Devletsiz Bireysel Güvenlik Nasıl Sağlanır?
Sürekli Söyleşi | Cumhur Baskan | Ekim 9, 2022 at 9:56 amB.N -Geçen konuşmamızda özellikle “sivil resmiyet” başlığı altında “devletin olmadığı bir sistemde bireysel güvenlik sağlanabilir” dediniz. Dürüst olmalıyım ki pek ikna olmadım.
C.B- Evet. Buna neden ihtiyaç duyulduğu konusunda kuşkularım var. Var olan kurumların daha iyiye yönelik biçimde dizayn edilmesi varken neden tümden ortadan kalkması gerekli görülüyor? Kurumların ve yetkilerinin yeniden dizayn edilmesi ile sivilleşme neden mümkün olamasın?
I.K- Çağımızın küreselleşme düzeyini göz önüne alırsak bir ülkenin sınırlarının ya da menfaatlerinin başını bekleyecek askerlerle ülkenin (halkın) herhangi bir güvenliğini sağlaması imkânsız. Bireysel güvenlik küreselleşiyor. Tabii bazı hükümetler hâlâ kendilerine tâbi en yeni silahlarla donanmış çok masraflı büyük ve gösterişli orduları olmasını tercih ediyorlar. Ama sivil birey (vatandaş) olarak düşünün; bir ordu sizin nasıl bir güvenliğinizi sağlayabilir? Hayatınızın, evinizin, işyerinizin güvende olmasını ordu mu sağlıyor? Güvenlik sistemi deyince aklınıza gün boyu hazırda bekleyecek silahlı adamlar mı geliyor yoksa kameralar mı?
Z.E- Ordu; genellikle devletlerin dış tehditlere karşı ( başka bir devlet tarafından saldırıya uğrama..vb) oluşturduğu bir yapı. Sivil bir vatandaş olarak (sizin tanımınızla) iç güvenlik ile ilgili sorunlarımızı çözmeye yönelik kolluk kuvvetleri adı verilen ( polis, bekçi benzeri) yapılanmalar oluşturulmuş durumda.
IK- Doğru. Ancak günümüz dünyasında sivil bir yurttaşın karşılaşabileceği fiziksel güvenlik tehdidinin caydırılması, savuşturulması ve telafisi için esas ihtiyaç duyacağı şey sigorta. Polis, bekçi ve benzerleri değil. Sigortacının gözüyle bakarsanız birinci ihtiyaç riskin tespiti, risk tespiti için de temel ihtiyaç veri akışına erişimdir. Eğer bir devlet hem ülkedeki can güvenliğinin esas kefili (sigortacısı ve prim toplayıcı tekeli) konumuna gelmiş, hem de bu vasfını ileri sürerek tüm birincil verileri kıskanç biçimde sadece kendi uhdesinde toplamış (vatandaşa yasak etmiş) ise o iktidarın kararları sonucu gerçekleşen riskleri jenosit(soykırım), politisid(siyasi katliam) ve kitle kıyamları dâhil her türlü ölümü(demosid) nereye koyacaksınız? İstimlâklere (kamulaştırma / devletleştirmelere) devletlilerin doğrudan ve dolaylı olarak çeşitli mafyalarla birlikte içinde oldukları mala çökme olaylarına ne diyeceksiniz? Üstelik bir yandan tüm mülkün %70’i ve daha fazlasını vatandaşa hiçbir getirisi olmadan kendi uhdesinde tutarken öte yandan tüm özel mülkler üzerinde de tam vesayet hakkını kendinde gören (ve çok yüksek oranda vergilendiren) bir devlette sivilleşme nasıl sağlanabilir? Bu durumda “amme menfaati” (kamu yararı) denilen şey her daim vatandaşın aleyhinde çalışmakta değil midir? Bir ülkede devletle hukukun karşı karşıya geldiği her durumda eğer hep devlet kazanıyor ve zaten tüm düzen de buna göre kurulmuş ise o ülkede sivil bireysel güvenlik diye bir şeyin olduğuna ve bunun devlet tarafından sağlanacağına inanmak oldukça güç.
