekleşecektir. Adı komünist parti olmaz da bilmem ne olur… Aslında bunu durdurmanın nedeni, soygun ve sömürüyü sürdürmek. Bunu herkes biliyor.

– Yöneten ve yönlendirenler “işçi sınıfının öncülüğünü, egemenliğini önlemek”, değişik bir deyimle bir sınıfın öteki sınıfa tahakkümünü önlemek için komünist partinin yasaklandığını söylüyorlar.

– Türkiye’de bir sınıf iktidar işte. Ben bunu mahkemede de söyledim. Eğer amaç bir sınıfın öteki sınıfa egemenliğini önlemekse, Koçların, Sabancı’ların ne işi var ortalıkta? O zaman hepsinin içeriye atılması gerekir. Türkiye de en azından 2– 3 bin insanın içeriye atılması gerekir. Türkiye’de küçük bir azınlık ulusal gelirin % 48’ini kendi aralarında bölüşüyorlarsa, nedir bunun adı? Sabancı’nın yanında çalışan bir adam kalkıp başbakanlığa oynuyorsa, bunun bir anlamı var. Kendi memurunu başbakan yapıyor adam. Bir orgeneral ekonomi bilmez. Emekli olunca bunlar ne diye gidip holdinglerde yönetim kurulu üyesi olurlar? Hangi bilgileri, hangi deneyimleriyle? Demek ki bir takım bağlı ilişkiler var. Türk Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddeleri gerçekten geçerli olsa, bunların üstüne yürümek gerekiyor.

–  Yakında 72 yaşına gireceksiniz. 1940’lardan beri bir kavgayı, mücadeleyi sürdürüyorsunuz. Buna rağmen bir şeyin değişmediğini, somut sonuçlar alınmadığını görmek sizi karamsarlığa sürüklemiyor mu?

–  Hayır. Tersine, mücadelenin sonuçlarını görüyorum. Örneğin 1945 yılında yanıma gelemezdiniz. Biz Türkiye’de 5– 10 adam, düdük gibi ortada kalıyorduk. Kimse bize selam bile vermezdi. Kimse yanımıza yaklaşmaz, konuşmazdı. Bugünkü durum farklı. Bizi destekleyen, bizimle aynı doğrultuda mücadele veren yığınlar var. Bugün yanlışlarımızı gören ve bizi eleştirenler o kadar çok ki… Onun için çok mutluyum. Karamsar olmak için hiçbir neden yok. Türkiye İşçi Partisi 1965 yılında Meclis’e 15 milletvekili soktu. Bu küçümsenecek bir durum değildir. Demek ki büyük mesafeler alındı. Bugün sol birleşse, 15 değil 40 milletvekili çıkaracak güçtedir. Bunları görünce mutlu oluyorum. Çünkü birkaç kişiden, yığınlarla ifade edebilecek sayıya, düzeye ulaştık. Bunda benim de payım, çorbada tuzum olduğu için mutluyum.

– Konuyu değiştirelim izninizle: Ne zaman, nerede doğdunuz?

– İstanbul, Heybeliada da 1915 yılında doğdum.

– Babanız ne iş yapıyordu?

– Babam değişik işler yaptı. Annemle evlendiği zaman Bahriye Mektebi’nde bahçıvanmış.

Sonra?

– Sonra daha çok bahçe işleri yaptı. Sebze, meyve…

– Aileniz köken olarak Karadenizli.

– Ailem Giresun’dan gelme. Ama deniz tarafından değil, Sivas tarafından. Babam Şebinkarahisarlı. Annem Ordulu.

– Babanızın adı?

– Abdülaziz. Annemin adı Hanife.

– Kaç kardeştiniz?

– Bir de kız kardeşim var.

– “Ben çocukluğumu yaşayamadım” diyorsunuz.

– Evet. Oyun oynayamadım. Çember çeviremedim. Oyuncaklarım, bisikletim olmadı. 40 yaşımda bisiklete binmeyi öğrendim ben. Çocukça gezinemedim. Denize giremedim.

– Neden oyun oynayamadınız çocukluğunuzda?

– Çünkü o dönemde oyunlar da zengin çocukları içindi. Bense çalışmak zorundaydım.

– O yaşta ne işler yapıyordunuz?

– Babama yardım ediyordum.

– Babanız çok dindarmış.

– Dindardı ama yobaz değildi. Aydınlık düşünceliydi.

– Atatürk’ü sevmediğini söylüyorsunuz.

– Bırakın sevmemeyi, düşmandı.

– Neden düşmandı?

– Babam Kurtuluş Savaşı’na gönüllü olarak katılmıştı ama hilafetçiydi. Atatürk hilafeti kaldırdığı için düşmandı.

– Çocukken sizi Kuran kursuna gönderiyor.

– Kuran kursuna gitmedim. İptidai Mektep’e gittim. Orda Kuran da okunurdu.

– Ama 6– 7 yaşınızda hafız olmuş, Kuran’ı ezbere okumaya başlamışsınız.

–  Evet, Kuranı Arapça olarak ezberledim. 6– 7 yaşımda başladım. 10 yaşımdayken hafızdım. O zaman böyle küçük hafızlar vardı Türkiye’de.

– Toplu ayinlere katılıyormuşsunuz.

– Evet. Tekkelerdeki bu ayinlere, zikir olaylarına yabancılar da gelir, perde arkasında izlerlerdi.

– Yaşadığınız bu ortam sizde ne gibi etkilenmeler yarattı?

– O zaman doğal bir şey gibi karşılıyordum. “Yaşam budur. Böyle yapılır,” diye. Onun için farkında değilim. Fazla etki yaptı diyemem.

– Arapça olarak ezberlediğiniz Kurandan bir şey anlıyor muydunuz?

– O zaman hayır. Ezberlediklerimi şimdi unuttum. Hatırımda değil. Daha sonra, Arapçayı öğrendikten sonra yavaş yavaş anlamaya başladım. Tamamını değilse bile bazı ayetleri…

– Katıldığımız ayinlerde yanağınıza fişler batırılıyormuş. Bir taraftan girip öteki yandan çıkıyormuş şiş. Bu acı vermiyor muydu?

– Hayır, beyaz kas olduğu için kanama da olmuyordu. Ama karnına kılıç batıranlar, ağızlarına ateş alanlar vardı. Onları seyrettim ama ben yapmadım. Acı duyup duymadıklarını bilmiyorum.

– Kuran’ı yüksek sesle okurken sesiniz güzelmiş…

–  Hayır, sesim güzel değildi. Tersine çok çirkindi. Cuma günleri Kasımpaşa’daki Büyük Camii’de Kuran okurdum. Dinleyenlerim olurdu. Takkemi takar bağdaş kurup okumaya başlarım. Farkında bile değildim sesimin.

– Babanızla gittiğiniz bir teravi namazında başınızı yere koyunca uyuyup kalmışsınız.

– O zaman çok küçüktüm. 4– 5 yaşlarımdaydım. Uyuyakalmışım. Namaz bitince babam beni uyandırdı.

–  Yine ayıplayacaksınız belki ama yine de özel bir soru soracağız, izninizle…

– Hep özel soruyorsun zaten. İzninle deyip, izin almadan bostana giriyorsun. Sor bakalım.

– Dinle ilişkileriniz nasıl? Tanrı’ya inanıyor musunuz?

– Hayır, inanmıyorum. Ben dinsizim. Çünkü Tanrı insanı değil, insan Tanrı’yı yaratmıştır. Eğer okullarda gerçekten din dersi okutulsaydı…

– 12 Eylül’den sonra okullarda din dersi zorunlu kılındı. Siz okutulsaydı diyorsunuz…

– Öğrettikleri din dersi değildir.

–  Nedir sizce?

– Okuttukları İslâmiyet’tir. Din dersiyle ilgisi yok onun. Ben din dersinin okullarda okutulmasından yanayım. Din dersi şudur: Dinler nasıl ortaya çıktı? Başlangıçta neydi? Nasıl biçim değiştirdi? Totemler nedir? Sonradan semavi dinlere nasıl geçilmiştir? Çoktanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş nasıl olmuştur? Din uğruna insanların birbirini boğazlaması… Hiçbir zaman düşünmedim, olmayacağım, ama günün birinde eğitim bakanı olsam, gerçek din dersini okuturum okullarda. Dinlerin evrimini ve bugünkü biçime nasıl eriştiğini…

– Tanrı’nın insanlar tarafından yaratıldığını söylediniz.

