Küresel Sanayileşmenin Kısa Tarihi
Tarihte Neler Oldu | canakci | Aralık 4, 2022 at 1:26 pmSanırım her şey buhar makineli lokomotif ve dokuma tezgâhlarının icadıyla başlamış olabilir. Çünkü insan ve hayvanların kas gücü yerine fosilleri (kömür) yakarak yapılan her işin verimliliği katlanarak arttırdığı keşfedildi. Kas gücü dışında bir enerjinin kullanımı yanı sıra iş bölümü ve uzmanlaşmanın (Adam Smith- Ulusların Zenginliği) sayesinde toplamda çok daha az emekle çok daha fazla üretimin başarılabileceği ortaya çıktı. Bunun paydaşı olmak bir yandan siyasetçilerin halka satabileceği nurlu ufuklar, kalkınma, gelişme, zenginlik ve herkese refah demekti. Ama öte yandan klasik üreticilerin ekmeğini vuruyordu. Ondokuzuncu yüzyıl tekstil makinelerinin dokuma üretimi Bursa’daki dokuma tezgahlarının kazancını da vurmuştu. Avrupa’da sabot (nalınlarını) dişlilerin arasına atarak parçalanmasını ve üretimin durmasını sağlayan “sabotör” ve Luddite’ler ortaya çıkmıştı.
Henüz yeterli fosil kaynaklarının bulunamadığı ve geleneksel enerji kaynağı olarak hala zeytinyağı ve okyanuslardan yakalanan balina yağlarının kullanıldığı bir çağda seyahat için at yerine içten patlamalı motorların çektiği atsız araba fikrine önceleri pek fazla kimsenin aklı yatmamıştı. Öte yandan şehirleşme hızını ve şehir içinde artan at trafiğindeki artışı hesaplayıp (bıraktıkları dışkılar yüzünden) 30 yıl içinde Londra sokaklarının 1,5 metre at dışkısıyla kaplanacağından dolayı artık hareket imkânı kalmayacağını hesaplayanlar da vardı.
Elon Musk geçenlerde bir konuşmasında demiş ki; “”Bir şirket kurmak, uçuruma bakarak cam yemek gibidir. ABD ve ötesinde birçok otomobil üreticisi kan kaybederken, ABD’de elektrikli otomobil şirketi Tesla ve Ford dışında iflas etmeyen hiçbir otomobil üreticisi yok. Henry Ford ucuz ve güvenilir arabalar yaptığında, insanlar ‘Hayır, peki ama bir atın ne eksiği var ki?’ dediler. Oysa bu yaptığı büyük bir bahisti ve işe yaradı.”” Hakikaten, yüz yirmi yıl sonra bugün de Elon Musk eski düzeni kökten değiştiren (disruptive) büyük bahisler üzerine çalışmakta ve yaptıkları çok da işe yaramaktadır. Şimdi burada size o yüz yirmi yılın temel değişim faktörlerini yorumlamaya çalışacağım.
Küreselleşmenin ana motoru olan endüstrileşmenin kurucu babalarından Henry Ford’un orada kurduğu işletme, büyüme ve gelişme modelleri (Fordculuk ve Taylorculuk) hakikaten küresel olarak tüm sektörlerde (Endüstri 2.0 – 3.0) ana trend olarak tüm dünyaya yayılıp ana prensipleri günümüze (Endüstri 4.0) kadar devam etmişti. İlk ‘enkandesan ampul’ün mucidi Thomas Edison’u da bilirsiniz. Seri otomobil üretiminin babası Henry Ford ilk olarak 1891 yılında kendisinden 16 yaş büyük Edison’un aydınlatma kumpanyasında mühendis olarak işe başlıyor ve arkadaş oluyorlar. Oniki yıl sonra (1903) da dünyada ilk defa seri otomobil üretmeye başladığı Ford Motor şirketini kuracaktır.
Rivayete göre, Thomas Edison ile Henry Ford gelecekte hangi enerji türünün etkin olacağı üzerine bir bahse tutuşmuşlar. Henry Ford içten patlamalı motorların buhar makinelerinin yerini almasıyla kömürün yerini petrolün alacağını iddia ederken Thomas Edison da elektrikli araçlar üzerinde ısrar etmiş. Bu bahis sonuçları dünyanın tarihi ve kaderi üzerine etkili olacak kadar önemlidir aslında. Çünkü o sırada çok ilkel pilli araba prototipleri de denenmektedir ve ilk başlarda, bahsi Edison kazanacak gibi de görünmüştür.
Ama büyük petrol yataklarının bulunmasının ardından dünya fosil enerjisine dayalı yeni bir yola giriyor ve petrokimya ve otomotiv endüstrileridir her yıl katlanarak artan biçimde dünyanın sosyoekonomik gelişme motoru haline geliyor. Çünkü dünyada doğrudan ve dolaylı olarak bu iki endüstri ile igisi olmayan endüstri yok gibi. ABD’nin başı çektiği bu iki endüstri diğer endüstrilerin de ana motoru olmuş, (beyaz eşya / kahverengi eşya gibi) diğer endüstriler de bunları model alıp türevleri olarak ortaya çıkmış, modernleşmenin ana çizgisini oluşturmuşlar. Söylentiye göre Henry Ford 20’li yıllarda kendisine otomotiv imtiyazı verilmesi karşılığında Türkiye’ye bedelsiz otoyollar yapma teklifi vermiş. Ama bu teklif “”yollar açılırsa işgal orduları Türkiye’yi kolayca işgal edebilir”” endişesiyle K. Karabekir Paşa tarafından geri çevrilmiş. Yine de yeterli yollara olmasa da 1928 yılında Vehbi Koç, Ford acenteliği açarak Türkiye’ye otomobil ithal etmeye başlıyor.
ABD’nin başat konumda bulunduğu, kendisiyle birlikte hareket eden İngiltere, Almanya ve Japonya’nın ise (orduları terhis edildiği için) çok hızlı bir gelişme fırsatı bulduğu bu dönemde kurulan şirketler küresel piyasaları ele geçirerek devasa konuma gelmişler. Küresel endekslerde cirosu itibariyle Ford ve GM dünyanın en büyük şirketi konumunu uzun süre korudular.