B.N- Bireysel güvenlik denildiğinde sorun sadece canımıza kast değil. Bu konunun, ahtapotun kolları gibi, para ile ilgili konular başta olmak üzere temas ettiği bir çok alan var. Tüm bunları tek tek değerlendirmek gerekiyor.
I.K-Günümüzde bir ülkede hükümet kararına dayalı olarak çıkartılan ve (kıymetli maden vb. karşılığı olmayıp) altında bir bürokratın imzası olan banka kâğıdı veya kâğıt paraya “fiat para” deniyor. Ülke içinde bir nevi tekel olan bu paraya “resmi itibarî para” da denmesinin nedeni o hükümetin kararlarına ne kadar itibar edilebileceğini de göstermesinden de dolayıdır. Günümüzde tedavülde olan hemen tüm devlet paraları böyledir (AB parası € ve IMF parası SDR de benzer nitelik taşır). Eğer tedavüle (dolaşıma) sürülen para miktarındaki artış (emisyon) o parayla üretilen katma değerdeki artışa denk ise paranın değeri sabit kalır. Eğer para miktarındaki artış daha çoksa enflasyon, azsa deflasyon oluyor. Siyasi olarak piyasaların doğru çalışması için 0,5 gibi çok düşük oranlı bir enflasyon tercih ediliyor ve faiz oranları da buna göre (mevduata negatif faiz) ayarlanıyor. Dış paraların en itibarlılarından ABD dolarında bile uzun vadede önemli bir değer kaybı ortaya çıkıyor. Ama Türk Lirası ile karşılaştırıldığında durum vahim. Son 65 yılda paramız 7 sıfırlı (on milyon kat) bir değer kaybına uğramış. Cebinizde duran bir koyun parası ertesi seneye o koyunun bir butu kadar bile etmiyor. Peki, böyle bir paraya nasıl itibar edebilirsiniz? (Koyunumun geri kalanını kim yemektedir ki?)
Küreselleşen dünyada her ülke ekonomisini sağlıklı biçimde döndürebilmek için dış ticaret yapmak zorunda. Ama ülke içinde “tekel konumunda” olabilen resmi paranın dışarıdaki değer karşılığı (kur) için ülke performansını gösteren en önemli göstergedir denilebilir. Çünkü bir devlet içerideki resmi paradan istediği kadar basabilir ama dış paradan basmaya gücü (hakkı) yok. Ama söz gelimi ucuz (düşük faizli) sıcak dış para buldunuz ve yüklü miktarda borçlandınız, buna karşılık olarak iç paradan da yüklü miktarda basabiliyorsunuz. Ama bu para size üretim artışı olarak geri dönmeyince borcun geri ödemesi sırasında o parayı tedavülden geri de çekemiyorsunuz. Eğer ülkedeki üretim miktarı ve verimlilik artmış olsa idi ülkenin malları dışarıda iyi para eder, parası değerlenir (dış para cinsinden değerlenme yönünde baskı görürdü). Eğer üretim miktarı ve verimlilik artmamışsa, buna karşılık tüketim ihtiyacı ve borçluluk artmışsa o zaman da içeride enflasyon olup, kur da yükseliyor(yani dış paranın kıymeti göreceli olarak artıyor). Bir de eğer o devlet çok fazla dış borca girmiş ve içeride katma değer üretimine hiçbir katkısı olmayan (saraylar, uçaklar vb) yatırımlar yapmış ve bu yüzden de eski borçları “yeniden borçlanarak” yapılandırmak konumuna düşmüş ise, o zaman (vatandaşın) vay haline! Çünkü mevcut borç faiz oranının üzerine geçerli yeni CDS (credit default swap – kredi riski takas primi) eklenecek ve risk arttıkça kendisinden yeni borç için istenecek