Babıali Baskını’ndan Bize Kalan Miras

Tarihte Neler Oldu | | Mayıs 20, 2022 at 7:19 am

1889 yılında kurulan ITC (Ittihat ve Terakki Cemiyeti) aslında ikinci meşrutiyetin(1908) ilanına da önayak olan ilerici bir hareket idi. ITF (İttihat ve Terakki Fırkası) olarak siyasi parti haline gelmesi ve daha sonra parti adına 23 Ocak 1913’de Babıali Baskınının başarı ile gerçekleştirmesinden sonra bu hareketin özgürlükçü doğası tam tersine dönüp “”tam mutlakıyetçi ve halk düşmanı”” bir yapıya büründü. İşte benim şimdi size anlatmak istediğim şey yakın tarihimize damga vuran ve devletimizin bugünkü hal-i pürmelâline dahi temel teşkil eden sosyoekonomik ahlakî yapının o gün atılan temelleriyle ilgili.

21 Kasım 1911 tarihinde İttihat ve Terakki (İTF) muhalifleri tarafından Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) kurulmuş ve kısa sürede yetmiş mebusu bünyesine alarak kuruluşundan yirmi gün sonra İstanbul’da yapılan ara seçimi tek oy farkla kazanmıştı. İktidarda yer alan İTF ise HİF’nın ara seçimlerden bir yıl sonra yapılacak olan Meclis-i Mebûsan seçimlerinde başarılı olma ihtimalini görmüş ve bir takım önlemler almıştı. Yeni kurulan HİF’nın yeterince örgütlenebilmesine fırsat vermeden bir erken seçime gitmek isteyen İTF hileli yollarla V. Mehmed’in Meclis-i Mebusan’ı feshetmesini sağlamış, bu şekilde Nisan 1912’de yapılan erken seçimleri de açık ara farkla kazanmıştı. “Sopalı seçimler” adıyla anılan ve muhalif milletvekili adaylarının dövülmesi gibi olayların da yaşandığı seçimlerde İTF dışından sadece altı kişi meclise girebilmişti.

Doğada olan herhangi bir şey neden oluyor? Tabii olabildiği için. Eğer engeller baskın gelse idi gerçekleşemezdi ve elde edilen sonucun fazladan zorluklar aşılarak başarılması dahi onu yavaşlatıp durdurabilirdi. Ama eğer siyaseten imkânsız gibi görünebilen bir iş kolayca ve hiç bir engelle karşılaşılmadan gerçekleştirilebilirse teşvik edilmiş oluyor ve onun ardından daha ilerisine, daha yukarısına teşebbüs edilmesine fırsat teşkil ediyor.

Seçimi kaybeden HİF seçim öncesi ve sırasında yapılan hileleri bahane göstererek kanun dışı yollar aramaya başlıyor. Bu sırada ordu içindeki haksızlıklardan ve askerlerin siyasete karışmasından rahatsızlık duyan bir grup subay Halâskâr Zâbitân adlı silahlı bir örgüt kurup Rumeli’de dağa çıkar. HİF yanlısı olan grup İstanbul’da bir dizi karışıklık çıkarmış Liberteryen Prens Sabahattin’in de desteğini almıştır. Gazetelerde sert bildiriler yayınlayan ve Askerî Şura’ya da bir muhtıra veren Halâskâr Zâbitân, Sadrazam Mehmed Said Paşa’nın istifa etmesine neden olur.

21 Temmuz 1912’de Ahmed Muhtar Paşa’nın sadrazamlığında ve (içinde hiç İTF üyesi olmayan ama üç eski sadrazam bulunduğundan dolayı “Büyük Kabine” adı verilen) partiler üstü bir hükümet kurulur. Temmuz 1912’de Halâskâr Zâbitân, Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey’e bir tehdit mektubu göndererek meclisin 48 saat içerisinde dağılmasını ister. Sadrazam Ahmed Muhtar Paşa, Meclis-i Âyan’dan geçirdiği yasanın sağladığı kolaylıkla 5 Ağustos 1912’de padişahın iradesiyle Meclis-i Mebusanı dağıtır, sıkıyönetim ilan eder. Balkan Savaşı’nın başlaması ve alınan kötü sonuçlar nedeniyle Ahmed Muhtar Paşa da istifa etmiştir.