1950 yılına gelindiğinde Ford’un 145,000 çalışanı var, GM de öyle. 1955 yılı itibariyle dünyada üretilen otomobillerin %99.7’si sadece 5 şirket (General Motors, Ford, Chrysler, American Motors, ve Studebaker-Packard) tarafından üretiliyor. 50’li yıllarda Amerikan oto üreticileri 58 milyon araba üretmiş. Ancak bu arada dünyanın hemen her ülkesinde araba fabrikaları kurulmakta yerli ve milli araba modelleri geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bizde de Aralık 1966’da Koç Holding Ford şase ve motoru ile İngiliz Reliant tasarımı Anadol marka otomobil’in seri üretimine başlamış ve üretimi durduruluncaya kadar toplamda 93 bin adet üretebilmişti.
Şirketler gittikçe küreselleşir ve farklı sektörlere dağılırken giderek daha az teknoloji daha çok yönetim ağırlıklı hale geliyor, Büyüme 20. yüzyılın son çeyreğine kadar artarak sürmüş. Ayni minval üzerine yatay ve dikey büyüme sürerken, aslında bir şeylerin yanlış gittiği ve bu sanayileşme biçiminin çok sorunlu olduğu da biliniyor. 60’lı yıllardaki esas endişe dünyadaki petrol rezervlerinin 30 yıl içinde tükenebileceği düşüncesi. Fosil enerjisinin yoğun kullanımının karbon salımı (CO2) ve petrokimya ürünlerinin atıklarının (plastik) yarattığı çevre tehdidinin ağırlığı bilim insanları tarafından dile getirilse de 80’li yılların sonlarına kadar siyasetçi devletliler tarafından hep inkâr ediliyor. Çünkü ekonominin çarklarını döndüren ve refah üreten bu devasa gemiyi durdurmak ve geri döndürmek hiç mümkün değil. Tütün endüstrisinin sağlığa zararlı olduğunun taa 20. yüzyılın ortalarına kadar hiç açıkça dile getirilememesi gibi bu konuda ciddi adımlar atılması gerektiği de hiç dile getirilemiyor. Devletler bu inkârda ve konuyu sumen altı etmekte birbirleriyle yarıştılar. Petrokimya ürünü atıklar (mikroplastik vb) ile karbon salımı ve sera etkisi sorunlarının dünyayı yaşanamaz bir yer hale getirmesine ramak kaldığının kabul edilmek zorunda kalınması milenyumu buldu.
20. yüzyıl başlarından ortasına kadar süren büyük savaşlar döneminin devlet büyükleri gibi savaş sonrasının büyük sanayi devlerinin tepe yöneticileri de artık popstar’lar kadar ilgi çekmeye başlamış çok ve yüksek gelir düzeylerine kavuşmuşlardı. Şirketlerin tepe yöneticisine kadar arada 11 yönetim kademesi bulunuyordu.
1984 yılında İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olan L. A. Iacocca’nın yazdığı (bir tür otobiyografi olan) kitap bestseller olmuştu. Türkçe çevirisi bizde de çok satan bu kitap otomotiv devi Ford ve Chrysler’da tepe yöneticiliği yapan Iacocca’nın yönetimsel maceralarını anlatır. Bazı modellerde Honda motoru kullanmak istemesi yüzünden torun Henry Ford II ile olan anlaşmazlığı ve 30 yıl çalıştığı şirketten (1946 – 1978) kovuluşunu ve müflis konuma gelen dev Chrysler’in başına geçip hükümet desteği de alarak şirketi tekrar yüzdürmesini hikâye eder.
Bu dönem aslında adım adım Japon şirketlerinin ilerlemesi ve ABD piyasasını ele geçirmeye başlamasını da kapsıyor. 1986 yılında Sony Corporation’ın kurucu ortağı ve eski başkanı Akio Morita da kendisi ve Sony ‘nin otobiyografisi niteliğinde “”Made in Japan”” isimli bir kitap yazdı.
Kitapta Japonya tarihine dayalı bir bağlama oturtularak (eskiden yeniye) Japon kültürü, düşünce tarzı, davranışı, özellikle de iş yönetimi felsefe ve stilleri anlatılmaktadır. İngilizce yayınlanıp 12 dile çevrilen kitapta Morita kendi ailesinin kökenlerini ve Sony’nin nasıl kurulduğunu anlatıyor. Bölümler savaşı, erken kayıt cihazlarını ve uluslararası pazarlardaki çeşitli sonuçları resmediliyor. Çok satan bu kitapta kendi biyografisi dışında 1947’de ABD’de icat edilen transistor’dan Sony’nin nasıl yararlandığı, patent sorunları, çeşitli ülkelerdeki iş konferansları ve Walkman’in icadı hakkında ayrıntılar veriliyor.
Akio Morita’nın Japonya’nın savaş sonrası çalışkan kültürünü öven “Made in Japan”’a karşı bir denge oluşturması amacıyla bu defa Iacocca’da 1988’de Talking Straight isimli yeni bir kitap yazarak Amerikalıların yenilikçiliğini ve yaratıcılığını övdü. Kitap Türkiye’de “Bir Japon Mucizesi Sony” diye çıkmıştı. O dönem hakikaten Japonyanın yıldızı parlamıştı ve orijinal tasarım üstün kaliteli Japon ürünleri dünya piyasasında rekabetçi üstünlük kazanmış görünüyordu. Kitabın bestseller oluşu üzerinden bir yıl geçmişti ki büyük Japon krizi başladı ve Japon mucizesi çöktü.
