Devlet, Bireysel Güvenliğin Muarızıdır

Sürekli Söyleşi | | Ekim 13, 2022 at 3:37 pm

I.K- Bu soruya Türkiye’nin duayen siyaset adamı Süleyman Demirel’in “Neyin olabileceğini bilmek için öncelikle neyin olamayacağını anlamak gerek” şeklindeki deyişiyle karşılık vermek isterim. Ben bu lafı ilk duyduğumda ne anlama geldiğini çözememiştim. Kendisi Osmanlı Devleti’ne tam dört tane sadrazam çıkarmış küçük bir ilçe olan İslamköy’de doğmuş ve bizzat “Bu fötr şapkayla 6 defa gittim, 7 kere geldim…” deyişiyle ifade ettiği gibi askeri vesayetin tüm dönemlerinde resmi siyasetin en tepe noktalarında yer almış, defalarca yıkılsa da ayağa kalkmasını her defasında bilmiş bir eski cumhurbaşkan. Kendisi resmen devletin başını temsil etse de “de facto” askeri vesayet ve bürokrasinin içindeki “derin devlet tabir edilen bir gücün hükümranlığı altındaydı. Askerlerin idam ettiği (seçimle gelmiş) başbakandan sonra genç yaşta seçimle iktidara gelen ilk sivil başbakan olan Demirel’in Türkiye siyasetindeki güç dengeleri bakımından “olamayacağını” çok iyi bildiği ama bizim bilmediğimiz ve anlayamadığımız pek çok şey vardı. O deyişle basitçe söylemek istediği şey de bence buydu. Ama belki bundan daha açık şekilde de söylenemezdi çünkü o “olamayacak” şeylerin resmi dilde daima “vardır, olmuş, olacak, olmakta” diye gösterilme ve ifade edilme zorunluluğu vardı.

Bugün birçok ülkede devlet, ordusuyla, bürokrasisiyle, yargısıyla, sığ ve derin kısımlarıyla “de facto” var oluş biçimiyle, bizzat halkın bireysel güvenliğinin en büyük engelidir. Özellikle aydınlanma öncesinde takılı kalmış toplumlarda devletliler sivilleşmeyi (sivilizasyonu / medeniyeti) tek dişi kalmış canavar olarak görür ve görüldüğü her yerde başının ezilmesi gerektiğini düşünürler. Sivil özgür insan, despotik devletli için bir an evvel kurtulmak gereken bir baş belasıdır (çünkü sürüyü ayartabilir.)

Bu anlayışın Reisülküttap Atıf Efendi’nin 1798 Nisanında (yani Fransız İhtilalının başlamasından 9 yıl, Voltaire ve Rousseau’nun ölümlerinden de 20 yıl sonra) kaleme aldığı raporda en iyi şekilde ifadesini bulduğunu söyleyebiliriz. Kendisi Fransız devrimini bir “fitne kaynağı”, “fisk ü fücur cümbüşü”(Haddini aşma, hak yolundan ayrılma coşkusu) olarak nitelendiren “muvazene-i siyasiye” isimli raporunda açıkça şöyle yazmıştı;

”Voltaire ile Rousseau denmekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar misillû dehrilerin (Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansızların) hâşâ sümme hâşâ Allah’a ve peygamberlere dil uzatmak, her türlü kutsallığı yok etmek, eşitlik ve cumhuriyeti ilan eylemek için karaladıkları eserler çoluk çocuk arasında rağbet bulup dinsizlik ve fesad frengi illeti gibi yayılmıştır” “güya saadet-i kâmile-i dünyeviye’yi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can attılar”(dünya mutluluğunu kazanmak üzere eşitlik ve özgürlüğe can attılar). “Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter fukaralar peygamberlere sövüp, büyükleri zemmetmek (kötülemek), bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret bir takım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler frengi hastalığı gibi halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı bu tür düşüncelere halkın da rağbet ettiği görülmektedir. İşte bunların etkisinde kalanlar bir kaç yıl önce bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, her yerde kafadarlar sağlayarak “İNSAN HAKLARI” dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip milletleri, hükümdarların aleyhine kışkırtmışlardır.”

Aradan geçen iki yüz küsur yıl içinde reisülküttap Atıf Efendinin temsil ettiği “ilmiye” ve “seyfiye” sınıfı bürokrasinin, ya da onların etkisi altındaki halk kesimlerinin “aydınlanma” kavramına bakışında özde neredeyse hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu düşünüyorum. Biçimsel değişikliklerin çok fazla oluşu sizi yanıltmasın, oradaki hissiyat halen aynidir. Osmanlı coğrafyası (ya da Orta Doğu’da diyelim), insanların çoğu hâlâ bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşememiş olarak kalıyorlar ve aynı nedenlerle eski ilmiye / seyfiye sınıfından ya da bugünkü imam/asker siyasetçi bürokrat kesiminden kişilerin bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmesi hala çok kolay olmaktadır.

