Meslekler, Meslekler!

Sürekli Söyleşi | | Ekim 14, 2022 at 8:03 am

Ayn Rand’ın deyişiyle “İnsan…  En asil eylemi üretkenlikteki başarısı, sahip olduğu tek kesinlik aklı ve hayatının en ahlaki gayesi kendi mutluluğu olan cesur bir yaratıktır”.

Yaşamayı seçtiysek eğer bir insan olarak yaşamak zorundayız. Başka bir şey olarak yaşayamayız. Daha doğrusu birilerinin kulu haline gelmek doğamızın bize verdiği ahlak yerine bizi kendimiz olmaktan çıkartıp tamamen başka bir şey haline getiren ahlaki bir seçim eylemidir. Yaşayan bir ölü olarak, varoluşa layık olmayan bir şekilde devam etmek, artık insan olmamak, hayvandan da aşağı olmak, acıdan başka bir şeyi bilmeyen, kalan yıllarını düşünmeksizin bir öz-yıkım eğiliminin acıları içinde sürüklenerek geçiren bir şey haline gelmektir.

Evet, gayemiz hayatta kalmak değil. Bize telkin ya da emredilmiş bir takım görevleri yerine getirmek de hiç değil. O karıncalara göre bir şey. Genlerim bana hayatta kalmayı, üremeyi ve yayılmayı emrediyor olabilir. (Gen Bencildir, Richard Dawkins) Oysa ben daha yüksek bir canlı türü olarak kendimi mutlu etmek zorundayım, esas motivasyonum budur. Sadece hayatta kalmak benim için yeterli değil. Üreme ve yayılma da benim temel misyonum olamaz. İdeallerim, tercihlerim var. Hiç kimse bana bir amaç ve görev tayin ve telkin edemez. Onu ben kendim çözümlemek, bulmak, tartmak, seçmek ve yapmak zorundayım. Çünkü ben hiçbir ırkın, soyun sopun, mezhebin, sürünün etkisiz elemanı değilim. Otonom bir yaşam formuyum. Beynim hiçbir kolektif beynin parçası değildir, midem de öyle. Benim yerime kimse yiyemez, hiç kimse benim yerime de düşünemez. Beynimin görevi aramak, bulmak, çözmek, yaratmak, yoktan var etmektir. Ben ancak bununla mutlu olabilirim. Yaşamış olmak ve kendimi gerçekleştirebilmek için eserimi ortaya koyacağım ve “işte bunu ben yaptım” diyecek ve gururlanacağım. Tabii benden önceki insanlar da milyonlarca yıldır kendilerini bu dünyada var edebilmek için hep yeni bir şeyler yapmışlar, daha önce hiç yapılmamış olanı yapılmış ve var olanın üzerine eklemişler. Ben de kendi gururlanacağım bir şeyi yapabilmek için kuşkusuz benden öncekilerin zaten yapmış olduklarını bilmek öğrenmek ve üstüne ekleyerek henüz yapılamamış olanı başarmam gerek.

Yapılmış olanın aynısını tekrar yapmakta karıncalarla yarışamam bunu biliyorum. Üremekte, çoğalmakta ve dünyaya yayılmakta da ben onlarla yarışamam. Eğer bir yaşam formunun performans değerlendirmesi yeryüzünde kapsadığı alanla ve kilo cinsinden temsil ettikleri ağırlıkla ölçülüyorsa o zaman benim karıncaların performansına yaklaşmam bile imkânsız. Oysa ben çok farklıyım. Beni ondan çok farklı yapan iletişim, uzmanlaşma ve işbölümü özelliklerine sahibim. Onlar hepsi ayni durumda ayni şeyleri yapıyor, her nesilden bir sonrakine gelişme ve hep yeni ve daha farklı şeyleri başarabilir hale gelme özellikleri yok. Bizdeki bu farklı becerim disiplinleri yani mesleklerimiz bize doğanın her yönüyle başa çıkabilmemizi sağlayan, canlı dünyasındaki en önemli avantajımız.   

Mademki benim bir karıncadan esas farkım budur o zaman temel ahlakî gayemi ve mutluluğumu sahip olacağım meslekte aramak zorundayım. “Kimim” sorusuna vereceğim cevapta fiziksel özelliklerim beni tarif etmekte etkili ve yeterli olmaz, Türk ve Müslüman olmak da beni sadece bir sürünün üyesi yapar ama hayatıma asıl anlamını katacak, beni özgün ve değerli yapacak hiçbir tanım getirmez. Hayatıma anlam katacak ve kendimi tarif edebilmemi sağlayacak tek şey sadece bir meslektir. Çünkü bir meslek sadece bir iş ve gelir kapısı değildir. İçinde farklılaşıp kendimi tarif edebileceğim, eserlerimi, yaratılarımı ortaya koyabileceğim, hayat hikâyemi yazabileceğim bir mecradır. O mesleğe güç katmam, o meslekten de güç alabilmem gerekiyor. Bunun hiç kimseye bir eğitim ve bir diplomayla verilebilecek bir şey olmaması gerekir.