Iacocca’nın yazdığı “Tüm Liderler Nereye Gitti?” diye (2007) bir kitabı daha var. Onda da değerleri tartışıyor. İyi bir liderin karakter özelliklerini (İngilizce’de hepsi C ile başlayan) 10 sözcükle özetliyor. Meraklı, yaratıcı, iletişimci, kişilikli, cesur, ikna yeteneği olan, karizmatik, yetkin, sağduyulu ve hepsinden önemlisi “kriz durumlarıyla baş edebilen…”
Oysa bana göre olayın (Morita’nın da Iacocca’nın da hiç hesaba katmadıkları) bir başka önemli boyutu vardı. Küreselleşmenin milenyuma doğru ulaştığı noktada, liderin bireysel yetenek ve üstünlükleri ne kadar fazla olursa olsun ülke kültürü ne derece çalışklanlık temsil ederese etsin üretimin küresel rekabetçi üstünlük sağlaması ancak kültürlerarası icraat kararlarındaki beceri ile sağlanabilmektedir. Küresel rekabette “”milli değerler”” en yıkıcı unsur. Size böyle düşünmemi sağlayan bazı ilginç örnek leri de anlatacağım. Ama önce küreselleşme hızını çok arttıran birkaç önemli olayı hatırlatmam lazım.
Kasım 1989’da berlin Duvarı yıkıldı, Ekim 1990’da Doğu ve Batı Almanya birleşti. Aralık 1991’de Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesinin ardından SSCB dağıldı, birliği teşkil eden cumhuriyetler bağımsızlığını kazandı. Boru hatları döşeyerek petrol ve doğalgaz zenginliklerini dünyaya açan Rusya başta bağımsızlaşmış cumhuriyetlerin hepsi küreselleşmeye açıldı.
Çin’de komünist lider Mao’nun ölümünün ardından bir süre sonra Aralık 1978’de iktidara gelen Deng Xiaoping (Cüce Deng) dış dünyaya kapalı kaldığı için çok geri kalmış durumda olan ülkeyi adım adım küresel rekabete açtı. 1980’de başlayan özelleştirmeler, 85’de fiyat kontrollarının kalkması ve dışa açılma sonucunda ülkede bankacılık ve petrol dışında kamu tekeli kalmadı. Ucuz işçilik nedeniyle her yıl yüz milyarlarca dolarlık yabancı sermaye yatırımı ülkeye girdiğinden baş döndürücü bir sanayileşme hamlesi başladı, 2012’de iktidara gelen Xi Jinping’in otoriter milli korumacı hamleler başlatması üzerine de küreselleşmesi yavaşladı ve durdu denilebilir. Ayni durum 2012’de iktidara gelen Vladimir Putin’in rejimi adım adım otoriterleştirmesi sonucu Rusysa için de söylenebilir.
2017 yılına gelindiğinde otomotiv piyasasında çok tuhaf bir durum ortaya çıktı ve küresel “”şirketler yönetimi”” işi çok daha garip bir aşamaya evirildi. Dünya pazarının %10’unu ele geçirerek “”en büyüğü”” olmayı başaran bir şirketler grubu ortaya çıkmıştı. 1954 doğumlu hem Lübnan hem Brezilya ve hem de Fransız vatandaşı Carlos Ghosn’un başkanı olduğu “Michelin Kuzey Amerika, Fransız Renault, AvtoVAZ, Japon Nissan ile Mitsubishi Motors”’un da içinde yer aldığı bir grup. Ghosn karmaşık bir çapraz hissedarlık anlaşması yoluyla stratejik bir ortaklık olan Renault-Nissan-Mitsubishi Alliance’ın başkanı ve CEO’su oldu.
Ghosn aslında Iacocca’nın tarif ettiği “lider” karakter özelliklerinin belki de hepsine birden sahip birisi olabilir. Çünkü krizlerle baş edebildiği muhakkak ve zaten bulunduğu noktaya sayısız sorunu çözerek gelmişti. Kendisine “Mr. fix it” (Bay halledici) ve “Le Cost Killer” gibi isimler verilmesi boşuna değil. Ama onun küresel rekabetçi üstünlük sağlamasında mutlaka ne Morita’da ne de Iacocca’da hiç bulunmayan bir başka özellik olmalıydı.
Nissan’ın mali geri dönüşünün ardından, 2002’de Fortune onu Asya’da “Yılın İşadamı” ödülüne layık gördü. 2003’te Fortune, onu ABD dışında iş dünyasındaki en güçlü 10 kişiden biri olarak tanımladı ve Asya baskısı onu Yılın Adamı seçti. Financial Times ve Pricewaterhouse Coopers tarafından ortaklaşa yayınlanan anketler, onu 2003’te en saygın dördüncü, 2004 ve 2005’te en saygın üçüncü iş lideri olarak gösterdi. Japonya’da ve iş dünyasında kısa sürede ünlü statüsüne ulaştı ve hayatı Japon çizgi romanlarında anlatıldı.
Ghosn, şirketin başkanı olarak kalırken, 1 Nisan 2017’de Nissan’ın CEO’su olarak görevinden ayrıldı. 19 Kasım 2018’de Tokyo Uluslararası Havalimanı’nda maaşını eksik beyan ettiği ve şirket varlıklarını büyük ölçüde kötüye kullandığı iddiasıyla tutuklandı. 22 Kasım 2018’de Nissan’ın yönetim kurulu, Ghosn’u derhal geçerli olmak üzere Nissan’ın Başkanı olarak görevden almak için oybirliğiyle bir karar aldı. Mitsubishi Motors’un yönetim kurulu, 26 Kasım 2018’de benzer bir eylemde bulundu. Renault ve Fransız hükümeti, suçu kanıtlanana kadar masum olduğunu varsayarak ilk başta onu desteklemeye devam etti. Ancak, nihayetinde durumu savunulamaz buldular ve Ghosn, 24 Ocak 2019’da Renault başkanı ve CEO’su olarak emekliye ayrıldı. Mart ayı başlarında kefaletle serbest bırakılan Ghosn, Nissan fonlarının zimmete para geçirildiğine ilişkin yeni suçlamalar nedeniyle 4 Nisan 2019’da Tokyo’da yeniden tutuklandı. 8 Nisan 2019’da Nissan hissedarları, Ghosn’u şirketin yönetim kurulundan çıkarmak için oy kullandı. 25 Nisan’da kefaletle tekrar serbest bırakıldı. Haziran ayında Renault, kendisi tarafından yapılan 11 milyon Euro’luk şüpheli harcamaları ortaya çıkardı ve bu, bir Fransız soruşturmasına ve baskınlara yol açtı.