C.B- Bir yöneticiye neden ihtiyaç duyuyoruz?

I.K- Tabii ki düzen onu “olmazsa olmaz” yapacak biçimde kurulduğu için ihtiyaç var. Düzen yumurta- tavuk ilişkisi içinde kendi kendini yeniden üretebiliyor. Burada onlar için tek sorun küreselleşme, çünkü artık dünyanın her tarafındaki gelişmeler diğer her tarafı etkilediğinden siyasetçi burada (kökü dışarıda olan etkilere karşı ) “”mış gibi yapmak””, mesela aslında birbiriyle bağdaşması imkânsız olan şeyleri bağdaşırmış göstermek, dili bir türlü söylerken el altından tam öbür türlüsünü yapmak zorunda kalıyor. Çünkü uyumsuzluğun ve dünyanın mezrasında kalmanın onun için de bir bedeli var.

C.B- “”İnsan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik hukuk devletiyiz”” “hâkimiyet milletindir ya da egemenlik ulusundur”, “”Adalet mülkün temelidir””  deniliyor işte.

I.K- Peki aslında öyle mi? Hayır değiliz, hiç olmadık,  bunların hiçbiri doğru değil. Bunun için halkın sivil olması, aydınlanmış, (aydınlanma imkanını bulmuş) olması, yani ergin olamama durumundan kurtulmuş olması lazım. Bu emansipe olamayış(özgürleşemeyiş)  durumu, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. Dogmalar ve kurallar, özellikle en erken yaştan itibaren kişiye en yoğun biçimde verildiğinde insanın kendi doğal yetilerini akla uygun kullanmasını, erginleşip olgunlaşmasını etkili biçimde engeller. Din ve eğitim kurumlarının, kışlaların en temel görevi bunu (erginleşememe durumunun sürekli olmasını) garanti altına almaktır. Bu kurumların bireysel güvenliği sağlamakla herhangi bir ilgisi yoktur. Görevi devletin (devletlilerin) halk üzerindeki egemenliğinin bekasını sağlamaktır. Egemenlik (hegemony) kavramı iktidarın halk üzerindeki hükümranlığının bekasını temsil eder.

C.B- O zaman böyle bir düzendeki “egemenlik” kavramı bireysel hak ve özgürlükler kavramının bir anlamda tersi olmuyor mu?

I.K- Oluyor. Milli güvenliğin halka nasıl bir güvenlik sağladığını da bir düşünelim. Ordular örneğin ilkel çağlarda bir küçük haydut çetesinin gidip bir köyü basması, yağmalaması gibi durumlara karşı vaktiyle bir refleks olarak geliştirilen bir daimi güvenlik sistemi. Üzerinden geçen on binlerce yıl içinde hemen her şey değişmiş. Risklerimizin türü değişmiş, onlara mukabele biçimlerimiz değişmiş, teknolojilerimiz gelişmiş. Algılarımızın da tüm bu değişenlere uyumlu bir biçimde değişmesi gerekmez mi? Fakir bir halk için bugün olası risklerin arasında yabancı bir devletin ordusuyla gelip ülkeyi (toprakları) işgal etmesinin lafı bile geçmez. Toprak hala önemli ama bugünkü üretim araçları arasındaki payı yüzde birlere düştü. Dünyanın hiçbir yerinde zenginliklerin çokluğu artık toprakların çokluğu ile alakalı değil. 

Halk (birey) açısından en olası ülke riski bilim, sanat, teknoloji üretememektir, sanayileşememektir, işsizliktir, ürünlerinin dünya pazarlarında rağbet görmemesi, emeğinin para etmemesidir. Günün bilgisine teknolojisine ve iletişim altyapısına erişememek, sahip olamamaktır. Kişi başı katma değer payının düşüklüğüdür. Ama bir devletin ordusu ne kadar büyükse ve masraflıysa halk için bu risk o derece artar. Çünkü ordu çok yüksek sabit gideriyle ülkenin kişi başı üretilen katma değer payını düşürür, verimini azaltır.

