Devlet Varlığını Nasıl Sürdürebilir?

Sürekli Söyleşi | | Ekim 5, 2022 at 9:49 am

B.N- Bir devletin varlığını sürdürebilmesi için gerekli şartlar her topluma ve döneme göre değişiklik gösterebilir. Nasıl bugünkü anlamıyla 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkan ‘devletin’ doğuşu antik döneme ve günümüze göre çok farklı nedenlere dayanıyorsa, varlığını sürdürebilmesi için gerekenler etmenler de geniş bir çeşitlilik gösteriyor. Sanırım sadece bir bölümde hepsini incelenmesi mümkün değil. Ancak, bir yerden başlayabiliriz.

I.K-Duayen devlet adamı Süleyman Demirel bir gün şöyle demişti; “Hükümetler şapka gibidir, başa gelir gider, ama devlet o başın ta kendisidir, ülke var oldukça varlığını sürdürecektir”. Sanırım çoğunluk da halen kökü çok eskilere dayanan bu görüşü benimsiyor. Çünkü tarih kitaplarında devletlerin yıkılışı hep o ülkenin yakılıp yıkılması, taş taş üstünde bırakılmaması, halkın kılıçtan geçirilmesi, hayatta kalanların ya kaçıp göç etmesi yahut da köle yapılması, yani bir anlamda devletle birlikte halkın da tamamen kırılması olarak anlatılıyor.

C.B- Evet. Bu cümle, devletin varlığını sürdürebilmesi için gerekli sosyal kodlara oldukça iyi bir örnek. Günümüzde halen bu kodlar güçlü bir biçimde etkili oluyor. “Devletin kutsallığı” gibi kavramlarla bireyin yaşamı sınırlı da olsa; ancak devletin varlığının “ilelebet” ve her şeyin üstünde olduğu düşüncesi bugün (en azından içinde yaşadığım coğrafyada) oldukça hakim ve geçerli. Halen Ortaçağ döneminden kalma bir düşünceye saplantılı olduğumuz söylenebilir aslında: ”Sacrum Imperium Romanum (devlet, tanrısal bir imparatorluktur)” Aquino’lu Thomas. Süleyman  Demirel de tıpkı Aquino’lu Thomas gibi devletin  neredeyse  kutsal ve tanrısal olduğunu, ancak iktidarın halk aracılığıyla kullanılabileceği düşüncesini dile getirmiş.

I.K-Oysa çok eski çağlardan bu yana böyle bir şey genelde pek söz konusu değil. Bir devlet yıkılınca o coğrafyada yaşayan insanlara hükmetmek üzere hemen bir yenisi kuruluyor. Yahut da komşu coğrafyanın (fetihçi) devleti burayı da hükmü altına alıp vergi toplamaya başlıyor. Esas olan o coğrafyada yaşayan halkın kendisi değil midir? Bazı demografik değişimler olsa da, ülkenin adı değişse de halk esas olarak yine ayni halk değil midir? Devlet (kamu) dediğimiz şey o halktan vergi toplayan hükmedici irade ve onun halka hükmetmekte (doğrudan ve dolaylı olarak) kullandığı tüm birimlerin toplu adı değil mi? Hükümet (devlet) bir tarafta, halk öbür tarafta değil mi?

Z.E- Bu söylediğin Oppenheimer’in devlet tanımına uyuyor: ““Devlet oluşumu sırasında tümüyle, varlığının ilk aşamalarında ise özünde ve neredeyse tümüyle, zafer kazanmış bir insan grubunun yendikleri üzerindeki egemenliğini bir düzene bağlamak ve kendini içten gelecek ayaklanmalara ve dıştan gelecek saldırılara karşı güvenceye almak amacıyla, yendiği gruba zorla kabul ettirdiği bir toplumsal kurumdur. Bu egemenliğin amacı, yönetilenlerin yenenler tarafından ekonomik alanda sömürülmesinden başka bir şey değildir.Ve dikkatli baktığımızda bu doğru tanımın içinde ‘halk’ kavramının ne yazık ki izninin olmadığını görüyoruz.


