Sen hiç “Muoloji” diye birşey duydun mu?
Hikayeler / İnsanlık Halleri | canakci | Eylül 29, 2022 at 10:24 amYüksek tahsilli arkadaşlara soralım hiç içlerinde böyle bir şey duymuş olan var mı? Muon; atom altı parçacıklardan birisi. Elektron, proton, nötron, Kuark hatta hadron bilirdim, Muon hiç duymamıştım. Uzaydan üstümüze yağan bu parçacıklar atmosferi geçip yer katmanlarından da geçebiliyor. Tuhaf olan şey artık yoğunluğunu ölçebiliyorlar. Dağın üstüne çaprazdan yağan muonların dağın arka tarafına geçen yoğunluğu ölçülebiliyor. Mesela bu sayede potansiyel bir yanardağ infilakının muhtemel tarihi oldukça doğru bir şekilde belirlenebilmektedir. Çünkü eğer dağın içinde aktivite artar ve lav yükselirse içinden geçen miktardaki azalmadan dağın bir tür röntgeni çekilerek lavın patlamaya ne kadar yaklaştığı görülüyor.
X ışını radyografisi ile insan bedenini görüntülemeye başlamamız henüz yüz yıl kadar oldu ve o zamanlar bu bir ilkti. Oysa şimdi insan bedenine dair binlerce farklı parametreyi ölçebiliyorlar. İnsan beynine ara yüz ekleyip düşünce gücüyle yazı yazabilmesi (Stephen Hawking) olmayan el kol bacak yerine (beyin tarafından işlevsel olarak kullanılabilen inorganik olanlarını ekleyebiliyorlar. Biyoteknoloji ile nanoteknolojinin biraraya gelmesi gibi farklı çalışma disiplinlerinin çaprazlamasıyla sayısız yeni çalışma alanları ortaya çıkmış. Hubble Teleskopu (1990) ilk çıktığında inanılmaz mucize gibi bir işti. Şimdi Webb onun binlerce katı yüksek çözünürlükle tamamen yepyeni çalışma alanları ortaya çıkardı. Şu anda dünyada binlerce farklı alanda ölçme biçme yaratma (yoktan var etme) işinde çalışan milyonlarca insan var. Biz bunların tamamen dışında yaşıyoruz. Bunların değerleri, var oluş biçimleri bizimkine tamamen aykırı, çevremizde, yakınımızda etkileştiğimiz medyalarda bunlar hiç yok. Ben şahsen ilgi alanlarımın içine olmasına ve takip edebilecek bol da vaktim olmasına rağmen halen dünyada yaratılmakta olanların pek azını duyabildiğimi dehşet içinde fark etmiş durumdayım.
2006 yılının Kasım ayında Türkiye’de Erke Araştırmaları ve Mühendislik A.Ş. isimli bir şirket ortaya çıkmıştı. Düzenlediği bir basın toplantısı ve gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlarla Erke Dönergeci isimli çevreye zarar vermeyen, istenilen güç ve sürati sağlayabilen, doğrudan hareketin elde edilebildiği, yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi” geliştirdiklerini duyurdu. Şirket “güvenlik” sebebiyle ayrıntılı teknik açıklama yapmayı reddetti.
“Bilimsel Düşüncenin Gücü” mottosuyla duyurdukları bu yeni “devridaim makinesi”ni lanse eden girişimin önde gelen yatırımcı yönetici ve ortakları arasında bilim adamları ve mühendisler değil; emekli 4 yıldızlı orgeneral ve yüksek yargı mensubu bürokratlar bulunmaktaydı.
Dönem itibariyle devletimizin en üst noktalarında (rejime vesayet eden silahlı kuvvetlerin ve yargının en tepesinde) görev yapmış bürokratların (devlet büyüklerinin) oportunist enerji vizyonuyla örtüşen, onların itimat ve teveccühünü kazanan bir ürün olan Erke Dönergeci, var olan ve genel kabul gören bilime (enerjinin yoktan var edilemeyeceğini savunan termodinamiğin birinci kanununa) temelden aykırı idi.