Irak’ta Ulu Başkan Saddam Hüseyin’in hükmettiği ordu mevcudu Avrupa’nın en büyük ordusu (İngiliz ordusunun) bile beş katından daha fazlaydı. Hiç ordusu bulunmayan komşusu Kuveyt’i işgalde başarıyla kullandığı bu ordu zamanı geldiğinde kendi ülkesini savunmakta hiç bir işe yaramayacak, hiçbir cephede savaşamadan kendiliğinden dağılacaktı. Çocukluğundan itibaren “”Saddam Saddam, ey Saddam sen bizim kanımızsın ruhumuzsun”” marşıyla ve tanrı aşkıyla yetiştirilmiş genç ıraklı askerler ülkeyi işgal eden kâfirlerin karşısına çıkıp bir el ateş bile edemediler.

Avrupa ordularına kıyasla devasa büyüklükteki ordunun korkutuculuğu sadece kendi halkına ve silahsız sivillere(*?*) karşıydı. Saddam’ın işgali başlayınca kendi ordusu bulunmayan Kuveyt Emiri korumalarıyla birlikte uçağına atlayıp ülkeyi terk etmiş, ülkesi başka ülkelerin askerleri tarafından düşman istilasından kurtarıldıktan sonra da geri dönmüştü. Saddam’ın ordusu neredeyse hiç savaşamadığı için Irak ordusunun dağılması ve ülkesinin fethedilmesi neredeyse bir haftada tamamlanmıştı. Yabancı orduların ülkeye girip – terk etmeleri de toplamda bir buçuk ayı (17 Ocak- 28 Şubat 1991) buldu. ABD ordusunun (ve müttefiklerinin) büyük zaferiyle fethedilen ülke işgal edilmedi, petrol kuyularına ve dolarlarına el koyulmadı. Saddam bu defa yine hiç bir şey olmamış gibi kendi halkına karşı azgınlıklarına ve kıyamlarına devam etti. Saddam’ın “savaşların anası” dediği savaşı çok büyük bir başarıyla kısa sürede sonuçlandıran komutan SchwarzKopf (Çöl Ayısı) ülkeden erken çekilmeye itiraz ettiği için Başkan (Bush) tarafından görevden alındı. Ülkesi kurtarılan Kuveyt Emiri ve Suudiler savaş masraflarının ancak çok küçük bir kısmını ödediler. Ama müttefik kuvvetler siyasi stratejisi açısından Çöl Ayısı haklı çıktı, birinci operasyon tamamen yarım bırakılmış bir iş oldu. Taa ki 20 Mart 2003’teki ikinci operasyona kadar. Bu defa yine çabucak girip işgal ettikleri bu ülkeden bir türlü çıkamadılar. Sonunda Saddam ve iki oğlu da canından oldular ama ülke demokrasiye dönemedi. İktidarı ele geçirmek isteyen faklı mezhepten klan ve aşiretlerin sürekli çatışmalarının sonu bir türlü getirilemedi. Eskiden bir Saddam varken ülke bu defa hepsi diğerinin iktidarını engellemek için birbirleriyle savaşan onlarca vahşi gerilla lordunun arenasına dönüştü. İntihar bombacıları her gün cami pazar yeri gibi birkaç yeri patlattılar. Bunların hepsi aslında “iktidarı” ele geçirmek istedikleri için birbirleriyle savaşmakla beraber ABD’ye de muhalif birer vatan kurtarıcısı rolünü üstlenmeyi ihmal etmediler.

Bence bu hikâyede ibretlik ders çok;
Saddam’ın bir milyondan fazla askerinden hiçbiri işgalcilerle savaşıp öldürmedi, ya kıyafet değiştirip cepheden sıvıştı yahut da düşman askerine teslim oldular. Sivil halkı katliam infaz ve işkenceleriyle çok korkutmuş olan Irak milli ordusunun ülkeyi düşman işgalinden kurtarmaya çalışma gibi bir hizmeti olamadı. Üstündeki üniformayı çıkaran asker gidip komşusunun evini yağmaladı, kızına saldırdı. Ülkeyi baştan aşağı fethederken neredeyse hiç zayiat vermeyen ABD ikinci operasyon sonrasında adil bir seçim gerçekleştirerek ülke idaresini idaresini teslim edeceği aklı başında bir siyasi ortamı bir türlü kuramadığı için neredeyse 8 yıl iç güvenlik hizmeti vererek ülkede kalmak zorunda kaldı. Bu defa süre giden terör olayları nedeniyle ciddi can kayıpları da yaşadı. Esas olarak maddi zarar çok fazlaydı. 1991 yılındaki 1,5 ayın üstüne Mart 2003, Aralık 2011 arasında toplam 8 yıla yakın süren ikinci harekât döneminin maddi faturası inanılmaz büyük çıktı. ABD vergi mükellefine bu işgal döneminin maliyeti 3,2 – 4 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Irak’ın tüm varlığına ve petrol rezervlerine el konulsa bile yüz yılda ödenmez.

