Devlet Neden Var?

Sürekli Söyleşi | | Ekim 4, 2022 at 3:13 pm

I.K– Böyle sorulara verilebilecek en kestirme cevabım; “Var olmasının şartları bulunduğu ve var olmaya devam ettiği için var.” olabilir. Eğer bir gün o şartlar tükenirse o da biter, yok olur. Doğadaki her türlü yapı için bu durum aynen geçerli. 

B.N- Devlet’ denilen yapı insanlık tarihi kadar eski. Sadece uygarlığın beşiği olarak kabul edilen eski kıtalarda değil, İlksel devlet örnekleri daha önce hiçbir uygarlıkla etkileşimde bulunmamış bölgelerde doğabilmiş. Bu toplumlar- ilksel devlet örnekleri de olsa-  ‘devletli toplumlar’ haline gelmiş Örneğin; Okyanusun ortasında izole bir ada olan Hawaii de M.S 800 de ortaya çıkışı gibi. Buradan, ‘devlet’ denen kavramın toplumların içsel süreçlerinde, farklı coğrafya ve zaman dilimlerinde de olsa benzer biçimde doğallığında geliştiğini görüyoruz. Tıpkı “din” gibi… Bu açıdan baktığımızda ‘toplumun olduğu yerde devlet de doğuyor” gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Durum böyle olunca var olan şartların tükenmesi nasıl olacak? Platon’a göre ‘devlet, toplumsal bir gerçektir.” Aynı zamanda da tarihsel bir gerçektir.

I.K- Homo Sapiens olarak şu dünyada iki ayağımızın üzerinde yürümeye başlamamızdan itibaren geçen 3 milyon kadar yıl boyunca hayatımızda devlet diye, tanrı diye bir şey yok. En kötü şartlar içinde (buzul çağında bile) bir şekilde kendi başımıza hayatta kalmasını bilmişiz. Bunların ortaya çıkışı son birkaç on bin yılın, yani uzun insanlık serüvenimizin içindeki nokta kadar kısa bir son dönemin mahsulü. Yani şu dünyada otonom bireyler olarak şimdikinden çok daha kötü şartlarda bile ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bulma, üretme, yoksa var etme ve her türlü zor şart altında hayata kalma fırsat ve kabiliyetlerine sahiptik. Tanrı ve devlet kavramlarının ilk olarak ortaya çıkışı insanın yeni teknolojiler geliştirip yerleşik tarım ve hayvancılığa geçerek yaşamak için ihtiyacı olandan daha fazlasını üretebilir hale gelmesinden hemen sonra oluyor. Çünkü kendi ihtiyacından fazlasını üretebilen insan ancak ondan sonra gerçekten istismar edilebilir hale gelmiş olmaktadır.  Bakın filozof Thomas Paine, devletlerin kökenini 1792 tarihli “Rights of Man” isimli eserinde nasıl anlatıyor; ”Dünyanın ilk ve yalnızlık içinde geçen çağlarında insanların başlıca uğraşları sürülere çobanlık etmekten ibaret iken, bir eşkıya grubunun, bir memleketi istila edip haraca bağlaması işten bile değildi. İktidarlarını böylece kurduktan sonra çetenin reisi, haydut adını kral unvanı içinde kaybettirmenin yolunu bulurdu. Devletlerin ve devletlilerin kökeni işte aslında tam buradan başlar.”
Dünyaya çıplak geliyoruz, ama daha sonra doğanın bize verdiği kaynakları (mesela sermaye yatırımı yaparak) kendi isteklerimizin tatmini ve hayat standardımızın yükseltilmesi için kullanılabilecek yer, biçim ve mekânlara dönüştürmeyi öğrenmek üzere aklımızı kullanmaya gerek duyuyoruz. Bunu yapabilmemizin tek yolu kendi akıl ve enerjimizi kaynakları dönüştürmekte kullanmak (üretim) ve elde ettiğimiz ürünleri başkalarının ürünleriyle takas etmemiz değil midir?

