İş Cinayetleri

Sürekli Söyleşi | | Temmuz 13, 2022 at 11:42 am

C.B- “Kaza değil, kader değil, cinayet” diyorlar. Kendi ve ailesini geçindirmek için çalışmakta olan genç bir insanın beklenmedik şekilde talihsiz bir kazaya kurban gitmesi tüm insanları öfkelendiriyor, isyan ettiriyor. Bir daha olmaması için gerekli tüm önlemlerin alınmasını istiyorlar. Alışıldık üzere bu ölüm birilerinin suçu olmalı ve bu suç cezasız kalmamalı, öyle ağır bir biçimde cezalandırılmalı ki caydırıcı olsun, bir daha tekrarlanmasın diye düşünüyorlar. “Kaza” yerine “Cinayet” denilince işin vahameti ve sorumluluk konusu daha bir vurgulanmış oluyor. Bu çok anlaşılabilir bir şey.   

I.K- Ben burada da kavramlar üzerinden sorunlu bir algı yönetiminin söz konusu olduğunu düşünüyorum. Eskiden kaza denilirdi, takdir-i ilahî denirdi, sorumlu Hakk Teâlâ olduğundan olaya cinayet denilemezdi. İnsanların öfkesini tanrıya yöneltmesi, ona cani demesi mümkün olmadığı için de öfke kolayca bastırılmış olurdu. Oysa şimdi insanlar kaderci değiller; “gerekli önlemler alınsaydı bu kaza yaşanmazdı, o halde birileri suçludur” diyorlar. Bana en tuhaf gelen şey de iş kazalarında mağdur olan çalışanın tarafını temsil edenlerin bu “cinayet” tabirini en çok sahiplenmeleri ve “”Katillerden hesap sorulsun, en ağır cezalar verilsin”” tavrını benimsemeleri. Onun için de işletmenin mümkünse en tepesindeki kişi yakalansın, ona en şiddetli cezalar verilsin böylelikle ”daha başka insanlar öldürülmesin, kayıplar bir daha yaşanmasın” diyorlar. Bunun için de olayın sorumluluğunu soyut bir antite olan tanrının üzerinden alıp belirli sivil kişilere yönlendirmek istiyorlar. Bu doğru değil.  

C.BŞiddetli ceza verilmesin mi? Sorumluların şiddetle cezalandırılmaları yetkilileri her türlü kaza riskini minimuma indirecek önlemleri almaya zorlamaz mı?

I.K– Hayır, zorlamaz, çünkü bu yaklaşımla sorumlu diye gerçek bir suç failini bulman mümkün değil. İşi bu şekilde almanın iş kazalarını azaltmaya en küçük bir katkısı bile olmaz. Çünkü bu bir sistem sorunu ve temel parametreler değişmedikçe kazalar ve ölümler artarak sürecek. Burada cinayet suçunun isnat edilmek istendiği kişilerin suçlanabilecekleri şey “taksir”, yani bir şeyi yapabilir iken yapmama veya eksik yapma, ihmal, hata, kabahat, suç, dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslekte acemilik veya düzene, buyruklara ve talimata uymazlıktan doğan kusurlu olma durumu. Yoksa kimsenin olası kasıtla taammüden böyle sonucu verecek bir fiili işlediği iddia edilmiyor öyle değil mi?.

C.B Peki, taksiratı kimde? Yani eğer insan kusuruyla veya gerekli ve doğru önlemlerin alınmaması sonucunda bir güvenlik riski oluşmuş, insanlar ölmüş, yaralanmış, hastalanmışlar ise buradaki esas sorumluluk kimdedir?

