Dünden Bugüne 1908 Devrimi
Tarihte Neler Oldu | Aykut Kansu | Temmuz 10, 2022 at 9:55 amTürk tarihçileri olarak çağdaş Türkiye’nin temellerinin atıldığı 1908 Devrimi’nin tam olarak ne anlama geldiğini, üzerinden bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, hala hakkıyla anlayabilmiş ve açıklayabilmiş değiliz. Doğal olarak, klasik tarihçiliğimizin sunduğu anlatım çerçevesinde, 1908 yılında meydana gelen olayların oldukça kapsamlı bir kronolojisini ve ‘İkinci Meşrutiyet’ dediğimiz dönemin üstünkörü bir siyasal tarihini elbette biliyoruz; fakat tüm bu olaylar zincirinin Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve sosyal hayatında son derece önemli bir dönüm noktası olduğu gerçeği üzerinde yeterince durmuyoruz. Türkiye tarihi açısından 1908 Devrimi’yle önemli bir dönüşümün gerçekleştiğini ve bu dönüşüm sürecinde bugüne kadar geçirdiği çeşitli bunalımlara rağmen bu devrimin ‘kalıcı’ olduğunu düşünürsek, doksan yıl önce Türkiye’nin geçirmiş olduğu devrimin nitelikleri üzerinde, kısa da olsa, tekrar düşünmenin ve bazı noktaları tartışmaya açmanın gereği kendiliğinden ortaya çıkıyor.
1908 Devrimi bir anlamda ‘geç kalmış’ liberal bir devrimdi. On sekizinci Yüzyıl sonunda Fransa’da başlayan ve dalga dalga önce Avrupa’nın diğer ülkelerine, sonra da Dünya ‘ya yayılan özgürlükçü düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmış bir dönüşümün halkalarından biriydi. 1905’te Rusya’daki devrimin ardından 1906 yılında İran’da gerçekleşen ve mutlakıyetçi, otokratik rejimlere karşı çıkışı simgeleyen devrim çabalarından da konjonktürel olarak hayli etkilenmiş olmasına rağmen 1908 Devrimi’nin esas ilham kaynağı 1789 Fransız Devrimiydi. Bu etki öylesine güçlüydü ki 1908 Devrimi’nin sloganları bile 1789’daki özlemlerin aynısıydı: “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” – yani, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ya da Fransızca orijinaliyle, “Liberté, Egalite, Fraternite” Bu sloganlar devrimci hareketi örgütleyen İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin hazırlattığı ve Makedonya’daki devrim taraftarı her evde Devrim günü sokaklara çıkartılmak üzere saklanan bayraklara işlenmişti ve devrimcilerin neyi amaçladıklarının en açık ve seçik deliliydi. Hem devrimin ilk heyecanlı günlerinde, hem de Meclis için yapılan seçimlerde bu sloganlar yalnızca Türkler tarafından değil, bu yeni ve özgürlükçü düzende kendilerine saygın bir yer edinerek birinci sınıf vatandaşlık haklarının hepsinden yararlanmak isteyen tüm Yurttaşlar tarafından büyük bir inançla tekrarlanacaktı.
Bu özgürlükçü özlem her ne kadar söylem düzeyinde demokratik, sosyal demokrat veya sosyalist özlemlerle benzeşse de öz itibariyle liberaldi –yani, Türkiye’de siyasette rol oynamak isteyen ve ekonomik haklarını liberal bir hukuk düzeni içeren bir anayasal çerçevede garanti altına almak isteyen burjuva sınıfının istemlerini ön plana çıkarmaktaydı. Bunu göz ardı eden ve ‘devrim’ sözüyle yalnızca sosyalist veya komünist devrimi anlamaya eğilimli kimseler açısından Türkiye’deki 1908 Devrimi doğal olarak şüpheyle karşılanan ve dolayısıyla kötülenen bir olay olmaya bugün de devam ediyor.
Yalnız şunu hemen belirtmek gerekir ki, her ne kadar 1908 Devrimi Türkiye’deki burjuvazinin ekonomik, siyasal ve sosyal haklarını öncelikli olarak savunan ve bu savunmayı hem mutlakıyetçi devlete hem de kendisini tehdit edebilecek diğer sınıflara karşı yapmışsa da, söylem düzeyinde ve yeni egemen ideolojinin oluşumunda, eski düzenin ideolojik söyleminin tam tersine, ilerisi için başka sınıflar tarafından da –muhtemelen kendisine karşı– kullanılabilecek ögeler içermekte ve bu anlamda ‘evrensel’ değerler de taşımaktaydı.