B.N- Akıl demişken Hobbes’a göre ‘“Akılda bulunan, insanın kendi yaşamı için zararlı olanı yasaklayan genel kuraldır” ( Leviathan, XIV)  İnsanlar üretim ve takas için bir araya geliyorlar ve Hobbes’a göre, malın ve canın güvenlik içinde olmadığı bu durumda kalamazlardı. Evet, kendi aklımızı ve enerjimizi kaynaklara dönüştürebilmek ve onu başkalarıyla takas edebilmemiz tek yol.  İşte bu nedenden dolayı insanların birbirlerine zararlı olan şeyleri yapmalarını yasaklanmasını sağlayacak ve kaosu engelleyecek olan ‘devlet’ doğuyor. Devletin kurularak, anarşik durumundan çıkılarak bir “toplum sözleşmesi” ile daha güvenli bir yapıya dönüşüyor. Bunun neresi kötü?

I.K- İnsan şunu da keşfetmiştir ki, iş bölümü, uzmanlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı alışverişler ile her iki tarafın da üretkenliği ve hayat standardı karşılıklı olarak muazzam bir şekilde artmaktadır. O halde insanın hayatta kalması ve servet kazanmasının tek doğal yolu aklını ve enerjisini bu üretim ve değiş tokuş işlerinde kullanması olmalıdır.

Bunu önce üretimi için gerekli doğal kaynakları bulmak ve daha sonra da (Locke’un deyişiyle) kendi emeğiyle karıştırarak dönüştürüp kendi bireysel malları haline getirmek suretiyle yapmaktadır. Birey bu şekilde elde ettiği ürününü daha sonra benzer biçimde başka ürünleri elde etmiş olan insanlarla değiş tokuş eder. Dolayısıyla, insanın doğasının gerektirdiği sosyal yöntem “mülkiyet hakları” ve bu hakların karşılıklı olarak takas veya hediye edilebildiği bir “serbest pazar” olmaktadır.

Bu yol sayesinde insanoğlu A’nın kıt kaynaklara B’nin sırtından sahip olabilmesi için birbirleriyle savaşmak zorunda olduğu orman kanunlarından kurtularak, kaynakların çok fazlalaşmasını sağlayan uyum içinde karşılıklı üretim ve değiş tokuş yöntemini geliştirmeyi öğrenmiştir.

Z.E- Evet, Locke’a göre doğa durumu, Hobbes’un sandığı gibi “insanın insanın kurdu olduğu” bir durum değil. Locke’un düşüncelerine göre insanlar kendi istekleri ile toplum sözleşmesini yaparak devleti oluşturuyor. Devlet, mutlak güç değil de  toplum sözleşmesinin bir tarafı olmuş oluyor. Locke’a göre, insanlar kendi iradeleri ile devleti kurarlar, insanların doğal hakları var ve devlet bu hakları çiğneyemez. İnsanlar devleti kurarken saklı tuttukları haklarına devletin müdahale etmesine izin vermezler. Mülkiyet hakkı da kutsal ve temel bir haktır.

I.K- Ünlü Alman sosyolog Franz Oppenheimer servet kazanmanın birbirinden bağımsız iki yolu olduğuna işaret etmiştir;
– Birincisi “ekonomik yöntem” olarak nitelendirdiği üretim ve değiş tokuş,
– İkinci yol ise “politik yöntem” olarak nitelendirdiği başkalarının sahip olduğu mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma yöntemi.