Bana göre “meslek” konusu tüm insanlar için bir varoluş meselesidir ve meslekleri yok eden bir toplumsal düzen tüm insanlığın düşmanıdır. Böyle bir düzen insanlara aklını ve vicdanını kullanarak üretkenlikteki başarısını ortaya koyma ve kendini mutlu etme fırsatını tanımaz. İnsan mesleğinin bir makinenin eksik kalan aksamı rolüne indirgendiği bu durum Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar (1936)” filminde çok güzel betimlenmiştir. Böyle bir iş insanlara belki geçimini temin edecek bir gelir kapısı, meşguliyet, makam mevki ve hatta çeşitli unvanlar sunabilir, hatta önemli birisi de yapabilir ama bir meslek sunamaz. Chaplin’den bu yana çok su aktı, sanayi devrimi 4’üncü nesle kadar ilerledi ama birçok şey hâlâ özde ayni esaslara göre yürüyor. Yıllık, aylık, günlük yevmiye üzerinden emeğinizi satmakta iseniz eğer, bir mesleğiniz olduğunu ve özgür olduğunuzu nasıl söyleyebilirsiniz? Yaptığınız iş zarar yazıyorsa eğer sizin de mutlaka zarar etmeniz gerekir. Özgür iradenizle içinde zarar ihtimali olan seçimler de yapabilme hakkınız yoksa eğer özgür değilsiniz. Bir ahırda beslenen ve önüne her gün yemi ve suyu konulan bir besi hayvanından ne farkınız var.

Bir ülkede bilim, sanat teknoloji üretimi ne kadar hızlanırsa mesleklerdeki dönüşümün de o nispette hızlandığını biliyoruz. Dolayısıyla merkez ülkelerde bu dönüşüm daha hızlı ama dünyanın mezrasında kalmış (bilim, sanat teknoloji üretimine katkısı pek az olan) ülkelerin de kendilerini bunun tamamen dışında tutmaları pek mümkün görünmüyor. (Küreselleşmenin daha henüz emekleme çağında olduğu 18. yüzyılda bile 1. sanayi devriminin öncüsü İngiltere’deki dokuma makineleri Bursa’daki el tezgâhlarında çalışan dokumacıları işsiz bırakmış.) Bu devrimsel dönüşümler dünyada birilerini işsiz ve mesleksiz bırakırken başka insanlara da tamamen yeni meslekler doğuruyor, meslek çeşitleri artıyor, mesleklerin çoğalması sıradan insanlara bile yeni bir alanda “dünyanın bir numarası” olarak ortaya çıkma fırsatı veriyor, hayatlarına anlam katıyor. Meslekler çeşitlendikçe özgünleşiyor, özgünleştikçe nitelikli performans katkısı, otonomisi ve çalışana verdiği tatmin de artıyor. Üstelik hiç kimse doğuştan yeteneksiz olduğu için mesleksiz kalmaya mahkûm değil.

Öte yandan, eğitim kurumları size çeşitli meslek diplomaları sunabilir. O diplomalara dayanarak sorulduğunda kendinizi çeşitli meslek unvanlarıyla takdim edebilirsiniz, ama işte bilirsiniz ki yine de mesleksizsiniz. Bunu bilmekten, sürekli hissetmekten kendinizi bir türlü alamazsınız. “Meslek” içine girip çalışırken kendi bulup geliştirdiğiniz becerilerle kazanılan bir şey.

Halen çoğu ülkede aslında en prestijli, kazançlı, yüksek mevkili işler “mesleksiz” olanları. Bu aslında bence çok ters bir durum. Mesela cumhurbaşkanlık, başkanlık, bakanlık, milletvekilliği gibi siyasi mevkilerin tamamı mesleksizdir. Hiçbir mesleği olmayan insanlar yapabilir. Silahlı ve silahsız bürokrasi, mülki erkân ve kamudaki çoğu yönetim pozisyonları tamamen böyledir, o yüzden herhangi bir mesleğin yüksek tahsilini gören insanlar da genellikle bu tür işler bulup girmeye çalışıyorlar. Size belki şaşırtıcı gelecek ama son zamanlarda devlet toplumdaki etki alanını büyüttükçe medya görevleri, hatta akademik kariyerler ve üniversite yönetimi kadroları bile sanki biraz böyle (mesleksiz yapılabilir) hale geldi.

