Farklı Bir Gelecek Mümkün mü?
Sürekli Söyleşi | Cumhur Baskan | Ekim 18, 2022 at 9:46 amI.K- Geçmişten günümüze ulusların performansını dikkatli biçimde inceleyen çalışmaların vardıkları ortak sonuç; bir ülkedeki rejim ne kadar otokrat ise yani “kamu gücünün halk tarafından etkilenebilme / sınırlanabilme” gücü ne kadar az ise” o ülkenin o kadar geri kaldığı ve ortalama hayat şartlarının da kötüye gittiği yönünde. Bu durum D. Acemoğlu ve A. J. Robinson’un Dar Koridor (2020) adlı eserinde; “bir ülkedeki özgürlük ve refah, güçlü bir sivil toplum ile güçlü ama prangalanmış bir devletin birbirini dengelemesi ile elde edilebilen bir kazanımdır” şeklinde anlatılıyor. Bunun için Leviathan canavarının (yani devletin /rejimin / milli iradenin) halk tarafından prangalanıp kontrol altına alınabilmesi ve tüm hareketlerinin “dar bir koridor” içinde tutulabilmesinin sürdürülebilmesi gerekiyor. Bunu hiç başaramayan veya kısmen başarmakta iken geri düşerek koridordan çıkan ülkeler var.
B.N- Leviathan Canavarının tam anlamıyla prangalanıp kontrol altına alınabildiği ve tüm hareketlerinin “dar bir koridor” içinde tutulabildiği bir ülke örneği bildiğim kadarıyla henüz yok.
I.K- Evet, mükemmel bir şekilde başarabilen bir ülke sanırım hiç yok. Kuşkusuz bu çok güç bir iş ve bir ülke halkı, devletini prangalama fırsatını bir kez elinden kaçırdığında bir daha yakalaması ve durumu toparlaması çok güç hatta imkânsız olabilir.
Z.E- Sorun, “prangalama” eylemini tam anlamıyla başarılmasını sağlayacak formülü içeren doğru bir reçetenin henüz yazılmamış olması olabilir.
I.K- Despotik Leviathan’ın durdurulup onun yerine prangalanmış olanının nasıl getirilebileceğinin bir formülü yok. Bu işin Türkiye gibi bazı ülkeler için olağanüstü güç belki de imkânsız olduğu açıkça görülüyor. Ancak ben bu konuya tamamen farklı bir perspektiften bakmayı öneriyorum. Bazı temel ortak ihtiyaçlarımız için bir Leviathan canavarı beslemeye belki de hiç ihtiyacımız olmayabilir . Tabii eğer ahlakımızı değiştirmeyi ve kolektif ihtiyaçlarımızı devletsiz, merkezsiz (distributed), hiyerarşisiz, insansızlaştırılmış (yapay zekâlarla otomatize edilmiş biçimde) yürütmeyi en azından düşünebilmeyi başarabilirsek bir reçetemiz de olabilir belki.
Sosyal düzenin huzur ve güven içinde sürdürülebilmesi için ihtiyaç duyduğumuz paylaşımcı kurumlara devletsiz (insansız) alternatifler bulalım. Tarihte ilk kez bunu yapmakta kullanabileceğimiz teknik araçlara sahip durumdayız. Hatta bazı araçlar, bu amaç doğrultusunda kısmen kullanılmaya başlandı. Ancak çoğumuz bu durumun bizi nereye vardırabileceğini henüz farkında değiliz.
Sözgelimi, üretim ve tüketim ihtiyacımız var değil mi? Bunun için hiç tanımadığımız insanlarla otomatik bir güven ilişkisi oluşturma işini insansız olarak (akıllı kontratlarla) sağlayabiliyoruz. İcbar gücü de zaten kontratın kendi içinde bulunuyor. Devletsiz, bankasız, aracısız olarak vericinin cüzdanından alıcıya aktarılabilen paralar var. Ayni şekilde eğer iyi bir iletişim altyapısına erişimimiz varsa mal ve hizmetler de aracısız ve güvenli şekilde kişiden kişiye aktarılabiliyor. Yani bir alışveriş işini; birbirini hiç tanımayan alıcı ve verici kişiler arasında tam güvenli bir biçimde yürüterek devlete, onun yasalarına ve kurumlarının sağlayacağı (güvenlik dâhil her türlü) hizmetlere ihtiyaç duymadan tamamlayabiliyoruz. Üretici, iletişimci ve tüketici taraflar kendi aralarında insansız olarak ve yüzde yüz güvenli bir şekilde bunu yürütebiliyorlar.