Birinciye göre çok daha basit olan bu ikinci yöntemde karşılıklı rıza gerekmeden, tek taraflı olarak hırsızlık ve gasp yoluyla bir el koyma söz konusudur. Açıktır ki insanların hayatta kalmak ve servete ulaşmak için barışçı bir şekilde kendi akıl ve enerjisini kullanarak üretim yapması “doğal” olan yoldur. Ayni şekilde açıktır ki ihtiyaçlarını zorlayıcı zulüm ve sömürü ile başkalarının sırtından karşılamak doğa hukukuna aykırıdır. Asalaklıktır, çünkü toplam üretimi arttırmak yerine azaltıcı bir yoldur. Politik yöntem üretimin asalak ve tahripkâr bir birey ya da gruba hortumlanmasıdır. Bu hortumlama yöntemi sadece üretimden aldığı payla değil, üretici bireylerin kendi hayatta kalma düzeyinin üzerinde bir üretimi gerçekleştirme şevklerinin kırılması dolayısıyla da yıkıcıdır. Soyguncu uzun vadede kendi tedarik kaynağını küçültür veya yok eder. Hatta bu davranışı ile kısa vadede bile kendi gerçek insan doğasına aykırı bir davranış içindedir.

C.B-Hiçbir kurum mükemmel işlemez, ancak (demokratik) hükümetler piyasa ilkelerine değil kendilerini seçenlere hesap verirler.

I.K- Şimdi, esas soruya daha bütüncül bir cevap verebilecek durumdayız. Peki, devlet nedir? Devlet Oppenheimer’in deyişiyle yukarıda açıkladığımız “politik yöntem”in organizasyonudur. Yani belirli bir coğrafyada sürdürülecek yağmacı proseslerin sistemleştirilmiş halini temsil eder.

Mesela suç en fazla arada sırada görülen arızi bir durumdur. Asalaklık da daima kısa ömürlüdür. Onun zorlayıcı parazit ömrü mağdurlarının direnmesi sonucu her an sona erebilir. Oysa devlet özel mülkiyetin yağmalanması için yasal, düzenli ve sistematik bir kanal sağlar. Toplum içindeki parazit bir sosyal sınıfın güvenli, emin ve nispeten huzur içinde bir yaşam sürmesini güvence altına alır.

B.N- Hem Hobbes hem de Locke devletin meşruiyetini tanrısal kattan indirerek bireylerin çıkarlarına, halkın verdiği yetkiye dayandırdı. Farklı bakış açıları da olsa toplum sözleşmeleri yoluyla halk yönetimine meşruiyet verdiler. Özetle,  her ikisi de doğa yasalarından uygarlığa geçiş için bir ‘toplum sözleşmesi’ yolunu savundu. Devlet dediğimizde bugün bu ‘toplum sözleşmesi’nden ibaret değil mi zaten?

I.K- Devlet hiçbir yerde bir sosyal toplumsal sözleşme sonucu ortaya çıkmamıştır. Devletlerin ortaya çıkışı her yerde ve daima bir fetih(gasp) ve sömürü sonucunda olmuştur. Kurulan iktidarın kendini içeriden gelecek ayaklanmalar ve dıştan gelecek saldırılardan korumak ve o bölgede yaşayanları ekonomik olarak sömürmekten başka da ciddi hiçbir amacı yoktur.

Klasik “devlet” paradigması fetihçi bir kabilenin fethettiği kabileyi her zamanki gibi yağmalayıp katletme yöntemi yerine yaşamasına ve üretim yapmasına izin vermek ve o kabilenin arasına onların yöneticisi olarak yerleşmek suretiyle fethedilen kabileden yıllık bir haraç alma yöntemini keşfetmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Bugün hâlâ devletçiliği savunan ve “olmazsa olmazlığına” gerekçeler sunanların en çok İngiliz filozof Thomas Hobbes’un Leviathan adlı çalışmasını esas aldığını görmekteyiz. Hobbes; 1651 yılında yazdığı Leviathan’da devletin esas amacını  “kişisel güvenlik” olarak açıklarken bunu sağlayacak olanı da ülkede cebir şiddet tekeli oluşturacak silahlı milli emniyet/güvenlik kolluk güçleri olarak görmüş olmalıdır.

