Hakimiyet Kimin Olmalı?

Sürekli Söyleşi | | Ekim 17, 2022 at 8:28 am

Hükümetçi(devletçi) bir düzende sadece hükümdar tebaasına hükmetmez. En küçük aile içi mikro ilişkilerden makro düzenlerdeki toplumlar arası ilişkilere kadar herkeste birbirlerine hükmetme gayreti hâkimdir. Çocukluktan aile içinden başlayarak herkesin hayattaki en doğal yönelimi, performans arayışı ve getiri beklentisi hep bunun üzerinedir. Bireysel açıdan baktığınızda bu şekilde arşa doğru yükselen bir merkezi otorite piramidinin en tepesinde belki soyut bir tanrı ve ona vekâlet eden bir “ulu hükümdar” bulunurken en aşağıda da siz bulunuyorsunuz. Ailede erkek, eşi ve çocuklarına, büyük kardeş küçüklerine hükmetmeye çalışırken, işyerinde amir memuruna, orduda komutan astına, okulda öğretmen öğrencisine hükmetmelidir. 

Ağlayarak meme kazanmaktan başlayıp “”ağlarsan ağzına biber sürerim””e kadar gelişen bu gayrete biz “siyaset” diyoruz. Bu sözcüğün şimdi unutulmuş Arapça asıl kökeni de bazı insanların öbürlerine el/ayak kesme, göze mil çekme gibi en vahşi bedensel cezalar verme “hak ve yetkisinden” kaynaklanıyor. Bugün herkesin günlük hayatında, insanlarla ilişkisinde siyasetin az veya çok bir payı var ama “siyaset etmek” kavramı artık esas olarak “devlet adına”  meşru olarak insanların hayatına ve işine müdahale etmek ve “istediğini cezalandırma” hak ve yetkisini tanımlıyor. Devletin “”bireysel güvenliğimizi sağlamak için, vatandaşlar arası kuralların uygulanması adına”” diyerek kurduğu cebir şiddet tekeli aslında tam da bunun aksini yapmanın aracı. Esas amaç, vatandaşın güvenliği değil, hiç olmadı. “Devletlilerin hükmetme işinin güvenliği”, vatandaşlar arası kuralların uygulanması denilen de “devletlilerin vatandaşlarına uygulatmak istediği kuralların uygulanması”.  Burada aslında tam olarak yapılan şey bir tevil (yani kasıtlı olarak yanlış yorumlama) değil mi? Bu yüzden siyasi yükü bulunan bütün kavramların ayarlarıyla oynanmış ve bu sayede işin aslını ifade etmesi neredeyse tamamen engellenebilmiş değil mi? Aslında tüm siyaset de böyle sahtecilik ve riyakârlıklara dayanıyor.

Geleneksel olarak iktidar her türlü mal ve hizmet üretiminden tamamen bağımsızdır çünkü yönetim gücü esas olarak gasp’a dayanır, geçicidir ve yönetimin kendisi açısından da kontrol edilemeyen, dizginleri olmayan azgın bir atın üstünde gitmek kadar tehlikelidir. İşte böyle bir düzende bile güç ve iktidarın korunabilmesi KKK (Kandırma, Korkutma, Kışkırtma) düzeninin belirli bir seyir dâhilinde arızasız işleyebilmesi insanların asgari bir adalet ihtiyacının (hiç değilse görünüşte) karşılanmasına dayalı idi. İnsanların rızası olmadan ve tamamen güce dayanarak neyin hangi sınırlar dâhilinde yapılabileceğini belirleyen ve (kâğıt üzerinde de olsa) devleti sınırlayan (sınırlayacağı farz edilen) fıkıh’ın (şeriat hukukunun) buradan doğduğu söylenir.

Kısaca, teorik olarak iktidar sahibinin iktidarını koruyabilmesi kararlarının meşruiyetine (fıkıh’a uygunluğuna) bağlıdır. Pratikte ise güç sahibi Sultan kararlarını verirken fıkha filan bakmaz, çok ters bir şeyi dahi eğer illaki uygulamak isterse gerektiğinde “hile-i şer’iyye” (şeriati kandırma) denilen yola sapar, bunun için de kendi atadığı bir görevli olan Şeyhülislam’dan ona göre uygun bir fetva almaktan hiç çekinmezdi. (Örneğin Kanuni kendisine karşı darbe yapmasından çekindiği oğlunu boğdurtmadan önce böyle bir fetva çıkarmıştı.)  