– Çünkü Tanrı kavramı çağlara, insanların evrimine göre değişiyor. Eski Yunan’da çoktanrılı sistem vardı. Türkler Şamanist’ti. Ateşti, Tanrılardı, yıldırımdı, başa çıkamadıkları hayvanlardı… İnsanlar neden korkuyorlarsa onu tanrı sayıyorlardı. Okullarda sadece İslamlık okutuluyor. Budizm nerde? Hıristiyanlık neden okutulmuyor? Kızılderililerin de Tanrıları vardı. Onun için, din dersi okutuyoruz, diyenler yalan söylüyorlar. Atatürk döneminde bunlara izin verilir miydi? Atatürk zamanında sıkı mıydı Kuran kurslarına izin verilsin?

– Diyorlar ki, ‘’Aziz Nesin 12 Eylül’den sonra, evrensel mesajlarla demokrasi mücadelesine girdi.” Ne dersiniz?

– Demokrasi mücadelesinde hiç geride kalmadım ben. 1950 –  1960 döneminde de, daha sonra da…

– 12 Eylül’den sonra, karşınıza aldıklarınızın üstüne üstüne yürürken, onları küçümseyip meydan okuduğunuz söyleniyor.

– Doğru…

– Bu gücü nereden alıyorsunuz? Korkusuzluğunuzun kaynağı nedir?

–  Bu gücü bileğimden, birikimimden, halkıma olan sevgimden, kişisel olarak kendim için bir şey istemeyen yaşama biçimim ve inancımdan alıyorum. Bakın, Evren Paşa…

– Bir dakika lütfen, “Paşa” unvanını, deyimini Atatürk, Osmanlıcılık diye yasaklamamış mıydı?

 – Paşa deyimi yasaktır, yasal olarak. Ağa, Bey gibi unvanlarla birlikte yasaklandı. Ama kullanıyorlar. Evren Paşa… Aslında, “Evren” deyimini de TRT, Türkçe diye yasakladı. Ne diyeceğiz bilmiyorum şimdi… Ama benim sorunum değil bu. TRT, adını Türkçe diye yasakladığı halde kendisi ilgilenmedi. Bana ne… Şimdi bu durumda, “Kâinat Paşa diyeyim bari. “Kâinat Paşa” demek gerekiyor; Evren deyimi yasaklandığına göre…

–  Evren, Harp Okulu’nda sınıf arkadaşınızmış.

–  Hayır, benden bir sınıf sonraydı.

–  Tanışıyor muydunuz?

–  Hayır. Allahtan tanışmıyorduk… 30 yıl önce ikimiz de teğmendik.

–  Diyorlar ki, “Aziz Nesin uluslararası güçleri arkasına aldığı için korkusuzca mücadeleye girdi.”

–  Neymiş o uluslararası güçler?

–  Pen Kulüp, yazar birlikleri, yazar sendikaları…

–  Ben onlara güvenerek, onları hesaba katarak bir işe girmiyorum. Ben kimsenin işe karışmasını istemedim. Yazarlar Sendikası davasında, Aydınlar Dilekçesi davasında sürekli olarak, “Size nasıl yardımcı olabiliriz?” diye sordular. Dosyalar dolusu telgraf ve mektup yolladılar. Bunlara, “Dayanışma önerilerinize teşekkür ederiz. Kendi işimizi kendimiz yapıyoruz. Hiçbir katkıya gereksinimimiz yok.” yanıtını verdim. Bizimle uğraşanlar şunu bilsinler: Eğer biz gelen yardım önerilerini kabul etseydik, dünyada kıyametler kopardı. Ben bunu mahkemelerde de söyledim. Mahkemede, “Yöneticileri sevdiğim için değil, Türkiye’yi sevdiğim için dayanışma önerilerini kabul etmiyoruz,” dedim. “Çünkü kötü yöneticiler yüzünden Türkiye dışarıda yanlış tanındı.”

–  İşkenceler ve idamlar yüzünden mi?

–  Türkiye’nin kötü tanınması için ellerinden geleni yaptılar. Ben elimden geldiğince bunu yapmamaya çalıştım. Örneğin bana pasaport verilmediği için dışarıda büyük hareketler oldu. Hep önledim. Bana pasaport vermedikleri için Amerika, Federal Almanya, İngiltere Pen Kulüpleri o kadar ağır mektuplar gönderdiler ki yönetenlere…

– Nereden biliyorsunuz gönderildiğini?

– Çünkü bir kopyasını da bana gönderdiler. Çok ağır mektuplardı. Dosyamda duruyor hepsi.

– 12 Eylül olduğu zaman pasaportunuz var mıydı?

–  Vardı. Sayfa eklemek için aldılar. Vermeden önce mektup yazıp, “Geri vermeyebilirler. Böyle bir olasılık varsa sayfa eklemekten vazgeçeyim,” dedim. “Hayır,” dediler, “damga için gerekli sayfalar eklenip iade edilecek.” Fakat aldıktan sonra geri vermediler. Üç yıldan beri pasaportum ellerinde.

–  Pasaport vermemelerinin nedenini biliyor musunuz?

– 1960 yılında Öncü gazetesinde yazdığım bir yazıyı gerekçe olarak önüme sürdüler.

– Ne vardı o yazıda?

– Yazı Az Gittik Uz Gittik adındaki kitabımda da yer aldı. Kitap beş basım yaptı. Yazıda “Sosyalizm Ahlaktır diyorum. Bunun için mahkemeye verdiler.

– Mahkeme sizi mahkûm mu etti?

– Hayır, aklandım. Aslında Aziz Nesin olmasam gerekçe bile göstermeyecekler. Özgürlüğünü kısıtladıkları binlerce, on binlerce kişiye lütfedip gerekçe bile göstermediler. “Canımız böyle istiyor,” demeye getirdiler.

–  Mahkemede aldandığınız halde neden pasaport vermiyorlar?

– Adamların her zaman, “Adalet var!” demeleri gerekiyor ya. Çünkü dışarıdan soranlara, “ValIahi biz bir şey yapmıyoruz. Ama adalet var. Mahkemeler var…” demeleri gerekiyor. Onun için “Sosyalizm Ahlaktır” başlıklı yazıdan aklanınca Barış Derneği davası, sonra Aydınlar davası, Yazarlar Sendikası davası çıktı ortaya.

– Niçin pasaport istediniz?

– Amerika’ya gidecektim. Orda kalp ameliyatı olacaktım. Bir konferansa katılacaktım. Oğlum Ali’yi görecektim. Sonradan, “Gel al,” dediler. Bu kez ben, “Almıyorum,” dedim.

– Neden?

– Bunlar sanıyor ki yurtdışına gitmek için can atıyorum. En az 15 ülkeden çağrı aldım. Gitmeye zamanım yok. Bana pasaport vermemekle işkence ettiklerini sanıyorlar. Aslında o kadar akılsız değildir bunlar. Burada beni mahkûm da etseler, yurtdışından gelip yatarım ben. Dışarıda Türkiye’yi kötülemeyeceğimi de biliyorlar. Ayrıca bunca aydın, bunca dost, bunca demokrat, bunca arkadaşım yurtdışına çıkamazken ben çıksam o kadar önemli mi? Türkiye’yi büyük hapishane yapmak istiyorlar.

– Siz Türkiye’de, sürekli olarak “sakıncalı” görülen bir yazarsınız. Sürekli kısıtlandınız. Bu durumda ilk kez ne zaman pasaport sahibi olabildiniz?

–  ilk kez 50 yaşımdayken pasaport alabildim. Yurtdışına çıktım. Fakat 70 yaşımı aşınca yine sakıncalı diye yasak koydular. Ama alıştım bunlara. Bir yazarın, bir aydının pasaportunu elinden almayı hüner sayıyorlar. Erkeklik taslıyorlar kendilerince. Yurtdışına çıkınca dönmeyeceğimi sanıyorlar. Yanılıyorlar oysa. Kimse beni yurtdışında tutamaz. Çünkü bu adamlar bana lazım. Bunlar benim malzemem. Bu adamları yazacağım. Kötülüklerini, çirkinliklerini ortaya koyacağım. Bunlar kitap nedir, yazar nedir bilmezler. Evlerindeki kitaplık mobilya diye alınmıştır, süs eşyası niyetine. İçine cicili bicili şeyler koymak, “Bak. cahil değilim haa!..” demek için.

– ”Bunlar” dedikleriniz neden okumuyorlar sizce?

– Onlara göre okumak zararlıdır.

–  “Bunlar” demekle galiba yönetenleri anlatmak istiyorsunuz: Birkaç yıl önce Cumhurbaşkanı Kenan Evren bile, tatilde elinde Platon’un Devlet yapıtıyla göründü. Demek ki okuyorlar…

 – İyi ama, devlet başkanı 70 yaşında Platon’u okursa böyle olur. Platonun Devleti 20– 25 yaşında okunacak kitaptır. Ayrıca Platon devlete eleştiri getiriyor, devleti kabul etmiyor. Devlet başkanı 2000 küsur yıl önce yazılmış kitabı, bugünkü koşullara göre kabul ediyor.