Bu dönemde Britanya ile iyi ilişkileri olan Kâmil Paşa’ya 29 Ekim 1912’de hükümet kurma görevi verilir. Osmanlı Ordusu Balkan devletleri karşısında yenilgiler almasıyla Bulgar Ordusu’nun Çatalca’ya kadar gelmesiyle hükümet çıkmaza girer. Üç aydır işgal altında olan Edirne’nin daha fazla direnemeyeceği anlaşılınca İstanbul’dan Anadolu’ya taşınması da konuşulur olmuş. Savaş bu aşamada iken hükümet Balkan devletleriyle ateşkes yaparak Londra’da masaya oturur. Büyük devletler, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nın 23. maddesini öne sürerek Rumeli Eyaleti’ne bağlı bir birim olan Bulgaristan’ın içişlerine karışmaya başlar. Britanya, Fransa, İtalya ve Rusya Bâb-ı Âli’ye bir nota vererek Edirne’nin Bulgaristan Krallığı’na ve Ege adalarının kendilerine bırakılmasını isterler. Balkan Savaşları’nın ilk evresinde ordunun yaşadığı bozgunlar nedeniyle Kamil Paşa Hükümeti Londra Konferansı’nda önerilen Midye-Enez sınırını kabule yanaşmakla birlikte Edirne’yi Bulgarlar yerine uluslararası bir komisyonun yönetimine bırakma taraftarıydı.

Yunanistan’ın Selanik’i ele geçirdiği kasım ayından itibaren birçok İTF üyesi tutuklanıp Anadolu’ya sürülmüş, HİF ise kendi içerisindeki iktidar kavgaları nedeniyle dağılmanın eşiğine gelmişti. Bunun üzerine HIF hükümetten kendi üyelerine önemli görevler talep etmişse de bu talepleri kabul edilmez. Sonuç olarak hem İTF hem de HİF kendilerine mahsus nedenlerle Kâmil Paşa Hükümetine karşı husumet duyarak darbe hazırlıklarına başlamış ve işte 23 Ocak 1913’teki “Babıâli Baskını” da böyle bir ortamda gerçekleşmişti.

12 Haziran 1908 günü padişaha karşı ayaklanma başlatan subayların en kıdemlisi olan ve adı bazı suikastlara da karışan Binbaşı Enver “Hürriyet Kahramanı” ilan edilmişti. 23 Ocak 1913 günü ise Enver ve Talat yanlarındaki birkaç kişiyle gelip Babıâli’deki hükümeti basmış, harbiye nazırını tabancayla infaz edip, sadrazama istifasını zorla imzalatarak iktidarı resmen gasp etmişti. Bu şekilde gasp edilen iktidarı kullanarak hem ITF ve hem de hükümeti tam kontrol altına aldılar. Binbaşı Enver, Albay Cemal ve telsizci sivil Talat’ın (Üç Paşalar saltanatı) haline geldiği otokrat triumvirlik rejimi kuruldu.   

Bu olay belki de bu coğrafyanın tarihindeki raison d’état (hikmet-i hükümet) kavramının en önemli dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Çünkü ondan sonraki tüm büyük değişiklikler (savaşlar, imparatorluğun yıkılması, cumhuriyetin ilanı vb) o günün getirdiği büyük başkalaşımın yanında tali (ikincil) konumda kalmaktadır. 

Enver/Talat/Cemal üçlüsünün savaşın Osmanlı İmparatorluğu adına tam bir yenilgiyle sonuçlanmasına dek sadece 5 yıl 268 gün süren iktidarı bu coğrafyanın o günden bu güne olan yüz yıllık kaderini derinden etkilemiş ve daha sonra gelen tüm iktidarların icraatlarına belirgin bir damga vurmuştur.  