Sonuç olarak anayasasız eski çağlarda fıkıh ne adalet yolundan çıkan sultanları meşruiyet yoluna döndürmekte,  ne de ona karşı darbe yapmak isteyenlerin bunu yapmasına engel olmakta etkili bir pranga olamamış ama daima iğfal edilerek kâğıt üzerinde haklılık görüntüsü vermekte kullanılmaktan da kaçınılmamıştır. 

Günümüzde fıkıh yerine esas amacı iktidarın (içinde yol almak zorunda olduğu dar bir koridordan (Acemoglu)) sapmamasını sağlamak olan anayasalar var. Anayasaların “halkla devlet arasında idarenin nasıl olacağına dair bir anlaşma” yani “toplumsal sözleşme” olduğu iddiası da var. Darbeci bir iktidar tek taraflı olarak kendi istediklerini ortaya koyar ve buna uygun bir metin hazırlatır ise buna anayasa yani toplumsal sözleşme denilemez. Toplum bunun neresindedir ki? Peki, böyle bir anayasa Leviathan’ı prangalayıp dar koridorun içinde tutmakta etkili olabilir mi? Tabii ki hayır.

“”Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz”” mı dediniz?  Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”mı?  Sahiden öyle mi? Ama cumhurbaşkanı bizzat kendisi her gün kaynağını anayasadan almayan pek çok yetki kullanıyor. Daha öncekiler de zaten böyle yapıyorlardı. Kolluk kuvvetleri, askerler, yargı…. Hepsi çoğu zaman yukarıdan emir bile beklemeden her türlü insanlık suçunu tereddütsüz işleyebiliyor. Hiçbir şey olmuyor. Geçmişte de yapmışlar, hiçbirine hiçbir şey olmamış. Gayrimeşru meşruiyete boyun eğmeyenlerin başına çeşitli mağduriyetler gelmiş, telafisi olmamış.

Kim millet, kim egemen? (Egemenlik hakimiyet-hegemonya) kayıtsız şartsız milletindir. Kargalar bile güler buna.  Kimin hegemonyası kime düşüyor?  Egemenlik ya da hâkimiyet, bir toprak parçası ya da mekân üzerindeki kural koyma gücü ve hukuk yaratma kudretidir.

– Bu güç siyasi erkin dayattığı yasallaşmış bir üst iradeyi ifade etmektedir.

– Hangi iradeyi? Milli irade?

– Egemenlik aynı zamanda bir devletin ülkesi ve uyrukları üzerindeki yetkilerinin tümünü ifade eder. –  – Mala çökme, öldürme, işkence yapma. Tankla kapısına dayanma, binayı üstüne yıkma. Hapis tehdidiyle para sızdırma iradesi…

Siyaset insanların karşısına çok kutsal, çok yüce, ama soyut bazı hükmi şahsiyetler çıkartıyor. Allah, Toplum, Devlet, Millet vb. İnsanlar bu aşırı güçlendirilmiş soyut antiteler karşısında mesmerize oluyor, büyüleniyor, gözleri bağlanıyor. Çok büyük haksızlıkları görmüyor veya korkuyor, görmezden gelmesi gerektiğini düşünüyor. Bunlar üzerinden devlet kendisine muhalif vatandaşın bir kısmını ötekileştirip düşmanlaştırmayı da kolayca başarıyor.

Mesela bugün İran devletinde tüm merkezi siyaset “Ruhani Liderlik” denilen bir makamın tam kontrolü altında. Doğal olarak bu makamın sorumlu olduğu sayısız insanlık suçları da var. Rejim, kendini Cumhuriyet (yani halkın halk tarafından yönetilmesi) olarak tanımlamış ama ortada halkın hiçbir şekilde müdahale edemediği despot bir rejim var. Aslında vatandaşların kâhir ekseriyeti devletinden şikâyetçi ama mevcut düzende bunu dile getirmek bile şiddetli ceza gerektirdiği için kılını kıpırdatamıyor. Kanunlar ruhani liderliğe ve onun yaptıklarına muhalefet etmeyi  “Allah’a karşı savaş açmak” olarak tanımlamış ve idam cezası öngörülüyor. İslam cumhuriyeti olduğu için vatandaşın karşısına mollanın(Ayetullahın) kendisi yerine “Allah’ı” çıkartarak saldırıyor. Daha sivil görünmeye çalışan ülkelerde rejim muhaliflerinin karşısına Toplum, Devlet, Millet üçlemesi çıkıyor. Bunlar da aslında soyut, gerçek bir hüviyeti (kimleri temsil ettiği) belli olmayan uyduruk kimlikler. Tabii ki aslında gerçek insan birey karşısında hiçbir soyut antitenin gerçek değeri yoktur, çünkü varlığı zahiridir (hayalidir). Sponsorları tarafından inşa edilmiştir ve ancak onların gücü kadar bir gücü olabilir. Onlar da hiçbir zaman göründükleri kadar güçlü değillerdir. Bunlara değer verilmekle aslında arkasında durup onu öne çıkartan sahtekâr kişi ve çetelere yahut da bir çeteler konglomerasına güç verilmiş oluyor.