 – O kitap daha sonra okul kitaplarından çıkarıldı.

 – Çıkarılmasaydı şaşardım. Bunlardan başka bir şey beklenemez zaten.

– Kitaplarınız kaç dile çevrildi?

– 32 dile çevrildi.

– Okullarda yasak yazarlardansınız. Ne dersiniz?

– Ne diyeyim… Onlar haklı. Çünkü sömürü düzenine karşı çıkıyorum. Onun için bombadan daha tehlikeliyim. İnsanlara, “Yalnız sen değil çocukların, doğacak torunların da soyuluyor,” diyorum. Doğacak çocuklar da borçlu… Onun için düzenin güçleri, çıkarı bozulanlar kızıyorlar bana. Bombadan daha tehlikeli sayıyorlar.

–  Tehlikeliyim diyorsunuz?

– Tabii tehlikeliyim. Çünkü perde arkasındaki sömürüyü, soygunu, nasıl eşek yerine konduğumuzu yazıyorum. Bunlar tehlikeli şeyler. Nasıl aptalız, eşeğiz ki soyup kullanıyorlar… Ben oturup yazıyorum bunları. Adam hem yurtsever geçinecek hem de yurt hainliği yapacak; hem ulusal olmayacak hem de milliyetçiliği ağzından düşürmeyecek; Atatürk ün yaptığı her şeyi bozacak hem de Atatürkçülüğü ağzından düşürmeyecek… Bunları yazıyorum ben. Kim “vallahi billahi” diye yemin eder? Yalancılar. Atatürk’le, Atatürkçülükle hiç ilgisi olmayanlar da “Atatürkçüyüm” diye yemin ediyor.

– Belki yine öfkeleneceksiniz ama neden sosyalist olduğunuzu sorabilir miyiz?

–  Yo yo, öfkelenmiyorum. Ben kitaplarla, okuyarak sosyalist olmadım. Yaşamın etkisiyle solcu oldum. Kitapları sonradan okudum. Sınıfım bunu gerektiriyordu. Emekçi bir ailenin çocuğuydum. Konumum nedeniyle sosyalist olmam doğal. Sosyalist olmam için dünyayı, yaşamı algılamam yeterliydi. Emeğin nasıl sömürüldüğünü görmek yeterliydi.

– Bu düşünceler ne zaman uyandı sizde?

–Askeri okuldayken.

–Sosyalist olmanızda Yol Vergisi’nin etkisi olduğunu söylüyorsunuz.

– Etkisi oldu tabii. Bu vergi salt köylülerden alınıyordu. Verginin miktarını şimdi anımsayamıyorum. Kentlilerden alınmıyordu bu yol vergisi. Ödeme gücü olmayan köylüler, jandarma gücüyle yollarda, inşaatlarda çalıştırılıyorlardı. Derebeylikti bu. Köylüler serf olarak kabul ediliyordu. Bir de Zonguldak olayı var.

– Nedir Zonguldak olayı dediğiniz?

 –  İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak yöresindekiler için maden işçiliği zorunluluktu. Bunlar köylerine de gidemiyorlardı. 7– 8 yıl çalıştıktan sonra erkeklikleri de kalmıyordu. Kadınlar bu nedenle başka erkeklerle yatıp kalkıyordu. Frengi hastalığı alıp yürümüştü. İstanbullu, İzmirli, Ankaralı için zorunlu maden işçiliği yoktu. Ama bu yöre halkı için vardı. Bu gibi adaletsizlikler beni etkiledi.

– Edebiyatta etkilendiğiniz yazar var mı?

 – Kimden etkilendiğimi bilemiyorum. Ama okuyordum. Çocukluğumda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı, Ahmet Rasim’i, Refik Halit’i, Reşat Nuri’yi okuyordum. Daha sonra lisede Nazım Hikmet’i. Galiba birinin– ikisinin değil de tümünün etkisinde kalarak yazmaya başladım.

– Galiba cinsellikle erken yaşta tanışmışsınız?

– Aslında çok geç…

– Komşu kızı Servet, sizde kaldığı geceler sizi koynuna alıyor, okşuyormuş.

– Çocuktum. Hiçbişey duymuyordum. Bir diyalog yoktu aramızda. Beni sevip okşamasından bişey anlamıyordum. Sezinliyordum ne yapmak istediğini, o kadar…

– Hayatınızda ilk kez bir kızı ne zaman öptünüz?

– Bana yakışmayacak kadar geç.

– Neden yakışmayacak kadar?

– Çünkü herkes bu işe çok erken başladığımı sanıyor. Oysa subay olmadan önce kimseyle ilişkim olmadı.

– Sinemada Şaziment adında bir kızı tanımışsınız.

– Onu Narlıkapı Sinemasında gördüm. Gördükçe heyecanlandım. Delikanlıydım o zaman. Fakat sonra göremedim bidaha. Subay olmadan önce hiçkimseyle ilişkim olmadı.

– Neden?

– Çünkü yatılıydım. Çevrem sınırlıydı. Hafta sonlarını okulda geçirirdim. Eve gitsem bile kızları eve alma olanağım yoktu.

– Öpruğünüz ilk kızı anımsıyor musunuz?

– Tabii. Evli barklı, torun sahibi şimdi.

–  İlkokuldan sonra mı askerî okula yazıldınız.

– Ortaokul ikiden sonra…

– Askeri okuldayken arkadaşlarınızın aşk mektuplarını yazıyor, edebiyatla uğraşıyormuşsunuz.

– Evet, ama askerin edebiyatla uğraşması ayıptı. Ayıplanıyordu. Çünkü kadın işi olarak görülüyordu. Asker böyle gayrıciddi işlerle uğraşamazdı. Onun için ortaya çıkmadım, belli etmedim edebiyatla uğraştığımı. Alt sınıfımızda A. Kadir, üst sınıfta Fazıl Hüsnü Dağlarca vardı. Pek ciddiye alınmazlardı.

– Türkiye’de kitabın, yazarın tehlikeli sayılmasının bu anlayışla ilgisi var mı sizce?

– Var tabii. Okulda bize gazete okutmazlardı.

– Neden?

– Çünkü okuyunca dünyaya açılacaksın. Onun için çok nadiren elimize gazete geçerdi. Hafta sonlarında aldıklarımı okula getiremezdim. Ders çalışma saatlerinde ya da ders anında içeriye girer arama yaparlardı. Kitapla yakalanan cezalandırılırdı.

– Öğrenciyken Jakabınız “Kıllı”ymış. Neden?

– O dönemde “anket defterleri” ya da “hatıra defterler” modaydı. Oğlanlarla kızlar birbirine defterlerini verir, bir şeyler yazarlardı. Herkes altına bir rumuz yazardı. Ben de “Kıllı Baba” diye yazdım. O günden sonra bana “Kıllı” demeye başladılar.

– Hacı– hoca ve molla çevresinde geçti çocukluğunuz. Bu çevrenin etkisi oldu mu yaşamınızda?

– Ben tekke çevresinde yetiştim. Bir de Galip Amca vardı. O da o çevredendi. Beni çok severdi. Beni tekke kültürüyle değil, zamana göre çağdaş kültürle yetiştirdi. Bana matematik, Arapça ve Fransızcayı öğretti. Onun için tekkeden çok Galip Hoca’nın etkisinde kaldım. Sonra, okulda da çok sportmendim. Cimnastik yapardım. Güreş’te madalyam vardır. Okulda çok çalışkan bir öğrenciydim. Yardım ederdim arkadaşlarıma. Birçok sınavda arkadaşlarım benim verdiğim kopyayla sınıf geçmişlerdir.

– Babanız ne olmanızı istiyordu?

– Babam çok yoksulluk çektiği için başarılı olmamı istiyordu. Başarılı olmak da zenginlik demekti. O nedenle zengin bir kadınla evlenmemi istiyordu.

– Ama siz eşlerinizi emekçi kesimden seçtiniz.

– Evet.

– Babanızın tepkisi ne oldu?

– Babam iki eşimi de tutmadı. Zamanla onun haklı olduğunu anladım. Onun değerlendirmesinin zenginlikle ilgisi yoktu. Başka nedenlerle tutmamıştı o.

– 1937 yılında Harp Okulu’nu bitirdiniz.

– Evet. Sonra Fen Tatbikat Okulu…

– Bu arada Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etmişsiniz.

– Fen Tatbikat Okulu’ndayken Güzel Sanatlara yazıldım. Akademi’nin Doğu Süsleme Bölümü’ne devam etmeye başladım. Askerliği sevmemiştim. Akademi’yi bitirmek için sınıfta kalmak istedim. Bunu anladılar. Sınıfta kalmadım. Beni daha sonra kıtaya gönderdiler. Akademiyi bitiremedim.