Sınırlı kontratlı, yarı zamanlı, proje bazlı sözleşmeler ile işgücü piyasalarına iş (ürün/hizmet) yapan sınıf için “prekarya” terimini uygun görmüşler. Kökeni precarious (istikrarsız, güvenilmez) kelimesinden devşirilmiş yani “sürekli iş” güvencesinin olmadığını vurguluyor. Sosyalist mentaliteye göre emekçi’nin sendikal hakları ve iş güvencesi olmazsa olmazdır. Emekçinin üretimden kaynaklanan gücü vardır. Bunlar 1. endüstri devrimi için çok manrıklı ve haklı da görülebilir ama geldik 4. nesil endüstrilere. Burada artık emekçinin neredeyse hiç katkısı olmadan çok büyük katma değerler makine emeğiyle üretilebiliyor. Peki, insan emeğinin kendisi satılamaz bir ürün haline geldikçe, ya da iş sahibinin emekçiye hiç ihtiyacı kalmayınca ne olacak? Ortalıkta katma değer üretilirken emekçiye hiç ihtiyaç kalmamışsa? O durumda emekçi sınıfı yok olur iken içlerinden bir kısmı belki yine de becerisi ve mesleği sayesinde nitelikli emeğini kontratlı, proje bazlı olarak satarak bir tür emekçi (prekarya) olarak kalmaya devam edebilir.

Ama bence bu emekçinin birey olarak mesleğini ve sınıf olarak varlığını sürdürmesi için yeterli bir konum değil. İdeal çözüm ancak emekçinin de kendi üretim araçlarını ele geçirmesi (mülkiyet olmasa bile zilyetlik olarak kendi uhdesine alması), yani kendi risklerini üstlenmesi ve ürününü son kullanıcıya rekabetçi biçimde satan bir işadamı/girişimci/rantiye konumuna gelmesi, tepesindeki yönetici sınıftan kurtulmasıdır. Ürünün ara ürün veya son ürün olması hiç önemli değil, emekçi emeğini tüketicisine “dolaysız olarak” satılabilir bir ürün haline getirmedikçe, tepesindeki yönetici, mütegallibe sınıftan kurtulması imkânsız.

Bir örnek üzerinden anlatayım;

Yedi tepeli, 18 milyon nüfuslu canavar bir kentte taksi şoförü oldunuz. Kentteki ulaşım ihtiyacı çok yoğun ve bin kişiye ancak bir taksi düşüyor o yüzden de çok yüksek ücretlerine rağmen taksiler yeterince müşteri bulabiliyorlar. Taksi ücreti merkezi olarak belirleniyor ve en kısa mesafe ücreti 2,5 dolar, o yüzden bazen çift vardiya çalışırsanız, bir günde asgari ücretlinin bir aylık maaşından daha fazlasını toplayabilirsiniz. Çok stresli ve riskli bir iş ortamı olan bir girişimci tüccar veya işadamı gibi bir serbest meslek sahibisiniz aslında, yani en azından patronunuz yok, enseniz kalın öyle değil mi? Ne gezer? Tam tersi. Taşıma hizmetinin (yani hasıl edilen katma değerin) tamamını siz tek başınıza ürettiğiniz halde kurulu rant sistemi yüzünden elde ettiğiniz hasılanın onda biri bile elinize kalmıyor.

Önce aracınızın amortismanı var. Satın alırken aslında bir liralık araba için 2 lira da devlete vergi verdiğiniz için araç size üç liraya mal olmuştu. Depoya doldurduğunuz benzin de ayni şekilde. Siz sürmeye başladığınızda iki devlet görevlisi de iki ayrı ayrı araca binip sizin doldurduğunuz benzinle hareket ediyorlar. Ve siz her bir kilometre yol gittiğinizde üç kilometre gitmiş gibi benzin harcıyorsunuz, sigortası, kaskosu da aynı şekilde. Eğer banka kredisi kullandıysanız banka mudiden bir lira faizle aldığı parayı size üç lira faizle satıyor. Rekabetçi hiçbir piyasada bir mal bir liraya alınıp üç liraya satılamaz ama ödünç para verme tekeli kamuya ait olduğu ve bankaların hepsi de doğrudan ve dolaylı olarak devletin kontrolünde olduğu için bu yapılabiliyor.