I.K- Ancak burada yine çok ciddi bir isimlendirme sorunumuz var. Devlet (hükmeden)  ile onun hükmettiği tebaası olan halkı tek bir siyasi birim olarak ayni isim altında toplamak bizi çok ciddi yanılgılara sevk ediyor. Batı dillerinde devlet ile hükümet çoğu zaman eşanlamlı olarak kullanılabiliyor ve bu pek bir sorun değil. Ama devleti; “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olarak tarif etmek ve bunu anayasaya da yazmak bence ciddi bir sorun. Özellikle bürokraside rejime vesayet eden, beşinci kol faaliyetleri ve siyasi operasyonlar yürüten silahlı ve külahlı derin ve sığ kesimler oluşmuş; Oppenheimer’in tanımladığı “politik yöntemi” güç ve servet kazanmanın temel yöntemi olarak benimsemiş ise. Bir şeyin en azından ne olması lazım ki biz ona devlet diyelim?

B.N-En basit şekli ile bugünkü anlamıyla bir devletin var olabilmesi için gerekli şartlar şöyle sıralanabilir: Varlığı için bir ülkeye yani devlet yetkilerinin kullanıldığı ve sınırları belirli bir arazı parçasına ve orada yerleşik bir insan topluluğuna sahip olmak; yine varlığı için siyasi otoriteyi ve zorlama gücünü elinde bulunduran bir siyasi ve hukuki teşkilatlanmaya sahip olmak. Biz buna kısaca ‘devletin siyasi ve idari yapısı’ diyoruz.

I.K-Mesela Irak ‘Şam İslam Devleti’nden tüm medyaların “Terör Örgütü” diye bahsettiğini biliyorsunuz. Oysa o da belirli bir coğrafyada bir hegemonya kurmuş değil miydi? Fethettiği yerleri kendi kamusal alanı ilan edip oralara valiler atamamış mıydı? Vergi toplamıyor muydu? Eğitimi, üretimi, ticareti kontrol etmiyor muydu? Yasalar ilan ediyor, hâkimler görevlendiriyor, suçlu gördüklerini yargılayıp infaz ediyor değil miydi? Kendisiyle savaşanları da çete /örgüt diye nitelendirmiyor muydu?  Bu tarifin Hobbes’un “güçlü ve iş başında, kapasite sahibi” Leviathan tarifine uymayan tarafı neresidir ki?

Z.E-“Vatandaşları yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına almanın yolu bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir… Toplumda yaşayan insanlar birbirlerine ‘ben haklarımdan vazgeçiyorum ve tüm haklarımı bu insana ya da insanların meclisine veriyorum’ demelidirler. Böylece bütün güç ve kudret tek bir insanda toplanır. Bu devlet  ya da Latince Civitas olarak adlandırılır. Bu büyük LEVIATHAN‘ın doğması demektir.” ( Thomas Hobbes) Evet, bu tanıma baktığında tarife uyuyor. Sadece örnek verdiğin Şam İslam Devleti, bölgeye kuruluş ve bölgeye çöreklenme şekli ile günümüzün modern devletlerinin doğuş biçiminden çok Ortaçağ şartlarına uygun.

I.K- IŞİD, bana göre pekala Acemoğlu ve Robinson “Dar Koridor”da tarif ettiği Leviathan türlerinden “Despotik Leviathan” türünün tipik bir örneği sayılabilir. Çünkü çok zayıf da olsa maliye, güvenlik, eğitim, yargı gibi bir devlet kapasitesini oluşturmuştu. Şu anda yok olup gitmiş olması onun tarihe bir dönem o coğrafyada hükümran olmuş bir devlet olarak geçmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Şimdi ortada onu prangalayabilecek şekilde yapılanmış bir halk olmadığına göre “Despot” gidince yerine ya  “Namevcut” yahut da “Kağıttan” olanı gelecek. Yerine gelenler eğer yasalar, fırsat eşitliği, eşit muamele ve özgürlüğün gerektirdiği kamu hizmetlerinden hiçbirini kuramaz ise ona Namevcut Leviathan diyeceğiz. Eğer baskılama araçlarıyla dolaylı yönetim yöntemini doğuran ve fakat devlet kapasitesine gerçek bir yatırım yapmayan bir özellikteler ise bu defa da (Dar Koridor’un terminolojisiyle) Kâğıttan Leviathan olarak adlandıracağız. Ama sonuçta hiçbir şey değişmiyor. Bu işin halk açısından Leviathanlı ve fakat katlanılabilir hiçbir çözümü mevcut değil.
Demirel’in önermesini “baş mıdır, şapka mıdır?” bu örnekte test edecek olursak o tezin tamamen boşa çıktığını görürüz. IŞİD, şüphesiz ki bir devletti ama o coğrafya’da yaşayan halkın ne başı ne de başına giydiği bir şapka idi. Oradaki halkın başına gelen ondan tamamen ayrı, belki kafasına yapışıp onun kanını emen bir kene, ondan beslenen bir canavar, parazit bir yapı idi. Her halükarda devletle halkı organize bir bütün, sürdürülebilir bir organizma olarak gözümüzde canlandırmamız mümkün değil. Belki bir tasavvur olarak “”Prangalanmış Leviathan”ı böyle bir yapı olarak düşünmemiz isteniyor olabilir. İstisna olarak belki halk ve devletin nispeten uyum içinde birlikte var olduğu düzen örnekleri de gösterilebilir. Ama orada bile böyle nihai bir varoluşsal bütünleşme bence sadece bir fanteziden ibaret.