C.B- İnsanlığın böyle bir sistemi tercih edebileceği düşüncesini çok uzak buluyorum.
I.K- Böyle bir sistemi yaşamın tüm alanlarında istemeyecek tek bir yapı aklıma geliyor. Kendisine hiç ihtiyaç duyulmayan, böyle bir düzeni istemeyecek ve kurulmasına engel olmaya çalışabilecek sadece bir yapı! O da kendine ait bir mal/hizmet üretimi olmadan kazancını meşru olarak üretici ile tüketicinin arasına girerek zorla aldığı paylardan sağlayan yapıdır. Üretken bir toplumdaki diğer her yapı gelirini tüketicisine rekabetçi fiyatlarla ve rızasıyla sağladığı mal ve hizmetlerden elde ederken “sadece o” verdiğini iddia ettiği hizmetlere karşılık kendi belirlediği oranda bir payı cebren alır.
İşte bu nedenlerden dolayı, devletle aramızda bir sosyal sözleşme olduğu, onun her yaptığını biz bilhassa istediğimiz ve onayladığımız için yaptığı tamamen tevatür, aslı astarı olmayan bir söylentidir. Otokrat bir rejim (despot Leviathan) kararlarını halkın gerçek ihtiyaçlarına, rızasına onayına değil de ona tamamen zıt kendi şahsi ihtiyaçlarına göre belirleyebilir. genel olarak kaynak kullanımı bakımından bir devletin ihtiyaçları ile halkın ihtiyaçları da çoğu zaman birbirine terstir. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar çoğu zaman buna ilişkindir ve yasama, yürütme ve yargı kararlarının halk üzerindeki nihai etkisi hükümet icraatı olarak olarak bunu ortaya çıkartır. Yasalar, yasaklar ve yargı kararları buna yöneliktir. Ülke emvalinin (toprak, bina, şirket… yani her türlü mülkün, varlığın) %70’i devletin malı olduğu halde devlet bundan halk için hiçbir katma değer üretmez, bilakis halkın kendi ürettiği katma değerin de küçük dilimler halinde ve toplamda 2/3’e varan devasa bir kısmı devlet tarafından cebren tahsil edilir ve çoğu zaman halkın hiçbir işine yaramayacak biçimde harcanırken, hükümetin din adamları da mesela, “yolsuzluğun hırsızlık olmadığı” yönünde fetva verirler. Çünkü sonuçta din de devletin hükmetme gücüne katkı sağlamak için vardır, milli güvenlik, milli emniyet gibi şiddet tekeli yapıları da.
Yasalar, tüm kolluk gücü ve yargı kararları dahi doğrudan ve dolaylı olarak devletlileri ve onların icraatlarını destekleyecek biçimde (onların amaçları doğrultusunda) çalışır. Bu açık gerçeğe rağmen en çok promosyonu yapılan teori bunun tam tersine sanki devletlerin halkın umuru, refahı, istek ve ihtiyaçları doğrultusunda çalışma amacını taşıdığı iddiasını savunur.
Z.E- Tüm bu radikal değişimin yerine neden kusursuz işleyen tam bağımsız, parlamenter bir sistemi sağlamak için uğraşmayalım ki?
I.K- Devletin en tepesinde olan kurumun parlamento olduğu, parlamenterlerin de halkın içinden geldikleri ve onun doğrudan temsilcisi oldukları için öyle davranacakları farz edilir. Oysa gerçek durum çok farklıdır ve bu iddiada herhangi bir gerçeklik payı olduğu çok şüphelidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile parlamenterlerin çeşitli kişi/zümre/grupların vesayeti altında olduklarını biliyoruz. En azından “despot Leviathan” modelinde parlamenterlerin biat ettikleri hükümdar tarafından seçtirildiklerini ve aslında halkın değil o hükümdarın birer “el kaldırma robotu” olarak görev ifa ettiklerini ve kendilerine mahsus birer akıl vicdan ve özgür irade sahibi olmadıklarını da biliyoruz. Aslında halk da siyasetin çoğu ülkedeki düştüğü bu gerçek durumunu büyük ölçüde farkındadır.