faiz oranı yükselecektir. Durum kötüye gittikçe bu prim yükselir ve ta ki artık hiçbir yeni kredi alınamaz konuma gelininceye kadar. İşte o durumda da dış kreditör icraya gelir. Bu durum, Osmanlı’nın son döneminde de ayniyle vaki olmuştu ve zaten yıkılmadan önceki haliyle (1854’den itibaren) çağı anlamakta güçlük çeken Osmanlı Sultanları savaşlar ve saray inşaatları vb için sürekli istikrazlar (borç) alıp borcu da borçla kapayarak müflis duruma düşmüşlerdi. Katlanarak artan Osmanlı borçları için alacaklılarla anlaşma masasına oturan imparatorluk, 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm gelirini iç ve dış borçlara ayırmak zorunda kalmış. Bu vergileri halktan cebren toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi’ne veriliyor. Osmanlı Devleti kötü maliye yönetimi yüzünden bu kurum kurulduktan sonra dahi mali sıkıntılar nedeniyle dış borç almak zorunda kalmış. Bana göre Osmanlının trajedisi aydınlatma çağının getirilerini görmezden gelip, güç ve servet toplamakta (F. Oppenheimer’in deyişiyle) “hiyerarşik merkezi otoriteye dayalı“politik yöntemleri” sürdürmekte ısrarcı olmasından kaynaklanmıştı. Sultan’ın imparatorluk topraklarına “aydınlanma” çağının girmesini başarılı bir biçimde engelleyebilmesi sivil girişimci yurttaşı, mülkiyeti, serbest piyasayı, iş bölümü ve uzmanlaşmayı (endüstrileşmeyi) de büyük ölçüde engelledi. Bugün yaşadığımız durum da bu örneğin benzeridir. Böyle bir yapı içinde devletin, bireyin parasını ve parasının değerini koruyabileceğini düşünmek ironik olur.
B.N– Güvenliğin sivilleştirilmesi ihtiyacı konusunda açıklamalar oldukça tatmin edici. Ancak; devletin olmadığı bir yerde bireysel güvenliğin pratikte nasıl sağlanacağı konusunda net bir çözüm, reçete sunulamadığını görüyorum.
I.K– Devletin olmadığı, “iktidarsız bir dünya” tabiri bana biraz maksadını aşan bir tanımlama gibi geliyor. Aslında sözünü ettiğimiz “bireyselci sivilleşme” modeli belki daha çok “küreselleşmenin devleti ulaştırdığı yeni bir evre” (devlet 4.0) olarak tanımlanmalı. (Halen içinde yaşadığımız Hobbes’cu devlet 3.0 idi)
Devletin evrensel tanımı “egemen bir siyasi varlık içindeki en üst kamu gücü” şeklinde. Buradaki ikircikli ifade sorunu dilimizden kaynaklanıyor. “Kamu” sözcüğünü biz “devlet” olarak algılıyoruz. Oysa kamu (public) sözcüğü aslen “ben, sen, o”, yani “toplumu oluşturan fertlerden her biri” anlamındadır. Devlet ise kamuya hükmetmek üzere oluşturulan ve devletlilerin (yani mütegallibenin) oluşturduğu bir yapıyı akla getiriyor. O halde eğer “”egemen siyasi varlık”” sivil birey Cumhur’un ta kendisi ise “”devlet 4.0”” da Cumhur’un iktidarını “kurmayı ve güçlendirmeyi” öngörmektedir. Yani aslında kendi kendisini her konuda doğrudan temsil etmeye ehil olan Cumhur’un insan hakları vardır ve birey olarak (devletlilerin devletinin aksine) çağımızın getirdiği “küreselleşme olgusuna tam uyumludur. Tamamen birbirinden faklı iki kavram olan Cumhur ile Devlet’i ayni sözcüğün içine sıkıştırmak aymazlık değil mi?