Belki tarihteki münferit birkaç olayı bugüne kadarki hikmet-i hükümete dair tüm kötülüklerin anası olarak görmem size abartılı görünebilir. Çünkü aslında tarihte gerçekleşen iyi veya kötü her olayın cereyan etmesine esas teşkil eden ve geçmişten gelen pek çok irtibat noktaları da bulunabilir. Hatta ona dayanarak belki “”tarihte bir ilk diye bir şey hiç yoktur”” da diyebilirsiniz. Ama geçmiş yüz yıllık tarihimize baktığımızda kurucu hükümetlerden başlayarak son 66 hükümet dönemi icraatlarının da hepsinde az veya çok bir şekilde kendini gösteren ve kısmen resmi hükümete kimi zaman da deep state (derin devlete) atfedilen yaklaşımların ortak bir çizgisi bir modus operandi’si var.  

Enver/Talat/Cemal üçlüsünün meclise ve Sultan’a bile haber vermeden ülkeyi gizlice savaşa (I. Dünya Savaşına) sokmalarının ardından ülkenin her yanı yangın yerine dönmüştü. Osmanlının komutası Almanlara verilen ordusunda 2.6 milyon asker mevcudu vardı. Resmi savaş kayıpları 325,000 ölü, 400,000 yaralı ve “İngiliz ve Ruslara” esir düşen 202,000 esir olmakla beraber, mütareke sonrasında sadece 323 bin asker kalmış olması bir milyon kadar askerin de kaçak durumda olduğunu gösteriyor. Sivil kayıpların ise hesabı yok, ama içeride (cephe gerisi bölgelerde) de bizzat Enver Paşa’nın Harbiye nezaretine bağlı olarak kurdurduğu “”Teşkilat-ı mahsusa””” sivil halka aman vermiyordu. Bugün dünyada resmen Ermeni Soykırımı olarak tanınan ve Osmanlı döneminde gerçekleştiği halde Türkiye Cumhuriyetinin yani “Türklüğün” sırtına yüklenen vahşet (Anadolu’nun yerleşik halde bulundukları çeşitli yerlerinden sürülen (tehcir edilen) kadın, çoluk, çocuk 1 milyon 404 bin kişinin savaş dışı nedenlerle ölümü – soykırım iddiası) işte o günlerin bize mirasıdır.

Savaş tam bir yenilgiyle sonuçlanınca Talat Paşa Sadrazamlıktan, Enver Paşa da Savaş Bakanlığından 13 Ekim’de istifa ettiler.(Üç paşa da hemen yurt dışına kaçtılarsa bulundukları yerlerde Ermeni militanlarca katledildiler)  

İzzet Paşa’nın kurduğu yeni hükümet “Mütareke müzakereleri” için bir komisyon görevlendirdi. Sultan, kayınbiraderi olan Damat Ferit Paşa’dan heyete başkanlık etmesini istedi. 30 Ekim 1918’de Mondoros’ta mütarekesi imzalandı. Türkiye ile mütareke imzalanmasının hemen ardından, Londra’daki Savaş Bakanlığına Osmanlı imparatorluğu’nun farklı bölgelerinden aşağıdaki iki kategoride özetlenebilecek türde rahatsız edici raporlar yağmaya başlamıştı;  

– Türk hükümetinde çalışan çeşitli kişiler, mütarekenin koşullarının yerine getirilmesini önlemek için geciktirici ve engelleyici edimlerde bulunmaktaydılar;
 – Türk birlikleri, Türk bölgelerinin dışında kalan ve müttefiklerin yasal yetkisinin bulunmadığı yerlerdeki kasaba ve merkezleri yağmalıyordu.