Bu evrensel değerler içinde uzun vadede en önemlisi doğal olarak ülkede yaşayan herkesin ‘tebaa’ konumundan çıkarılarak ‘vatandaş’ ya da ‘yurttaş’ konumuna getirilmesiydi. Herkesin yasalar önünde eşit olması 1908 Devrimi’nin önde gelen prensiplerinden biriydi. 1908’den önce Türkiye’de bir arada yaşayan etnik gruplar toplu olarak devlet karşısında ‘tebaa’ konumundaydı ve devlet yönetimini elinde tutan grubun karşısında ikinci sınıf insan konumundaydı. Yalnızca devleti yönetenlerle yönetilen tüm tebaa arasında değil, tebaanın kendi arasında da modem devlette var olması mümkün olmayan farklılaşmalar mevcuttu. Örneğin Arnavutlar gibi bir etnik grup sırf etnik özelliğinden ötürü vergi yükümlülüğünden muaftı. Gayrimüslim olarak sınıflandırılanlar askerlik yapma hakkından yoksundu. Modern bir devlette olması söz konusu bile edilemeyecek bir şey –devlet tekeli dışında özel ordu kurma ve besleme işi– ülkenin doğusundaki Kürt beylerine mutlakıyetçi devlet tarafından tanınmış bir ayrıcalıktı. ‘Hamidiye Alayları’ olarak bilinen bu özel ordular yöre halkı arasında korku salmıştı. Kısacası, modem devlet vasfı taşımayan bu mutlakıyetçi yönetim altında yaşayan tebaa herkesin aynı hukuk düzenine tabi olmadığı bir düzende hem kendilerine hem de başkalarına karşı yapılan haksızlıklar karşısında oldukça çaresiz bir biçimde yaşamaktaydı. 1908 Devrimi ile birlikte eski düzenin bu modern olmayan hukuk anlayışı terk edilerek yerine herkesin birinci sınıf vatandaş olduğu bir anayasal düzen getirilmeye çalışıldı. Belki de 1908 Devrimi’yle birlikte Türkiye’de yaşayanlar, özellikle de ‘azınlık’ olarak tanımlanan gruplara dâhil olarılar, ilk defa olarak birinci sınıf vatandaş olmanın gururunu, kısa da olsa, yaşama fırsatını elde ettiler. Türkiye tarihinde ilk –ve belki de son defa olarak– farklı etnik kimlikleri olanlar eşit haklardan yararlanmak amacıyla bir araya gelip önlerini tıkayan eski devleti tüm üst yapı kurumlarıyla birlikte tarihe gömmek istediler. 1908 yılına yaklaşırken ve Devrim’den sonraki birkaç yıl içinde o zamana kadar görülmediği ölçüde ve mutlakıyetçi devletin ve eski rejimden çıkarları olanların tüm kışkırtmalarına rağmen toplumun hemen hemen tüm katmanlarından ve farklı etnik gruplardan oluşan bir koalisyon var olan devlet yapısını yıkmak üzere çaba harcadı. Yapılan, eski bir devlet düzeninin yıkılmasıydı, devletin kurtarılması değil.
1908 yılına yaklaşıldığında, imparatorluk sınırları içindeki hoşnutsuzluklar artık devletin baş edemeyeceği boyutlara ulaşmış bulunmaktaydı. Makedonya’da 1903’deki lllinden Ayaklanması’ndan beri tam anlamıyla sağlanamayan ‘huzur’ 1906 yılından itibaren Anadolu’da da bozuldu. Huzuru bozan, ‘ağır’ olarak nitelenen ama aslında nedeni ‘haksızlık’ olan vergilerdi. Devletin bütçe açığını kapamak amacıyla 1906 yılı başında koyduğu yeni vergiler bir anlama bardağı taşıran son damla oldu.