B. N- Tüm bunların yerine yapay zekayı mı öneriyorsun reçete olarak?
I.K-Evet, çünkü ilk başta söz ettiğimiz gibi bazı insansız teknik araçlar tarihte ilk kez bu zinciri kıracak biçimde hayatımıza giriyor. Örneğin İspanya ‘da IE Üniversitesi Değişim Yönetişimi Merkezi araştırmacıları tarafından geçenlerde (Mayıs 2021) 11 Avrupa ülkesinden 2,769 kişiye “Ulusal parlamenterlerin sayısı azaltılarak yetkilerinin ayni verilere erişimi olan bir Yapay Zekâya verilmesi” hakkında ne düşündükleri sorulmuş. Sonuçlar oldukça şaşırtıcı;
Yapay zekânın bilinen tüm kısıtlılıklarına rağmen Avrupalı deneklerin %51’i bu fikre olumlu baktığını söylemiş. Destekleyenlerin oranı İspanya’da %66, İtalya’da 59 ve Estonya’da %56. Ama makinelerin kandırılabileceği veya insanların istemeyeceği yönde kararlar verebileceği endişesiyle karşı çıkanlar da var. İngilizlerin %69, Hollandalıların %56’sı ve Almanların %54’ü fikre karşı çıkmış. Avrupa dışından katılan Çinlilerin %75’i fikre olumlu yaklaşırken ABD’lilerin %60’ı ise karşı olduğunu belirtmiş. Deneklerin yaş grupları da önemli bir etken. 25-30 yaşların desteği %60’ları bulurken, 50’den yukarı olanların çoğunluğu bu fikre karşı çıkmış.
Araştırma yetkililerine göre; yönetişim yöntemi olarak demokrasiye olan inanç onlarca yıldır inişte. Sebepleri politik kutuplaşmalar, filtre köpüğü, bilgi yarılmaları olabilir. Ama, herkesin ortak algısı siyasetin kötüye gittiği yönünde ve bundan dolayı da siyasetçilerin suçlu görüldüğü de çok açık. İnsanlar kendi vekilinin kim olduğunu ve ne yaptığını bilmiyorlar. Araştırma raporu da şimdiki zamanın ruhunu yansıtmaktadır.
Anket bizde yapılsaydı da sanırım anket sorusunun aslında ne ifade ettiğini deneklere doğru aktarmakta sıkıntı yaşanırdı. Aslında milletvekili seçiminde oy vermekle biz tam olarak ne yapmış oluyoruz? Tercihlerimizi parlamentoya yansıtarak oradan da üzerimizde egemen olacak yasalara bir yön verme hakkımızı mı kullanıyoruz? Parlamentoya giden kişiler fikri hür, vicdanı, irfanı hür kişiler mi yoksa bir başbuğa tevekkülle biat etmiş, kendi iradesini onun şahsi iradesine teslim etmiş aslında (kişi olmayan) kişiler midir? Kuşkusuz ki Despot Leviathan’da ikincisidir ve seçmenin iradesi yoklukla maluldür. Ama prangalanmış olanda (yani gerçek parlamenter demokrasilerde) dahi seçmenin gerçek iradesi meclise yansıtılamıyor, sadece sivil toplum örgütleri, medya ve diğer organ ve kurumlar üzerinden parlamentere sınırlı bir baskı imkânı söz konusu oluyor.
Dünyanın bir coğrafyasındaki halkın kendi hükümeti tarafından din, dil, ırk, ideoloji ayrımlarıyla diğer coğrafyalarda yaşayan halklardan izole edilmesi ve hükümetinin küresel değerlerle uyumsuz olan buyruklarına tabi halde yaşamak zorunda bırakılmasının o halkın yararına olmadığını gösteriyor. 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan endüstri devrimi, insanlık tarihi için en önemli bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Çünkü o tarihe kadar insanlığın binlerce yıldır ancak bir arpa boyu yol gidebilen üretim becerileri o tarihten sonra sıçramayla ilerlemiş, daha paylaşımcı (inclusive) bir sosyal düzene geçilerek “işbölümü” ve “uzmanlaşma” becerilerindeki hızlı artış ve bilim, sanat, teknoloji alanlarındaki hızlı gelişmeyle, geniş çaptaki küreselleşmeye geçilmesi mümkün hale gelmiş.