Ghosn Renault’a 1996 yılında şirketi iflasın eşiğinden döndürmekle görevli olarak katıldı. Ghosn, 1998-2000 dönemi için maliyetleri düşürme, iş gücünü azaltma, üretim süreçlerini gözden geçirme, araç parçalarını standartlaştırma ve yeni modellerin piyasaya sürülmesini hızlandırma planını detaylandırdı. Şirket ayrıca, Japon sistemlerinden (“Renault Üretim Yöntemi”) ilham alan delege sorumluluklarına sahip bir yalın üretim sistemini tanıtarak, çalışma yöntemlerini yeniden düzenleyerek ve araç tasarım maliyetlerini düşürürken bu anlayışı hızlandırırken araştırma ve geliştirmeyi de Teknomerkezinde merkezileştiren büyük organizasyonel değişiklikler üstlendi. Ghosn, “Le Cost Killer”(maliyet canavarı) olarak tanındı. 2000’lerin başında, otomobil endüstrisinin en agresif küçülme kampanyalarından birini düzenlediği ve Nissan’ın 1999’da iflasın eşiğinden dönmesine öncülük ettiği için “Bay Halledici” lakabını kazandı.
Carlos Ghosn, 2019 yılının son gününde Amerikalı bir özel güvenlik yüklenicisinin yardımıyla Bir müzik aleti kutusuna gizlenmiş olarak özel jetle Japonya’dan Türkiye üzerinden Lübnan’a kaçtı ve kefalet koşullarını çiğnedi. 2 Ocak 2020’de Interpol, Ghosn’un tutuklanması için Lübnan’a kırmızı bülten çıkardı. Kaçtığından beri çeşitli medya organlarında sık sık röportajlar yapıldı, kitaplar yayınlandı, Avrupa’da bir TV dizisine ve BBC’den Storyville’in bir belgeseline konu oldu. (Kaynak: Wikipedia)
Ben bu tür olaylarda hiç bir ülkedeki medyanın olayların tüm ayrıntılarına ışık tutamadığını, kamuoyunun olayın asıl gerçeklerini öğrenemediğini, hukukun hak ve özgürlükler aleyhine canice eylemler ortaya koyabildiğini, sivil toplumun da yeterli kas gücü olmadığı için devlete karşı sivilliği hiç savunamadığı kanısındayım. Devletliler modern zamanlarda da tıpkı eski devirlerde olduğu gibi kendi misyonlarının varlığına karşı bir tehdit olarak gördükleri birilerinin üzerine istihbarat örgütlerini ve yargıdaki tüm uzantılarını harekete geçirip insan hak ve özgürlüklerine karşı tam bir canavar konumuna geçebilmektedirler.
Osmanlı saltanatının seçip göreve getirdikten sonra kendi gücüne karşı bir “siyasi” tehlike olarak gördüğü 44 sadrazamını katletmesini ve daha kundağında iken yüzlerce şehzadeyi ve annelerini boğdurtmasını hiç yadırgamıyoruz. Çünkü sahiden Vahidettin’e kadar 17 padişah da siyasi komplolarla tahtından devrilmiş. Monarşik iktidarlar varlığını sürdürebilmek için proaktif davranıp potansiyel düşmanlarının (daha henüz harekete geçemeden) kellesini almayı en elverişli yöntem olarak görüyor.
Yargıyı keyfince kullanma gücüne kavuşan bir iktidarın adaleti bundan beşyüz küsur yıl öncesinin Osmanlısından farksız oluyor bence. II.Murat zamanında vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa devletin mutlak egemeni gibi olmuş, bütün gücü elinde toplamıştı. II. Murat’ın ikidarı henüz on üç yaşındaki oğlu II. Mehmet’e bıraktığı, sonra tekrar geri aldığı, sonra tekrar geri verdiği çalkantılı dönemlerden sonra 1451 yılında II.Murat ölür, henüz 19 yaşındaki II. Mehmet üçüncü ve son kez padişah olur. İki yıl sonra tecrübeli vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın üstün gayretleriyle İstanbul’un Fethinin ardından II. Mehmet artık “Fatih” olmuştur. İşte ancak ondan sonradır ki yaşlı vezir-i azam “Bizans’tan rüşvet olarak torik balıkları içinde altın aldığı ve kuşatmayı uzattığı gibi gülünç isnatlarla” İstanbul’da tutuklanıp Edirne’ye gönderilir. Orada cellatlar urganlarla gelip 24 yıllık sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı boğarak idam ederler. İşte ayni Mehmet daha sonra benzer nedenlerle kardeş katli fermanını çıkartacak, kendisine bağlı şeyhülislamdan (caizdir fetvası alarak) öz oğlu Mustafa’yı da boğdurtacaktır.(Buna hile-i şeriye deniyor). Saltanatın siyasi gücüne paydaş istememesi sanırım üniversal bir kural.
Mesela Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyetinin çok haksever bir anayasası var. Ama esas görevi halkı iktidarın şerrinden korumak olan anayasanın bunu yapabilecek bir kas gücü yok. Fiilen totaliter bir hanedan monarşisi iktidarda. Ülkenin kurucu lideri Kim İl Sung’un oğlu lider Kim Jong İl’in Aralık 2011’deki ölümü üzerine torun Kim Jong Uun iktidara gelmişti. Medyadan öğrendiğimize göre ilk icraat olarak halasıyla evli olan ülkenin ikinci adamı (Kore ordusunun başkomutanı ve mareşal unvanlarını taşıyan) Chang Song Thaek hakkında bir karar veriyor. Eniştesinin çırılçıplak soyularak 3 gün aç bırakılan 120 köpeğin bulunduğu kafese atılması emrini vermiş. Yaklaşık bir saat boyunca köpeklerin Chang’ı tamamen parçaladığı, Kim’in ve 300 yetkilinin de bu sahneyi canlı izlediği öne sürüldü.
Benzer nitelikte görülebilecek bir başka örnek de Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Ahmet Kaşıkçı’nın Ekim 2018’de evlenme başvurusu için resmi bir randevu aldığı ülkesinin İstanbul Başkonsolosluğu’na girdikten sonra bir daha oradan çıkamaması. Cesedi, tüm aramalara rağmen bulunamadı ama daha sonra orada Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman tarafından özel uçakla bu iş için İstanbula gönderilen bir tim tarafından öldürüldüğünü kanıtlayan ses ve görüntü kayıtları ortaya çıkmıştı.