Sözünü ettiğimiz değişim, toplumu oluşturan bireylerin işbölümü ve uzmanlaşma koşullarındaki güvenlik / yaratma / üretme / takas gibi sosyoekonomik gereksinimlerinin daha doğrudan ve verimli biçimde karşılanmasını yani asıl “gerçek” kamu gücünün (bireyin devletinin) kurulmasını amaçlıyor da denilebilir. Bir başka deyişle mevcut devletlilerin (formel/ enformel siyasetçi mütegallibe, askerler, imamlar, bürokratlar)dan oluşan fiziksel kamu yapılanmasının yerine blokzincir ve bireysel kontratlara dayalı virtüel yapılanmanın geçmesi söz konusu.
Bireysel güvenliğin yeni versiyonu için hazır tek bir reçete olduğunu düşünmüyorum. Mutlaka yerel farklılıklar da olacaktır. Ama nasıl olmasını beklediğimi (hayal ettiğimi) söyleyebilirim. Çünkü zaten hayatımıza girmiş durumdaki birçok devletsiz (sivil = non-governmental) güvenlik aygıtı mevcut ve bunlar güvenliğimizin önemli bir kısmını da zaten karşılar durumda. Sözgelimi halen online alışverişteki karşılıklı güvenliğimizi sağlayan mekanizma bunun bir örneğidir. Bunlar eğer sosyal hayatın her safhasına uygulanır ve güvenlik algımızın özünü oluşturur hale gelirse geriye başka fazla bir şey kalmıyor. Şu anda çoğu ülkede bunun teknik altyapısı hemen hemen hazır ama öncelikle kültürel altyapının ve algının da buna göre evirilmesine ihtiyaç var.
Legatum Enstitüsünün 12 temel kritere göre hazırladığı 2021 refah endeksine göre Türkiye 167 ülkenin 92 ncisi. Ama asıl çarpıcı olan da bu 12 temel kriterden ilki olan “”güvenlik”” bakımından 146ncı sırada gelmemiz. Bir başka endeks olan WJP 2021 hukukun Üstünlüğü endeksine göre de 116 ülke bizden daha iyi durumda. Bu sıralama bizi de hemen hemen Afganistan, İran, Irak, Kongo Libya, Kuzey Kore gibi bir tür Rogue State (Haydut Devlet) konumuna sokmakta. Bu devletlerin diğerlerinden en ayırt edici ortak özellikleri “”güvenlikçi”” yapısının çok güçlü olması. “İktidarın” beslediği asker, polis, devrim muhafızı, besiç, milis, bekçi, din adamı vb sayısı üretici nüfusa göre çok fazladır. Doğal olarak devletin güvenlikçiliği arttıkça Cumhur’un güvenliği (umuru/refahı) düşmektedir. Devlet giderek kendi halkını iç sömürge haline getiren, ona çobanlık edip onun aklından emeğinden üretiminden yüklü paylar alan, ülkenin yeraltı yerüstü zenginliklerini kendi şahsi malı olarak gören bir iktidar yapısı söz konusu oluyor. Kendi ilan ettiği kutsallıklara tapınmayı, kendisine biat etmeyi, emirlerine koşulsuz uyulmasını halkına şart koşuyor. Örneğin İran hükümeti ruhani ulu önderin koyduğu kurallara uymaya reddetmenizi “Allaha savaş açmak” olarak nitelendirip vatandaşını ölümle yargılayabiliyor. Kuşkusuz ki böyle bir devlet birey Cumhur’un can düşmanıdır. Cumhur’un bireysel güvenliğinin temeli kendisine (İslami cumhuriyet adına) zorunlu dayatılan böyle bir zorunlu güvenlik sisteminden kurtulmak olmalıdır. Diğer haydut devletlerin vatandaşları açısından da durum farksız. Devletin koyduğu biat ettirme (kulluk) sisteminin içinde kalarak güvenli yaşamak mümkün değil. Bedeli hayatı bahasına savaşmak da olsa özgürlük olmadan güvenlik olmayacağını kavramak ve ahlakımızı evrensel “insan hakları” ile uyumlu hale getirebilmemiz gerekir. Bize empoze edilmeye çalışılan yerel ahlakların içinde kalarak ahlaklı olmak da güvenli yaşamak da mümkün değil.