Ayaklanmayı örgütleyen varlıklı sınıfların vergiyi ödeyememekten doğan bir sıkıntıları tabii ki yoktu; ama yoksulların da bu kavgada desteğini sağlamak amacıyla, yeni vergilerin halk arasında yıkım yarattığı iddiası –hiç olmazsa yoksul kitleler göz önüne alındığında– gerçekliğin bir parçası olarak rahatlıkla kullanılabilirdi. Nitekim kullanıldı ve başarılı oldu. Ancak, vergi ayaklanmalarının bundan çok daha önemli bir boyutu daha vardı. O da, temsil sorununu gündeme getirmesiydi. Artık vergi Yükümlüleri, hangi sınıftan olursa olsun, hangi vergilerin konacağı kendi rızaları alınmadan, ne miktarda alınacağı kendilerince onaylanmadan ve nereye harcanacağı bilinmeden vergi vermek istemiyordu. Devlete karşı yürütülecek bir yıkım hareketinde bundan daha doğal ve etkili bir mekanizma düşünülemezdi. Eğer vergi ayaklanmaları başarıya ulaşırsa devlet aygıtının çarkları dönmez hale gelebilirdi. Pratik yönden çok anlamlı ve amaçları açısından son derece tutarlı olan bu hareketin soyut düzlemde ‘temsil sorunu’ olarak adlandırılabilecek ‘halk’ın yönetime katılması sorunu ile bağlantısı son derece açık bir biçimde ortaya atıldı. Halkı devletin adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmaya çağıran bildirilerden birinde açık olarak bu ortaya konulmaktaydı: Kişiler devlet katında temsil edilmeden, yani serbest seçimler sonucu oluşturulacak bir meclis toplanmadan artık kimse vergisini vermeyecekti. Kısacası, verginin meşruiyeti özgürlükçü düşüncede son derece açık bir biçimde tartışıldığı şekliyle ortaya çıkmıştı –temsil mekanizması olmadan devlet kimseden vergi toplayamazdı. Fransız Devrimi’ni ateşleyen sorunlardan biri ve belki de en önemlisi yine aynı şekilde meşruiyeti sorgulanan vergilerdi.
‘Devrimi yapanlar, bunu gerçekleştirip mutlakıyetçi yönetimi devirdikten sonra ne yapacaklarını bilmiyorlardı’ tarzı iddialar Türk tarihçileri arasında nedense 1908 Devrimi’ni kötülemek için çok sık başvurulan yollardan biridir. Hâlbuki hem olayların akışına, hem de Devrim’den önce ve sonra söylenenlere yeterince kulak verilirse görülür ki amaç yalızca meşruiyetini toplumdaki farklı sınıflar katında yitirmiş olan devletin yıkılması değildi. Yıkılanın yerine ne konulacağı da düşünülmüştü.
Toplumdaki adaletsizliklerin ve haksızlıkların kaynağı olarak, var olan mutlakıyetçi rejim eleştirilmekte ve bunun özgürlükçü temsil mekanizmalarına dayanan ‘modern’ bir yapıyla değiştirilmesi öngörülmekteydi. Bu, ‘liberal demokratik’ yapı, ‘meşruti monarşi’ ya da daha radikal bir biçimde ‘cumhuriyet’ şekliyle gerçekleştirilebilirdi. Devrim’in hem öncesinde hem de sonrasında sorumlu konuma gelenlerden Enver Bey –sonra, Paşa– daha Devrim’in doğru- dürüst başarıya ulaşıp ulaşmadığının kuşkulu olduğu ilk günlerde İttihad ve Terakki adına yabancı basın mensuplarına verdiği demeçte açıkça amaçlarının bir kurum olarak mutlakıyetçi monarşiden kurtulmak olduğunu ve Padişah’ın ancak Kanun-u Esası hükümlerine uyduğu takdirde Cemiyet tarafından destekleneceğini söylemekte hiçbir mahzur görmemekteydi. Yabancı basın da monarşinin sonunun ne zaman geleceğini tartışmaya açmıştı. Tabii ki böylesine radikal bir değişiklik için İttihad ve Terakki’nin kurmuş olduğu koalisyonun çok güçlü olması gerekiyordu ve bu koalisyonun çok güçlü olmadığının İttihad ve Terakki de farkındaydı. Daha Devrim’den önce, işbirliği yaptıkları gruplardan birinin –Prens Sabahaddin’in başında olduğu Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin– amacının