Aleniyetsiz Meşruiyet Olur mu?

Sürekli Söyleşi | | Ekim 19, 2022 at 9:22 am

Meşruiyet sözcüğünün kökü şer’den geliyor ve şeriate uygunluk anlamındadır. Ama halen laik devlet düzeninde de (başka bir sözcüğümüz olmadığı için) “kanuna uygunluk” (legitimacy) anlamında kullanmaya devam ediyoruz. Yani bir şeyin meşru olması için devletin yasalarına uygun olması gerekir.

C.B- Kelimenin kökü “şer” den gelse de “bir şeyin meşru olması için yasalara uygun olmasında ne gibi bir sakınca olabilir ki? Tam da istenilen , herkesin lehine olan bu değil midir?

I.K- Bir iktidar, ferman yayınlar gibi (yok yasa – yap yasa) istediği anda kendi ihtiyacına göre yeni bir yasa yapma veya eskisini değiştirme gücüne ulaşırsa eğer (mutlakiyet – otokrasi); “power corrupts” – o güç iktidarı da toplumu da çürütür. Nihayetinde o ülkede yaşayan herkesin aleyhine olacağı da kesindir.

B.N- Evet, şu anki düzende özellikle “KHK” ( kanun hükmünde kararnameler) adı altında neredeyse her gün 2 ya da 3 yasamsı maddenin yürürlüğe sokulmasının oldukça yanlış ve sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir “demokratik hukuk devleti” nde böyle bir uygulamanın olması söz konusu değil. Aslında “Demokratik hukuk devleti” nden ne anladığımız da meçhul. Asıl sorun da bu.

I.K- Günümüzün “demokratik hukuk devleti” kavramının özü hukuk ve hukukun üstünlüğü (Rule of Law) olarak tanımlanıyor. Bunlar aydınlanma sonrasında gelen kavramlar. Ama (ülkemiz dahil) birçok ülkede hâlâ aydınlanmanın henüz gerçek anlamda yaşanmadığını, halkın kâhir ekseriyetinin “demokratik hukuk devleti” kavramının özüne vakıf olamadığını söyleyebiliriz. Teoride hukuk hem yönetim erkleri hem de yönetilenler için bağlayıcı olduğu halde bir iktidarın tek taraflı olarak hukuku istismar etmesi onu tamamen gayrimeşru bir hale getirir.

Eğer yasama, yürütme ve yargı kendisi belirli sınırların dışına çıkarsa onun da hemen (devlet yapısının donatısında bulunan özel prangalar sayesinde) engellenip durdurulabilmesi lazım. Devletlerin özellikle (Acemoğlu & Robinson’un tanımladıkları gibi) prangalarla  sınırlanmamış yahut da bu prangalarını sıyırıp atmayı başararak canavarlaşmış olanlarında durum halk için çok korkunç bir hale geliyor. Halka kendi devletinden gelebilecek kötülüklerin bir sınırı olamıyor.

Buradaki temel sıkıntı devletin yasalar yoluyla neleri meşru neleri gayrimeşru hale getirebileceğinin bir sınırının tanımlanmamış olması değil. Küreselleşmenin gittikçe hızlandığı ve dünyanın hemen her köşesine yayıldığı günümüzde bir medeniyet göstergesi olan “ölçü” hukuk alanına da girmiş durumda. “Hukukun üstünlüğünü dünya çapında ilerletmek için çalışmak” misyonunu taşıyan uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan WJP (Dünya Adalet Projesi) ülkelerin hukuk performansını ölçerek bir endeks yayınlıyor. Ölçülen sekiz temel faktör var; 1. Hükümet güçlerinin sınırlanması, 2. Çürümenin olup olmaması, 3. Açık hükümet, 4. Temel haklar, 5. Huzur ve güven, 6. Düzenlemelerin işlerliği, 7. Sivil Adalet (Hukuk Mahkemeleri), 8. Ceza yargısı sistemi

1. Kamu Gücü

Öncelikle yukarıda verilen 8 temel faktörden ilki yani “”Devlet Gücünün Sınırlanması”” çok önemli. Burada toplumu (sivil halkı) ifade etmesi gereken “kamu” kavramının “devlet/hükümet” anlamına dönüşmesi ve hak ve yetkiler bakımından tamamen onun yerine geçmesi çok ciddi bir sorun.