Dünyanın farklı coğrafyalarındaki insanların koloniyalizmin de desteğiyle birer birer paylaşımcı global üretim ağının parçaları haline gelmeye başlaması o tarihlere rastlıyor. Tarihçiler geniş çaptaki küreselleşmenin başlangıcını da (üçgen ticaret gibi olgularla birlikte) endüstrileşmeye bağlıyorlar. O günden bu güne içeride otoritesini pekiştiren herhangi bir hükümetin kendi iktidarına karşı dışarıdan gelebilecek tehditleri bertaraf etmek üzere halkını “yerli ve milli” düsturu altında milliyetçi mukaddesatçılığa ve otarşiye (yani üretim alanlarında kendi kendine yeterli olmaya) yönlendirmesi, halkına asla refah getirmemiştir. Özellikle daha gelişmiş ülkeleri ötekileştirme, kötüleme, düşmanca bakış geliştirme yönünde halka resmi koşullandırma (medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar tanımı) yapılan bir rejimde; iktidarın gittikçe otoriterleşmesi, o yüzden de hukuk ve adaletin zayıflamasıyla birlikte, ekonominin ve halk için anlamlı hemen her şeyin çok hızlı bir düşüşe geçmesinin çok fazla örneği var.
Şunu biliyoruz ki; tüm halkı en küçük yaştan itibaren hamaset (cesaret, bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik) koşullandırmasıyla milliyetçi ya da ümmetçi zihniyette yetiştirilen bir coğrafyanın insanları; küresel, yaratıcı ve üretici piyasalarda yer almakta gittikçe daha çok zorlanıyor. Bireysel olarak değil; kurumsal, kültürel insan kaynakları olarak bilim, sanat, teknoloji yaratma ve üretme kapasiteleri son derece düşük kalıyor. Bunun sonucunda, küreselleşen bilim, sanat, teknoloji yaratma / üretme /geliştirme piyasasında iş bölümü ve uzmanlaşma ile pazar payı kapmada ister istemez geri kalınıyor. Bu kişilerin özel yetenek ve becerileri ne kadar üstün olursa olsun aradaki farkı kapatamıyor ve dünyaya biz/ötekiler ayrımıyla bakmaları nedeniyle küresel piyasanın kişi ve kurumlarına karşı bir tür hasetlik, hasımlık hissiyatı taşıyorlar. Daha da kötüsü, bu şekilde yetişmiş olan bireyler kendilerinin öyle yetişmesinde en büyük paya sahip yönetim biçimini yeniden üretip, ihya edebiliyor. Peki, küresel değerlerle tamamen uyumsuz böyle bir yapılanmanın sürdürülebilirliği var mıdır?
Bugün; bir ülkedeki hükümet işlerinin halk için iyi gidip gitmediğine bakmakta kullanabileceğimiz artık çok somut gösterge endekslerimiz var. Bir devletin büyüklüğünü, değerliliğini, sevilirliğini yüz ölçümüyle, ordularının ürkütücülüğüyle ya da servetinin büyüklüğüyle ölçmüyoruz. Bir siyasi iktidar bize nurlu ufuklardan, nasıl hızla geliştiğimizden kalkındığımızdan bahsedebilir. Ancak, hükümet dışı küresel sivil toplum organizasyonların her yıl ölçüp hazırlayıp yayınladıkları “mutluluk endeksi”, “özgürlük endeksi” gibi raporlar çok daha inandırıcı. Bir ülkenin seneden seneye ne yönde ilerlediği bu raporlardan bir bakışta izlenebiliyor. Örneğin; Dünya Adalet Projesi Endeksi’nin Mart 2019’da yayınladığı “Hukukun Üstünlüğü” endeksinde, Türkiye 126 ülke arasında bir önceki yıla göre 8 sıra daha gerileyerek 109’uncu sırada yer aldı. Değerlendirmenin yapıldığı 8 kriterden “Hükümetin gücünün sınırlandırılması” sıralamasında ise 123’üncü geldik. Yani dünyada sadece 3 ülke bizden daha kötü. “Hukuki ve idari düzenlemelerin uygulanmasında” 106’ncı, “Vatandaşların adalete erişebilirliği ve kişilerin can ve mal güvenliği konusunda 96’ıncı sıradaydık. Özgürlük sıralamasında da 2018 yılında “yarı özgür” statüsünden “özgür olmayan” ülke statüsüne düştük.