Tabii taksici iseniz eğer, öncelikle topladığınız paranın yarısını götürüp plaka sahibine haraç olarak ödeyeceksiniz. O ağa, siz onun rençperisiniz. Bu taksi plakası sınırlaması devletin koyduğu ilave bir yasal rant kapısı. Plaka sahibi daima bütün gün direksiyon sallayan şoförden de arabanın sahibinden de daha çok kazanıyor. Kazası cezası, her türlü hasılat zararı şoföre ait iken plaka sahibinin rant saati sürekli işliyor. Sonuçta günün sonunda şoför çoğu zaman ancak bir asgari ücretli kadar yevmiye kazanabiliyor. Tüketici için ise taksi hizmeti aşırı pahalı ve kalitesiz görüldüğünden çok mecbur olanlar dışında kullanılmıyor.

Şoförler yine de her şeye rağmen (tıpkı kırmızı Amazon karıncası Polyergusların eline doğan Formica karıncaları gibi)  gibi sırtında taşıdığı bu rant sistemini çok doğal kabul ediyor ve bundan belirgin bir rahatsızlık göstermiyorlar. Mevcut rant sistemini sabote edebilecek, kendi müşteri sayısını azaltabilecek yeni bir alternatif ortaya çıktığında ise çıldırarak cinayet işleyebilecek kadar beyni dönüyor. Korsan taksiciler şoförün can düşmanı. Telefon aplikasyonu, Über ortaya çıktığında ise bardak taştı, çok şiddetli direndiler ve Über’in kamu tarafından yasaklanmasını sağladılar. Peki sizce bu mevcut rant sisteminin haklı bir tarafı ve sonsuza kadar böyle sürme şansı var mı?

İnternet kaynaklarından yararlanarak mesafeye ve trafik yoğunluğuna göre varış süresini ve fiyatını önceden hesaplayıp bildiren, ödemeyi de otomatik gerçekleştirebilen ayrıca taksicinin müşteri nezdinde akreditasyonuna yardımcı olan (yerli ve milli) BiTaksi uygulaması Taksiciye müşteri kaybı getirmeyip yeni imkânlar sağladığı, plaka sahibine ve kamu rantlarına ise hiç dokunmadığı için revaç buldu. Belediye de “madem böyle bir girişim imkânı var, o zaman bundan öncelikle biz yararlanmalıyız” düşüncesiyle hemen İTaksi uygulamasıyla belediye imkânlarını kullanarak özel girişimciye rakip çıkıp önünü kesmeye çalıştı. Yerli özgün tasarımcı girişimcinin kamu tarafından hiç desteklenmeyip hep kösteklendiğinin bir örneğidir. 

Taksi ve şoförlük mesleği konusu bence ülkemizdeki diğer meslekler ve işlerin geneliyle (özellikle rant ilişkileri bakımından) çok büyük bir benzerlik taşıdığından bence tipiktir. O işle ilgili gerçekleşecek dönüşümler ülkenin tüm ekonomisinin beklediği dönüşümü anlamamız bakımından bence çok önemli, o yüzden izninizle bu konuyu biraz uzatmak ve detaylandırmak istiyorum.

Neredeyse yüz yıldır ekonomi dünyasının başını çeken otomotiv ve enerji sektörleri bir süredir tepeden tırnağa büyük bir dönüşüm içine girdi. En büyük şirketlerin küçülmesi, pek çoğunun da batması, öte yandan yeni ortaya çıkan bazı küçük şirketler ve yeni sektörlerin de hızla büyümesi söz konusu.

Örneğin hemen önümüzde elektrikli otonom araçlar söz konusu. Bunların kullanım biçimi de doğal olarak A’dan Z’ye değişmek zorunda. Şoförsüz araçların şoförleri işsiz bırakıp mevcut rant sistemini aynen yürürlükte bırakması hiç mümkün olabilir mi? Çünkü ayni sorun beyaz yakalılar dahil diğer tüm çalışanlar ve meslekler için de söz konusu. Yeni düzende eğer işçilere ve diğer çalışanlara ihtiyaç kalmazsa işverenlere ve patronlara da ihtiyaç kalmaz.

Elektrikli aracı çatınıza koyduğunuz rüzgârgülü veya güneş paneli ile bedavaya şarj edebilirsiniz.  Paylaştığınızda Otonom aracınız müşterisini kendi başına bulabilir ve onu istediği yere götürüp para kazanarak geri dönebilir. Büyükşehir belediyesinin çalışanları için 2500 araç kiralaması ve 150 milyon lira ödemesi gibi çılgın bir durum artık bir daha asla söz konusu olmamalı. Şahıslar ve makamlar için de müstakil araç sahipliği hiç mantıklı değil. İnsanların ve eşyaların bir yerden bir yere topluca veya tek tek zamanında ulaştırılma ihtiyacı hep olacak ama bu kadar israflı ve mantıksız biçimde devam edemeyeceği kesin. Bir zamanlar, insanların insanları taşımakta kullandıkları dört kollu tahtırevan sisteminin sonu nasıl geldiyse hacıağası bir kişiye ve makamına ve korumalarına tahsisli araç kavramının da sonu gelmek zorunda.  