– Kaç yıl subaylık yaptınız?

– Harp Okulu’yla birlikte sekiz yıl.

– Askerlikten neden ayrıldınız?

– Görev ve yetkiyi kötüye kullanmaktan attılar.

– Suçunuz neydi?

– Kars’ta ve Safranbolu da, İkinci Dünya Savaşı koşullarında görev yaptım. Savaş nedeniyle askeri izinler kaldırılmıştı. Ben yetkimi kullanarak izin verdim. Gidenler geri gelmediler. Yakalandılar. Beni görev ve yetkiyi kötüye kullanmaktan mahkemeye verdiler. Yetkimi kullanarak izin verdiğim için, “mevcuttan” düşemiyordum. Bu nedenle, onların erzakını zimmetime geçirmiş gibi gösterdiler.

–  Yasak olmasına rağmen neden izin verdiniz erlere?

–  Bu ilginç bir olaydır. Olanak bulsam da mahkemelerde anlatsam. Şimdi sicilimin getirilmesini ve askeri mahkemelerde görüşülmesini istiyorum. Getirtin dedim 12 Eylül sonrasının mahkemelerinde. Ama sicilimi getirtmediler. Şunun için istiyorum: Kenan Evren, bir görüşmesinde Nadir Nadi’ye göstermiş sicilimi.

– Niçin gösteriyor?

– Askerlikten atılmış bir adam diye gösteriyor. “Onunla birlikte dilekçeler imzalıyorsun. O nasıl bir adam, biliyor musun?” diyor. Bunu duyunca, her şeyin anlaşılması, gerçeklerin mahkemede bir kez daha ortaya çıkması için sicilimin getirtilmesini istedim. Ama getirtmediler.

– Subayken nasıl “kötü adam” oldunuz?

–  İkinci Dünya Savaşı yıllarında askerlik en az dört yıl sürüyordu. İzin yoktu. Kars’ta bölük komutan yardımcısıydım. Sabah talime çıktığımızda bölüğün arkasından 15– 20 köpek geliyordu. Bunları soruşturduğumda hayretler içinde kaldım. Meğer erler bunları besleyip “kullanıyor”larmış. Vurdurttum köpekleri. Derilerini koltuk yüzü olarak kullandırttım. Daha başka “hoş olmayan” olaylar oluyordu erler arasında. İşte bu sırada bir er gelip karısının kaçtığını söyledi. İzin istedi. Adam gitti ve dönmedi. Safranbolu da yaşlı bir asker vardı. Adı Ali Rıza’ydı. Onun da ailevi sorunları vardı. Yetkimi kullanarak izin vermek zorunda kaldım. O da gelmedi. Sonradan yakalandı. Bunun üzerine yetkimi kötüye kullandığım, “izne çıkan askerin tayınını zimmetime geçirdiğim” gerekçesiyle mahkemeye verdiler. İzin vermek yasakken, ben nasıl onları izinli gösterebilirdim? Buna çok öfkelendim. Oysa kurmay ve sonra general olmak istiyordum. Bu olaylardan sonra mahkemede savunma bile yapmadım. Ayrıldım. İstanbul’a döndüm.

– Askerlikten ayrılınca ne iş Yaptınız?

– Pek çok iş yaptım. Önce İstanbul’da Nuruosmaniye Caddesi’ndeki bir bakkal dükkânına ortak oldum. Sonra muhasebecilik yaptım. Sedat Simavi’nin yanında. Karagöz gazetesinde işe başladım, 1944 yılında.

– Gazetecilik, yazarlık sizin için yabancı bir alan değil miydi?

Değildi. Ben zaten öyküler, şiirler yazıyordum. Bunlar dergilerde yayımlanıyordu. Askerken yazarlığı meslek olarak seçmiştim. Tercihi çoktan yapmıştım. Karagöz ve  Yedigün dergilerinden sonra Tan gazetesine yazar olarak girdim. Gazeteyi yakıp yıktılar bir süre sonra. Vatan’a geçtim. O gün bugündür yazarlığım sürüyor.

– İlk kitabınız yayımlandığında kaç yaşındaydınız.

– 40 yaşımdaydım.

– Kaç kitabınız var?

– 80 kitabım var. Zaman buldukça çoğaltıyorum biyandan da…  Bugüne dek 2000 öykü yazdım.

– Gençliğinizde çok sıkıntı çekmişsiniz.

– Hala çekiyorum. Aylık harcamalarım 3 milyon lira. 14 çocuk var Vakıf’ta. Personel var. Benim giderlerim… Öyle zaman oluyor ki birikmiş 5’lik, 10’luk bozuklukları harçlık diye cebime koyuyorum.

– Kitaptan başka geliriniz var mı?

– Hayır. Gelirle gider başabaş geliyor.

– Yurtdışından da telif ücretleri gelmiyor mu.?

–  Yurtdışından doğru dürüst para gelmiyor. Sosyalist ülkelerde telif ücreti çok az. Çevirmene verilenin yüzde 10’u… Ama yine de benimki çok tutuyor.

– Kitaplarınız Sovyetler Birliği’nde çok satıyor.

– Evet, ama o para döviz olarak getirilemiyor. Sovyetler Birliği’nde 5 bin rublem var. Bulgaristan’da 5 bin leva kadar alacağım. Sosyalist ülkelerde biriken param aşağı yukarı 10 milyon lira civarında. Hükümete diyorum ki, bu parayla Vakıf’a mal getireyim. Çocuklar için ders araç gereçleri, laboratuarlar… Param Vakıf’taki çocukların gereksinimi olan malların satın alınmasını karşılıyor. Benim istediğim gümrük almamaları. Ama hükümet de gümrük almadan İzin vermiyor.

– Size bilinçli olarak mı güçlük çıkarıyorlar?

–  Evet, bana özel güçlük çıkarıyorlar. Bakın, çocukların okula gidip dönmeleri için arabaya gereksinim var. Fizik, kimya laboratuarı kurmak istiyorum. Çocukların piyanosu olmalı. Bunlar için yeterli para var Sovyetler’de. Ama gümrüksüz mal getirmeme izin vermiyorlar. Oysa gidecek olsam, o parayı orda yiyip bitireceğim. Bunu istemiyorum. Ben Vakıf’taki çocukların yararlanacakları araçlar, gereçler, laboratuarlar gelsin istiyorum. Benim Amerika’da, Almanya da, Yunanistan’da da alacağım var. Daha pek çok ülkede… Bana kızgınlıklarından, bu çocukların iyi yetişmesini önlüyorlar.

–  Diyorlar ki, Aziz Nesin kentten, çevresinden kaçmak için Vakıf’ta yerleşti.”

– Hiç ilgisi yok. İstanbul da evim var. Orda da kalıyorum. Uğraşlarımı sürdürüyorum. Bildiriler, dilekçeler hazırlıyorum. Kent kent dolaşıyorum. Arkadaşlarım, dostlarımla bir araya geliyorum. İnzivaya çekilmiş gibi bir halim var mı benim?

– Nesin Vakfını kurma gereğini neden duydunuz?

– Benden sonra har vurup harman savuracaklar. Oturup bir güzel yiyecekler. Oysa ben herkese gereğinden fazla yardım ettim. Çocuklarımın yazlıkları, kışlıkları var. Oğullarımı yıllar yılı yurtdışında okuttum. Bir kızım okumadı. Öğrenime ilgi duymadı. Benim bu yurdun insanına borcum var. Bu halkın parasıyla okudum. Bu halkın desteğiyle yaşıyorum. Benim de bir katkım olsun istedim.

– Vakıf kurup mal varlığınızı, kitap gelirinizi buraya bağışlayınca ailenizden tepki geldi mi?

– Gelmez olur mu… Karşı çıktılar. Karım da karşı çıktı. Oysa beni destekleseydi her şey daha farklı olurdu.

– Vakıf nedeniyle devletten destek gördünüz mü?

– Güldürmeyin beni. Devlet elimden almaya çalışıyor. Atatürk’ün mirasını alanlar, daha ben yaşarken bu vakfı da almaya çalışacaklar tabii. Almak isteyenlerin başı tabii buraya gelmeyecek. Ama onun gönderdiği uşak kapıdan girerse vururum.

– Vakıf’ı almak için girişim oldu mu?

– Oldu tabii. Yazı geldi. Fakat bilmeden daha önce bir yazıyla yanıt vermişim. Onun için el koyamadılar. Yoksa sakallılar şimdi burayı istila etmiş olacaktı.

– Nasıl bir girişimdi bu?