Eğer parlamenter demokrasiden bahsediyorsak kamunun (yani halkın) hükümete verdiği “”sınırlı”” temsil gücü mutlak bir güç değildir. Halkın hazırladığı medeni (sivil) bir anayasa hükümete verilen gücün sınırlarını tanımlar. Anayasada hükümetin iktidarını korumak için kamu gücünden yararlanmasını engelleyen prangalar bulunur. Prangalar herhangi ihlal durumlarında otomatik devreye girer ve iktidarın kendisine çizilen sınırları aşmasını engeller. İnsan hakları, yargı bağımsızlığı gibi kavramlar iktidarın temsil gücünün sınırları dışındadır.

Kamu, iktidara verdiği temsil gücünü seçimden seçime değil hükümetten tamamen bağımsız çalışan demokratik kurumlar, sivil toplum örgütleri, yargı, medya ve akademya vasıtasıyla 7/24 kullanır. Bu eski birşey değil, “demokratik toplum” kavramı son yüzyılda ortaya çıkan ve gerçek biçimiyle pek çok ülkede hala tam olarak uygulanamayan birşey. Biz 20. yüzyılın ortalarında bu alandaki gelişmemizi kısmen doğru bir istikamete sokmuş iken askeri darbelerle durduk, demokratik yollarla iktidara gelerek daha sonra “tek adam” rejimine evrilen sivil sağ iktidarlarla patinaj yaparak geri geri kaymaya başladık ve sürekli küme düştük. Ortalamada 2021 Ekim itibariyle dünyadaki 139 ülkenin 117ncisiyiz. Ama daha da kötüsü Hükümet Gücünün Sınırlanması bahsinde 134’üncü temel hak ve özgürlükler yönünden de 133’üncüyüz. Yani dünyada bizim daha gerimizde sadece Kuzey Kore, Kongo, Kolombiya gibi totaliter birkaç ülke daha kaldı. Ama hükümetimiz kendisini sınırlayan tüm prangaları kırmış avara kasnak giderken bir yandan da “demokratik ülke” olduğumuzu iddia edebiliyor.

Bir ülkede demokrasiden ve hukukun üstünlüğünden söz edilebilmesi için etkili bir biçimde çalışabilen Sayıştay, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların, Bağımsız Medya ve Sivil Toplum Örgütlerinin var edildiği gerçekten sivil bir anayasaya ihtiyaç var.

2. Rejimin Çürümesi

Hukukun üstünlüğünü temsil eden ikinci önemli kavram “çürüme” (corruption). Bu kavramın asıl anlamı kamu yönetimindeki yolsuzluk, ihtikâr, irtikâp, ihtilas, rüşvet, Kleptokrasi, nepotizm, jingoizm vb. Bunlar için üretilmiş Türkçe sözcüklerimiz yok. Dil Kurumumuz henüz daha dünyada olmayan Hyperloop için bile öz türkçe bir karşılık (Hız Kovanı) üretirken, sanki “bizde öyle şey asla olmaz” dercesine kamu yönetimindeki çürümeyi ifade eden kavramlardan hiçbiri için Türkçe bir karşılık tanımlamaması ilginç değil mi? Maalesef ülkemizde kamusal çürümenin kökü çok eskilere dayanıyor ve devletin kılcal damarlarına kadar işlemiş bir halde. Din ulemalarımız devletlilerin yaptıkları yolsuzlukları “yolsuzluk, hırsızlık değildir” şeklinde fetvalarla aklamaya çalışırken yargı da “mala çökme” gibi en büyük boyutta olanlarını dahi tamamen görmezden gelirken bunları konuşanları yazanları yargılıyor cezalandırıyor.