B.N- Bu konuda benzer düşüncedeyim. Bu nedenle, sağ anarşizm (bireyci anarşizm)  felsefesi bana oldukça yakın geliyor. Yani, her türlü kolektif ve kamusal mülkiyetin ve dolayısıyla devletin var olmadığı özel mülkiyete dayalı bir özgür toplum modelini ideal buluyorum. Buna dayanarak örneklediğiniz Şam İslam Devleti ile daha ılımlı modernize edilmiş günümüzün devlet yapıları arasında şekilsel olarak büyük farklar var gibi görülse de temelde -doğuş amaçları, varlıklarını sürdürme nedenleri ve yolları olarak bakarsak-  aynı diyebiliriz. Halk, her defasında ve her iki durumda da hem tanımda hem de pratik uygulamada dışarıda kalıyor denilebilir.

I:K-Halkın bilim, sanat, teknoloji üretimiyle endüstriyel bir varoluş içinde gelişebilmesi küresel düzenlerle uyum içinde olmayı gerektiriyor. Bir halkın dünyadan kopuk bir biçimde kendi yağıyla kavrularak yaşayabilmesi mümkün ama gelişebilmesi pek mümkün değil. Günümüzde bir ülkedeki üretim /tüketim biçimleri küresel standartlara uygun ve rekabetçi olamadıkça bir ülkenin mevcut refah seviyesini koruyabilmesi pek mümkün değil. Oysa Leviathan (özellikle milliyetçi mukaddesatçı sömürgen olanları) bu parametreleri ortak küresel standartlara getirmeyi asla kabul etmiyor. Böyle bir durumun kendisi için yıkıcı olabileceğinin farkında, o yüzden de ülke halkının küresel dünyayla doğrudan bir yakınlaşma içinde olmasından çok korkuyorlar. Bu yüzden KKK ( kandırma, korkutma, kışkırtma)  ile tüm halkı esir almaya kendi mezrasında esir olarak ellerinde tutmaya çok fazla gayret ediyorlar. Milliyetçi ve mukaddesatçı eğitim ve diğer sosyal kurumlar ile insanlara el koymak ve daha doğuştan kendi buyruğu altına almak için dil, din, ırk, tarih, vatan, ahlak, örf adet, gelenek, görenek gibi şeyler koşullandırma amaçlı olarak kullanılıyor. Siyasi amaçlı KKK için ihtiyaca göre hem birleştirme hem de bölme için kullanılıyor. Oysa bunların birey açısından bir aslı yok. Çünkü özde hiçbirimiz üzerimizde bunlarla doğmuyoruz, aidiyet parçamız değil. Doğduğumuzda hiçbirimiz asker değiliz, inançlı değiliz. İnsanlara el koymak yöntemi olarak binlerce yıldır başarıyla kullanılmış olsa da onları başarılı bir bütünün parçaları yapması ve o yüzden gelecekte de sürdürülebilir olması mümkün değil. Bunlar hiçbirimizi daha mutlu, akıllı, zengin, başarılı, çalışkan, iyi insan yapacak özellikler değil, tercih hakkımızı kullanarak herhangi bir seçim yapma fırsatımız da yok. Bunlar sadece bir Leviathan’a kul ve onun malı olduğumuzu belirleyecek etiketler, sahih değil, bize bir faydası yok. Bir sığırtmaç nasıl böğrüne kızgın demirle dağlayarak vurduğu amblem üzerinden o sığırın kendi malı olduğunu tescil ediyorsa bunlar da insanları en küçük yaştan itibaren bir siyasal odağın malı yapmakta kullanılan demir damgadan farksız. 