Sonra öğrendim ki son birkaç yıl içinde “füzyon” enerjisi üzerine çalışan 30 kadar yeni şirket kurulmuş. Bunlar hepsi (kamunun dışında) ayni alandaki “farklı” fikirleri değerlendirip gün yüzüne çıkartmak üzere milyarlarca dolarlık özel sermayeyi bir araya getirmişler. Şeffaf bir biçimde zaman çizelgesi hazırlayıp hangi safhada işin hangi safhasını tamamlayacaklarını belirleyerek yoğun bir biçimde uğraşıyorlar. İçlerinde ilk çalışır santral modelini 2023 yılında ortaya çıkarmayı bekleyen de var 2030’da bekleyeni de. Birinden biri kesin çıkartacaklar gibi de görünüyor.
Bilimsel düşünceyi bilen, mühendislik çalışmalarından anlayan birisinin daha ilk andan itibaren bizim Erke Dönergeci’cilerin “Fos” olduğunu görebilmesi gerekirdi. Ama bizim 4 yıldızlılardan hiçbiri böyle bir vizyona sahip değil. Bilim/teknoloji ve yaratma / üretme konusuna o kadar uzaklar ki aradaki farkı göremiyorlar. Oysa mesela şimdi füzyon enerjisi peşinde koşan dünya firmalarından hiçbiri byle değil. Hepsinde inisiyatif işin içinden gelen insanlarda. Termodinamiğin birinci, Newton’un üçüncü yasasına aykırı bir formül keşfetmeye kalkışmıyorlar. Bilimsel düşüncenin gücüne gerçekten sahipler. Sonuçta belki birileri başarır, öbürleri başarısız olur ama hiçbiri baştan o konuyla ilgili bilimsel teorilere “ters” bir yaklaşım içinde değil. Birbirine rakipler ama ayni ortak bilimsel düşüncenin bilgi ve yöntemlerine sahipler, o yüzden yaklaşımları şeffaf ve güvenlik endişeleri de yok. Oysa Erke’cilerde “Çok gizli…aleng de kaçeng mi? Bişey keşfettik diyoz işte” yaklaşımı var. Bilimsel düşüncenin gücü. Hangi bilimsel düşünce? Hangi mühendislik? Onlar için yaratıcılık uzun ve çileli bir çalışmanın olası bir ödülü değil fetih /gasp gibi bedel ödemeden kazanılan bir nimettir.
Bu konuda geçen gün izlediğim “”Y. N. Harari””nin Youtube videosundaki anlatımı bana çok açıklayıcı geldi.
“Herhangi iyi bir şeyi başarabilmek için iki tip güç gerekir” diyor. Köprüler yapma ya da hastalıkları iyi etme olsun doğru bir amacı başarabilmek için “hemen her zaman iki tip gücün ikisi de birlikte gerekir” diyor.
Birincisi; objektif gerçeklik üzerindeki gücünüz (bilim, sanat teknoloji bilgileri). Bu temel ihtiyaçtır ve eğer eksikse zaten o iş yapılamaz.
İkincisi ise amacın fiilen gerçekleştirilmesinde katkı sunacak insanların duygu ve hayalleri üzerindeki gücünüz. Eğer bu güç doğru kurulamamışsa amaç yine gerçekleşmez.
Harari’nin videosu; zaten günümüzün en büyük sorununu tüm zamanları tarif eden ve esas çözüm olarak sunulan temel hikâyelerin (faşizm, sosyalizm, kapitalizm, liberalizm) hepsinin de tükenip bitmesi olarak tanımlıyor, sorunun da bu olduğunu söylüyor. Birincisi faşist hikâye; uluslararasındaki mücadele(tek ulus/devlet/ırk dünyaya vahşi biçimde hükmetmeli) teorisi, ikinci büyük savaşla çöken teori. İkincisi komünist hikâye; sınıflar arasındaki mücadele (tek eşitlikçi sosyal sınıf sistemi) teorisi soğuk savaş sırasında çöktü. Kapitalist liberal hikaye; zorba hükümete karşı mücadele (bireyin özgürlükçülüğü sistemi) bu da 1990’larda tuhaf şekilde ekonomik ve sosyal krizler içinde mücadele veren kitlelerin tepkileriyle tükenip bitmiş görünüyor.