Devletçilikle halkçılık (popülizm) hiç de farklı şeyler değil aslında, ayni madalyonun öbür yüzüdür. “”Öbürleri ne veriyorsa ben ondan beş fazlasını vereceğim”” diyeceksiniz. Tabii aslında siz o verilenleri üreten değilsiniz, üretenlerden alıp dağıtan, kural koyucu, adalet sağlayıcısınız. Hak verilmez alınır. Tabii ki bu dağıtımı yaparken size yakın olanlar ile olmayanlarını hakkı ayni olmayacak.

Çok partili düzene geçtiğimizden bu yana size hep “siyasi partiler demokratik siyasetin vazgeçilmez unsurlarıdır” denildi değil mi? “İktidarlar seçimle gelir seçimle gider, hâkimiyet milletindir, eğer millet icraatını beğenmezse ona bir daha sefere oy vermez, iktidara getirdiği gibi götürmesini de bilir” denildi. Çok parti olunca iktidar ve muhalefet partileri olacak ve bir partinin tek başına kamu gücünü sınırsızca kullanması engellenecek. Oysa böyle olmuyor, bunlar gerçeği yansıtmıyor. Partiler millet aleyhine yasalar çıkarma konusunda birbiriyle al gülüm ver gülüm çok kolaylıkla ittifak edebiliyorlar. Dahası ittifaklar gizli olduğu için halk da hiçbir şeyi anlayamıyor. Demokratik siyasetin vazgeçilmez unsuru partiler değil. Seçimler de değil, iktidar sahibi cebren ve hile ile isterse oyların yüzde yüzünü bile almayı garanti altına alacak düzenlemeleri kolaylıkla yapabiliyor. Bunun geçmişten ve günümüzden çeşitli ülkelerde uygulanıp denenmiş başarılı örnekleri ortada. Siyasette olmaz olmaz, yani rasyonel olarak mümkün olmayan pek çok şey dahi itinayla şeklen oldurulabilir. Çünkü siyaset (gerektiğinde cebren ve hileyle) birbiriyle en bağdaştırılamayacak şeyleri bile bağdaştırabilen bir KKK mesleği. 

Bugünkü devletliler ortaya çıkıp asla “Devlet Benim” diyemiyorlar, çünkü ters tepeceğinin pekâlâ farkındalar. Vaktiyle Fransız hükümdarı 14. Louis demiş “l’etat c’est moi” ama aydınlanma ve Fransız ihtilâli gelmiş (kendisini değil ama torunu ve tüm sülalesinin) kökünü kurutmuş.  Artık hiçbir hükümdar açıkça ; “ben devletim, sizin hükümdarınızım diyemiyor, onun yerine riya yoluna sapıyorlar. Ancak gelin görün ki uygulamada “14. Louis dönemiyle en ufak bir fark bulunmuyor!

Diyorlar ki, ” ben sizin milli iradenizim, hizmetkârınızım, ben bizzat şahsım halkım, ne yapıyorsam hepsi sizin için.. ” İnsan haklarını, özgürlükçülüğü, demokrasiyi savunurmuş gibi iğrenç pozlara giriyorlar. Oysa bir hükümdar olup da gerçekten dürüst, gerçekten adil, gerçekten halkın işine yarayacak şeyler yapabilmek kesinlikle mümkün değil. Belki bugünkü Hollanda Kralı gibi sembolik bir şekil olarak orada oturur ve hükümet işlerine hiç bulaşmazsanız o tamamen başka bir durum. (adam resmen ülkenin hava yollarında pilotluk yapıyor) Çünkü o kişi gerçekten çok dürüst de olabilir ama ona zaten hükümdar demiyoruz.