3. Açık (alenî) Hükümet

Üçüncü temel faktör “aleniyet”. Eğer buradaki “açık” sözcüğünü doğru anlamlandıramazsak kavramın ne kastettiğini çözmemiz tamamen imkânsız hale geliyor. Doğru sözcük eski dilde “Alenî”dir. Yani herkesin duyup görüp bilebileceği “şeffaf” bir şekilde kayda geçmiş yayınlanmış, göz önünde gerçekleştirilmiş olan demektir. İngilizcedeki “public” sözcüğü bu anlamı karşılıyor ama bizde bu kavram tam tersine dönmüş “kamu” olmuş. Kamu devlettir, “devlet” ile “aleniyet” nasıl eşanlamlı olabilir ki? Alenî hükümetin her türlü karar ve uygulamalarının göz önünde olması ve her türlü denetime açık olması gerekir. Bunun için yapılandırılmış (prangalar) Sayıştay, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların dışında bağımsız medya, yargı ve akademya da en güçlü şekilde yapılanmış olmak zorunda.

Doğru anlamı karşılayan “aleniyet” sözcüğünün karşılığını TDK “açıklık olarak vermiş asıl sözcüğü de “eski dil” haline getirip tamamen unutulmaya bırakmış. Oysa bu karşılık “aleniyet” kavramını eski dildeki “sarahat” ve “vuzuh” sözcükleri ile eşanlamlı hale getiriyor ki tabii ki çok daha farklıdır.  Aleniyeti “”kamuya ait olmak”” diye açıklayan sözlük de “kamu= public“ karşılığından hareketle böyle tanımlamış. Oysa bu eski Türkçede geçerli ama günümüz Türkçesinde kamu herkes demek değil tam tersine “devlet” demektir.  Şeffaflığı olmayan ve her şeyini gizleyen bir “kamuya ait olmak” nasıl olur da aleniyet sayılabilir ki? Kavramların içini boşaltıp anlamsız hale getirmek böyle bir şey olmalı. Açık bir hükümetin örtülü ödenekleri olmaz, devlet sırrı olmaz, sivil polisi bile olmaz.     

4. Temel Haklar

Hukukun üstünlüğü bahsindeki en önemli dördüncü kavram. Buradaki “temel” sözcüğü bu hakları ihlal edecek yasaların asla çıkarılamaması gerektiğine işaret ediyor. Demokratik hukuk devletinin evrensel tanımına göre “anayasa” devlet ile halkı arasında bir toplumsal sözleşmedir ve bu sözleşmede halkın temel hak ve özgürlükleri belirlenmiştir. Mesela “insan hakları” bizde de anayasal olarak belirlenmiş haklardandır ve bunu çiğneyecek yasalar çıkartılamaz. Bunu ancak prangalarından sıyrılmış gayrimeşru despotik bir hükümet kolayca yapabilir. Gittikçe küresel etkilere açılan dünyamızda halen insan hakları ihlalleri insanlık suçu olarak tanımlanmıştır. Bu suçlarda zaman aşımı yoktur. İyi bir küresel düzende bir ulusal devlet despotunun “egemen bir devletin içişlerine karışılamaz” savıyla hem bu suçları işlemeyi hem de kendini ‘dokunulmaz’ kılarak hükmetmeyi sürdürmesi nasıl savunulabilir?