Türk resmi yetkililerini bu eylemlerini sürdürmekten vazgeçirmek üzere, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri eylemcileri bu gerekçeye dayanarak derhal tutuklamak ve müttefiklerin askeri yetkililerine teslim etmek için Türk hükümetinden yetki istedi. Etkin denetimlerinin dışında kalan bir bölgede istediklerini yaptırmaya çalışmaktansa, (Yeni) Türk hükümetinin bazı istenmeyen unsurları tutuklatıp İngiliz askeri yetkililerine teslim etmesinin daha verimli sonuçlar doğuracağını düşünmüşlerdi.

Ayrıca İngiliz Dışişleri Bakanlığından alınan talimatlar uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Komiseri Türkiye’de ve TransKafkasya’daki Ermenilere ve diğer ırklardan uyruklara zulüm yapmak, yağmaya katılmak, mülkiyete zarar vermek, vb kategorilere giren ihlallerden suçlu Türklerin teslimini mütareke hükümetinden talep etti.

Buna uygun olarak şöyle bir durum gelişti: İngiliz askeri mahkemesi işgal altındaki bölgelerde tutukladıkları suçluların yargılanmasını sürdürüyor, Türk hükümeti ise müttefiklerin işgali altındaki bölgelerin dışındaki yerlerde suç işlemiş görevlileri tutuklayıp İstanbul’da gözaltında tutuyordu.

Türk hükümeti ilk başta bu suçlularla bizzat ilgilenmeyi düşündü. Tarafsız hükümetlere tereddütlü yaklaşımlarda bulunup, toplu katliamların sorumlularına dair soruşturma yapmak üzere İsviçre, Danimarka, İspanya, İsveç ve Hollanda’dan ikişer temsilci almak suretiyle oluşturulacak bir mahkemenin kurulma olasılığını araştırdı. Ama İstanbul’daki hükümet, bazıları müttefiklerin, bazıları da kendisinin girişimleriyle tutuklanmış bulunan, nezaretindeki bu kişilerle uğraşmaktaki kudretsizliğini kısa sürede idrak etti. Ancak kesin bir harekette bulunulmadan önce, Türk cezaevi yetkilileri –inanıldığına göre- dağılmış olduğu halde hala büyük gücü bulunan İttihat ve Terakki Partisinden gelen baskılar sonucu ve “olasılıkla baş vezirin bilgisi dışında” 41 tutukluyu serbest bıraktılar. Bunun üzerine baş vezir tutuklananların gözaltında tutulmasından İngiliz yetkililerin sorumlu kılınmasını ve bu kişilerin İngilizlerin gözetiminde Malta’ya nakledilmelerini önerdi.

28 Mayıs 1919’da tutuklular müttefik nezareti altına alındılar ve bir kısmı İngiliz askeri gözetimine teslim edildi. On ikisi aynı yılın Eylül ayında oradan Malta’ya nakledilecekleri Mondros’a yollandı, elli beşi ise doğrudan Malta’ya gönderildi. Haziran 1919’da İstanbul’da hala genel siyasi suçlardan, Ermenilere zalimce muameleden ve toplu katliamlardan tutuklu olarak hapiste bulunan yüzden fazla Türk vardı.

İşte Vartkes Yeghiayan’ın İngiliz resmi belgelerine dayanarak hazırladığı “”Malta Belgeleri”” isimli eserinde ele geçirilebilen ve İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya gönderilen 150’ye yakın Osmanlı yönetici ve personelinin Birinci Büyük Savaş sırasında cephe gerisindeki vahşi eylemlerinin öyküsü anlatılmaktadır.