Z.E-Bu söylediklerinizin üzerine Johann Kaspar Schmidt ve  Max Stirner’ i hatırlamadan geçmemek gerek. ‘Ne Tanrı(lar), ne devlet ne de ahlaki kurallar birey özgürlüğünü sınırlandırmamalıdır. Birey bir şeyi yapıp, yapmakta tamamen serbest olmalıdır.’ Birey; bu şekilde özgür kılınırsa, halk da özgürleşir. Ne var ki bu düşünceden yola çıkılarak ‘sınırlı devlet’ savunsak bile şöyle bir tehlike ortaya çıkıyor: devlet, sadece adalet ve güvenliği sağlayacak biçimde sınırlandırılsa bile doğası gereği  her zaman görev ve fonksiyonlarını genişleterek büyüme ve aynı zamanda güç ve yetkilerini  kötüye kullanma eğiliminde olacağı asla unutmamalı.


I.K- Ben örneklere devam etmek istiyorum. Bir vakit bir coğrafyanın Leviathan’ı olmuş bir sultan benim nasıl atam / ceddim olabilir ki? DNA testi yap muhtemelen benim kanımdan olmadığını görürsün. Bugün 6’sı cumhuriyet kırktan fazla Türkî toplum var, hepsinin Leviathan’ı ayrı. Bir ara Türkçe konuşan toplumların delegelerinin davet edildiği bir sempozyum yapılmıştı. Rusça ve İngilizce anında tercüme ekibi oluşmadan sempozyum doğru dürüst başlayamadı çünkü hiçbir konuşmacının ne dediği anlaşılamıyordu. Hepsi sözde Türkçe konuşuyorlar ama konuşup anlaşamıyoruz, çünkü dilleri bizimkinden çok farklı. Hepsinin tepesindeki Leviathan’a göre dilleri değişmiş, dönüşmüş, farklılaşmış, birbirleriyle konuşup anlaşamaz hale gelmişler. İslâm dini konusunda da durum bence tamamen ayni.  Tepelerindeki otorite hepsinin şeriatını, imanını farklılaştırmış.  Müslüman ülkelerin her birinde inançlar farklı, gelenek görenekler farklı. Hepsinden önemlisi ahlaklarımız uyuşmuyor.
Kendini Bizans İmparatoru olarak ilan eden son kişi, Fatih Sultan Mehmet olarak tanıdığımız Osmanlı Padişahı II. Mehmet’tir.  Anası Mara Despina’dır (ama biz onu Hüma Hatun adıyla biliyoruz). Kendisi Kaiser-i Rum (Roma İmparatoru) ve ayrıca eski Yunancada Roma İmparatoru anlamına gelen Basileus unvanını da almıştır.

Şunu söylemek istiyorum; Bizim (hiçbirimizin) şu dünyadaki bireysel varoluşumuzu temsil edecek şeyler dil, din, ırk, tarih, vatan, ahlak, örf adet, gelenek, görenek gibi şeyler olamaz. Bunlar belki bir devlet için (vatandaşlarını bölüp yönetmek ya da kendisine çimentolayıp ulu’l emr altına sokmak için) çok yarayışlı enstrümanlar olabilir ama bireyin kendisi için öyle değildir.

Bireyi gerçekten sosyal olarak var eden şeyler “”iletişim, eğitim, üretim, hukuk, para”” gibi imkânlardır. Eğer bunlara erişiminiz engellenmiş veya kısıtlanmışsa kendinizi birey olarak var etmeniz çok zor hatta belki imkânsızdır.  Bir insan temel olarak ancak ve sadece yaratısıyla / üretimiyle güç kazanabilir, kendini var edebilir. O yüzden bugünkü bir devletin toplumun tüm bireylerine  “”iletişim, eğitim, üretim, hukuk, para”” gibi küresel standarttaki kurumsal araçlara, piyasalara serbestçe ve doğrudan erişim fırsatını mutlaka verebilmesi gerekiyor. Ama çoğunlukla bunun mümkün olamadığını görüyoruz.

Devletler kendilerini var edebilmek (birey üzerindeki hegemonyasını güçlü tutabilmek) için mutlaka onunla “”iletişim, eğitim, üretim, hukuk, para”” gibi temel ihtiyaçlarının arasına tekel olarak kendisini sokmak, doğrudan erişimini engellemek zorunda hissediyorlar. Bu tabii ki devlet ile tebaası arasında çözümsüz bir gerilimin temel kaynağıdır. Güç ve şiddet kullanarak ya da KKK ile bu işin bir nihai çözümü olabileceğini düşünmüyorum. Küreselleşmenin çok zayıf olduğu eski çağlarda bir devlet belki bunu yapabiliyordu, ancak şu anda küreselleşme durdurulamaz, geri döndürülemez bir safhada. Artık böyle bir Leviathan’ın varlığını sürdürmesinin giderek güçleşeceğini, ya tamamen başka bir şeye dönüşmek yahut da yok olup gitmek zorunda kalacağını düşünüyorum. 

