Sivil İtaatsizlik

Zeitgeist / Denemeler | | Aralık 8, 2022 at 7:57 am

Hükümetin en iyisi en az hükmedendir,” düsturuna canı gönülden katılıyorum; buna daha çabuk ve sistematik bir biçimde uyulduğunu görmek isterim. Bu gerçekleştirildiğinde nihayetinde şuna varılacaktır ki ben de buna inanıyorum. “En iyi hükümet, hiç hükmetmeyendir.” İnsanlar hazır olduklarında sahip olacakları hükümet de böyle bir şey olacaktır. Hükümetler en fazla son bir çaredir ancak genellikle çoğu, bazen de tüm hükümetler biçareliktir. Daimi bir orduya yöneltile gelen itirazlar ki bunlar pek çok ve önemli olup dikkate değerdirler; daimi bir hükümete karşı da kullanılabilir. Daimi bir ordu sadece daimi hükümetin bir koludur. Özünde, sadece halkın iradesini uygulamaya dökmek için seçtiği yöntem olan hükümet, halk onu kendi amaçları gereğince kullanamadan evvel aynı oranda istismar edilmeye ve amacından saptırılmaya müsaittir. Süren Meksika savaşına bakın, daimi hükümeti amaçlarına alet eden nispeten birkaç kişinin işidir bu, zira daha en başta halk böylesi bir eyleme rıza göstermezdi.

Bu Amerikan hükümeti; daha yeni olmasına rağmen bozulmadan kendisini gelecek kuşaklara aktarmaya çabalayan ama geçen her an bütünlüğünden azar azar kaybeden bir gelenekten başka nedir ki? Yaşayan tek bir kişinin canlılığına ve kuvvetine sahip değildir, zira tek bir kişi onu kendi iradesi yönünde eğip bükebilir. Hükümet, halkın kendisine yöneltilen bir nevi silahtır; eğer onu birbirlerine karşı gerçekten de hakiki bir silah gibi kullanmaya kalkışırlarsa kesinlikle ortadan ikiye ayrılacaktır. Ancak sırf bu nedenden ötürü de büsbütün gereksiz bir şey sayılamaz çünkü insanların sahip oldukları hükümet fikrini tatmin etmek için öyle ya da böyle bazı karmaşık mekanizmalar ve onların şamatasını duymaları gerekmektedir. Dolayısıyla hükümetler insanlardan nasıl başarılı şekilde çıkar elde edildiğini, hatta kendi çıkarları uğruna kerıdi kendilerine nasıl dayatmalarda bulunduklarını gösterir. Oldukça müthiş’tir bu konuda, hepimiz bunu kabul etmek zorundayız: öte yandan bu hükümet kendiliğinden, herhangi bir teşebbüsü asla bir adım dahi ileri götürememiş olsa da istekle yolundan çıkmıştır. Bu hükümet ülkeyi özgür kılamaz. Batı’yı yerleşime açamaz. Eğitim veremez. Şu ana kadarki her kazanım Amerikan halkına has olan karakter sayesindedir, üstelik eğer hükümet ara ara yoluna çıkmasaydı çok daha fazlasını yapabilecekti. Hükümet insanların birbirlerinin işine karışmamalarını sağlayan bir çaredir ve daha önce de değindiğim gibi en iyi çare olduğuna kesin gözle bakılacağı an ise hükmedilenlerin işine en karışmadığı zamandır. Ticaret ve alım satım kauçuktan oluşmamış olsalardı, kanun koyucuların sürekli önlerine çıkardığı engelleri aşamazlardı: olur da biri bu kanun koyucuları kısmen niyetlerine göre değil de tamamen eylemlerinin etkilerine göre yargılamaya kalksaydı. Demiryollarına engeller koyan haylaz kişilerle aynı sınıfa konulup cezalandırılmayı hak edeceklerdi.

Fakat pratik açıdan ve bir vatandaş olarak söylemem gerekirse; kendilerini hükümet karşıtı ilan edenlerin aksine, hükümetin derhal ortadan kaldırılmasını değil, aksine derhal daha iyi bir hükümet istiyorum. Herkes nasıl bir hükümetin saygılarını hak ettiğini beyan ederse daha iyi bir hükümete doğru bir adım daha atılmış olacaktır.