5. Huzur ve güven

Acemoğlu & Robinson’un tanımladıkları “prangalanmış Leviathan” dışındaki  tüm (kağıttan, namevcut, despot) devlet türleri huzur ve güven konusunda sıkıntılı. Despotik Leviathan kendi halkını tanklarla kuşatıp topa tutabilir. İşkence edip öldürüp “terörist, etkisiz hale getirildi” diyebilir. Namevcut veya kâğıttan olanlarında ise kaba güç toparlayan küçük küçük sömürgen yapılar (kendini koruyabilme gücüne sahip olmayan) sivil üretken yapıların ve serbest piyasanın çalışmasına engel olduğundan toplumsal yaşam çok sıkıntılı konumlara gelebilir. “Huzur ve güven” denince evrensel olarak üretim ve ticaretin, serbest piyasanın, sosyal hayatın sürmesinde risk faktörü oluşturabilecek faaliyetlerin engellenebilmesini anlaşılıyor. Bu konu bir ülkenin devletinden (ve sadece ondan) beklenen ilk ve en önemli faktör konumunda. Bunun ancak güçlü bir merkezi hükümet tarafından sağlanabilecek bir şey olduğuna dair bir koşullanmaya sahibiz. Huzur ve güvenin ancak huzur bozucu sivillere cebir şiddet tehdidiyle dur diyecek (çok askerli / polisli / jandarmalı) askercil bir merkezi hükümet yapılanması ile sağlanabileceği gibi sapkın görüşlere de sahibiz. Ülkemizde darbe yapıp iktidara el koyma geleneğine sahip otoriter güvenlikçi idarelerin bize uzun yıllar boyu gerçekleştirdiği telkinlerden kalma bir anlamı da var bence. Oysa günümüzde merkezi bir yapısı olmayan, hükümetsiz ve insanlara cebir şiddet uygulama gücüne hiç ihtiyaç duymayan sivil güvenlik yapılarını oluşturabilecek yeni teknolojilerimiz var. İnsansız güvenlik çok daha ucuz ve etkili olarak şiddete de ihtiyaç bırakmadan sağlanabiliyor.  

6. Düzenlemelerin İşlerliği

Bir ülkede insan haklarına saygıyı öngören bir anayasa ve yasalar olduğunu varsayalım. De facto (fiiliyatta) bunlar ne derece öngörüldüğü gibi işleyebiliyor? Pek çok ülkede insan hakları beyannamesindeki otuz madenin otuzu da her gün çiğneniyor. Yasalarda demokratik hak ve özgürlüklerin tanımlanmış olması bunların çiğnenmesine engel değil. İran İslam Cumhuriyetinde geçenlerde üçyüz küsur (rejim muhalifi) kişi “Allaha Savaş Açmak” suçundan idam edilmişti. Çin devleti, her sene üç bin kadar vatandaşını idam ediyor. ABD’de polis her yıl bin kadar vatandaşını vurup öldürüyor. Bireysel demokratik hak ve özgürlükler Kuzey Kore anayasasında da belirlenmiş. Ama o anayasa ulu önderin ülkenin ikinci kişisi olan amcasına vahşi köpeklere parçalatma cezası vermesine ve şehir meydanlarında her yıl yüzlerce kişinin kurşuna dizilerek infaz edilmesine engel teşkil etmiyor. 

7. Sivil Adalet ve Ceza Yargısı Sistemi (8.)

Her ülkenin devleti kendini suç ve ceza yasaları ile uyguladığı yargı sistemi ile ortaya koyuyor aslında.  Hepsi de bir çeşit adaleti temsil ettiği iddiasında. Mahkemelere “Adliye” ismi verilmiş. “Adalet, mülkün temelidir” deniyor, ama peki fiiliyatta bu müesseseler nasıl işliyor? Bizde bu işlerin nasıl yürüdüğü yargıçlık yapmış insanların yazdığı “Türkiye’de Hukuk Yoktur” isimli bir kitapta anlatılmış. Bize göre çok iyi olanlar da bizden daha kötü olanlar da var. Ancak halen pek çok ülkede kamunun esas gayreti, sivilliği tamamen yok etmek üzerine ve ceza yargısı sistemi de esas olarak kendini korumak, yani hükümet karşıtlığını “devlete karşı suçlar” olarak tanımlayıp cezalandırmak yönünde. Sistem, devlet terörünü ve devletlilerin içinde olduğu her türlü ağır suçları da görmezden gelme ya da örtbas etme becerisine sahip durumda.