Peki, Hobbes bu kolluk güçlerinin sadece 20. yüzyılda bizzat güvenliğinden sorumlu olduğu kendi halkından 262 milyon kişiyi siyasi nedenlerle taammüden öldüreceklerini ve bu sayının yabancı bir ülkenin askeri tarafından öldürülenlere göre altı kat daha fazla olabileceğini de umabilir miydi? Eğer Hobbes, yirminci yüzyılı yaşayıp da tüm bunların olduğunu bizzat görmüş birisi olsaydı,  güvenlik /emniyet kavramlarını “devlet” olgusuyla birlikte halk için, halkın yanında mutlak bir koruyucu olarak düşünebilir miydi?

Bugün kamu hizmetlerinin etkili ve yeterli olduğu, cinayet oranlarının 100.000 kişide 1 veya daha az olduğu ve insanların tarihinde daha önce hiçbir yerde görülmediği kadar özgürlüğe yaklaştıkları batıda ve Kuzey Avrupa devletlerindeki durum Leviathan sayesinde değil. Hobbes’un iddiasının aksine, bugün devletsiz toplulukların da şiddeti denetim altına almak ve ihtilafları sınırlamakta oldukça yetkin olabildiklerini öte yandan devletin boyunduruğu altındaki hayatın da kötü, vahşi ve kısa olabildiğini biliyoruz. Çünkü güç sizi haklı yapmaz ve güç kesinlikle özgürlüğü getirmez.

Günümüzde devletler, toplumlar ve özgürlüğün hangi şartlarda ilerleyip hangi durumda geri gittiği üzerinde en ciddi çalışmaları yürüten Daron Acemoğlu ve J. A. Robinson 2019 Eylül’ünde yayınlanan  “The Narrow Corridor”(Dar Koridor) isimli eserinde şöyle diyor;

Özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerekir. Şiddeti engelleyecek, yasaları uygulayacak ve insanların kendi tercihlerini yapıp hayata geçirmeleri için hayati öneme sahip kamu hizmetlerini sunacak güçlü bir devlete ihtiyaç vardır. Devleti denetlemek ve sınırlandırmak içinse güçlü ve hareketli bir topluma…  İkiz çözümleri ya da denetim ve denge mekanizmaları Gılgamış sorununu halletmeye yetmez çünkü anayasalar ve sunulan garantiler, toplum tetikte olmadığında üzerine yazıldıkları parşömenden daha kıymetli değildir.

Despotik devletlerin yol açtığı korku ve baskı ile devletin yokluğu sonucunda ortaya çıkan şiddet ve kanunsuzluğun arasında sıkışmak, özgürlüğe giden dar bir koridordur. İşte bu koridorda devlet ile toplum birbirlerini dengeler. Denge, ani ve radikal bir değişimle oluşmaz. Söz konusu olan, devlet ile toplum arasında sürekli ve her gün yenilenen bir mücadeledir. Bu mücadele beraberinde birçok avantaj da getirir. Koridor içinde devlet ile toplum sadece rekabet etmez, işbirliği de yapar. Aralarındaki işbirliği, devletin toplumun ihtiyaç duyduğu hizmetleri gerçekleştirme kapasitesini artırır. Bir yandan da toplumun devletin kapasitesini kontrol etmek için daha büyük hareketliliğe kavuşmasını teşvik eder.

Bunu bir kapıdan ziyade “koridor” yapan unsur ise özgürlüğün kazanımının bir süreç olmasıdır. Şiddetin denetim altına alınması, yasaların yazılı hale getirilmesi, uygulanması ve devletlerin yurttaşlarına hizmetler sağlamasından önce koridorda oldukça uzun yol almak gerekir. Bu bir süreçtir. Çünkü aralarındaki bütün farklara rağmen, devlet ve seçkinlerin, prangaları olmayan toplumun değişik kesimleriyle beraber yaşamayı ve çalışmayı öğrenmesi gerekir.