Başka bir örnek vermek istersek; küresel olarak en temel bir endeks de “”İnsani Gelişmişlik Endeksi (HDI)” dir diyebiliriz. Ülkedeki ömür beklentisi, eğitim, sağlık, kişi başı gelir gibi farklı kriterlere göre belirlenen bu endekse göre, dünyanın en gelişmiş 10 ülkesi (2019) sırayla şöyle; Norveç, İsviçre, Avustralya, İrlanda, Almanya, İzlanda, Hong Kong, İsveç, Singapur, Hollanda. Bu ilk 10 ülkeden, Almanya hariç, hepsinin nüfusu bizden çok daha azdır. 25 milyon nüfuslu Avustralya hariç hiçbirinin İstanbul kadar bir nüfusu bile yok. Öte yandan; sıralamada ilk 5 arasında bulunan Almanya ise İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda her alanda bitik bir halde idi. Bana göre; Alman halkı insani gelişmişlik endeksinde bugünkü yerini; 2. Dünya Savaşı sonundaki yenilgisinin bir sonucu olarak, galip ülkeler tarafından ordusunun tasfiye edilmesine ve anayasasına şoven milliyetçiliği ve fetihçi askerciliği yasaklayan maddeler konulmasına borçludur. Bugün (ikinci savaşın galip devletleri) ABD ve İngiltere bile insani gelişmiş sıralamasında Almanya’nın 8 ülke daha gerisinden gelerek 13. ve 14 üncü sıradadırlar. Sıralamadaki en yüksek ülkelerden Avustralya ve İrlanda’nın da İngiltere kraliçesinin başkanlığındaki 52 koloni ülke (bizim dilimizdeki deyişimizle “sömürge”) arasında bulunduğunu eklemeliyiz.
Bütün bunlardan çıkardığım sonuç şu ki; tarihte ordularıyla büyük zaferler kazanmış, geniş topraklar fethetmiş bir kavmin / kültürün mirasçısı olmak o halkların insani gelişmişliğinde, umuru ve refahında, özgürlüğünde mutluluğunda olumlu bir paya sahip değil. Tam tersine, bu endekslere göre; sıralamada halkların ve diğer ulusların gerisine düşmesinin ana nedeni olmakta, eğitimle bireylere verilmek istenen “şanlı tarihimiz” koşullandırması da tam olarak bu realiteyi tersyüz etme amacını taşımaktadı
Z.E- Yapay zeka , birçok alanda insanın yerini aldığında dünya üzerinde yaşayan yaklaşık 7.5 milyar insanın akıbeti ne olacak? Nasıl karınlarını doyuracaklar? Asıl sorun bu durumla ilgili bir reçetenin henüz yazılmamış olması bana göre.
I.K- Elon Musk’a göre, UBI (bir işi ve geliri olmasından bağımsız olarak herkese “Evrensel Temel Gelir” ) önünde sonunda her yerde gerekli hale gelecek. Çünkü gitgide yapay zekâlı mekatroniklerin bizden daha iyi yapamayacağı hemen hemen hiçbir şey kalmıyor. Hem mavi yakalı hem de beyaz yakalı işsizlik o yüzden tüm dünyada durdurulamaz bir biçimde artmakta iken üretim maliyetlerinde işçiliğin payı sıfıra doğru evirilip, tüm üretim gelirleri çok küçük bir azınlığın eline geçince geliri kalmayan geniş tüketici tabanı yapay olarak gelirlendirilmek zorunda kalıyor.
C.B- Her şey insansız olarak insanlardan daha iyi ve ucuza yapılırsa insanlara nasıl iş bulunabilir?
I.K- Elon Musk gibi endüstri işlerine en fazla aklı eren biyolojik süper zekâların bile bu soruna UBİ’den (yani geniş halk kitlelerini devlet beslemesi haline getirmekten) başka bulabildikleri bir çözüm yok. Tabii, bu çözüm hem artık büyük ölçüde obsolet /ihtiyaç dışı hale gelmekte olan devletler için de yeni bir soluk olur. Endüstri ve ticaretten alınacak yüksek rantanlı payların geniş halk kitlelerine dağıtılması sorumluluğu kolluk kuvvetleriyle birlikte yasama yürütme yargı erklerini uhdesinde bulundurmasını gerektiriyor. Hiyerarşik yapı korunacak, en yüksek güç ve şeref şataf yine devletlilerin olmayı sürdürebilecek.