Buradan şu sonucu çıkartabiliriz ki; dil, din, ırk, tarih, vatan, ahlak, örf adet, gelenek, görenek gibi şeyler bir devleti var eden de değildir;  yıkılmasına yol açabilecek olan şeyler de değildir. Ama bir devletin gelir akışı durursa, halktan toplayabildiği katma değer payı (vergi/harç) gelmez olursa o devletin varlığını mevcut biçimiyle sürdürmesi giderek imkânsız hale geliyor. Leviathan üreten halkın küresel dünyayla iletişimini kısıtlarsa, ayni dili, ayni değerleri konuşamaz hale getirirse üretim maliyetleri, üretim kendini kurtarmaz hale gelip, çarklar yavaşlıyor, dış kaynak sorunu ortaya çıkıp, yatırımlar ve kalkınma duruyor. Dış kaynak sorunu olunca iç üretimde de maliyetler artmaya başladığından, pazar küçülüp, kamu payları düştükçe düşer, homurtular artarsa. Taa ki kamunun kendi iç çarkları da eskisi gibi dönememeye başlayıncaya kadar. Eğer ülkenin yeraltı kaynakları gibi kolay para getiren hazır ürünleri varsa yıkılışı çok daha uzun bir döneme yayılabilir, yoksa sonu pek çabuk da gelebilir.     

B.N- Teoride dediğiniz gibi saydıklarınız ( dil, din, ırk, tarih, vatan, ahlak, örf…) gibi kavramlar, devletin varlığını sürdürmesi için gerekli olmasa da pratikte bu amaç doğrultusunda güçlü bir çimento etkisi yarattığını reddedemeyiz.  Bu başlıkların  ayrıca ve detaylı bir biçimde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

C.B-Söyleşinin başında değindiğimiz tarihsel ve sosyal kodlar ‘devlet’ denen yapının varlığını sürdürmesi için temel harçları oluşturuyor. Bunu olumlu anlamda söylemiyorum, tam tersine verdiğiniz örneklere dayanarak sizi destekler nitelikte söylüyorum. Dildeki yerleşik anlam kaymalarını da buna dahil etmek gerek. Bu konun tek tek detaylı bir biçimde ele alınması fikrine katılıyorum.  Çünkü gelir akışı bir şekilde kesilse bile devletin hükmettiği! Halkın kafasında yer etmiş bu kodlar olduğu sürece bir Leviathan gidip diğer bir Leviathan gelecektir.

I.K-Eskiden “dil, din, ırk, vatan, ahlak, örf adet, gelenek, görenek gibi kavramların gücünden yararlanarak (milliyetçi ve mukaddesatçı görüşle) belirli bir coğrafyadaki hegemonyasını sürdüren devletlerin artık hızlanan küreselleşme ve yeni teknolojiler sayesinde giderek bu gücünden mahrum kalacağını öngörebiliriz. Yeni düzende ekonomilerin sürdürülebilirliği büyük ölçüde bireylerin sivil yöntemlerle  “”iletişim, eğitim, üretim, hukuk, para”” gibi imkânlara (devleti aracı kılmadan) erişimine dayalı. Devletin zorunlu olarak aracı kılındığı düzenler küresel rekabetçi üretim ve takas için ciddi engel teşkil ediyor. Bireylerin doğrudan küresel üretim ve takas imkânına kavuşması bireyi güçlendirirken temsili kolektiflerin hegemonyasını zayıflatacaktır. Varoluşunu sürdürmek için başvuracağı KKK ve cebir şiddet güçlerinin de bir noktadan sonra sürdürülebilirliğini kaybedeceği önsezisine sahibim.

Z.E-İşte bu aşamada toplumda yer etmiş, kemikleşmiş yanlışların tek tek ele alınması şart oluyor. Kullanılan dilde ve kavramların algılanışındaki ciddi yanlışları da buna dahil etmek isterim. İsterseniz bu yazıdaki verdiğiniz örnekleri tek tek inceleyerek sonraki söyleşilere devam edelim. Böylece, Leviathan’ ın varlığını dayandırdığı ve onu besleyen en temel yanlışların nerelerde yapıldığı daha detaylı değerlendirmiş oluruz.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.