Kitap yazarın ifadesiyle savaşın izolasyon koşullarında kendi devletinin görevlileri tarafından yok edilerek servetine el koyulan bir halkın, ve bu servet üzerine yükselen ticaret burjuvazisinin, bürokratik burjuvazinin ve holdinglerin öyküsüdür. Malta Belgeleri kitabı çok sayıdaki tanıkların ve mağdurların anlatımı ve tanıklığını ayrıca Cumhuriyet’in kuruluş şifrelerini içermektedir.  2007 basımı 539 saffalık kitabın önsözünde şöyle anlatılıyor;

Malta Sürgünleri, sürgünlüğün bitiminden itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli görevlere gelmişlerdir. Malta Belgeleri’nde geçen kişilerin ailelerinin izini sürdüğümüzde karşımıza çıkan tabloda devletin sahiplerini görmekteyiz. İçişleri Bakanlığı‘nın biyografilerini yayınladığı 50 ünlü valinin dördü Malta sürgünüdür. Bu sürgünleri Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kademelerinde gördüğümüz gibi çocuklarına da yüksek kademelerde rastlıyoruz.

Tehcir bölgelerinde o tarihlerde bulunan mülki personelin ise, çok ilginç yaşamları olduğu görüldü: Kaymakamların, mutasarrıfların bu görev referanslarının geleceklerini belirlediğini gördük. Tehcir bölgelerinde görevli personelden bazılarının uygulamaları onaylamamaları yaşamlarına mal olurken, Diyarbakır vilayetine bağlı Beşiri’de Kaymakam Yardımcısı Ali Sabit EsSüveydi, Derik Kaymakamı ve Lice Kaymakamı Nesim Bey bu tavırlarını yaşamlarıyla öderken, şanslı olanlardan bazıları ise sadece görevden alınmışlardır. Konya Valisi Celal, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Bey azledilenler arasındadır. Ege’de Rum kökenli yurttaşların Midilli’ye geçmelerine yardımcı olup yaşamlarını kurtaran Foça Kaymakamı Ahmed Fend’in Rumlara yardımdan dolayı azledildiği sicilinde kayıtlıdır. Kurbanlara yardımcı olanlar arasında görevinden azledilmelerinden sonra “”kendi yaşamlarından endişe etmelerinden dolayı”” ülke dışına kaçanlar olmuştur.

Tehcir bölgelerinde çatışan mülki idare personelinin izini sürdüğümüzde bunların bazılarının faili meçhul cinayetlere uğradıkları ve sicillerinde “cinayetin nedeninin belirlenemediği” kaydedilmektedir. Mardin Mutasarrıfı Mustafa Hilmi, Akşehir’de Muhacirin ve İskân Müdürlüğünde Sevkiyat Komisyonu üyesi Ali Fehmi Bey’in sicillerinde öldürülme nedeninin ve öldürenlerin bulunamadığı kayıtlıdır.

Bazılarının sicillerinde Ermeni komitacılarca öldürüldüğü kaydedilmiştir. 1916 yılında Konya polis müdürlüğünde görevli Nabi Bey tehcir sanığı olarak iki yıl saklandığı Kars’ta 1921 tarihinde Ermeni komitacılarınca öldürülmüştür. Bunları şanssızlar sınıfında sayarken bazılarının ise bu bölgelerde ve tehcirde çalışmış olmalarının daha sonraki hayatlarında (bu görevleri referans alınarak) önemli yerlere getirilmelerini ve zirveye çıkmalarını sağladığını görmekteyiz.

Bu bölgelerde çalışıp Soykırıma bulaşan personelin Milli Mücadeleye atılanlar arasında ilk sırada olması da şaşırtıcı değildir. Bunlar arasında Bitlis Valisi Mazhar Müfit (Kansu) ve Van Valisi Haydar Hilmi (Vaner), Halis Turgut, Deli Halit Paşa, General Pertev Demirhan, Sarı Edip Efe, Ardahan mebusu Hilmi…  gibiler ilk akla gelenlerdendir.