kendi amaçlarıyla aynı olmadığını anlamışlar ve Devrim başarıya ulaşır ulaşmaz Prens Sabahaddin’in kendisinin Devrim’i gerçekleştirenlerden biri olduğu iddiasını kamuoyunda ısrarla yalanlamışlar ve Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad gibi gerçek amaçlarının birkaç yıla kalmadan ne olduğunun tam anlamıyla ortaya çıkmasını beklemeden koalisyonun kendileri açısından çürük gördükleri kısımlarını saf dışı bırakmayı tercih etmişlerdi. Bu, doğal olarak, tutarlılık adına sağlam bir adım olmakla birlikte, Abdülhamid aleyhtarı cephenin zayıflaması anlamına gelmekteydi. Nitekim, 1908’den sonraki İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin anayasal sorun hakkındaki görüşlerine bakarsak, kısa ve orta vadede saltanatın ortadan kaldırılması konusunun zamana bırakıldığını görürüz. Fakat İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin, saltanatın, diğer meşruti monarşilerde de olduğu gibi, içinin boşaltılarak yalnızca görüntüsel bir şekle sokulması çabalarını 1908 yılının Ağustos ayından beri ısrarlı bir biçimde sürdürdüğünü görmekteyiz. Artık Padişah’ın kabine üyelerini atama yetkisi kesinlikle olmayacaktı. Bu konuda daha ilk günden beri ısrarlı olan Cemiyet liderlerinin hem Ağustos 1908’de, hem de Şubat 1909’da sebep oldukları hükümet bunalımlarını ve mutlakıyetçi rejimin belirleyici unsurlarından biri olan hükümet üyelerini bizzat atama ve azletme yetkisini savunan Kamil Paşa’yı iktidardan bu nedenle düşürdüklerini hatırlamakta fayda var. Rejimin niteliğini belirleme anlamında son derece önemli olan bu prensip yüzünden Nisan 1909’da aralarında Prens Sabahaddin ve Kamil Paşa’nın da örgütleyici olarak bulundukları bir karşı-devrim hareketi ortaya çıkacak ve İttihad ve Terakki Cemiyeti ancak kurduğu yeni bir koalisyonla bu karşıdevrim teşebbüsünün üstesinden gelebilecekti. 1909 yılında 1876 Kanun-u Esasisi üzerinde yapılan değişiklikleri bu açıdan değerlendirirsek görürüz ki, anayasal düzen hukuki açıdan tamamen meşruti monarşi haline getirilmiştir. Yani, Padişah’ın siyasette törensel rolü dışında hiçbir rolünün kalmadığı bir düzen kurulmuştur.
Nihai amaç olan ‘cumhuriyet’in kurulması, yani saltanatın tümüyle ortadan kaldırılması ve liberal demokratik yönetimin ‘ideal’ şekli olarak görülen anayasal düzenlemenin gerçekleştirilmesi için egemen ideolojinin içeriğini bu yönde güçlendirmeye yönelik propaganda faaliyetinin kamuoyunda yapıldığını ve işte eğitimin rolünün çok önemsendiğini 1908 Devrimi’nden sonra içerikleri gözden geçirilerek yeniden yazılan okul kitaplarındaki bu konuyla ilgili görüşlere göz atmamızda fayda var. 1908 sonrası yurttaşlık bilgisi kitaplarında hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde ‘cumhuriyet’ övülmekte ve nihai amacın bu olduğu belirtilmekteydi.
Fakat bunun gerçekleştirilebilmesi için saltanatın itibarını tamamıyla yitirmesi gerekiyordu. Almanya’da, Avusturya’da ve Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de bu olayın gerçekleşmesi ortak bir nedene bağlı olarak gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’nın kalıcı sonuçlarından biri olarak önce Rusya’da Romanov sülalesi, ardından Almanya’da Hohenzollern ve Avusturya’da Habsburg sülaleleri tarihe karışırken Türkiye’de de 1922 yılına gelindiğinde Osmanoğulları sülalesi kalan itibarının tümünü yitirerek geride hiçbir iz bırakmadan tarih sahnesinden silindi ve 1908’den beri düşlenen ‘cumhuriyet’ Için öndeki en büyük engel -saltanat- ortadan kalkmış oldu.