Hukukun üstünlüğünü tanımlayan ve ölçen sekiz faktörün de çok zayıf olduğu ülkelerin ortak özelliği; “”devleti prangaya vurarak, güç çürümesini etkili şekilde engelleyecek”” enstrümanların ya hiç olmaması yahut da tamamen etkisiz bir konumda bulunmasıdır. Eğitim, medya, radyo ve din koşullandırması yapan kurumlar devlet kontrolündedir. Emniyet ve kolluk kuvvetleri ekseriyetle halka karşı meşru cebir şiddet uygulama müesseseleri haline getirilmiş konumdadır. Tarikat ve cemaatler, tekke, zaviyeler, vb devletten bütçelendirilmiş; Sivil Toplum Örgütlerinin (NGO) gerçekten sivil olanları yok edilmiş, diğerleri de hükümet kontrollü vakıf haline dönüştürülmüştür. Bankalar, borsalar doğrudan ve dolaylı olarak kamu kontrolündedir. Ekonomi ve ticaretin doğrudan devlet kontrolünde olmayan kısmi bankalar, vergilendirme ve yargı sistemi üzerinden dolaylı olarak hükümetin kontrolündedir. Sivillik ise kavram olarak bile ifade edilemez hale getirilmiştir. Bu noktada, sözcük istismarının da çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Düşünün ki; bir dilde siyasal anlamı olan hemen tüm kavramların kapsama ayarlarıyla oynanarak asıl anlamlarını hiç ifade edemez hale getiriliyor. Evrensel hukukun işlerliğini ölçmek ve tanımlamakta kullanılan (özgürlük, şeffaflık, aleniyet, sivillik, medeniyet, kamu, hukuk, adalet, meşruiyet vb ) en temel kavramlar bile ikiz anlam (doublethink) yahut “anlam kaydırması” yöntemleriyle asıl içeriğini yansıtamaz hale geliyor. Bu tür insana el koyma yöntemleri; doğuştan itibaren insanların analitik düşünebilen, özgür irade sahibi birey olmalarını engelliyor. Eğer doğru kelimeleriniz yoksa birşeyi nasıl düşünebilirsiniz ki?

Örneğin; Cumhur “bir ülkede yaşayan insanların hepsi” yani “sıradan halk” demektir. “Tebaa” sözcüğünden farkı, devletin en tepesindekilerin de ayni yasalara tabi eşit yurttaşlar olarak bu insan gurubuna dâhil sayılmasıdır. Antik Yunancadan gelen Demos ile eşanlamlıdır. (Yalnız Antik Yunan demokrasisinde ayrıca geniş bir köle kesimi de vardı ama onlar oy veremezler ve halktan da sayılmazlardı). Demokrasilerin de “temsili” ve “doğrudan” olmak üzere iki çeşidi var. Temsili olanında halk hükümeti seçecek ve yasaları yapacak olan vekilleri seçerken, doğrudan olanında halk (İsviçre) referandum yoluyla tüm önemli yasalar ve değişikliklerine oy veriyor. Cumhuriyet de anayasalı tip, başkanlık tipi, parlamenter tip, federal tip ve teokratik olmak olmak üzere 5 tip oluyor.  

Aslında Cumhuriyet sözcüğü de, demokrasi de halkın ülke yönetiminde söz sahibi olmasını ifade eder. ve ikisini birbirinden ayırt edici özellikleri pek belirgin değildir. Daha doğrusu kurucular ülkelerinin isimlerini kendilerine göre belirlerken rejimin gerçek vasfını gizlemeye çalıştıklarından, otoriterlikleri ölçüsünde tersine göstermeye çalışıyorlar. Özellikle halkın yönetimdeki gücünün üçlü vurgulandığı “demokratik halk cumhuriyeti” kavramı neyi ifade eder. Örneğin Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti iktidarın babadan oğula geçtiği ve halkın yönetimde hiçbir sözünün olmadığı totaliter bir rejim. Kongo Demokratik Cumhuriyeti de öyle. Bunlar hukukun üstünlüğü ve insani gelişmişlik endekslerinde dünyanın en gerisine düşen ülkeler. Yani ülke siyasetlerinde sözcükler çoğu zaman ifade ettiklerini sandığımız anlamlara gelmiyor.       