Ulaşım ihtiyacınız olup da cep telefonunuzdan tuşladığınızda en yakınınızdaki şoförlü veya şoförsüz, otonom veya kendiniz kullanacağınız, tam istediğiniz özellikte bir araç size cevap verecek. Bedeli belli süresi belli en kolay bir şekilde ulaşabileceksiniz. Bu dünyada çoktan başlamış bir durumda. Ayni şey konaklama ihtiyacınız için de söz konusu. Konforunuz birkaç kat artarken maliyet ciddi boyutta azalacak. Teknoloji bize sürekli hayatımızı kolaylaştıracak, ucuzlatacak, özgürleştirecek yeni imkânlar getirirken siyasi ve bürokratlar da sürekli bunlara erişimimizi engelleyecek, kısıtlayacak, akan suyun yönünü olası güç ve refah artışını kendilerine doğru döndürmek gayreti içinde.

Çıkartılan her yeni yasa/yönetmelik/kararname vatandaş için yeni bir bürokratik prosedür, maliyet artışı, yeni bir izin, müsaade,  başvuru, onay alma gereksinimi getiriyor. Hayatımızın her safhasında başarabilmek için güçlüklerle kendi başımıza boğuşmak zorundayken başardığımız her üretimden ve tüketimden yüklü bir pay kamuya vermek zorundayız. Ona karşı biz hep borçluyuz, ama onun bize bir borcu yok. O bizden hep hesap sorar ama biz ona hiç hesap soramayız. 

Yasalar koyarak hayatımızı düzenleyecek, denetleyecek, tahakküm alanını genişletip, üretimimizden devşirdiği payları sürekli arttıracak, kaşının üstünde gözün var deyip yargılayacak, cezalandıracak. Onun karşısında biz sürekli çırılçıplak olacağız, ondan hiçbir saklımız gizlimiz olamayacak, ama öte yandan onun bize “hizmet” adı altında yaptığı ettiği her şey gizli devlet sırrı. Cebimizden bize sormadan ne kadar aldığı, onunla neler yaptığını hiç bilemeyeceğiz, ya da bize kendisi nasıl anlatmışsa öyle bileceğiz. Aslı farklı gerçekleri bize açıkça anlatmaya kalkanlar en vahşi cezalara çarptırılarak etkisiz hale getirilecekler. İşte halklara dayatılan ve KKK ile razı olmaları istenen bu.

Şimdi bir an için düşünelim ki, yukarıdaki örnekte anlattığımız vatandaş taksicilikte bir “ileri” aşamaya geçti. Aküsünü güneş paneliyle doldurduğu sürücülü veya sürücüsüz aracını internetten bulduğu müşterisinin ayağına gönderdi, onu istediği yere taşıdı ve bedelini de bitcoin cüzdanına aldı. Fatura yok, irsaliye yok. Aracı yok, banka yok. Parayı (bitcoin’i) harcarken de öyle, irsaliye yok, fatura yok, harç yok haraç yok.  Peki, hükümdar buna ne der? Gelişmiş ülkeler arasında böyle bir düzene kısmen de olsa uyum sağlayabilecek nitelikte olanlar belki vardır. Ama hükümetlerin geneli özellikle de az gelişmiş olanları böyle bir şeye asla razı olmazlar. Yok yasaları tangur tungur etmekten, yok trafik güvenliğini tehlikeye sokmaktan vb. vatandaşa ceza kesme, burnunu sürtme yoluna gitmeye çalışır.  Kazancının üçte ikisini kuzu kuzu getirip kendisine vermeyecek olan vatandaşı o devlet ne yapsın? Yılanın başını küçükken ezmek gerekir mantığıyla, ibreti âlem için o girişimciyi vatan haini hatta belki de terörist ilan eder, etkisiz hale getirinceye (öldürünceye) kadar savaşır durur. Zaten halen dünyanın üç yüzden fazla noktasında devletler vatandaşlarıyla bir tür sıcak savaş halindeler. Sosyal çalkantılar büyüyüp bir noktadan sonra artık baş edilemez hale geldikçe çözüme nasıl ulaşılacak?  

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.