–  Bana gelen yazıda, “şu tarihe kadar yönetim kurulunu toplamazsanız Vakıflar Yasası’na göre mütevelli heyeti vakfı devralacak”, deniyordu. Şimdi bu adamlar beni bir de katil yapacaklar… Bir de dünyaya katil diye nam salacağım, iyi mi? Aziz Nesin 75 yaşında katil oldu, diyecekler. Vakıf”ı elimden almak için durmadan uğraşıyorlar. Bir yazı daha geldi. Orda da, “Kimsesiz, bakıma muhtaç çocuklara bakma yetkisi Çocuk Esirgeme Kurumu’nundur,” deniyor. Oysa bu yurtlardaki erkek çocukların ırzına geçildiğini gazeteler yazıyor. Ne iyi bakılıyor değil mi çocuklara! Sokaklar sahipsiz çocuklarla dolu. Burda kendi paramla bir vakıf kurup, en küçüğü 1,5 yaşında olan 15 çocuk ve genç banndırıyorum; gelip benimle uğraşıyorlar.

– Belki sakıncalı tutumunuzdan dolayı uğraşıyorlar sizinle?

– Enayi gibi kazandığım parayı harcıyorum. Tabii onlara göre bozgunculuk bu. Onlarsa kazandıklarını istif ediyorlar, yeni soygunlarda araç yapıyorlar. Bazıları da bu soyguna bekçilik ediyor.

–  İzninizle tekrar konuyu değiştiriyoruz. Nasıl yazıyorsunuz?

– Elle, eski Türkçe harflerle yazıyorum. Sonra düzeltip daktilo ediyorum. Sonra tekrar düzeltiyorum. Bir öyküyü dört– beş kez yazıyorum. Roman olursa daha fazla… 30 kez yazdığım oyunlarım var.

– Günün hangi saatinde yazıyorsunuz?

– Vakti, saati yok. Tatilim yok. Gezilerde bile çalışırım.

– Neden Nesin’i soyadı olarak aldınız?

– Soyadı yasası çıkınca babam, “Biz de bişeyler beğenelim,” dedi. Baktım ki herkes “Kıral” soyadını alıyor. En iyilerini seçiyor. Ben de “Nesin”i aldım. İstedim ki herkes “Nesin?” diye düşünsün. Üstelik iyi olmuş. Çünkü dünyada bitane…

– Bireysel yaşamınızda kavgacı olduğunuz söyleniyor:

–  Bireysel ve toplumsal yaşamımda, benimle kavga edenlerden ürkmedim, kaçmadım. Toplumsal kavga benim görevim. Çünkü kavgayı sömürgenler çıkarıyor. Onlar sömürürken zaten kavga çıkarıyorlar. Onlar ezip geçerken, sömürürken, toplumsal uzlaşma adına ben barışçı olamam. Bireysel yaşamımda kavgacı değilim. Ama ilkelerim var. Onlardan da ödün vermem.

–  Yalçın Küçük’le kavganız?..

– Bu konuya yeniden girmek istemiyorum. “Dengesiz, deli,” dedim diye pişman oldum. Fakat o bana yazdığı mektupları çoğaltıp çoğaltıp her yere gönderince, bunu söylemek zorunda kaldım. Belki çok ağır suçlamaydı, ama haksız değildim söylediklerimde. Başlangıçta tanımıyordum. Tanıyan arkadaşlar da anlatmadılar. Tanıdıkça Ekin’de (Ekin– BİLAR A.Ş.) birlikte çalışma olanağının olmadığını gördüm.

–  Yalçın Küçük size yazdığı mektupların birinde, ön plana çıktığı için onu kıskandığınızı söylüyor.

– Açık açık, “prestij paylaşımı savaşımı” diyor. Bu, Yalçın’ı anlatmaya yetiyor aslında. Yalçın Küçük olayı benim için bitti. Bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum.

– Mutluluk nedir sizce?

– Mutluluk ufuk gibidir. Görürsünüz ama siz ona gittikçe o sizden uzaklaşır. Yada eşeğin önündeki ottur mutluluk… Eşeğin önünde bir demet otla yürürsünüz. Eşek arkanızdan gelir. Yakalayayım diye ağzını uzattıkça ot uzaklaşır. Bir başka deyişle, kalabalıkta sıkışan insanın sonunda bir tuvalet bulup rahatlamasıdır mutluluk.

– 70 Yaşım Merhaba kitabınızdaki öykülerin birinde aşkı tanımlarken “doymamaktır” diyorsunuz.

– Doğru. Aşk doymamaktır. Kaç yaşında olursa olsun insanlar birbirinden bıkmıyorsa, o mutluluktur. Eşler arasındaki mutluluk birbirinden bıkmamaktır.

– Kaç kez evlenip boşandınız.

– İki kez. Ayrıldığım eşimle yeniden evlendim.

– Neden?

– Çocuklar için. Oğlum Ali sınıfta kalarak durumu protesto etti. Bunun üzerine bir araya geldik. Yürümediğini gördük. Ayrıldık.

– Son yıllarda yazdıklarınız mizah değil. Neden mizahtan ayrıldınız?

– Mizah da yazdım, yazıyorum. 12 Eylül’den sonra, “Dangalak Hazretleri” diye bir öyküm çıktı, Gırgır dergisinde. On binlerce çoğaltıldı; çok ilgi gördü. Politik yanı ağır basan bir öyküydü. Mizahtan ayrılmaya gelince, insanlar değişiyor zamanla. İsteyerek olmuyor; kendiliğinden oluyor.

– Son yıllarda yazdıklarınız için “otobiyografik” deniliyor. Kendinizi, ailenizi yazdığınız öne sürülüyor.

– Çok kişi öyle sanıyor ama değil. Ayrıca otobiyografik nitelikler tüm öykülerde, romanlarda olur.

– Öykülerinizin birinde yaşlı bir adamı işliyorsunuz. Yaşlı adam genç bir kadına âşık olunca eski karısı, çocukları, torunları “miras elden gitti” diye telaşlanıyorlar.

– Çok kişi benim yaşamım sanıyor. Ama yaşamımda öyle bir olay yok. Sanırım ki öykülerin başarısı da bundan geliyor.

– Duyarlı aşk öyküleri yazmaya başladınız. Sevdiğiniz genç kadınları motif olarak işlediğiniz söyleniyor?..

– Hiç ilgisi yok. Mizah öykülerinde de yaşamın izleri olabilir. Bu doğaldır.

– Büyük şeylerden, olaylardan mı mutlu olursunuz özel yaşamınızda?

– Hayır, küçük şeylerden mutlu olurum. Sonra anladım ki küçük şeylerden de mutsuz oluyorum. Küçük şeylerden mutlu olmak meziyet değildir. İnsanı mutsuzluğa götüren bir durumdur.

– Sevdiğiniz kadın ya da beraberlikleriniz sıkça mı değişiyor?

– Evet, ama benim yüzümden değil, Gitmek isteyen hiç kimseye engel olmadım. Karşılıklı ilişkidir bu. Yaşlılığın verdiği dezavantajla sıkça değişiyor.

– Bir ilişki bitince öfkeleniyor musunuz?

– Hayır, hatta bazen bitti diye seviniyorum.

– O halde ilişkileri bitiren sizsiniz?

 – Hayır. Evlilikte de, evlilik dışı ilişkide de ben kesmedim. Belki o noktaya getirdim; o kadar…

– Üç yıl önce genç bir kadınla evlilik aşamasına gelmişken ayrıldınız.

– Pasaport verselerdi, Amerika’ya gidip orda evlenecektik. Pasaport verilmeyince bundan kurtulduk. Yoksa başım belaya girecekti.

– Kim olduğunu sorabilir miyim?

– Onun açısından sormayın. Çünkü evlendi, çocuğu var. Ayıp olur.

– Ona âşık mıydınız?

– Benim aşık olma çağım geçti. Hiç kimseye aşık olmam.

– “Aşık olmadan duramam,” diyorsunuz da…

– Geçici aşklar… Bu yaşın aşkları, 20 yaşın aşkları gibidir. Hiç belli olmaz. İnsan bu yaştan sonra âşık olsa ne olur?

– Goethe 70 yaşından sonra deli divane âşıktı.

– O da benim gibi… 72 yaşındayken 18 yaşındaki bir kıza âşık oluyor. Çıldıracak gibi oluyor. Bir tanıdığının aracılığıyla annesine haber yolluyor. Kadının saygısı olduğu için bir şey diyemiyor. Kızını kaçırıp başka yerlere götürüyor.

– Siz de genç hanımlara âşık oluyorsunuz?

– O kadar değil. Benimkilerin en genci 25 yaşında…

– Sizinle ilişkileri nedeniyle kızını kaçıran anne oldu mu?