Olaya taraf herhangi ülke açısından baktığımızda güçlü bir ordunun hangi ülkenin halkına (veya iktidarına) ne yarar sağladığı söylenebilir?

Bence bu dev askeri operasyonlar çatışmaya konu taraflardan hiçbirine askeri, ekonomik, siyasal, sosyal hiçbir yarar sağlamamış, ama belki dünya kamuoyuna ülke liderliklerinin aslında meğer ne derece aşağılık düzeylere inebileceklerinin ibretlik örneklerini göstermiştir. Saddam’ın kendi halkına karşı kimyasal silahla soykırım uygulaması, ülkenin tüm petrol kuyularını ateşe verdirtmesi, sonunda valiz dolusu dolarla yerin altında saklandığı yerde köstebek gibi yakalanıp yargılanması. Oğullarının ülkenin merkez bankasının kasasındaki milyar dolarları TIR’a doldurup kaçırmaları. Saddam’ın altın kaplı saraylarının gizli bölmelerinde valizlere doldurulmuş milyarlarca dolarların bulunması vb. ABD başkanı Bush’un başarılı komutanı siyasi bir hatayla görevden alması ve ülkeyi ikinci defa işgal için “yalan” gerekçe kullandığının ortaya çıkması yüzünden seçimi de kaybetmesi de olayın öbür cephesini göstermekte ibretliktir.    

Devletin ortaya çıkışı ve sürdürülmesi dâhil tüm yapılanmanın halkın bekası, umuru ve refahı için olduğu ve hükümetin milletin iradesini (milli irade) temsil ettiğine dair 7/24 karşılaşılan propagandanın içi boştur. Dünyanın hiçbir yerinde öyle olmamıştır, amaç daima devletli (mütegallibe) bir kesimin ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir ve bu kesimi teşkil eden çıkar grupları ve zümrelerin işbirliği ve uzlaşısıyla ortaya çıkar. O yüzden bazıları devleti bir “çete” veya “çeteler konglomerası” olarak da tanımlamaktadır. Hükmedilen kitlenin hüsnü rızasını alabilmek için (onların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulduğu görünümü verilen) bazı kurumsal yapılanmalara yer verilmiş olabilir ama bunlar çoğu zaman ya o güce sahip değildir yahut da tam tersi amaçla kurulmuştur.

Bir örnek vereyim; İran’da bir “İnsan Hakları Konseyi” var ve 2013 yılı Ağustos ayında bu konseyin başkanlığına getirilen Muhammed Cevad Laricani çıkıp şöyle bir konuşma yaptı; “”Recm ölüm cezasından hafif,… zira suçlu ölmeyebilir. Bir suçlunun elleriyle ayaklarının kesilmesi, gözlerinin oyulması ve tabii taşlanması (recm) İran’ın muteber yargı sisteminin en nadide özelliklerindendir. Suça karşılık verilen ceza güzel ve zaruri bir şeydir. Cellât bir insan hakları savunucusudur.”” Gördünüz mü bağdaştırmacıların kavramları yeniden tanımlamasıyla hukuk ve insan hakları ne hale getirilebiliyor? 

İran Prostestoları, Ekim 2022

Sözgelimi “”demokratik devlet”” kisvesi altında oluşturulan bir devletin anayasası da “”toplumsal sözleşme”” niteliğinde tanımlanır ve sözde kamu tarafından bu sözleşmenin ihlaline yönelik her türlü girişimi yargılamak ve engellemek yetkisine sahip bir anayasa mahkemesi de tanımlanmıştır. Ancak bu mahkeme devleti prangalama görevinin gerektirdiği güçlerden hiçbiri ile donatılmayıp aksine tamamen yürütmenin hükmüne tabi kılınmıştır. Medyanın tamamı cebren ve hile ile devletin tam kontrolü altına alınmış, borazanı haline getirilmiştir, sivil toplum örgütleri gongo (devlet organizeli) yapılmıştır, sivil hak ve özgürlükler, insan haklarının her maddesi her gün resmen çiğnenebilir. Sözcükler iğfal edilip temel siyasi kavramlar yeniden tanımlanarak siyah ile beyaz “ayni renk” haline getirilebilmektedir. Bağdaştırma o boyuta getirilmiştir ki despot lider çıkıp ““bizden daha özgürlükçüsü dünyada yok”” derse alkış alabilir.