I.K– Kuşkusuz ki devlettedir. Kazanın oluştuğu riskli çalışma koşullarının tüm sorumlusu hükümet değil midir? İş güvenliği ve sağlığı en eskiden beri kamunun yetki ve sorumluluğunda yürütülen konular. Her türlü güvenlik düzenlemesi öncelikle yetki ve bütçe meselesidir ki bizdeki düzende bu konum tamamen devlete ait. Eğer iş hayatımızdaki katma değer üreten her türlü faaliyet totalde üçte ikiye varan bir oranda vergilendiriliyorsa, tüm işyerlerinde insanlar çalışabilmek için kamunun kayıt, kuyut, ruhsat ve icazetine tabi iseler bunların temel gerekçesi de esas itibariyle can güvenliği değil midir? Kamu tüm bu vergilendirme gücünü, denetleme düzenleme yetkilerini emniyetimiz ve güvenliğimize ilişkin kendi yetki ve sorumluluklarına dayandırmıyor mu? O halde bir işyerinde oluşabilecek tüm yaşamsal risklerin taksirindeki temel sorumluluk “devlet” ya da onun konuyla ilgili kurumlarında değil midir? Eğer durumu cinayet olarak tanımlayıp faillerinin suçu cezasız kalmamalı, öyle ağır bir biçimde cezalandırılmalı ki caydırıcı olsun diyorsanız failleri yakalayıp cezalandırma işini bizzat suçun failinden istememeniz gerekir.

Siz o canı kime emanet etmiştiniz ? Kazadan belâdan saklasın/esirgesin/ korusun bağışlasın dediğiniz kimdi? Şimdi elim bir kazaya kurban gitmiş olan o sevdiğiniz kişiyi siz kime emanet etmiştiniz? Herhalde bir garip şirketin pofuduk müdürü değildi sizin onun canını emanet ettiğiniz kişi. Müdürden bekleyeceğiniz sadece işlerin doğru dürüst yürütülmesi ve maaşların aksatılmadan ödenmesi idi. Yani eğer ödemeler aksarsa bunun hesabını o müdürden sorabilirsiniz, çünkü işe girerken yaptığınız sözleşmede onun imzası var. Belirli işlerin layıkıyla ödenmesi karşılığında ücretinizin eksiksiz ödenmesinin yükümlüsü de o. Oysa canının hesabını ondan soramazsınız çünkü zaten ona emanet etmemiştiniz ki. Kime emanet ettinizse hesabını da ondan soracaksınız. Belki Allaha emanet etmiştiniz, karşılık olarak da dualarınızı hiç eksik etmediniz. Belki devletinize emanet etmiştiniz, ona da bu hizmetinin karşılığında zaten olası gelirlerinizin neredeyse üçte ikisini peşin olarak veriyorsunuz. Ölen yakınınız da veriyordu, peki ne için? Kendisini koruması, her türlü kazadan kollaması için. Peki, o ne yaptı? Güveninizi boşa çıkardı, sizi aldattı. Size sattığı güvenlik tapon çıktı. Şimdi siz ondan hâlâ ne istemektesiniz? Pahalı arabalarıyla, sayısız korumalarıyla size gelip taziye ziyaretinde bulunması ve saçma sapan konuşmalar yapmasını mı? Kendisinin yerine o iş cinayetinde aslında hiçbir dahli olmayan birilerini yakalayıp ağır cezalar vermesini mi?       

C.Bİşyeri yönetimi olanlardan hiç sorumlu değil mi?

I.K– Patron ve yönetim işletmenin kârlı ve verimli olarak üretimi sürdürmesinin sorumluğunu taşır. Can güvenliği ise tamamen kamunun sorumluğundadır. Eğer işyerinde çalışanlar için güvenlik riski oluşturan durumlar varsa burada kuralları koyan, gerekli tüm denetim ve düzenlemeleri yapan ve yaptıran, çalışma izin ve ruhsatlarını da buna göre veren bir kamu sorumluluğu söz konusudur. İşyeri yönetimi kamunun ilgili kurumunun kendisine emrettiği güvenlik önlemlerini almakta kusurlu davranmışsa zaten (gerekli denetimlerin sonucunda ve henüz herhangi bir hayati risk gerçekleşmeden) o işyerine çeşitli tecziye ve yaptırımların uygulanması söz konusudur. Ama eğer işyeri yönetimi kamunun ilgili talimatlarını hakkıyla yerine getirmiş ve bürokrasiden de buna dayalı olarak gerekli tüm izin ve onayları alabilmişse can güvenliği riski artık onun sorumluğunda olamaz. O yüzden ben gerçekleşen hayati risklerin sonucunda kamunun işyeri sahip ve yöneticilerinden hesap sorma tavrını hiç kabullenemiyorum.