– Hayır. Onlar soylu aileler yahu! Kızlarını el üstünde tutarlar. Benimkiler öyle değil. Kız benimle evlensin diye ailesi uğraşır. Bir kadıncağız benden 40– 45 yaş küçüktü. Ailesi çok uğraştı evlensin diye.

–  Herhalde ailesi size hayrandı?

– Ne gezer… Sanıyorum ki onlar açısından çok güvenceli bir evlilik olacaktı. Nasıl olsa yakında ölür, diye bakıyorlar. Miras kalacak. Ama benden miras falan kalmayacak. Her şey Vakıf’a ait.

– O halde neden istiyorlardı?

– İstiyorlar işte… “ İlk kez bir şey açıklayayım: Genç bir kadınla evlenecek olsam, en azından geleceğini düşünürüm. İki kitabımı veririm. O da ona hayat boyu yeter.

– Evlenmeyi düşünüyor musunuz?

– Düşünmüyorum. Ama belli olmaz. İnsanlar yaşlanınca çılgınlaşıyorlar. Yaşlılık çılgınlığı daha fena oluyor.

– Şimdi birlikte olduğunuz genç hanımla evlenmeyi düşünüyor musunuz?

– No comment. Bir şey söyleyeyim: Yaşım 71, ama çocuğum olsun istiyorum. Bunun kusur olduğunun bilincindeyim ama istiyorum.

– Bu istek neden?

– Bilmiyorum. Ama istek var. Bazen düşünüyorum. Yahu ben deli miyim? Öleceğim, çocuk bir yaşında kalacak, diye… Çocuğumla arkadaş olma duygusu var. Belki bundan. Çocuklarımla çok istememe rağmen bu bağı kuramadım. İçlerinde Ali’yle iyiyim. Onunla iyi arkadaşız, dostuz. Isparta Cezaevi’nden bana mektup yazmış: “Baba, çıkıp gelince birlikte hovardalık yaparız,” diyor. Gel de gülme! Çocuğu “disiplinsizlik yaptığı” gerekçesiyle hapse attılar. Amerika’dan askerliğini yapmak için gelmişti. Gördü işte memleketini. Öteki çocuklarımdan Ahmet’le şimdi iyiyim. Kızımla bir türlü kaynaşamadık. Onun dünyası farklı. Büyük oğlum Ateş’le de bir türlü istediğim diyalogu kuramadım. Belki bundan. Ya da kendimi kanıtlama çabası, bilmiyorum…

– Evlenip çocuk yapmayı ciddi olarak planlıyor musunuz?

– Hayır, ciddi bir plan yok. Ama istiyorum. Böyle bir duygu var içimde.

– Çağdaşınız yazarlarla ilişkileriniz “iyi” diye nitelendirilemez. Ne dersiniz?

– Doğru, çoğunu sevmem.

– Geçmişte Rıfat Ilgaz’Ia birlikte çalıştınız, mücadele ettiniz. Ama o da sizi sevmiyor.

– Şimdi anlatmak istemiyorum. Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’de geniş geniş anlatacağım her şeyi. Ne yazık ki Rıfat Ilgaz suçlanacak. Buna da en çok çocukları üzülecek. Onları çok seviyorum. Rıfat çok yakın arkadaşımdı. Ama sonradan bende büyük bir düş kırıklığı yarattı. Oysa onunla güç zamanlarda arkadaşlık yaptık. Onunla bir simidi paylaştığımız dönemler oldu. Onun için Rıfat Ilgaz olayını şimdi kısaca da olsa anlatmak istemiyorum. Ama tüm gerçekleri yazacağım. Ona çok kırıldım.

– Sizin polis olduğunuz söylendi…

– Rıfat mı söylüyor?

– Sizi kötüleyen bazı çevrelerde söyleniyor.

– Söylenenleri biliyorum. Yakıştırılmadık iftira kalmadı. Olabilir. Benim gibi büyük ajanlar 5,5 yıl hapis de yatarmış. Bunca baskı, bunca zulüm yaşadım. Gülüp geçiyorum polislik iftirasına da… Olur böyle şeyler. Ne diyeyim şimdi? Ben Aziz Nesin’im, Her şeyimle ortadayım işte.

– Orhan Kemal’i başlangıçta sevmişsiniz ama sonradan ilişkileriniz bozulmuş. Neden?

 – Orhan Kemali sevmiyorum. Yalnız onu değil, bir sürü ünlü yazarı sevmiyorum.

– Çağdaşlarınızdan biri de Yaşar Kemal. Onu seviyor musunuz?

– Sevmiyorum. Yaşar Kemal bir pazarlamacı. Bana çok ayıp geliyor.

– Hangi anlamda, nasıl pazarlamacı?

– Politikada, edebiyatta pazarlamacı. Sevmiyorum dernek, edebiyatını beğenmiyorum demek değildir. Edebiyatını beğeniyorum. Memleketimizin övüneceği bir yazar.

– Fakat sevmiyorsunuz?

– O kadar pazarlamacı ki her davranışı bana yapay geliyor. Onunla konuşurken, “Bu adam yine oynuyor,” diyorum. Tiyatroda oynasa alkışlarım. Ama yaşamda tiyatroyu sevmiyorum. Yaşar Kemal hakkında bende çok belge, bilgi var. O bir çocuk ve köylülük numarası oynuyor. Kusurlarını bağışlatmak için bu numaraları yapıyor.

– Romancı olarak Yaşar Kemal?

– İyi bir romancı. Vaktim olmadığı için son romanlarını okumadım. Ama okuyacağım. Eski okuduklarımla söylüyorum: İyi bir yazar, has bir yazar. Fakat İnsan olarak çok numaracı. Beni övdüğü zaman çok rahatsız oluyorum. Her zaman över. Bir zamanlar sevimli yanlarını buluyordum, şimdi bulmuyorum. 50– 60 yaşında çocuk diye sevimli buluyordum. İçtenlik yoktur Yaşar Kemal’de. Orhan Kemal için, “Türkiye’nin en büyük yazarı,” der. Aslında hiç sevmez. Ayrıca sevmemesi için çok haklı nedenleri de var.

– Niçin haklı?

– Orhan Kemal onu kıskanmıştır. Kıskançlığından onun hakkında bazı kötü şeyler söylemiştir. O bunların hepsini bilir. Buna rağmen, “Orhan Kemal Türkiye’nin en büyük romancısıdır,” der. Çünkü o, Orhan Kemal’den daha büyük olduğuna İnanmıştır ve doğrudur. Onun için rahatça, durmadan Orhan Kemal’i över. Ama övülmesi gereken insanlardan hiçbirini övmez.

– Çağdaşım yazarları sevmiyorum,” dediniz. Fazıl Hüsnü Dağlarca da çağdaşlarınızdan biri. Onu seviyor musunuz?

– Onu hiç sevmiyorum. İyi bir şairdir. Fakat insani zaafları korkunç.

– Paraya düşkünlüğü mü zaafı?

–  Onda her şey var. Şimdi girmek istemiyorum. Ayrıntılarıyla yazacağım.

–  Siz bir ara Nazım Hikmet’i de eleştirdiniz.

– Eleştirmek başka… Nazım’ı çok seviyorum.

– Kemal Tahir için ne dersiniz?

– Çok iyi dostumdu. Çok seviyordum. Ama sağlığında çok eleştirdim.

– Yaşar Kemal’i 12 Eylül’den sonraki tavrı nedeniyle mi sevmiyorsunuz? Olup bitenlerle ilgilenmemesi, bu arada Sabancı ve benzeri işadamlarıyla ahbaplık etmesi nedeniyle mi?

– Yaşar Kemal hiç bir şeyle ilgilenmez. Kimseye neden ilgilenmiyorsun demem. O kendi sorunu. O yüzden Yaşar Kemal’e bir şey demiyorum. Fazıl Hüsnü de hayatı boyunca sorunlarla ilgilenmemiştir. Kimse kimseye gidip zorla, “Politik ve sosyal sorunlarla ilgilen!” denmez. Bir kitap yazıyorum: Birlikte Öldüklerim Birlikte Yaşadıklarım diye. Orda Yaşar Kemal’i ve Fazıl Hüsnü’yü geniş geniş anlamıyorum. Her şeyleriyle ortaya koyacağım onları. İyi yanlarıyla ve kötü yanlarıyla…

– Galiba İlhan Selçuk’la iyi anlaşıyorsunuz?

– İlhan Selçuk’un da kusurları var. Onları bilerek seviyorum onu.

– Kemal Tahir’i sevdiğinizi söylediniz. O da Osmanlı hayranlığı ve sapmacılıkla suçlanıyor bazı çevrelerde.

– Kemal Tahir kimseye yaranmak için yazmamıştır. Önemli olan bu. İnsanın neyi niçin yaptığı önemlidir. Herkes yanlış yapar. Önemli olan amaçtır.