Peki, özgür medyanın, yargı bağımsızlığının ve kuvvetler ayrılığının olduğu, yasaların hükümranlığının (rule of law) sorunsuz işlediği kabul edilen günümüzdeki en gelişmiş batı demokrasilerinde dahi böyle şeyler olabilir mi? Belki öbürlerindeki kadar açık banal ve vahşi bir biçimde değil ama bence pekâlâ olabiliyor.
Genç Julian Paul Assange (1971, Avustralya doğumlu) 2006 yılında Wikileaks isimli bir internet sitesi kurup burada başta ABD olmak üzere devletlilerin işledikleri (insanlık suçları dâhil) cürümleri ifşa eden kanıt niteliğindeki bazı gizli kalmış bilgi ve belgeleri yayımlayarak adını duyurdu. WikiLeaks, Erdoğan’ın Türkiye’deki darbe sonrası tasfiyelerine yanıt olarak (2010’dan Temmuz 2016’ya kadar olan dönemi kapsayan) Türk hükümetinden gelen e-postaları da yayınlamış, buna karşılık Türkiye de halkın WikiLeaks sitesine erişimini engellemişti.
Aslında devlet sırrı dediğimiz şeyler hemen her zaman devletlilerin sivillere karşı işledikleri (ve sivil dünyanın) bilmesini hiç istemedikleri bazı cürümleri ifşa eder nitelikteki kanıtlar değil midir? Ama devlet sırlarının açık edilmesi her ülkenin yasalarında “suç” olarak tanımlanmıştır ve işin en tuhafı devletler birbirlerinin bu tür cürümlerini saklamak ve örtbas etmek işinde daima iştirak halinde, birbirlerinin suç ortağı konumundadırlar. Mesela vaktiyle Rusya’nın işlediği Katin Ormanı katliamı ve Holodomor gibi milyonlarca ölümü içeren insanlık suçlarının onlarca yıl dünya kamuoyundan gizlemesinde İngiltere ve ABD gibi demokratik batı rejimleri habere ambargo koyup suç ortağı olmamışlar mıydı? İşte Assange konusunda (geri veya gelişmiş olmasından bağımsız biçimde) tüm devletlerin ortak bir tavır içinde olmalarını böyle kavramamız gerekiyor.
2010 yılında Assange’ın ABD devletlilerinin bazı Bağdat ve Afganistan icraatlarını açık eden bazı belgeleri yayınlamasının ardından ABD’de hakkında “kriminel – cürüm” soruşturması açıldı. Hemen ayni ay içinde İsveç’te aleyhinde bir “cinsel tecavüz” isnadı müzekkeresi hazırlanarak İngiltere’ye gönderildi ve orada tutuklanması istendi. İsnat içi boş bir iddia idi ve Assange bunun ABD’ye gönderilmesini sağlamak için hazırlanan bir komplo olduğunu anlayarak Ekvator büyükelçiliğine sığındı. Ekvator devleti onu 2019 yılına kadar uzun yıllar boyunca büyükelçilikte misafir ettikten sonra nihayet o da dayanamayıp havlu atarak İngiltere’ye teslim etti. Bu arada İsveç çoktan içi boş cinsel suç isnadını geri çekmişti, ama ABD’nin iade davası sürmektedir. Serbest bırakılmasına ilişkin sivil aktivistlerin açtıkları kampanyalar süredursun Assange sağlığı gittikçe bozularak ibreti âlem için hapis tutulmaya devam etmektedir. Belki tüm devletlerin böylesi daha işlerine geliyor, “bak bizim sırlarımızı ifşa edenlerin başlarına neler geliyor” dercesine yargı olmaksızın içerde tutulup çile çektirilmesine devam edilecek.
1963, Moskova doğumlu Mihail Borisoviç Hodorkovski 2004 yılında Rusya’nın en zengin adamı olan bir Rus Oligark ve iş adamı idi. Dünyanın en zenginlerini sıralayan Forbes listesinde 16. sırada yer alıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Yukos’un başkanı olarak 1990’larda devlet varlıklarının özelleştirilmesi ile Rusya’nın en büyük şirketlerinden biri olarak Sibirya petrol sahalarının geliştirilmesi yoluyla serveti artmıştır.
Mihail Hodorkovski, politikaya gireceğini açıkladıktan kısa süre sonra bir iş toplantısına giderken “”dolandırıcılık ve vergi kaçakçılığı”” yaptığı iddiasıyla ortağı Platon Lebedev ile birlikte 25 Ekim 2003 tarihinde tutuklandı. Mayıs 2005’te suçlu bulundu ve dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezasının bitmesine 1 yıl kala Hodorkovski ve ortağı Lebedev hakkında 1998-2003 yılları arasında 23.5 milyar dolar ve 218 milyon tonluk petrolü zimmetine geçirme suçundan ikinci bir dava açıldı. SSCB’nin dağılması sırasında devletin mallarının adına Oligark denilen bazı sivil birey şahısların eline geçme biçimini çok şaibeli bulabilirsiniz ama o oligarklar ayni zamanda devletin döndürmekten aciz olduğu çarkları döndürmeyi de başarmış olan esas kişiler değil midir? Devletin daha sonra kendisine siyaseten yakın duran kimilerine ilave imtiyazlar sağlarken kendisine muhalif gördüğü kimilerinin malına el koyup harami gibi üzerine çökmek için yargıyı kullanma biçimi nasıl haklı görülebilir?
Jack Ma (1964, Çin doğumlu) bir iş insanı ve hayırsever. Ma’nın kurduğu E- ticaret şirketi Alibaba, dairesinden yönetilen bir çevrimiçi mağazadan dünyanın en büyük teknoloji devlerinden birine yükseldi. Bugün online alışveriş, bulut bilişim ve yapay zeka gibi hizmetleriyle yaklaşık 800 milyon kullanıcıya ulaşıyor. E-ticaret alanında faaliyet gösteren Alibaba Group’un kurucusu ve başkanıdır. O da Forbes’in 2015 rakamlarına göre 62 milyar dolarlık servetiyle Çin’in ikinci, dünyanın ise 14. en zengin kişisi idi. Kaybolmasından önce Çin’in en zengini olmak üzereydi.