Neticede, güç halkın eline geçtiğinde bir çoğunluğun, uzun bir süre boyunca yönetimde kalmasına izin verilmesinin esas nedeni ne onların yüksek ihtimalle haklı olmaları ne de bunun azınlığa karşı hakkaniyetli görünmesidir; esas nedeni fiziksel olarak en güçlüsünün onlar olmasıdır.

Öte yandan, insanların anlayışına göre, her durumda çoğunluğun kural koyduğu bir hükümetin temeli adalet üzerine tesis edilemez. Esas itibarıyla doğrunun ve yanlışın ne olduğuna çoğunluğun değil de vicdanın karar verdiği bir hükümet var olamaz mı? Sadece çıkar yasalarının geçerli olduğu meselelerde çoğunluğun karar verebileceği hükümetler var olamaz mı? Vatandaş, sadece bir anlığına ya da ufacık da olsa vicdanını yasa koyuculara emanet etmek zorunda mıdır? Öyleyse ne diye herkesin bir vicdanı vardır? Düşünceme göre öncelikle insan, sonrasında vatandaş olmalıyız. Doğruluktan ziyade, yasa için saygı geliştirmeye çalışmak arzu edilir şey değildir. Hakkım olarak görebileceğim tek yükümlülük doğru olduğunu düşündüğüm şeyi, istediğim zaman yapabilmektir. Kurumların vicdanının olmadığına dair söz oldukça yerindedir, ancak vicdanlı kimselerden oluşan bir kurum, vicdanlı bir kurumdur. Yasa insanları hiç de daha adil kılmamıştır, yasaya saygılarından ötürü iyi niyetli kimseler bile günbegün haksızlığın unsurları haline getirilmişlerdir. Yasaya duyulan aşırı saygının yaygın ve doğal bir sonucu olarak; bir ordu asker, albay, yüzbaşı, onbaşı, er, barutçu vesairenin hayranlık uyandırıcı bir nizam içerisinde tepeleri, vadileri aşarak, iradelerine, sağduyularına ve vicdanlarına rağmen savaşa gittiklerini görebilirsiniz, bu onların yürüyüşünü öyle çetin hale getirir ki yürekleri afakanlara gark olur. Uğraştıkları işin lanetli bir faaliyet olduğuna hiç kuşkuları yoktur; hepsi de barış içinde meyletmiştir buna. Peki, nedir onlar şimdi? Onlar insan mı yoksa iktidardaki kimselerin taşınabilir ufak kaleleri ve cephanelikleri midirler? Harp Gemileri Tersanesini ziyarete gidip bir deniz piyadesi böylesi bir adamı ancak Amerikan hükümeti yaratabilir ya da kara büyüleriyle böylesi bir adam ortaya çıkarabilir, sadece insanlığın bir gölgesi ve bir yadigarı olarak canlı canlı ayakta gömülmeye hazırlanmış, üstelik zaten, başka bir deyişle, cenaze töreniyle silahların altına gömülmüş olsa da.

İşte böylece insanlar kitleler halinde Devlete hizmet ediyorlar, sadece insan olarak değil, makine olarak da bedenleriyle. İnsanlar daimi ordudur, milis, gardiyan, polis, yedek güvenlik birimidirler. Çoğu durumda muhakeme yetilerini ya da ahlak duygularını özgürce kullanamıyor; kendilerini tahta, toprak ve taş mevkisine indiriyorlar; ayrıca aynı hizmeti görecek tahta adamlar da üretilebilir. Böylesi insanlar bir bostan korkuluğuna ya da bir çamur topağına gösterilecek saygıdan fazlasını hak edemezler. Değerleri ancak atlarla köpeklerinki kadardır. Kaldı ki böylelerine bile çoğunlukla iyi vatandaş gözüyle bakılır. Diğerleri, çoğu kanun koyucu, politikacı, avukat, bakan ve devlet memuru genelde devlete akıllarıyla hizmet ederler; çok nadiren ahlaki ayrımlar yapabildiklerinden böyle bir niyetleri olmasa bile şeytana Tanrı’ya hizmet eder gibi hizmet etmeleri muhtemeldir. Pek azı, geniş manada kahramanlar, vatansever, şehit ve reformcu olarak vicdanlarıyla Devlete hizmet eder, üstelik çoğu zaman gerekli anlarda ona da direndiklerinden genelde devletçe düşman muamelesi görürler. Âlim kimse ancak bir insan olarak işe yarar, rüzgârın içeri girmesini engellemek için bir deliğe tıkıştırılan “çamur” olmaya razı olmayacak, ancak böylesi bir görevi nihayetinde küllerine terk edecektir:

Kendisini tamamen yoldaşlarına adamış görünen kimse, onların gözüne faydasız ve bencil görünür, ancak kendisini kısmen adayan hayırsever ve insancıl biri diye isim yapar.

Amerikan hükümetine yakın davranan biri nasıl olabilir? Buna cevabım, kişi utanç olmadan hükümetle ilişkilenemez şeklinde olur. Bir an için bile bu politik organizasyonu. ki aynı zamanda bir köle hükümetidir, kendi hükümetim olarak kabul edemem.

Tüm insanlar devrim hakkını tanır; yani, hükümetin despotluğu ya da yetersizliği iyice artıp dayanılmaz hale gelince ona biat etmeyi reddetme ve direnme hakkı kabul edilir. Ancak hemen herkes şu an böyle bir durumun mevzubahis olmadığında hemfikir. Öte yandan onlara göre 75’teki devrim sırasında durum tam da devrimi gerektiriyormuş. Şayet biri bana belirli yabancı malları vergiye tabi tuttuğu için bu hükümetin kötü olduğunu söyleseydi, bu yüzden kuru bir gürültü koparmazdım, zira bu mallar olmadan da yaşayabilirim: Tüm makinelerin kendi iç sürtüşmeleri vardır, muhtemelen bu da kötülüğü dengelemek için yeterince işlevsel olmalarına yarar. Her halükarda, bundan dolayı bir tantana koparmak büyük bir kötülüktür. Ancak sürtüşmelerin kendine ait bir makinesi olup baskı ve talan organize olunca, bana göre böylesi bir makineyi elden çıkarmanın zamanı gelmiştir. Özgürlüğün kalesi olma sorumluluğunu üstlenen bir ulusun nüfusunun altıda biri kölelerden oluşuyor, ülkenin tamamı yabancı bir ordu tarafından istila edilip fethedilmiş ve askeri yasaların boyunduruğuna alınmışsa, sanırım dürüst kimselerin isyan edip devrim yapmalarının zamanı gelmiştir. Bu sorumluluğun aciliyeti, böylesine istila edilen ülkenin değil ama işgal eden ordunun bizim olması gerçeğinde yatıyor.

Ahlaki meseleler alanında yetkili gözüyle bakılan Paley, eserindeki “Sivil Hükümete Biat Etme Görevi” isimli bölümde, tüm sivil yükümlülükleri menfaat gerekliliği olarak analiz eder. Ardından şöyle ekler; “Tüm toplumun menfaatleri bunu gerekli kıldığı sürece, yani, kurulu hükümete kamusal bir rahatsızlığa mahal vermeden direnilemiyor ya da bu hükümet değiştirilemiyorsa o vakit kurulu hükümete biat etmek Tanrı’nın isteğidir artık.”

‘Bu prensip benimsendiğinde, direnişe has her özel durumda adalet bir kefede tehlikenin ve sıkıntının, öteki kefede ise çözüm olasılığının ve maliyetinin miktarının hesap edilmesine indirgenir.” ‘Bu konuda,” der Paley, “herkes kendi muhakemesini yapmalıdır. Öte yandan, menfaat kuralının uygulanamayacağı, halkın ve aynı zamanda bireyin de bedeli ne olursa olsun adil davranması elzem olan durumlar üzerine asla akıl yürütmemişe benziyor. Şayet boğulmakta olan birinin tutunduğu dalı insafsızca çekip almışsam, kendim boğulacak olsam dahi ona geri vermeliyim.” Bu, Paley’e göre doğru bir hareket olmayacaktır. Ancak hayatını böyle bir durumda kurtaran kimse, onu kaybedecektir. Bu halk köle sahibi olmaya ve Meksika’ya savaş açmaya bir son vermelidir, bunun bedeli bir halk olarak mevcudiyetlerini yitirmek olsa bile. (William Paley’in 1606 yılında yazılmış olan Principles of Moral and Political Philosophy isimli eserinin “On the Duty of Civil Obedience” bölümünden bahsediliyor.)