– Yeni, genç yazarlar için ne düşünüyorsunuz?

– Belki ayıp ama hepsini izleyemiyorum. Latife Tekin’in ilk roman! Sevgili Arsız Ölüm’ü okudum.

– Nasıl buldunuz bu romanı?

– Beğendim. Eleştiriler oldu, Marquez’den çaldı diye. Bence Marquez’den etkilenme olabilir. Ama çalma, taklit falan değildir. İyi bir roman. Çok beğendim. Bi gün SHP Kadıköy ilçesi bir gençlik toplantısı yapıyordu. Ben Latife Tekin’in de çağrılmasını önerdim. Geldi. O zaman beğenmedim.

– Neden beğenmediniz?

– Yaklaşımını, değerlendirmesini beğenmedim. Neden yokken bana çatmasını beğenmedim. Bana çatabilir. Ama bir neden olmalıydı.

– Neden size çattı?

– Ben konuşmamda gençliğe kişilik kazandırılmadığını, eleştirel gözle bakmasına İzin verilmediğini, üretken yetiştirilmediğini, ezildiğini anlattım. O da, “Ben gençlerle yaşlılar arasında kaldım,” dedi, “Benim için gençliğin en önemli sorunu seksüel özgürlüktür. Bunlar konuşulmadı.” Ondan sonraki yapıtlarını okumadım. Zamanım yok ondan…

– Ahmet Altan için ne dersiniz?

– Babadan gelme orijinal olmayı sürdürüyor gibi geliyor bana. Okumadım kitabını. Ama nerden geliyor bu kanı? Aşağı yukarı kitap hakkındaki tüm eleştirileri okudum. Kitabı okumadan eleştirmek doğru değildir. Yazarın özgürlüğüne karışmak da doğru değildir. Ama eleştirilere dayanarak birkaç şey söyleyebilirim: Herkes onun insani değerlere yaklaşımını eleştiriyor. İnsani değerler önemlidir. Türkiye’de gericilerin, faşistlerin saldırdıkları kurumları, olayları eleştirmiyoruz. Biz kusurlarına rağmen onları korumak zorundayız. Türkiye demokratik bir ülke olsa, onları biz de eleştiririz. Bazı kurumlar vardır ki yanlışlarını bilir ve görürsünüz ama bağnazların baktığı gibi bakmazsınız. Örneğin Atatürkçülük içi boşaltılmış bir kalıp haline getirilmişken, onu eleştirmek insani değerlerle bağdaşmıyor. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu örneğin. Gençliğin büyük yanlışları oldu 1970– 1980 döneminde. Bunları hepimiz biliyoruz. Ama bu çocukları, hamamın nalınları gibi teker teker astılar. Asıl suçlular dışarıda ve onlar politika yapıyor. O zaman gençleri eleştirmek insan onuruna aykırı bence. Edebiyat bakımından konuşmuyorum. Edebiyat ayrı. Çocuklar şakır şakır asılırken, kalkacağım onların kusurlarını göstereceğim. Bu korkaklık olur. İster istemez iktidarın sırtını sıvazlamak olur.

– Sizce Ahmet Altan bu kusurları mı işledi?

– Okumadım kitabını. Fakat eleştirilerden onu algıladım. Eleştirilerden anlıyorum ki suçları gençliğe yüklemiş. Gençlere bu kadar alçaklık yapıldığı, suçlar yüklendiği, canlarıyla oynandığı bir dönemde bunları yazmak doğru değildir. Bekler, senelerce sonra yazardı.

– Siz de iktidarın olanca gücüyle DİSK’e yüklendiği dönemde Büyük Grev’i yazdınız.

– Ben DİSK üyesi Maden– İş Sendikası’nın grevini masal– öykü biçiminde eleştirdim. Bu doğrudur. Bana göre, patronların elinde stoklar vardı. Sendikayı greve sürükleyerek elindeki stokları eritti. Ben bunu yazınca, bana saldırdılar. Ben de kendimi savunmak zorunda kaldım. O sıradaki eleştirimle bu iş düzelebilir, sendika hatasından dönebilirdi. Grev durabilirdi. Onun için benim yazdığımla Ahmet Altan’ın yazdıkları arasında fark var.

– Çağdaşlarınızdan biri de Çetin Altan…

– Çetin Altan’ı sevmiyorum. Çok az insan beğeniyorum zaten. Çetin Altan’da büyük yazar mayası var, ama çok kusurlu. Çok az görüşüyoruz. Zaman zaman aleyhimde bulunuyor. Onlara aldırmıyorum. Örneğin demiş ki, (Ki Çetin Altan bunu der. Babası için de, karısı için de der… ) “Kendisine pasaport verilmediği için yönetimle uğraşıyor. Onun için dilekçelerle uğraşıyor. Aydınlar Dilekçesi’ni hazırladı.” Çetin Altan’ı bağışlıyorum. Bu konuda hiç bir şey demiyorum Çetin Altan’a. Bütün kusurlarına rağmen yazarlığını seviyorum. İyi yazar.

– Çetin Altan’a neden kızıyorsunuz? 1960’lı yıllarda sosyalizmin ideologluğunu yaptıktan sonra dönüş yaptığı için mi?

– Döner Çetin Altan… Bu çok doğal Çetin Altan için. Çetin Altan’ın karakteri dönücü bir karakterdir. Ben, Mehmet Ali Aybar’a Ali Ulvi’nin evinde, Çetin Altan’ın yanında, onu partiye almamasını, milletvekilliği için aday göstermemesini, partiye yazık edeceğini söyledim. (Bunu söylediğimi belki Çetin de, Aybar da unutmuş olabilir.) Aybar’ı uyardım. Ama Çetin politikaya girmekle kazandı. Yaşamı zenginleşti. Sonradan döndü. Dönücüdür o. Dönerken kendine inandırıcı son derece güçlü gerekçeler bulur. Bunu bildiğim için Aybar’ı uyardım. Çetin Altan böyle bir adam, memleketin renkli bir yazandır. Bütün dönmelerine rağmen konuşurken içtenlikle davranıyor.

–  Türkiye’de yazarlar neden birbirini sevmiyor dersiniz?

– Doğaldır bu. Örneğin çetin Altan’la Yaşar Kemal birbirini sevmezler. Yaşar Kemal’le Fazıl Hüsnü birbirine düşmandırlar. Çünkü hepsi Nobel’e adaydır. O alacak, ben alacağım, diye birbirine düşmandırlar ama belli etmezler.

– Sizin düşmanlığınız var mı?

– Ben hiçbirine düşman değilim. Ama sevmediğimi de açık açık söylüyorum.

– Nevzat Üstün’ün cenazesine gitmediniz. “Sağlığında sevmediğim bir adamın cenazesine ne diye gideyim” dediniz.

– O felaket… Hiç ama hiç sevmedim. Üstelik yazar da değildi. Yaşar Kemal yazar hiç değilse. Dağlarca şair, o babasının parasıyla direnerek şair kaldı. Ne yazar ne şairdi. Hiçbir şey değildi.

– Yusuf Ziya Ortaç sizi anlatırken, “ürkek, utangaç” diyor.

– Belki çekingenim ama ürkek değilim. Yusuf Ziya ile çalışmak istemiyordum. Çekingenliğim ondan geliyordu. Başka işim olsaydı onunla çalışmazdım. Nedenini şimdi söylemek doğru değil. Bana yardımları olmuştur. Bir de o dönemde o kadar ezik bir yaşam sürdüm ki. Kimsenin selam vermediği, herkesin kaçtığı bir adamdım. Çekingen olmamda bunun da etkisi oldu.

– İktidarlar için “sakıncalı” bir yazardınız. Ama buna rağmen çalıştınız. Durmadan takma adlar kullandınız. Takma adlarınızın sayısını hatırlıyor musunuz?

 – 200’e yakın takma ad kullandım. Birkaç kez kullandığım bir adı, benim olduğu anlaşılınca değiştiriyordum. Bazen de çalıştığım yerden ayrılmak zorunda kalıyordum.

– Yusuf Ziya Ortaç, Vali Fahrettin Kerim Gökay aracılığıyla Başbakan Adnan Menderes’ten izin alarak size yazı yazdırmış Akbaba’da.

– Vali Gökay’dan değil, doğrudan Başbakan Menderes’ten izin istemiş. Benim bundan haberim yoktu. Haberim olsaydı kabul etmezdim. Menderes’e açınca, “İyi olur,” demiş o da, “Hiç değilse kontrolümüz altında olur. Ne yaptığını biliriz.”

– 6 ,7 Eylül olayları nedeniyle devlet suçlu ararken, siz ve birkaç aydın sanık sandalyesine oturtulmuştu. Gerçekten yağmacılar sizler miydiniz?