Harari’nin en çok bu ikinci gücü (hikaye, myth, fiction) önemsediği anlaşılıyor. Sentience, conscience, consciousness, duygusallık, bilinç, ortak vicdan. Tabii bunları oluşturan felsefe, myths, stories, fictions. Din, inanç, kurgu, hikaye, “Amerikan Rüyası”, deneyim. Ben “ahlak” da diyorum.
Tabii bunların (hikâyelerin) iyisi var kötüsü var. Kötüsü hakikaten katlanılmaz… Çok korkunç… tüm insanlığı mahva sürükleyebilir. Bizde halen (Harari’nin 1. dediği) “Faşist hikaye” hükümdar ki ben bunların ulusalcı, milliyetçi, siyasal İslamcı, tek adamcı versiyonları arasında hiçbir fark görmüyorum şahsen.
Mesela günümüzde ortaya çıkan küresel sorunların çözümü için geniş çaplı küresel yardımlaşma gerekiyor. Kötü hikâyeyle anlaşmak, iş tutmak (cooperation) hiç mümkün değil.
Mesela küresel “insan hakları” nedir? Tabii o da bir inanç, bir hikâye, bana göre temel bir küresel ahlaktır. Biyolojik bir gerçeklik değil şüphesiz bir kurgudur, hikâyedir. Ama ben inanıyorum, itikat ediyorum. Bu hikâye bej, kırmızı, yeşil, sarı Wilber seviyelerindeki herkesle de temelde uyumlu hale getirilebilir.
Harari’nin bahsettiği 3 temel hikâyenin (faşist, sosyalist, liberal) özgürlükçü düzenlerle uyumlandırılamaması temel paradigma değişikliklerinin gerçekleştirilememesiyle ilgili. Bana siyasi değil de tamamen teknik bir sorun olarak görünüyor. (Beyin dalgası frekanslarını yavaşlatmayla ilgili konu Harari’nin videosunda da var. Aslında Zen, Yoga, level of consciousness ayarları taa benim gençliğim zamanından beri çok sözü edilen bir konu. Bireyin kendini geliştirme çabalarında yararlı olabileceği fikri bana da akla yakın geliyor.
Şahsen insanların herhangi bir duruma ilişkin sentience konumlarını öyle birkaç renk içine sıkıştırarak tanımlama ve kategorileştirmenin faydalı bir analiz yöntemi çıkartabileceğine inanmam güç. Kağıt üzerinde grafiklerde çok şık dursa da bireylere baktığınızda bir rengin içinden karşınıza çelişkili ve akıl almaz bir alaimisema çıkmıyor mu? Bana bireylerin sentience konumları aşırı karmaşık geliyor. Mesela benden önceki nesilde Kayserililer uyanık olur, Çorumlular saftır, Kürtler şöyledir, Romanlar, Araplar, Türkler böyledir… değerlendirmeleri çok geçerliydi. Halen var mıdır bilmiyorum.
Öte yandan şu geldiğimiz çağda geniş bir grup insanın küçük yaştan itibaren hayatının bütün kararlarını ve sentience konumlarını (biyometrik verileriyle birlikte) tutan bir veri bankasına sahip bir yapay zekâ o kişinin kişiliği ve duygusal durumları hakkında çok daha gerçekçi ve derin bir anlayışa ulaşabilir diye düşünüyorum. Ama bu durum bence insanlık için gerçekte en tehlikeli ve korkunç bir şey. Kandırma korkutma kışkırtma ile bireyleri yönetme işinde despot hükümdara sınırsız güç vereceğinden insanlığın gerçek kâbusu olur. Harari’nin anlattığı gibi bu bana da olabilecek en kâbus durum bu olarak görünüyor. O yüzden tüm bireysel verilerin “bireysel” sistemlerde tutulması ve kolektif ortamlara hiç sunulmamasını en gerçekçi çözüm olarak görüyorum.