Hükümdar dediğimiz kendini başkomutan, birilerini de düşman ilan eden, kanun kuvvetinde yasalar çıkartabilen (o iğrenç güç kendisine verilmiş), ekonomiye maliyeye müdahale edip her gün medyaya çıkıp akla gelen her konuda (hiç de aklı ermediği halde) ahkâm kesen kişiler. Eline o gücü geçirdiğinde (power corrupts) insanlık için birer suç makinesi haline geliyorlar. İkinci dünya savaşı sonunda İl Duçe Mussolini ve Führer Adolf gibi, Lider Stalin gibi karakterlerin bir daha ortaya çıkamaması için Japonya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde etkili önlemler alındı ve çok başarılı da oldu. Ama doğu Avrupa’da, Orta Doğu’da, Güney Amerika ve Afrika’da Ulu Önder mitine karşı herhangi bir önlem olmadığı için “aydınlanma” projesi yarım kaldı, battal oldu. Buralarda hala Despot Leviathan’lar ve ulu önderler kol geziyor ve onları prangaya vurmak artık çok güç ya da neredeyse imkânsız görünüyor.

Demokrasi denilince aslında “Leviathan’ın “prangalanmış” hali (yani kamu gücünün tam etkili biçimde sınırlanabilmiş olduğu bir durum) kastediliyor kuşkusuz. (Ve bu belki de aslında tamamen teorik bir durumdur, çünkü tam başarılabilmiş olduğu hiçbir örneği tanımıyoruz). Ama bir de tam tersini, yani kendini tamamen her türlü prangadan sıyırmış başıboş, vahşi bir canavar halini almış olanını düşünelim. Peki, o kendisine ne der? “”Demokratik Halk Cumhuriyeti””. Böyle demesine bir engel var mı? Tabii yok. Biz ona istediğimiz kadar “yok, gerçek demokrasi bu değil” diyelim, ne değişir? Dünya buna ne yapabiliyor? Hiçbir şey. En azından (adında “demokratik” sözcüğü geçen tüm ülkelerin) kendi ateşiyle kavrulup yıkılıp gitmelerine kadar şimdilik böyle.  

Mesela 1922 yılında kurulan ve 1991 yılına dek varlığını koruyan SSCB birçok demokratik cumhuriyetten oluşuyordu ve hepsinde de tek parti vardı. İkiye bölünmüş Almanya’nın çok partili olanının adı “Birleşik Almanya (BRD)” tek partili olanının adı ise “Demokratik Almanya (DDR)” idi. Günümüzde babadan oğla geçen bir saltanat rejiminin adı da Demokratik (K. Kore) Halk Cumhuriyeti. Dünyanın buna karşı yapabileceği hiçbir şey yok. Tek parti, muhalefetsiz, nasıl demokratik olunuyor, niye prezidyuma neden hep ayni kişiler seçiliyor, halk bu işin neresindedir diye hiç soran var mı?

İktidar (sivil toplum, bağımsız medya, siyasi partiler, bağımsız yasama ve yargı kurumları gibi) kendisini dengelemek üzere geliştirilmiş tüm prangalardan tamamen kurtulmayı başardığında ülkenin iç dinamikleri onu durdurabilecek bir gücü oluşturamıyor ve hüdayinabit biçimde varlığını sürdürebilir hale geliyor. Bizim coğrafyamızın tarihinde de her düzeydeki saltanat ve bürokrasi geleneksel olarak iktidarın (fetihler, darbeler, siyasi komplo, pusu ve suikastlar vasıtasıyla da olsa) bir diğer iktidar sahibini (veya adayını) bir şekilde yok ederek kazanıldığından kazanmak ve iktidarda kalmak onlar için tamamen bir hayat memat (ölüm) meselesi haline gelmiş. (Ya devlet başa, ya kuzgun leşe denilmiş. İki gömleği olur biri bayramlık öbürü idamlık. Bayram saltanat işidir.) Bir Osmanlı şehzadesinin Saltanat(sultanate) makamına geçebilmek için bütün erkek kardeşlerini ve dahi onların eşleri ile henüz bebek çocuklarını bile öldürerek ileride kendi yerine geçirilebilmeye potansiyel aday hiçbir canlı bırakmamak zorunda olmasının korkunçluğunu bir düşününüz. İnsan öldürmekte tereddüt göstermenin zaafların en büyüğü olarak görüldüğü bir siyasal irade düzenini bugün hissiyatıyla nasıl algılayabiliriz?