Koridorun “dar” olmasının nedeni ise başarının hiç de kolay olmamasıdır. Devasa bürokrasisi, güçlü bir ordusu ve yasaları istediği gibi belirleme özgürlüğü olan bir devleti nasıl sınırlandırabilirsiniz ki? Karmaşık bir dünyada hep daha fazla sorumluluk alması talep edilen devletin aynı zamanda zararsız ve denetlenebilir kalması nasıl sağlanabilir? Bölünün parçalanmış bir toplumu birbirine düşmek yerine işbirliği yapmaya devam etmesini nasıl mümkün kılabilirsiniz? Tüm bunların sıfır toplamlı bir oyuna savrulmasını nasıl engellersiniz? Bu şartları sağlamak hiç de kolay olmadığı için koridor bu denli dardır. Toplumlar koridora girer, çıkar ve tüm bu sürecin geniş kapsamlı sonuçları olur.”

Hobbes; “insanların tamamını korku altında tutan ortak bir güç olmadığında” hayatın “yalnız, fakir, kötü, vahşi ve kısa” olduğunu iddia etmişti. Tabii vatandaşı sürekli korku altında tutma işi de devletin meşru cebir ve şiddet kullanma tekelini uygulama yetkisine sahip hiyerarşik merkezi bir otoriteye bağlı kolluk güçleri (askerler, bekçiler, polisler, jandarmalar, kolcular, korucular) tarafından yerine getirilecekti. Aradan geçen yüzlerce yıl içinde insanlar uyruğu altında yaşadıkları sayısız Leviathan hükümeti karşısında hissettikleri korku ve dehşete” rağmen bu durumun çoğunluk için kötü, vahşi ve kısa hayatı yok etmediğini, tam tersine çoğu zaman Leviathan’ın bütün bunların sebebi olduğunu gördüler. İnsan hayatının iyileşmesinde reel olarak beklenebilecek tüm iyiliklerin bilim, sanat teknoloji kaynaklı olduğunu, Leviathan’dan ise güvenlik vb konuları dâhil hiçbir net fayda gelmediğini anladılar.

Bugün artık sivil bir ortamda “güvenlik sistemleri”  dendiği zaman aklımıza artık “bekçiler, polisler, jandarmalar, kolcular” gibi kolluk güçleri değil kameralar geliyor. Neden? Çünkü artık Leviathan’ın emir kumanda zincirine bağlı insanlı güvenliğinin canımız ve malımız için çoğu zaman bir güvenceden çok tehdit oluşturabildiğini biliyoruz. Sabaha karşı birisi kapımızı çalarsa bunun bir düşman askeri veya sütçü olmasından çok kendi ülkemizin tepeden tırnağa silahlı resmi kolluk güçlerinin maaşlı sivil giyimli bir elemanı olmasından endişe ediyoruz.

Z.E-  Kamusal alan kamunun kontrolünden çıkarsa devlet kural koyma tekelini yitirir, bu da kaosa ve yüzyılların demokratik birikiminin erozyonuna yol açmaz mı?


A.K- Telefonla arayan birisi paramızı ona getirip vermemizi ister, yoksa başımıza çok kötü şeyler gelebileceğini söylerse bunun bir dolandırıcı olma ihtimalinden çok hakikaten kendi deklare ettiği gibi resmi bir güvenlik / yargı mensubu ya da tavassutu olma ihtimali bize oldukça inandırıcı geliyor. Korkudan grogi olup muhakeme yeteneğimizi kaybediyoruz. Çünkü emniyet /güvenlik diye bize sunulan şeyin pekâlâ bir güvenlik tehdidi olabildiği algısına sahibiz. Asker, polis, yargı ile ilgili algımız güven duygusu yerine korku oluyor. Belki her ülkede değil ama en azından çoğu ülkede durum bu merkezde.

C.B- Söylediklerin doğru diyelim. O zaman ‘devlet’ dediğimiz mekanizmanın yerine bir şey konulması gerek. Değil mi?

I.K- Ben de tam bundan söz etmek istiyorum… Bir sonraki bölümde detaylı olarak anlatmak isterim.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.