C.B– Peki, o zaman bir ölümlü bir iş kazası gerçekleştiğinde ilgili kamu kurumlarının yetkililerinden bunun hesabı sorulmalı değil mi?

I.K– Hayır böyle bir şey asla mümkün olamıyor. İş sorumluluklara gelip dayandığında kamu (tıpkı takdir-i ilahî’deki gibi) gerçekleşen güvenlik risklerinin hiçbir sorumluluğunu üstlenmez. Küçük pansumanlarla durumu idare etmeye çalışır. Lafa gelince “Fırat’ın kenarında bir koyun kaybolsa, hesabı benden sorulur” der ama kendi yeğenlerinin yiyenlerin hesabını bile kimseye vermez. Kendini her durumda itinayla hesap soran sütten çıkma ak kaşık konumunda tutmaya özen gösterir. Devlet tıpkı tanrı gibi asla hesap sorulamayan kutsal bir mevkidedir. – Bugün bir inşaat yapmaya kalksak resmi makamlardan iki yüz küsur ruhsat tasdik onay imzası almamız gerekiyor. Bu onayların inşaat sahibine resmi ve gayri resmi toplam maliyeti aşağı yukarı arsa veya inşaatın maliyeti kadardır. Yani bir bedel inşaata, bir bedel arsasına bir bedel de devletin onayına gider. Peki, bunun gerekçesi nedir? Can güvenliği. Yani devlet binamızın sağlıklı ve güvenli olmasını temin etmek için bizden bu izinleri onayları istiyor. Eğer bu masrafları görmezsek binamızın bize maliyeti üçte bir daha az olur ama yetkili makamlar onaylamadığı için binamız kaçak duruma düşer ve “risklidir” diye devlet bir gün gelip binamızı yıkabilir.

Bundan 20 yıl önce Gölcük’de 7 şiddetinde bir deprem oldu. Resmi raporlara göre 18.373 ölüm, 23.781 yaralı (resmi olmayan bilgilere göre yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000’e yakın yaralı) oldu. Ayrıca 133.683 bina çöktü yaklaşık 600.000 kişi evsiz kaldı. 285.211 ev, 42.902 iş yeri hasar gördü Yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde etkilendi. Maddi ve manevi hasara yol açan 17 Ağustos depreminde 96 bin 796 konut ve 15 bin 939 işyeri yıkıldı.107 bin 315 konut ise orta derecede hasar gördü. Depremin bu kadar çok can kaybına yol açmasının sebebi olarak kaçak yapılar, standartlara uygun olmayan binalar ve daha ucuza mal etmek için malzemeden çalan müteahhitler gösterildi. Yapım hatalarından çöken binaların müteahhitlerine yaklaşık 2100 dava açıldı. Ancak, buradaki sonuçlardan bana en ilginç gelen şu ki; devlet binalarının ve ruhsatlı onaylı sivil binaların hasar oranı kaçak binalardan hiç de daha az değildi. Hatalı yapılmış ve yıkılmaması gereken biçimde yıkılmış binaların proje uygulama ve ruhsatlarını onaylayan kamu kurumları ve yetkililerine hiçbir dava ve mahkûmiyet kararı verilmedi. Kamunun hiçbir sorumluluğu yoktu. Bazı müteahhitler bir süre tutuklu kaldılar ise de olayın üzerinden iki sene geçtikten sonra hala içeride tutuklu kalan sadece bir kişi vardı, o da kendi yaptığı gecekondusu yıkılınca altında eşini ve bir çocuğunu kaybeden fakir bir vatandaş. Bina cinayetlerinin tek faili olarak o bulunmuştu.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.