‘Cumhuriyet’ adıyla anılan anayasal düzenin ne anlama gelmesi gerektiğini 1908 Devrimi’nden önce İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne giren ve 1918 sonrası siyaset sahnesinde parlayan Rauf Orbay, siyasal hayatının sonlarına geldiği 1923 yılının Kasım ayında Tevhid-i Efkar ve Vatan gazetelerine verdiği demeçte çok açık bir şekilde ifade etmişti. Benzer görüşleri bir kere daha, bu defa çok daha açık bir şekilde, Halk Fırkası Heyet-i İdaresi’nin 22 Kasım 1923 tarihinde yaptığı toplantısında dile getirildi: “Bilinsin ki her cumhuriyet bila kayd-ü şart hâkimiyet-i milliye değildir. Fakat bila kayd-ü şart hâkimiyet-i milliye tekâmül etmiş cumhuriyettir. Bunun için ısrar ediyorum… Tekrar ediyorum ki, hakimiyet-i milliyenin tekamülü cumhuriyet değildir. Cumhuriyetin tekâmülü hâkimiyet-i milliyedir. “Hakimiyet-i Milliye’den 1920’li yıllarda anlaşılan, liberal demokrasi prensiplerinin yönetime hakkıyla yerleşmesi idi; ve ‘cumhuriyet’ rejiminin de, bunu gerçekleştirmede iyi, meşruti monarşiden çok daha iyi bir araç olduğu konusunda kamuoyunda hiçbir tereddüd yoktu.
Bu anlamda, liberal demokrasi varılması arzulanan nihai bir amaç olarak 1920’li yıllar ve sonrasında Türkiye siyasetinin hep gündeminde kalmış bir konudur. Gerçi 1930’lu yıllarda bu ideal, egemen ideolojinin belirleyici özelliğini oluşturmuyordu, ama yine de liberal demokrasinin temel taşlarından biri olan temsil mekanizması –yani, seçmenlerin iradelerini yansıtan bir meclis ve meclisin çoğunluğuna dayanan bir hükümet yapısı– reddedilemeyecek kadar Türkiye’de kök salmış bir yapıydı. Uzun vadede anayasal düzen anlamında 1908 Devrimi’nin Türkiye’de kalıcı olarak yerleştirmeyi başardığı en önemli işlerden biri “artık Türkiye’de iktidarın halkın katılımı olmadan gerçekleşemeyeceği ve seçilmiş bir meclise dayanmayan bir iktidarın hayal bile edilemeyeceği” fikriydi. Bu fikrin egemenliğini 1912 yılından beri Türkiye’deki anayasal düzenin başına gelen oldukça sık askeri darbeler bile sarsamadı. 1912 Temmuz’undaki askeri darbe ile kapatılan Meclis-i Mebusan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin 1913 başında gerçekleştirdiği bir karşı-darbe ile tekrar açılmış ve liberal rejim rayına oturtulmuştu. 1918 sonrasında mutlakıyetçi monarşi taraftarlarının iktidar boşluğundan yararlanarak eski düzene geçme çabaları yine sonuçsuz kalmış ve 1919’da yeni seçimler yapılarak Meclis-i Mebusan açılmış ve Türkiye’nin kaderini eline almak istemişti. Misak-ı Milli’yi kabul ederek direnişi başlatan bu meclisin monarşist güçlerin davet ettiği işgal güçleri tarafından kapatılması da bir sonuç vermemiş ve Anadolu’daki direniş hareketi dayanak noktası olarak yine bir meclise –Büyük Millet MecIisi’ne– başvurmak zorunda kalmıştı. Meclis onayı almamış yönetimlerin meşruiyetlerinin olmayacağı inancı 1920’lere gelindiğinde öylesine yerleşmiş bir olgudur ki, her ne kadar 1946 yılına kadar Meclis’e serbest seçimlere müsaade edilerek iktidara muhalif bir parti sokulmamışsa da, anayasal düzen anlayışı olarak meclisin üstünlüğü prensibinden vazgeçilememiştir. 1960 ve 1980 darbeleri her ne kadar halkın özgür iradesini yansıtan iktidarları devirmiş ve meclisleri kapatmış olsa da egemen ideolojide yerini muhafaza edegelmekte olan ‘temsili hükümet’ modelini açıkça reddedememiştir. Hatta, her askeri darbe sonrası, darbeyi yapanlar darbenin, ‘temsili hükümet’ modelinin işleyişini garanti altına almak için yapıldığını ve en kısa zamanda seçimlere gidilerek yeni bir meclisin kurulacağı ve meclis iradesine dayanan hükümetlerin iktidara geleceği güvencesini vermek zorunda kalmışlardır. Eğer darbe ile iş başına gelenler ortaya yeni bir anayasal model koyamıyor ve çaresizlikle kendilerini yine aynı modele sadık kalma sözü vermek durumunda buluyorsa, bu 1908 Devrimi’nin ideali olan liberal demokrasi fikrinin Türkiye’de ne kadar güçlü bir şekilde kök saldığının iyi bir kanıtıdır.