En son girişimi olan Ant Group, Alipay mobil finans uygulaması aracılığıyla Çin’deki dijital ödeme pazarını yönetiyor ve Çin’de her yerde bulunuyor. Şirket, gücünü geleneksel kurumlardan uzaklaştırarak Çin’de bankacılıkta devrim yaratmayı hedefliyordu. 24 Ekim’de Şangay’da Ant Group, borsada dünyanın en büyük halka arzını başlatmaya hazırdı.
Bunun öncesinde Ma, Çin mali sistemini eleştiren tartışmalı bir konuşmayla yüksek profilli isimlerden oluşan bir meclise hitap ederken konuşmasında Çin bankalarını “tefeci zihniyeti” ile çalışmakla suçlamış. Ayrıca, konu dijital finansın yeni dünyasını düzenlemeye geldiğinde yetkililerin “bir havaalanını yönetmek için bir tren istasyonunu yönetmenin yolunu kullanmaya” çalıştıklarını” iddia etmiş.
Bu konuşmasından sonra bir daha toplum içinde görülmeyince, ev hapsine alınmış veya başka bir şekilde gözaltına alınmış olabileceğine dair söylentiler çıkıyor, hatta bazıları hala hayatta olup olmadığını sorguluyor. Çünkü Jack Ma Kasım 2020’den itibaren 3 aylığına ortadan kayıp oluyor, çünkü meğer yüksekten çağrılmış. Söylentiye göre Ma’nın açıklamaları bankacılık kurumunu kızdırmış ve bildirildiğine göre Başkan Xi Jinping’in de dikkatini çekmiş. Başkan Xi Alipay’in hisse satışını engellemek için bizzat devreye girmiş. Kısa süre sonra Ma ve yakın meslektaşları, düzenleyicilerle bir toplantıya çağrılarak Ant Group’un halka arzı durduruluyor. Bunun üzerine Ma’nın şirketlerindeki hisseler değerinden yaklaşık 76 milyar dolar siliyor ve Jack Ma aniden ortadan kayboluyor.
Deniyor ki; “Ma o gün, Xi Jinping’in Çin’inde söylenebilecek ve yapılabilecekler konusunda görünmez kırmızı çizgiyi aşmış. Bu onun için büyük bir sürpriz olmalı, yoksa işlerin bu kadar kötüye gidebileceğini bilseydi bu çizgiyi asla aşamazdı.”
Sonunda, 20 Ocak 2021’de Ma, bir yardım etkinliği için kısa bir video sunumuyla yeniden ortaya çıkıp, ertesi ay da Çin’in tropik Hainan adasında golf oynarken görülüyor. Anlaşılan Jack Ma, Çin liderliğinin gözünden düşmüş. Çin hükümeti şu anda teknoloji devlerini düzenleme yaklaşımını yeniden gözden geçiriyor ve Alibaba hakkında tekel karşıtı bir soruşturma başlatıyor.
Hükümet tekel karşıtı kuralları ihlal ettiğini söylediği 10’dan fazla anlaşma için – Tencent ve Baidu dahil – 12 şirkete para cezası vermiş. Çin, Hong Kong ve Sincan’daki insan hakları politikaları nedeniyle ABD ve başka yerlerden artan uluslararası incelemeyle karşı karşıya. Teknoloji süper güçlerini dizginleme hamlesi, bazıları tarafından ticari başarıya kıyasla istikrar ve kontrole öncelik verme çabası olarak görülüyor. Tencent, diğer birçok teknoloji ürünü arasında “süper uygulama” WeChat’ten sorumludur.
Orada şirketlere partinin Jack Ma gibi güçlü kişiler üzerinde bile nihai bir güce sahip olduğunu hatırlatan [Komünist] parti komiteleri var, ve bu kontrol gizliliğe kadar uzanıyor. Bir şirket, yalnızca partinin taleplerini yapmaktan sorumlu olmakla kalmaz, aynı zamanda istendiğinde bunu yaptığını kabul de edemez” deniyor. Çin’in teknoloji devlerini gelişmiş ülkelerdekilerle aynı temelde yargılamak adil olmaz” nın adil olmadığını öne sürülüyor.
Trilyonlarca dolar cirosu ile Renault-Nissan-Mitsubishi Alliance’ı dünya otomotivinin en büyüğü haline getiren Carlos Ghosn sahiden zimmetine para geçiren bir mücrim miydi? Peki, dünyanın 16. en büyük zengini Mihail Hodorkovski hakikaten tüm malına el koyulup ömür boyu hapse tıkılmasına sebep olacak nasıl bir “”dolandırıcılık ve vergi kaçakçılığı”” yapmış olabilir ki? Julian Assange’a yapılan cinsel suç isnadı geri çekilmiş olduğuna ve ABD’nin iade isteminin de kanuni gerekçesi bulunmadığına göre hapis tutulduğu İngiltere’den neden bir türlü serbest bırakılamıyor?
1991 yılında Amiga için tasarlanmış Lemmings adında bir bulmaca-strateji video oyunu vardı. Oyuncu elindeki kumanda ile sadece en öndekinin hareketlerine kumanda etmekte, arkasından gelenler ise daima öndekini taklit etmektedir. Zaman akmakta iken tüm Lemmingler peşi sıra gelenlerle birlikte durmak dinlenmeksizin sürekli ilerlemek zorundadır. Ama her etapta önlerine ateşler, sular, derin uçurumlar gibi farklı ölümcül tehlikeler içeren mekânlar çıkar. Lider elindeki kumandaları kullanarak karşısına çıkan sorunlarla baş edecek çözümleri eğer zamanında bulamazsa, kendisi arkasından peşi sıra gelenleri tam bir yok oluş beklemektedir. Peki, toplumlar da böyle mi olmalı? Liderliği ölümüne izlemekten ibaret bir hayatın birey için ne anlamı olabilir?