Zaten şimdiki düzenin sürdürülebilirliği olmadığı ve bir tür patlamaya doğru gittiği çok açık, çünkü Gini katsayısındaki bozulma artarak sürüyor. Kitleler giderek yoksullaşırken, fakir ve zengin arasındaki uçurum büyürken, devletler dünyanın üç yüzden fazla noktasında kendi halklarıyla bir tür savaş halindeler. Marksist teorinin artı değer üreticisi kutsal proleterler artık giderek inorganik robotlar ve yapay zekâlar haline geldikçe onların ürettiği artı değerin doğal sahipleri de sermaye kesimi oluyor. İşçinin üretimden gelen gücü yok olurken sermayenin elindeki fonlar kabardıkça kabarıyor. Eskiden endüstrinin hiçbir yaratıcı katkı gerektirmeyen süfli (sürekli tekrara dayalı asamblaj/ montaj işlemleri) işçilik ücretlerinin ve refahın çok daha düşük olduğu Türkiye / Çin gibi ülkelere kaydırılıyor ve bu şekilde uluslararası ticaretin çarkları bir şekilde döndürülebiliyordu. Şimdi ise tarım araçlarına ve endüstri makinelerine, robotlarına fosil enerjisini doldurursanız ihtiyaç olan üretim neredeyse hiç işçisiz olarak sürebilir. Topraklarından enerji çıkan Rusya ve Arabistan gibi ülkeler bunun rantıyla tüm makinelerini ve üretimi besleyebilirler. Eğer topraktan fışkıran rantınız yoksa ucuz insan emeğiniz de para etmez hale gelmişse o zaman çarkları döndürecek paranız kalmıyor, üretim tekliyor ve duruyor. İnsanlar böyle ülkelerden bota binip canı bahasına kaçmaya, kapağı çarkların döndüğü ülkelere atmaya çalışıyorlar.
Elon Musk bile çarkların henüz döndüğü ülkelerde işsiz kalan geniş kitleler için UBI’yi (Evrensel Temel Gelir) halen tek çözüm olarak görüyorlar. Oysa bana göre, bunun insanlık için sürdürülebilir bir çözüm olması imkânsız. İnorganik süper zekâ AlphaZero’ya sorsalar sanırım o da bunun bir çözüm olmadığını söylerdi. Nitekim Elon kendisi de “En önemli challenge (mesele) insanların hayatlarını anlamlı hale getirmesinde yaşanacak” demiş. İşte asıl gerçek şu ki, Evrensel Temel Gelir (UBİ) ile insanların hayatta kalmasını, hatta belirli bir refah düzeyini tutturmasını da güvence altına alabilirsiniz belki, ama bu insanca yaşamak değildir. Çünkü insanların hayattaki en önemli meselesi hayatta kalmak ve belirli bir refah düzeyine ulaşmak değil kendi hayatına inandırıcı bir anlam bulmaktır. UBİ, insanların hayatta o anlamı bulmalarını sağlayamaz; yaşamalarının tamamen anlamsız hale geldiğinin farkına varmalarını da engelleyemez.
Oysa tüm yaratma, üretme, takas alışveriş işleri esas itibariyle bireyler arasındadır. İnsanın yaratan üreten, araştıran, geliştiren, çözüm bulan, yol açan iş bölümü ve uzmanlaşma becerilerini devre dışı bırakıp onu süfli bir hayatta kalma makinesi haline getirdiğinizde hayatın bir amacı kalmaz. Tarih boyunca ortaya çıkan en büyük insanlık sorunlarının kökeninde daima mülkiyet sorunu var. KKK ve cebir şiddet kullanarak insanların kendi gerçekleştireceği üretim için gerek duyduğu üretim araçlarının mülkiyetini onların ellerinden alıp köleleştirdiğinizde ve onları belirli kişilerin zümrelerin emir ve kumandasına verdiğinizde hiç kimsenin işi kendi işi olmamış oluyor. Oysa bir insanın hayatta en çok “kendi işi” olmasına ihtiyacı vardır. Araştırıp geliştirebileceği, riskiyle, zahmetiyle, kazancıyla her gün daha ileriye götürebileceği, “bunu ben yaptım işte” diye gururlanabileceği bir işe (işlere) ihtiyacı vardır. İnsanın hayattaki en önemli ihtiyacı budur.
B.N- Çözüm, reçete?….
I .K- Bırakınız “üretim araçlarının” mülkiyeti tabana yayılsın. Dünyada eğer 7,5 milyar insan yaşayacaksa dünyada 7,5 milyar da farklı meslek olsun ve her bir insan da kendi işinin mesleğinin dünyadaki bir numarası olsun. Herkes kendi işinin gerektirdiği tüm modern araçların maliki (değilse de zilyetlik sahibi müsteciri) olsun. Tüm kolektifler sivilleşsin, merkezsizleşsin, otoritesiz olsun. Yani herkes yaptığı işin tüm riskini taşıyan (getirisi ve götürüsüyle) sorumlu gerçek rantiyesi olsun. İşi bizzat yapacak olan eğer bir robot ise de ben meslek sahibi olarak o robotun patronu olmalıyım.