Aleniyet ilkesi tam olarak ters yüz edilince şeffaflık diye hesap verirlik diye bir şey kalmıyor. “”Halka hizmet götürme”” adına yapıldığı söylenen şeyler halkın tam zararına olabiliyor. Evrensel hukukun, insan haklarının her maddesi en galiz şekilde ihlal edilip üzerine devlet sırrı “gizlilik” maskesi örtülebiliyor. Bir insan eğer halk için iyi bir şeyler yaptıysa halktan niye gizlesin. Polis eğer halkın güvenliğini arttıran operasyon eylemleri içindeyse bunlara ilişkin video görüntülerinin birincil kaynaklardan yayınlanmasını niçin engellesin? Haberlerine niçin ambargo koysun. Habercileri niçin hapsetsin?

Şimdilerde Türkiye’de rejimin bir tür monarşiye evirilmesiyle durum bence çok daha korkutucu bir hal aldı. Geçen gün Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı kararnamesi’nde Dijital Dönüşüm Ofisi görevleri ile birlikte Finans Ofisi, Yatırım Ofisi ve İnsan Kaynakları Ofisi ile ilgili yapılan değişiklikler yayınlandı. Kararnameye göre, Dijital Dönüşüm Ofisi 8 tane daire başkanlığı ve hukuk müşavirliğinden oluşuyor. Ofis başkanının ‘Kamu Dijital Dönüşüm Lideri’ olarak görev yapacağı ofis, genel olarak kamunun dijital dönüşüm yol haritasını hazırlama görevini üstlenecek. Diğer görevlerinden bazıları aşağıdaki gibi sıralanıyor:

Dijital dönüşüm ekosistemini oluşturmak amacıyla kamu, özel sektör, üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirerek bunların dijital kamu hizmetlerinin tasarım ve sunum sürecine katılımını teşvik etmek, görev alanına giren hususlarda kamu kurum ve kuruluşlarınca hazırlanan yatırım projesi tekliflerine ilişkin, Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na görüş vermek ve uygulamaya konan projelerle ilgili gelişmeleri takip edip gerektiğinde yönlendirmek, kamuda öncelikli proje alanlarındaki yapay zekâ uygulamalarına öncülük etmek ve koordinasyonu sağlamak, kamu kurum ve kuruluşlarının dijital teknoloji ürün ve hizmetlerini maliyet etkin şekilde tedarik etmesine yönelik strateji belirlemek…”

Ofisin daire başkanlıkları ise şöyle sıralanıyor; Dijital Dönüşüm Koordinasyon Dairesi Başkanlığı, Dijital Teknolojiler, Tedarik ve Kaynak Yönetimi Dairesi Başkanlığı, Dijital Uzmanlık, İzleme ve Değerlendirme Dairesi Başkanlığı, Siber Güvenlik Dairesi Başkanlığı, Büyük Veri ve Yapay Zekâ Uygulamaları Dairesi Başkanlığı, Uluslararası İlişkiler Dairesi Başkanlığı, Bilgi Teknolojileri Dairesi Başkanlığı, Yönetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı…

Bu başkanlıklardan Büyük Veri ve Yapay Zekâ Uygulamaları Dairesi Başkanlığı, doğrudan yapay zekâ projeleri ile ilgilenecek. Başkanlık kamuda büyük veri teknolojilerinin geliştirilmesi kapsamında gerekli proje ve faaliyetleri destekleyecek aynı zamanda Türkiye’nin veri depolama, işleme ve iletimi faaliyetleri için bölgesel bir merkez olarak konumlandırılmasına yönelik politika ve strateji önerilerinde bulunacak.

Ben, buradaki hükümet yaklaşımını bugünkü küresel dünyanın ürettiği teknolojilerin temel parametrelerini kavrayamama ve bundan iki yüz yıl önceki emperyalist yağmacı asalak yaklaşıma takılı kalma olarak görüyorum.  

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.