Sürü toplumu olamayız, çünkü tek tek her birimizin yaratmaya, üretmeye ve tüketmeye ihtiyacımız var. Başkaları adına değil kendi adımıza, sürekli bir şeyler yapmamız bazı kararlar vermemiz ve uygulamamız gerekiyor.. Sadece hayatta kalmak için değil, hayatımızı anlamlandırabilmek ve mutlu olabilmek için buna ihtiyacımız var. Mutlu olmamız bazı kararlar verip uygulamamız “bunu ben yaptım..” diye kendimizce gururlanabileceğimiz bir güç ortaya koyabilmemize bağlı.
Birey açısından (F. Oppenheimer’in deyişiyle) pratikte bunun sadece iki yöntemi var. Birincisi “ekonomik yöntem” yani yaratma, üretme ve değiş tokuş, İkincisi ise “politik yöntem” yani “”başkalarının sahip olduğu mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma”” yöntemi.
İşte dünyada şimdiye kadar gelmiş geçmiş tüm devletler aslında bu ikinci yöntemi (politik/siyasal yöntemi) organize etmek için var olmuşlar. Temel araçları KKK (kandırma, korkutma, kışkırtma), algı yönetimi, cebir şiddet tehdidi veya icrası ile daha doğuştan insan el koyma yöntemleridir. Hayatınız boyunca, okulda, medyada, camide, kışlada, sokakta en sık karşılaştığınız şey devlet (devletçilik) propagandasıdır. Yasalar, tüm kolluk gücü ve yargı kararları doğrudan ve dolaylı olarak devletlileri ve onların icraatlarını destekleyecek biçimde (onların amaçları doğrultusunda) çalışır. En büyük icraatları savaşlardır. Bu açık gerçeğe rağmen en çok özendirme yapılan teori (Thomas Hobbes) bunun tam tersine sanki iktidarların halkın umuru, refahı, istek ve ihtiyaçları doğrultusunda çalışma amacını taşıdığı iddiasını savunuyor. Oysa halkın umur ve gönenci iktidarın umurunda değildir, üstelik endüstriyel mal ve hizmet ile, kalkınma ve güvenlik yaratma üretme kabiliyeti de yoktur. Tüm gücü başkalarının sahip olduğu mal ve hizmetlere güç ve şiddet kullanarak el koyma suretiyle kazanılmıştır.
Zaman zaman bir devletlinin “bürokrasinin ağır ilerleyişinden şikayet edip, ülkeyi anonim şirket mantığıyla yönetmenin önemine dikkat çektiğini” görürsünüz. Bu çok komik çünkü anonim şirket biraz kötü yönetilirse hemen zarara girer, batar ve başındaki CEO’dan da bunun hesabı hemen sorulur. Oysa devletli ne kadar büyük hata yaparsa yapsın, devleti ne kadar zarara sokarsa soksun ondan hesap sorulamaz. Hükümetin yıkılması başarısızlığıyla doğrudan bağlantılı değildir. Bürokrasinin amacı teorik olarak devletin zararını engelleyen bir kontrol ve denge düzeni oluşturmaktır ama pratikte etkisiz, çünkü şirketler için geçerli olan engellerin hiçbiri devletli için geçerli olmaz. O tanrı gibi birşeydir, bireylerin yoksulluğu ve mutsuzluğundan kendini hiç sorumlu tutmaz.
Oysa bilim, sanat, teknoloji ile tüm endüstriyel yaratma ve üretme işleri sivil rekabetçi birey ve şirketlerin başarılı icraatlerinin eseridir. Bir endüstriyel ürünün günümüzdeki arzı da talebi de küresel olarak oluşur. Onlar (siz) bunu rekabetçi küresel piyasaya arz ettiklerinde isteyen o ürünü tevecüh gösterip alır, istemeyen ise döner gider. Sizin (herkesin) teveccühünüzü kazanamayan bir endüstri çökmeye mahkumdur. Oysa devletin size sunduğunu iddia ettiği hizmetler sizin ihtiyaç duyduğunuz değil genellikle onun sizin özgürlüklerinizi ve seçme hakkınızı kısıtlama ihtiyacından kaynaklanır ve tekel mahiyetindedir. Yani siz daima onun talep ettiği bedeli ödemek zorundasınız. Talep ettiği bedel ise (kazı ürkütmeden yolmak) olarak ifade edilir ve güç bulursa sizin tüm hayatınızı (canınızı) almaya kadar varır. Çünkü o sizden ne kadar çok alırsa kendisi o kadar güçlenecektir.
Tarihte ordularıyla büyük zaferler kazanmış, geniş topraklar fethetmiş bir kavmin / kültürün mirasçısı olmak, o halkların insani gelişmişliğinde, umuru ve refahında, özgürlüğünde mutluluğunda olumlu hiçbir paya sahip değil. Osmanlının trajedisi aydınlanma çağının getirilerini görmezden gelip, güç ve servet toplamakta “hiyerarşik merkezi otoriteye dayalı“politik yöntemleri” sürdürmekte ısrarcı olmasından kaynaklanmıştı. Sultan’ın imparatorluk topraklarına “aydınlanma” çağının girmesini başarılı bir biçimde engelleyebilmesi sivil girişimci yurttaşı, mülkiyeti, serbest piyasayı, iş bölümü ve uzmanlaşmayı (endüstrileşmeyi) de büyük ölçüde engelledi. Taa yirminci yüzyıla kadar. Yirminci yüzyılda Osmanlı diğer tüm benzerleri (Rus Çarlığı, AvusturyaMacaristan, Çin, Kore) ile birlikte yıkıldı gitti. Osmanlı 26 ayrı devlete bölündü. Şimdi o topraklarda hala aydınlanma öncesi dönemlerin benzeri şartları ihya etmeye çalışan siyasetçiler var.