Bazıları hakkında bir tarihten sonra bir bilgiye ulaşılamamıştır, 1915 Develi Kaymakamı ve 1916’dan sonra Der Zor Mutasarrıfı Salih Zeki ve 1914 Harput, 1915 Akçadağ ve 1918 Of Kaymakamı Mustafa Asım gibi Soykırım suçluları hakkında bir tarihten sonra bir bilgi yoktur. Soyadı Yasası bu gibilerin gizlenebilmesinde bir kolaylık sağlamıştır. 1915 yılı Diyarbakır vilayeti mektupçusu Veli Necdet’in (Sünkıtay) 1930’larda Ankara Ticaret Odası başkanı olarak ortaya çıkması Musul Valisi Memduh Sermet’in İzmir’e iş kurmak için giderken kazaya kurban gitmesi bu anlamda açıklayıcı olabilir. Bolu Mebusu Habip de Cumhuriyet döneminin mümtaz tüccarı olarak (bulgur kralı diye) anılmaktadır. Bu zanlıların daha sonra birlikte ticaret yapmaları da bu anlamda bir fikir verebilir. Soyadı Yasasının bu gibilerin yeni bir kimlik kazanıp gizlenmelerine yardımcı olmasında en büyük etken olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Eczacı Mehmet’in (Eczacıbaşı) de bir iş adamına dönüşmesi, Gayrimüslimlerin servetine el konularak zenginleşmenin sadece bir örneği olduğu, Anadolu’da bunlardan çokça bulunduğu, “tehcir zenginleri’ deyiminin Anadolu’da boşuna kullanılmadığını, Anadolu’nun tehcir zenginlerinin cenneti olduğunu tanımlayalım.

Soykırım yıllarında Ermeniler’in tehcir edildikleri yerlerin mülki amirleri, Muhacirin ve Aşairin Umum Müdürlüklerinde, Emniyet Müdürlüğü siyasi şube görevlileri ve iaşe Vekaletinde çalışan personelin Kuvay-i Milliyeci olmaları ve Milli Mücadeleye derhal koşmaları da bir tesadüf değildir. Buralara İTC tarafından özel personel olarak tayin edilmişlerdir. İaşe Nezaretinden Ahmet Nazif Göker, Muhacirin ve Aşairin’den Mustafa Maruf, Ahmet Faik Üstün, Kuvvayı Milliye’ye ilk katılanlardandır. Bunlar daha sonra önemli görevler almışlardır: Ziya Hurşit’in ağabeyi Malatya mutasarrıfı Ahmet Faik Günday, Ordu mebusu olacak, Edirne Belediye BaşkanIığı İskan Şube Müdürü. Teceddüt Fırkası kurucusu Edirne Müdafaa-i Hukuk yöneticisi İbrahim Zağra, yıllarca Edirne Ticaret Odası ve Belediye Başkanlığını yürütecektir. 1914-17 yılları arasında Midyat, Malatya ve Trablusşam Kaymakamlığında bulunan Mehmet Şükrü Yaşin Çanakkale mebusluğu görevine tayin edilecektir. Haberalma Şube Müdürü ve Siyasi işler Şube Müdür Muavinliği görevinde bulunan Ahmet Esat Uras. Emniyet Umum Müdürlüğüne, Valiliğe, TTK Üyeliğine ve Mebusluğa; Muhacirin ve Aşairin Müdür Muavini Ali Haydar Yuluğ, Ankara Belediye Başkanlığına; Van ve Bitlis Mektupçusu Ali Rıza Ceylan valiliklere; Sivas Mektupçusu, Palu ve Mardin Mutasarrıfı M. Kadri Necip Uçok valiliklere; Sivas Mektupçusu ve Yozgat Mutasarrıfı Mehmet Ata, mebusluğa ve Dâhiliye Vekilliğine, İstanbul Umum apishaneler Müdürü HasaaaaHapishaneler Müdürü Hüseyin Emrullah Barkan mebusluğa getirilirler. Örnekleri çoğaltmak olanaklı: İsmail Sefa Özler, lsmail Sefa Özler, İsmail Müştak Mayokam, Mehmet Vehbi Bolak, Mehmet Fuat Carım, Ömer Adil Tiğrel, Mehmet Fehmi Alta vb.