– İstanbul’u yakıp yıktılar. Olayların düzenleyicisi iktidardı. Bu sonradan ortaya çıktı. Rumların evlerini, işyerlerini yakıp yıkarak yağmaladılar. Ama suçlu diye 50– 60 aydın ve yazar topladılar. “Siz yaptınız. İstanbul’u siz yakıp yıktınız!” dediler. Hapishaneye attılar. Bizi asacaklardı. Yassıada duruşmaları sırasında bir albay gelip söyledi. Daha önce biz de duymuştuk ama inanmamıştık. Hapisteyken asılacağımızı söylediklerinde gülmüştük. “İlgisi olmayan insanları nasıl asarlar?” diye. Ama şu kadarını söyleyeyim: o zaman asılsaydık, yağma ve yıkmaları bizim yapmadığımıza kimse inanmazdı. Herkes, yağmacı olmasalardı asılmazlardı, derdi. Çünkü öyle bir hava estirildi ki, biz bile inanmaya başladık. Şu İstanbul’u acaba biz mi yağmaladık?” diye.

– Asılmaktan nasıl kurtuldunuz?

– Şu bir gerçek ki İnönü o zaman büyük bir namusluluk ve yüreklilik örneği gösterdi. O terör havası, o suçlama ortamı içinde ortaya çıkıp, “Bunlar yapmadı; suçlu bunlar değildir,” dedi. Bütün tepkileri göğüsleyerek bize sahip çıktı. O da şöyle: O zaman Türkiye’ de televizyon yoktu. Ama hükümet bize iftira ederken dünya televizyonlarını unutmuş! Oysa yakıp yıkma ve yağmalamalar sırasında dünya televizyonları olayları çekip yayımlamış. Gösterilen filmlerin hiçbirinde bizler yoktuk. Bunun üzerine İnönü bizi savundu. Yoksa asılacaktık! Bir hâkim Albay Yassıada mahkemeleri sırasında, sıkıyönetim komutanının, “Bunları Eminönü Meydanında salkım salkım asacaksınız!” dediğini açıkladı. Bunları dinlerken tüylerim diken diken oldu.

– Salt sağdan değil, soldan da eleştiriler, suçlamalar geldi size.

– Sağ olsunlar, Onlar da suçlamalarını esirgemediler.

– Katkı dergisi vardı mesela.

– Evet, 12 Eylül’den önce. “Komünistim” demenin suç sayıldığı ülkede, o derginin başlık altında “TKP’nin yayın organı” cümlesi yer alıyordu. Kimse dokunmuyordu. Rahatlıkla yayınını sürdürüyordu.

– O dergide siz homoseksüellikle suçlandınız.

– Ne söyleyeyim yani? Nasıl savunayım kendimi? Birçok konuda olduğu gibi gülüp geçiyorum. Her türlü küfür arasına bu da karışacak tabii. Böyle komik iftiralar da olacak.

– Toplam 5,5 yıl hapis yatmışsınız. İlk cezanız 1950 yılında… Politzer’in Marksist Felsefe Dersleri’ni yayımladığınız için 16 ay hapis cezasına çarptırılmışsınız.

– 16 ay da gözetim altı cezası. Allahtan o ceza yeri İstanbul’du. Başka yerde olsaydı yanmıştım. 16 ay boyunca her gün gidip, polis karakoluna “Burdayım” diye İmza verdim.

– Cezaevinin sizde bıraktığı olumsuz etki?

– Cezaevinde olumsuz bir rahatlık içine giriyorsunuz. Çocuğunuz hastalanıp ölecek. Aç kalacaklar. Karınız kirayı ödeyemedi diye sokağa atılacak. Bunlar karşısında eliniz kolunuz bağlı, hiçbir şey yapamıyorsunuz. Hiçbir şey yapamamanın verdiği rahatlık, olumsuz bir rahatlık bu.

– Umutsuzluk, bir şey yapamamak da rahatsızlık değil mi? Bunu nasıl yeniyordunuz?

– İnsan kendini okumaya, yazmaya verince biraz unutuyor. Umutsuzluk umuda dönüşüyor.

– Birçok evden icra zoruyla atıldığınızı söylüyorsunuz.

– Çok az kazanıyordum. Kirayı ödeyemiyordum. Örneğin Akbaba dergisini ben dolduruyordum; başyazı ve çeviriler hariç her şey benimdi. Buna karşılık bana haftada 50 lira veriyordu Yusuf Ziya Ortaç. Vergi kesildikten sonra 45 lira geçiyordu elime. 40 yaşımdaydım. Bununla ev geçindirmek, çocuklara bakmak güçtü tabii.

– Altı ay İstanbul’da kaçak yaşamışsınız. Aç kaldığınızda çöp tenekelerinden pırasa alıp yemişsiniz.

– O daha değişik bir korkunçluktu. Kadıköy’de bir evin bodrumunu tutmuştuk. Bir süre orda gizlendim. Sonradan Tip milletvekili olan Ali Karcı yanımda çalışıyordu. Haftadan haftaya uğrayıp yiyecek getiriyordu. İki hafta gelmedi. Aç kaldım. Çöp tenekelerini karıştırıp yiyecek aradım.

– Bursa’da sürgünken Kuran dersi vererek para kazanmışsınız.

– O ayrı bir olay. Ellerim kelepçelenerek Bursa’ya götürüldüm. O gün de Bursa da Halkevi açılıyordu. Bando, mızıka çalınıyordu. Sokaklar, caddeler insanlarla doluydu. Ben, ellerim kelepçeli, iki jandarma arasında o kalabalığın ortasında yürüdüm. Jandarmalar bandonun havasına uyarak uygun adım yürümeye başladılar. Tüm ısrarıma karşın ara sokaklardan geçmediler. Bursa da bir otele yerleştim. Kimseyi tanımıyordum. Param yoktu. Bir ara yazmalar boyayarak, resim işleyerek para kazandım. Bu arada eski yazı, Kuran dersi verdim. Camide veriyordum. Sonra uyandılar; “Bir komünist çocuklara Kuran dersi veriyor,” diye. Öğrencilerimden hiçbiri gelmedi.

– 1950’li yıllarda sıkça içeriye girip çıkıyordunuz, Bir ara gazetelerde şöyle bir manşet atıldı: ‘’Azılı komünist Aziz Nesin Suriye’ye kaçmak isterken yakalandı!”

– Çok bunalmıştım. Kimse iş vermiyordu. Çıkardığım dergileri kapatıyorlardı. Normal pasaport aldım. Hac mevsimiydi. İktidar o zaman dileyen hacı adayına hemen pasaport veriyordu. Nüfus kâğıdımda adım Nusret olduğu için farkına varmadılar. Pasaport verdiler. İskenderun’a gittim. O gün Kore’ye asker gönderiliyordu. İstanbul’dan gazeteciler gelmişti. Bir arkadaşıma rastladım. O da Yüzelliliklerdendi. Uzun süre iş bulamayan, çalışmasına izin verilmeyenlerdendi. Akşam birlikte oturup yemek yedik. O ihbar etmiş.

– Türkiye’deki rejimi nasıl niteleyip adlandırıyorsunuz?

– Çağ değiştikçe ideolojiler de koşullara göre değişiyor. Yenilikler, ekler alıyor. Bugünkü emperyalizm, 1915’lerin emperyalizmi değildir örneğin; İkinci Dünya Savaşı yıllarına göre de her şey değişik. O zaman çokuluslu şirketler yoktu. Faşizm de 1930’ların faşizmi değildir.

– Nasıl bir değişiklik oldu?

– Faşizm bugün bağımsız değil, emperyalizme bağımlı. İşkencelerle, ikili hukuk sistemiyle, zorbalıkla ayakta durmaya çalışıyor. Emperyalizm de değişti. Sosyal adaleti gıdım gıdım vererek insanları uyutuyor. Din sömürücülüğünü yapıyor. Yoz kültürle kendine ortam hazırlıyor. Ulusalcılık, milliyetçilik yalanıyla yığınları uyutuyor.

– Aziz Nesin 12 Eylül’den sonra tek kişilik parti oldu,” diyorlar. Ne dersiniz?

 –  Bu savaşım da benim bir kazancım. Halkıma ve ilkeme karşı görevlerimi yerine getiriyorum. Ama çalışmalarım aksadığı için kişisel olarak kayba uğruyorum.

Bu söyleşi 80’i aşan sayıdaki eseri, çarpıcı kişiliği, edebi ve siyasi kimliği ile Türkiye’de yediden yetmişe herkesin tanıdığı yazar Aziz Nesin’le, Ekim 1986’da Playboy dergisi için Ahmet Kahraman tarafından yapılmış ve iki gün boyunca sürmüştür.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.