Avrupa’da aydınlanma öncesi döneme ait bir iktisadi düşünce olan “Merkantilizm” kavramından da söz etmemiz gerek. Bu kavram ulusal gelişme için üretim faktörlerini (girişimcilik, sermaye malları, doğal kaynaklar, işgücü) koruma kollama görevini devlete veren ve bunun için gerekirse (diğer rakip uluslara karşı) devlet tarafından mali ve askeri destek sağlanmasını öngören bir tür ekonomik milliyetçiliği tarif ediyor. Esası devlet idaresine dayanır ve ekonomi politikası hem ekonominin ve hem de devletin birlikte büyümesini ve güçlenmesini sağlayacak temel bir araç olarak görülmüştür. Kölelik, teokrasi ve otokrasi gibi üretim ve verimlilik açısından son derece zararlı olduğu ortaya çıkınca, Aydınlanma çağı bu anlayışın da sonunu getirmiştir, ama ondan üç yüz küsur yıl sonra hala o çağın değerlerinin tam özümsenemediği coğrafyalarda Merkanitilist yaklaşımlara sıcak duran devletlilerin var olduğu da bir gerçek.
Aydınlanma çağının René Descartes’ın “Cogito, ergo sum” (düşünüyorum o halde varım) vecizesini de içeren “Yöntem Üzerine” (Discourse on the Method) isimli kitabı (1637) ve İsaac Newton’un Principia Mathematica kitabını (1687) yayınlaması ile başladığı söylenmektedir. Bunlar hakikaten daha sonra bilim devriminin, hak ve özgürlükler anlayışının ve endüstri devriminin temeli olmuş.
Küresel piyasalarda rekabetçi üstünlük kazanabilecek her endüstri kolektifinin yönetim kararlarında devletlerden bağımsız olması şart. Kamu icazeti gerektiren, hükümetlerin yasalar yoluyla işleyişine istediği gibi müdahale edebildiği küresel kolektiflerin rekabetçi üstünlük kazanması imkânsız. Ayrıntıları bilmiyoruz ama Carlos Ghosn’un yönetiminde Renault-Nissan-Mitsubishi birliğiyle kazandığı sinerjik üstünlük, maliyet, verimlilik ve pazar avantajları o hükümet müdahalesiyle mutlaka çökmüş olmalıdır. Rusya’da, Azerbaycan’da, İran’da ve Suudi Arabistan’da petrol ve doğalgaz ihracatının tam devlet kontrolünde olması devletlilerin halklar üzerindeki hükümranlıklarını kuvvetlendiren bir etkiye sahip.
“”Milli Egemenlik”” kavramı bilinçli olarak saptırılmış, bir bakıma tam tersini ifade eden bir kavram haline gelmiş. Aslında Milli sözcüğü “ırkçı devletçiliği” temsil ediyor. Egemenlik kavramında da Sovereignty ve Hegemony iç içe geçmiş. Yani tam olarak Irkçı devletin kendi tebaası olan bireyler üzerindeki hegemonyasını (saltanatını) temsil ediyor. Devlet vatandaşına istediğini yapabilir. Viyana sözleşmesine göre diğer devletler bir devlete “vatandaşına zulmetme” diyemezler. Vatandaşına ne yapacağı o devletin iç işidir, diğer devletler tarafından müdahale edilemez karışılamaz.
Bilim sanat ve teknolojide olsun, endüstri ve ticarette olsun rekabetçi üstünlük farklı coğrafyaların insanların yaratma ve üretme işinde özgürce kooperasyon içine girebilmelerinin yaratacağı sinerjiye dayalı. Devlet bürokrasilerinin devreden çıkarılması bu faaliyetlerde 10-20 kat gibi inanılmaz boyutta bir verimlilik artışı sağlayabilir. Çözülmez gibi görünen devasa boyuttaki küresel sorunların büyük bir hızla çözüme ulaştırılabilmesini sağlayabilir.
Burada herkese yeni ve değişik gelen tek şey Küreselleşme olgusu. Bu olgu naturel ve tamamen kendiliğinden gelişen bir şey, sahibi sorumlusu yok, hiçbir devletin sahipliğinde sorumluluğunda yahut sponsorluğunda gelişmiyor. Durdurulamaz ve geri döndürülemez. Bilim sanat ve teknolojideki gelişmelerin, endüstri, ticaret ve insani gelişmişliğin motorudur. Tıpkı Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” kitabında söz ettiği “”kişinin kendi çıkarlarını kovalamasının topluma faydalı olacağını” ifade eden “açgözlülük iyidir” yahut görünmez el kavramı gibi küreselleşme olgusu da yaratan ve üreten insanların kendiliğinden ortaya çıkardığı bir şey.
İnsanlığın attığı olumlu adımların hiçbirinde devletlilerin yahut devletlerarası kurumların herhangi bir katkısını göremiyorum. Sputnik ve Vostok uzay araçlarını bizzat tasarlayarak uzay macerasında SSCB’nin dünyanın bir adım önüne geçmesini sağlayan mühendis Korolyev’in birkaç ayı Sibirya’da Gulag’da olmak üzere hayatının en verimli altı yılını sürgünde yaşamasının sebebi neydi biliyor musunuz? Gençliğinde kendisi gibi roket alanında teknik çalışmalar yapan Alman mühendislerle “”devletten izin almadan”” kaçak görüşmeler yaptığının tespit edilmesi. Bu gerekçeyle başkan Stalin’in 1938’deki Büyük Temizlik hareketinin kurbanı olmuş. Bu durumda Sputnik başarısı aslında SSCB’nin başarısı değil, onun yarattığı engellere rağmen sivil küreselliğin bir başarısı olmuyor mu?
Küreselleşme devletlerin keyfince oynayabildiği “”milli paralar”” yerine “”devletsiz”” paralara ve basit bir (hak ve özgürlükler) ortak ahlak zeminine dayalı sivil özel kontratların işletilebilmesine (blok zincir) ihtiyaç duyuyor. Güvenlik ihtiyacının devlet tarafından değil bizzat devlete karşı sağlanmasına, haberleşme ögürlüğü ve gizliliğinin “”devletten bağımsız”” işletilebilme imkânına dayandığına inanıyor. Devletin bürokrasisine “bulaşmadan” aklını, emeğini hizmetini küresel değerinde satabilmek, karşılığını “doğrudan” alabilmek istiyor. Çağın getirdiği teknolojik imkanlardan yararlanarak zamandan ve mekandan bağımsız ortak yaratma ve üretme ortamlarına (devlet bürokrasisinin çıldırtıcı icazeti olmadan) katılabilmek istiyor.