Soykırımdan arananlar da Milli Mücadeleye ilk katılanlar arasında yer almışlardır. Mazhar Müfit ve Haydar Vaner’in yanında aHasyTrablusşam Polis Şefi Arslan Toğuzata, Diyarbakır’dan Abdurrahman Şeref Uluğ, Hüseyin Tahir Güvendiren, Halil Rifat Şabanoğlu, Rüştü Bozkurt, Eskişehir ve Şarkîkarahisar Mebusu Ali Şuuri, Mazhar Germen, Tevfik Rüştü Aras, Refik Saydam, Memduh Şevket Esendal, Yenibahçeli Nail, Şükrü Saracoğlu ilk anda sayabildiklerimizdir. Soykırım plancılarından olduğu belirtilen İTC Merkezi Umumisinden Aziz (Hüseyin Aziz) Akyürek Cumhuriyet’in önemli valilerindendir.

Maltacılardan Hacı Adil Bey’in İstanbul Hukuk Fakültesi profesörlüğüne, Maltacı polis şefi M. Reşat Mimaroğlu’nun Danıştay Başkanlığına getirilmesi ironi olsa gerektir. Ancak uygulama okuyucuya çok tanıdık gelecektir. Uygulama yabancı değildir; darbeci generale (Kenan Evren) aynı fakülte fahri hukuk diplomasi vermiştir ve bir polis şefinin Adalet Bakanlığına getirilmesi yadırganmaz.

Soykırımla suçlananların ödüllendirilmelerinin örneklerini Vatana Hizmet tertibinden maaş alanları gösteren bütçenin “”Ç Cetvelinde”” de görebiliyoruz. Bulup inceleyebildiğimiz en eski 1955 Yılı bütçesinde Dersaadette salben idam olunan Urfa Mutasarrıfı Nusret, Şehidi Milli Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, Gebze havalisi Kumandanı iken şehiden vefat eden Yahya Kaptan, eski Bahriye Nazırı General Ahmet Cemal, Talat, eski Diyarbakır Valisi Reşit, Şeyhülislam Hayri, Ziya Gökalp, Topçu Binbaşılığından müstafi merhum Rıza, Kırşehir milletvekili Mehmet Rıza Silsüpür (Keskinli Rıza), Edirne Milletvekili Faik Kaltakıran, Gaziantep miJletvekili AIi Cenani, İstanbul Milletvekili Numan Ustalar, Muş Milletvekili İlyas Sami, Bitlis valisi Mazhar Müfit Kansu, Van Valisi ve Milletvekili Haydar Vaner, Fevzi Pirinçioğlu, Arslan Toğuzata, Rüştü Bozkurt, Hacı Bedir, Mazhar Germen, Süleyman Sırrı lçöz, Rauf Orbay, Eyüp Sabri Akgöl, Bekir Sami Kunduh gibi Soykırım zanlıları ile Malta sakinlerinin adlarını maddi olarak ödüllendirilenler arasında görmekteyiz.

Popüler tarihçi Murat Bardakçı, “Aslında Atatürk’ün Ermeni meselesine bakışının tek cevabı, verdiği mallardır. Atatürk, Ermenilerin öldürdüğü devlet adamlarının ve memurlarının ailelerine büyük maaş bağladı, onlara el konulan Ermeni mallarını kendi imzasıyla verdi. Talat Paşa’nın karısı en yüksek maaşlardan biri olan “vatana hizmet” aylığı alıyordu. Merkezi Umumi üyelerinin eşleri ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli mensuplarının hanımları da vatana hizmet aylığına bağlandı. En yüksek maaşı da Enver Paşa’nın kızı Mahpeyker Hanım aldı” der.

Malta sürgünlerinin ödülleri de çeşitlidir; kimine başvekillik, kimine vekillik, kimine mebusluk, kimilerine valilik ve kimilerine de başka yöneticilikler düşer: Malta’dan Ali Fethi Okyar ve Rauf Orbay gibi Başbakanları Fevzi Pirinçioğlu, Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, M. Şeref Aykut, Ali Seyit, Ali Cenani, Ali Çetinkaya gibi bakanlar, valiler, generaller çıkar. Sürgünlerden Anadolu’ya geçenlerin Malta dönüşü derhal mebusluğa tayin edilmesi ihmal edilmez.