1908 Devrimi ile kurulması düşünülen düzen yalnızca şimdiye kadar bahsi geçen liberal demokrasi fikrinin Türkiye’de egemen olması ile sınırlı değildi. 1908 Devrimi’ni gerçekleştirenler bu anayasal çerçevenin temelde o zamana kadar süregelmekte olan ekonomik düzenden farklı bir düzenle desteklenirse başarılı olabileceği inancını da taşımaktaydılar. Soruna mülklü sınıflar ve bu sınıfların uzun vadeli çıkarları açısından bakarsak, ekonomik yapıdaki dönüşümün en az siyasal yapıdaki dönüşüm kadar önemli olduğunu teslim etmemiz gerekir. 1908 yılına kadar varlığını sürdüregelerı eski düzen yalnızca siyasal yapıda değil ekonomik yapıda da artan ölçekte tıkanıklıklara yol açmaya başlamış ve mülklü sınıfların özlemlerini tatmin etmek şöyle dursun, bu özlemleri artan boyutlarda engeller bir vaziyet almıştı. 1880’li yıllardan başlayarak mülklü sınıfların artık örgütlü olarak ekonomik taleplerini gündeme getirmiş olduklarını biliyoruz. 1879 yılında kurulması bir irade ile kabul edilen, fakat, ancak 1882 yılı başında açılmasına izin verilen Dersaadet(İstanbul) Ticaret Odası, her ne kadar yönetici kadrosu mutlakıyetçi yönetim tarafından kontrol altında tutulsa da, yeni mülklü sınıfın ekonomik çıkarlarını oldukça açık bir şekilde tartışmaktaydı. Dersaadet Ticaret Odası’nın resmi yayın organında açıkça belirtildiği üzere, Türkiye’nin ulaşım altyapısı ülkenin limanları ile iç bölgelerini birbirine ekonomik anlamda bağlayacak bir karayolu ve demiryolu şebekesi ile donatılmalıydı. Ülke sınırları içinde bütünüyle eski düzenin bir parçası olan iç gümrükler kaldırılmalı, Almanya’da 1870’de gerçekleşen “zollverein” gibi Türkiye sınırlan içinde bir gümrük birliği kurulmalı ve bu yolla ülke toprakları ekonomik anlamda bütünleşmeliydi. Bunun yanı sıra devlet, gümrük tarifelerini yeniden düzenleyerek, ticaret ve sanayi dışarıdan gelecek rekabete karşı yeterli düzeyde koruma altına almalıydı. Devletin tarımsal, ticari ve sınai kredi ihtiyacını karşılayacak kurumlar oluşmasına, yani özel bankalar kurulmasına, engel olmaması istenmekteydi. Sanayileşmenin önünde bir engel olarak görülen devlet veya devlet destekli özel teşebbüs tekellerine son verilmeli ve bu alan serbest rekabete açılmalıydı. Tarım da dâhil olmak üzere ekonominin tüm dallarında çok ortaklı ve büyük ölçekli girişimlerin önündeki hukuki engeller kaldırılmalıydı. Tüm bu istekler devletin öncelikli olarak kapitalistleşme önündeki engelleri kaldırmasını, ayrıca da bu yönde bir dönüşüme yardımcı olmasını hedeflemekteydi.