Sonuç itibariyle hükümeti oluşturanların önünde, yanında arkasında olanlarla birlikte devletli mütegallibe nüfusunun tamamı ülke nüfusunun belki yüzde birini bulmaz, ama ben nedense “”Hâkimiyet milletindir”” ifadesindeki “millet” sözcüğünün hep de sadece bu kesimi kapsadığını düşünmüşümdür.

İran’da (1070) gerçekleşen vahşi İslam Devriminin getirdiği rejimin fazla uzun ömürlü olamayacağı söyleniyordu ama 42. yılını devirdi ve şimdi hâlâ ayakta. Rejim uzaktan bakınca kimilerine sanki halkın desteğine sahip bir Cumhuriyet imiş gibi görünebiliyor ama aslında tamamen totaliter bir otokrasidir.

Seçimde halk sadece Ruhani liderin gösterdiği birkaç adaydan birini Cumhurbaşkan (CB) olarak seçmek suretiyle bir tür siyasi irade ortaya koymuş gösteriliyor. Aslında seçilen CB da tamamen göstermelik, çünkü yetkisz, tüm önemli siyasal kararlar, tüm cebir şiddet ve ekonomik icra yetkileri ömür boyu seçilen ruhani liderin elinde. Ruhani lideri halk değil Ayetullahlar Kurulu kayd-ı hayat şartıyla seçiyor. Devrim muhafızları ve ülkenin hâsılasından daha büyük bir varlık fonunun kontrolü de tamamen onun elindedir. Her türlü muhalefetin büyük bir şiddetle bastırıldığı ve “Allaha savaş açmak suçu” olarak nitelenip idamla yargılandığı ülkede geçtiğimiz yılın başlarında devrim muhafızları tarafından kendi İran havayollarına ait bir uçak “”düşman sanılıp”” füzeyle vurulduğunda ekrana çıkıp “biz yapmadık” diyen CB’ın meğer hiç haberi olmadığı (kendisine hiç haber verilmediği) ortaya çıkmıştı. Kendisi durumu öğrenince istifa etmeye kalktığında da istifa yetkisinin olmadığını öğrenmiş.   

Geçtiğimiz 18 Haziran 2021 günü İran’da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Oyların %62’sini alarak 8. cumhurbaşkanı seçilen İbrahim Reisi’nin hukukçu(?) bir Ayetullah olduğu ve 1988 yılında hapisteki 3 bin muhalifin idamına karar veren 4 kişilik komitede yer aldığı biliniyor. Aslında halkın da böyle büyük bir canavarlıktan sorumlu birine karşı özel bir teveccühü söz konusu değil. Halkın seçimlere ve önüne aday olarak sürülen kişilere hiçbir inancı kalmadığından seçimlere katılım oranı çok düşük, her sene de düşüyor. Çok az bir seçmenin oyuyla da olsa sonuçta bir başkan seçilecek. Gerçekte hiçbir mühim kararda payı olmasa da kâğıt üzerinde seçimle gelen bir cumhur başkan olduğu için ortada bir “mış gibi” cumhuriyet var edilmiş oluyor.    

Meclis koltuklarında oturan gelişigüzel kişiler yerine Yapay Zekâ algoritmaları olduğunda seçmen şahsi iradesini meclise yansıtamasa da çıkacak yasalardan en azından belirli bir hakkaniyet ve rasyonalite bekleyebilir. Çünkü şahsi menfaati ve halka karşı taraf olma kabiliyeti olmayan bir yapay zekâ bize en azından bunu garanti edebilir.

Oysa her durumda nepotizm, kleptokrasi, jingoism, cronyism, gibi sayısız belayla malûl, güç dengeleri sürekli değişen bir çeteler konglomerasının elinde olan bugünkü parlamentolar bunu garanti edemez. Bugünkü hükümetlerin egemenliğindeki tebaa konumundaki halk açısından çok çalışıp didinerek katma değer yaratarak, üreterek kazanılabilecek neredeyse hiçbir şey yok. Çünkü siz ne kadar çok yaratır ve üretirseniz devletin sizden o kadar daha çok vergi ve haraç almaktan başka bir muradı yok… ta ki sizin rekabet gücünüz kesilene kadar. Ülkede güç ancak iktidara biatle, ihsanla, hile ve entrikayla (Oppenheimer’in tanımladığı “politik yöntem” ile siyasi olarak kazanılabilir. Halkın umur ve gönenci iktidarın umurunda değildir, bunu sağlayabilecek bir gücü de yoktur. Devlet bireysel güvenliğin muarızıdır, mevcut şekliyle o var oldukça vatandaşın bireysel güvenliği daima tehlikededir.  

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.