Cumhuriyetin kuruluşunda Maltacıların harcı bulunduğu gibi bunların kökleri günümüze dek uzanmaktadır. 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan İnönü ‘nün restorasyon hükümetinde iki Maltacının çocuğu bulunmaktadır. Enver Paşa’nın kuzeni olan Hasan Tahsin Uzer’in oğlu Celalettin Uzer’in 1960 darbesinden sonra kurulan ittihatçı Paşa İnönü’nün 28. Hükümetinde imar ve iskân Bakanı Ziya Gökalp’in kuzeni Fevzi Pirinççioğlu’nun oğlu Vefik Prinççioğlu da aynı kabinede Devlet Bakanıdır. Enver’in eniştesi Kazım Bey (Orbay) 1944-46 yıllarında Genelkurmay Başkanı, 1960 askeri darbesinden sonra restorasyon meclisi başkanıdır. Bir bilgi olsun diye ünlü Teşkilat-ı Mahsusa Komutanı Fuat Bulca’nın yardımcısı Teşkilat-ı Mahsusacı General Fahri Özdilek’in de 27 Mayıs darbecilerinden biri olup restorasyonda Tabii Senatörlüğe getirildiğini de belirtelim. Şeyhülislam Hayri Efendi’nin devamı olarak eski bakanlardan ve ara rejim başbakanı Suat Hayri Ürgüplü de ayrı bir süreklilik sembolüdür.

Diyarbakır bölümünde adı geçen Aksularla, Göksuların akraba olduklarını, Hacı Bedir Ağa’nın torununun da bu günkü mecliste yeri olduğunu belirtmekle yetinelim. Maltacılar ve kurucular arasında akrabalıklar da önemlidir. Süleyman Nazif, Pirinççioğlu, Gökalp ve Germen’ler akrabadırlar; Tahsin Uzer, Enver, Cevdet, Kazım Orbay akrabadırlar. Ubeydullah Mahmut Esat Bozkurt’un dayısıdır. Hüseyin Tosun Dr. Reşit’in kardeşidir; Abdülhalik Renda Talat’ın kayınbiraderidir. Akrabalıkların yanında, aynı çevrenin insanları oldukları gibi sınıf arkadaşlığı gibi bağları mevcuttur. Bu bakımdan “Malta belgeleri” ile ülkenin kuruluş harcı arasındaki ilişkiler bir çözümsüzlük sürecinin bağıdır. Soykırımın günümüzdeki kökleri olarak önümüzde durmaktadır.””

Kitabın önsözünde sahıs isimleri verilerek bunlar anlatılıyor. Ama aslında şahıslardan bağımsız olarak bugünkü askeri ve mülki erkan ile o günküler arasındaki büyük harekat tarzı benzerliği çok açık. Babıâli Baskını’nın ardından  5 yıl 268 gün süren triumvirlik iktidarı döneminin bıraktığı günümüze kadar sürekliliği bulunan bir ırkçı, jingoist kültür mirasının olduğunu ve orduda, yargıda, medyada, akademyada, bürokraside siyasi partilerde işlevsel uzantıları bulunduğunu biliyoruz.

Faili meçhul gazeteci ve aydın cinayetleri, Gayrimüslim azınlıklara, Kürtlere, Alevilere, Nurculara, Masonlara, Sabetaycılara vb daha adını bilmediğimiz nice azınlık gruplara karşı gizli ve açık yürütülen bir operasyonelliğin bulunduğunu ve sürekli bir tür beka savaşı yürütme iddiasındaki “derin devlet” adı verilen ve kamusal gücü olan bir özel harp yapılanması olduğunu görsek dahi varlığını iddia edemiyoruz.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.