Sultana şehzadeye, veziriazama dahi yaramayan, en alttaki vatandaşın ise hayatını zaten tamamen çileye dönüştüren böyle bir sosyopolitik ortamdan nasıl övgüyle bahsedilebilir ki? Vatandaş hiçbir zaman kendi işinin asıl sahibi olamadığı gibi herhangi bir hakkı hukuku da yok, devletli kendi vatandaşına her istediğini yapabiliyor. Otoritesi sınırsız. O yüzden halka da otorite boşluk kaldırmaz denilmiş, birlikte çalışan her iki kişiden birinin ast öbürünün üst konumda bulunması ve daha üst yetkililere karşı daima onun hesap verir bir pozisyonda bulunması istenmiş. Yani eski düzende her yerde, her düzeyde insanlar arasında yatay değil dikey ilişkiler hâkim. Ama batıda bunu değiştiren dönüştüren etkisiz hale getiren dinamikler en az üç yüz yıldır devrede iken bizde en fazla yüz yıldır sürdürülen sivil aydınlanma gayretlerinin (emansipasyon) henüz yeterince etkili olamadığı görülüyor.

Aydınlanma çağı öncesinde insanların otorite piramidindeki mevkiini ortaya koyan bir “had” kavramı vardı. (Aydınlanmanın henüz tam olarak gerçekleşemediği ülkelerde bu kavram günümüzde hala sürüyor ve işlerliktedir. “”Herkes haddini hududunu bilecek !”” gibi, “”dil uzatmaya cüret etmek”” gibi lafları duyduğunuzda bunu hatırlayınız. O kavramlar bizim gibi ülkeler için eskilerde kalmadı. Kalsa dahi hala onları eskinin çöplüğünden bulup çıkarıp süsleyerek günümüzde tekrar önümüze sürmek isteyenler var.  Çünkü o zamanda sivil yurttaşlık diye bir kavram yok, insan hakları yok, haddinizin (mevkiinizin)  elvermediği düzeyde bir fikri / bilgiyi ifade etmek veya bir davranışta bulunmak (mûcib-i cezâ) yani “ceza gerektiren bir suç” konumunda. Kimileri için hâlâ da öyledir. 

Mütegallibenin (hükmedicilerin) hayatın her safhasındaki insani ilişkilere hâkim kılmak istedikleri kurallar var. Kuralların da daima rütbesi var. En üst kural durumu kabullenmeniz ve emre (ulu’l emre) itaat. Anlaşmazlıklarda kimin haddi yüksekse o daima haklı çıkıyor. Köyünün mütegallibeyi şikâyet eden dilekçesinin padişaha kadar ulaştığı ve onun da gereğini yaptığı pek istisna örnekler var ama genel geçerli kaide yapılan zulmün daima karşılıksız kalması şeklinde. Maruf (iyi) olanın yapılması, münker(kötü) olanın ise yapılmasının engellenmesi her vatandaşın birinci görevi. İyinin yapılması kötünün engellenmesinde her zaman cebir şiddet de kullanılabilir ama vatandaşın onun neden iyi, öbürünün neden kötü olduğunu akıl terazisinde tartma sorgulama diye bir güç ve imkâna sahip değil. 

Ölçü yok, sınır yok. Objektivite yok. Emir demiri keser, şeriatın kestiği parmak acımaz… Rasyonalite ve mantık sınırları ziyadesiyle aşıldığında bile durum değişmez. Sağlama yok, deney yok,. İyinin kötünün sorgulanması, hikmetinden sual olunması yok. Doğanın kuralları(matematik) ile insanların(tanrının) koyduğu kurallar iç içe geçmiş ve bilhassa birbirinden ayırt edilemez hale getirilmiştir. İkisi birbiriyle çelişip de akıl dışılık ortaya çıkarsa bile bile sorgulanamıyor.

Hükmedici otorite en tepede olunca ölçü, metot, yaratıcılık, fayda, rasyonalite, verimlilik gibi kavramlar dahi önemsiz hale geliyor. Var olan yöntemin sürdürülmesine dayalı bir düzen işletilmek isteniyor. Oysa günümüz dünyasında bu kesinlikle sürdürülebilir bir şey değil.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.