Türkiye ekonomisinin 1908’le başlayan süreç içinde hızlı bir şekilde kapitalistleştiğini kabul etmemek mümkün gözükmüyor. 1908-öncesi ekonomik taleplerin 1908 Devrimi’nin hemen sonrasından başlayarak birer birer ortaya atılmış olan öneriler doğrultusunda yerine getirilmiş olduğunu görmekteyiz. Devrimin hemen ertesinde henüz yeni iktidar tam anlamıyla rayına oturmamışken gümrük duvarlarını yükseltmek için –buna kapitülasyonları kaldırma teşebbüsü de diyebiliriz– yabancı devletlerle müzakerelerin başlamış olması bu konuda Ittihad ve Terakki Cemiyeti’nin ne kadar kararlı olduğuna iyi bir kanıt teşkil eder. 1909 yılından itibaren Türkiye’de iç gümrüklerin kaldırılıp gümrük birliğinin sağlandığına, yapılan hukuki düzenlemelerle serbest girişimin önündeki bürokratik engellerin kaldırıldığına, sermaye birikiminin sağlanması ve güvence altına alınması için yapılması gereken işlerin çok büyük bir bölümünün gerçekleştirildiğine, 1913 yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ve alınan diğer kararlar ile Türkiye sanayiinin tekelci olmayan bir şekilde gelişmesi için devlet desteği sağlandığına, ulaşım ağının geliştirilmesi için uzun vadeli yatırım planları yapılması ve bunların bir kısmının yürürlüğe konulmuş olmasına şahit olmaktayız. Dönemin ekonomisi incelendiğinde 1908 sonrası dönüşümün boyutları çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Kapitalist ekonominin yerleşmesi ve gelişmesi için yapılan tüm bu hukuki değişiklikler arasında 1909 yılında çıkarılan re Türkiye’de grevi yasaklayan Tatil-i Eşgal Kanunu’nu da görmekteyiz. Bu da bize 1908 Devrimi’nin tam anlamıyla hangi sınıfların çıkarlarını koruyup kolladığı konusunda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir ipucu vermektedir. 1908 Devrimi’ni gerçekleştirenler özgürlük, kardeşlik ve eşitlikten bahsediyorlardı, fakat bu kavramların içi 1789’dan beri mülklü sınıflar tarafından liberal düşünce geleneği çerçevesinde doldurulmuş kavramlardı. Yani, her ne kadar bu kavramlardan soyut olarak anlaşılması gereken başkaysa da mutlakıyetçi eski düzene karşı çıkıldığında mülklü sınıflar dışındaki sınıfların da bu koalisyona katılmalarını sağlama amacıyla bilinçli olarak bu kavramların çerçevesi açık bırakılmış ve sonra daraltılarak somutlaştırılmıştı. Yalnızca grev yasağı değil 1908 yılından başlayarak yapılan meclis seçimleri de liberal anlamda kapsamı daraltılmış bir şekilde uygulanmıştı. Türkiye’de de liberal ülkelerde On dokuzuncu Yüzyıl boyunca uygulanmış olan ve Yirminci Yüzyıl başında da uygulanagelen seçim kanunlarının bir benzeri uygulanmış ve seçmen olma sıfatı yalnızca toplumun erkek nüfusuna tanınmıştı. Ayrıca ve çok daha önemlisi, bu erkek nüfusunun da kanunen belirlenmiş oranda vergi veren mülklü sınıfların üyelerini kapsayıp mülksüz sınıfları dışarıda bırakacak şekilde düzenlenmesine özen gösterilmişti. Hem anlayışa, hem de uygulamaya bakılırsa 1908 Devrimi ile liberal bir düzenin kurulduğunu, bunun sınırının en fazla liberal demokrasiye kadar genişlemesine müsaade edildiğini görmekteyiz. Bu bakımdan belki İttihadcılar açısından bu devrim ulaşılması amaçlanan nihai bir noktayı temsil etmekteydi.
Uzun vadede daha demokratik açılımlara karşı soyutta ve prensip itibariyle kapalı olmayan bu yapı bile sağ kanattan 1908 sonrası siyasette liberal demokrasiye karşı olan eski düzen yanlıları monarşistler ve 1920’lerden başlayarak korporatizm yanlıları tarafından bugüne kadar eleştirilmiştir. 1908 Devrimi ile başlayan liberal/kapitalist yapının tutucu eleştirileri 1908’den bu yana Türkiye’nin ‘ileriye gitmesi’ anlamında tutarlı ve gerçekçi almaşıklar üretmekten uzak kalmıslardır. 1908’den itibaren Türkiye’de örgütlü bir şekilde var olan sol kanat da yeni kurulan liberal düzeni eleştirmiş. Ancak bu eleştiriler 1908 Devrimi’nin mahiyetini tam olarak anlayıp bunu aşmaya çalışmaktan ziyade daha çok içeriğinde kapitalizm ve liberalizm karşıtı söylemler taşıyan ama kapitalist düzenin tutarlı bir eleştirisini bile yapmaktan yoksun korporatizmden etkilenerek gerçek anlamda demokratik bir yapının oluşması çabalarının önünde önemli bir engel olarak var olmuştur. Belki de tam bu noktada 1908 Devrimi’nin bugün bizim için ne anlama geldiğini tekrar gündeme getirerek tartışmamız ve son yüz yıllık tarihimize yeni bir gözle bakmamız gerekiyor.