Gustave de Molinari diyor ki; “Çoğu kötülük için gerçek çare özgürlükten başka bir şey değil.” Özgürlük, yani sınırsız ve tam özgürlük. İnsan uğraşlarının yer aldığı her alanda özgürlük. Bu toplumun üyeleri çalışıp üretmekle ve emeklerinin meyvelerini takas etmekle meşguldürler. Bu insanlar içgüdüsel olarak üzerinde çalıştıkları, ekip biçtikleri toprağın ve kendi emeklerinin hâsılasının sadece kendi malı olduğu, kendilerinden başka hiç kimsenin onlara dokunmaya bir hakkının bunmadığı vizyonuna sahip olsunlar. Bu içgüdü aslında kuramsal bir durum değil; var olan bir şeydir. Ama insanoğlu kusurlu bir yaratık olduğu için “herkesin kendisinin ve mallarının asıl sahibi olduğu” farkındalığı tüm insanlarda eşit derecede bulunmaz. Bazı insanlar şiddet ve dolandırıcılık yöntemleriyle diğerlerinin şahsına ya da mülküne karşı kriminel bazı girişimlerde bulunurlar.
Ayn Rand’ın deyişiyle, “…en asil eylemi üretkenlikteki başarısı, sahip olduğu tek kesinlik aklı ve hayatının en ahlaki gayesi kendi mutluluğu olan cesur bir yaratıktır insan… ” Ama, kendi yarattığı soyut bazı hükmî antitelerin gerçekten kölesi olmuştur. Kandırma, korkutma, kışkırtma ile ve yeri geldiğinde cebir şiddet de kullanılarak işletilen bu hükmi antiteler birey kişileri kendilerine kul köle haline getirebilecek kolektif güçle donatılmışlardır. Bu soyut varlıkların kontrolü her ne kadar belirli insanların elinde, ve amaçları da onların amaçlarıyla sınırlı gibi görünürse de aslında öyle değildir. “Din, devlet, toplum” gibi süper ilahi antiteler (ve onların alt birimleri olarak teşekkül eden bu yapıların) bireylerin herbiri ve hepsinden bağımsız kendi ruhları ve amaçları vardır. Farklı yapılar gibi görünseler de ortak amaçlarının birey insanları ele geçirip kendine kul köle etmektir. Yani istismardır.
Aklımız bize bir insanın aklının ve emeğinin ürününü diğer insanlarla karşılıklı “”rızasıyla”” paylaşması gerektiğini, aksinin “”istismar”” olduğunu, kabul edilemez olduğunu söylüyor. Ama işte kelimelerin suistimali de tam olarak bu noktada başlıyor. Birey için ayıp, günah, suç saydığımız her şey ama her şey bu soyut antiteler için hak ve mübah. Kandırma korkutma kışkırtma sistemi içinde hemen her kavramın biri olumlu diğeri olumsuz olmak üzere iki anlamı var. Ayni şey bireylerin edimleri ise olumsuz, soyut antitelerin edimi ise olumludur.
Küreselleşmenin bir reçetesi var mı? Onu kim yapıyor? Şüphesiz ki hiç kimse yapmıyor. Doğallıkla kendiliğinden gelişen bir olgu, faili siyasi bir ideoloji değil. Hatta insani gelişmişliğin artmasıyla birlikte bilakis devletli siyasetçilerin de bilinçli muhalefetine rağmen sürekli gelişen birşey. İşte kamunun sivilleşme ihtiyacı (Devlet 4.0) da bu küreselleşme olgusunun doğal bir sonucu. Devletler (devletliler) küüreselleşme olgusunun karşısında ayak direyedursunlar, birey kendi güvenliği için küreselleşmek zorunda, hayatını üretimini, parasını, özgürlüğünü devletlilerden korumak zorundadır.