Uygulamada uluslar Paley’in sözlerine göre hareket ediyor, ancak mevcut krizde Massachusetts’in’ tam olarak en doğrusunu yaptığını düşünen var mı? (O dönemki Massachusetts hükümetinin Meksika ile savaşa karşı çıkmama ve köleliği bitirmeye yönelik çabalara destek vermeme kararlarına gönderme yapılmaktadır.)

İşin doğrusunu ifade etmek gerekirse, Massachusetts’teki bir reforma karşı çıkanlar Güney’deki yüz binlerce politikacı değil, aksine buradaki yüz binlerce tüccar: çiftçidir ki bunlar da insanlıktan ziyade ticaret ve ziraat ile haşır neşir olup, bedelini göze alıp kölelere ve Meksika’ya haklarını teslim etmeye hazır değildirler. Ben uzaklardaki düşmanlarla değil, onlarla işbirliği yapıp işlerini yapan evdekilerle kavga ediyorum, bu evdekiler olmasa zaten uzaktakiler de zarar veremezler. İnsan kitlelerinin hazır olmadığını söylemeye a1ışmışızdır; ancak ilerleme yavaş yavaş olur, zira azınlık olan çoğunluk olandan elle tutulur bir biçimde daha akıllı ya da daha iyi değildir. Çoğunluğun sizin kadar iyi olması, orada bir yerde mutlak bir iyiliğin var olduğu göz önüne alındığında, o denli önemli değildir, çünkü o azıcık iyilik azıcık maya gibi bütün hamuru kabartacaktır,ı Köleliğe ve savaşa karşı çıkanlarla hemfikir olan binlerce kişi var, ancak bunlar uygulamada bunuı için bir şey yapmamaktadır; kendilerini Washington ve Franklin’İn çocukları olarak gören bu kimseler elleri ceplerinde oturup ne yapmaları gerektiğini bilmediğini söylüyor ve hiçbir ~ey )’apml:YOt\ar~ onlar için özgürlük meselesi serbest ticaret meselesi kadar ehemmiyetli değildir, sessizce mevcut maliyetlere ve Meksika’dan gelen haberlere dair son gelişmeleri okur, akşam yemeğinden sonra muhtemelen her iki konunun üzerine de uyuyakalırlar. Dürüst ve vatansever birinin bugünkü maliyeti nedir? Tereddüt eder, pişmanlık duyarlar ve bazen de dilekçe verirler; ancak uygulamada samirniyetle bir şey yapmazlar. Hayırsever birilerinin kötülüklere deva olmasını ve böylece onları pişmanlıklarından kurtarmasını beklerler. En fazla değersiz bir oy verip, doğru olan yanlanndan geçerken, ona “Selametle,” deyip çelimsiz bir destek sunarlar. Erdemli tek bir kişi varken, erdemi destekleyen dokuz yüz doksan dokuz tane kişi vardır; ancak bir şeyin hakiki maliki ile iş yapmak onun geçici koruyucusuyla yapmaktan daha kolaydır.

Tüm oy verme işi bir çeşit kumardır, içinde azıcık ahlaki bir dokunuş bulunan, doğru ve yanlışla beraber ahlaki meselelerin mevzubahis olduğu bir oyundur, dama ya da tavla gibi; böyle olunca da bahis de doğalolarak bunun bir parçasıdır. Oy veren kimselerin karakteri risk altına atılmaz. Ben, muhtemelen doğru olduğunu düşündüğüm birine oy veririm; ancak doğru olanın kazanmasıyla öyle pek alakalı da değilimdir. Bu işi çoğunluğa bırakmaya istekliyimdir. Onların yükümlülüğü de menfaatlere göre olmanın ötesine geçemez. Doğru olana oy vermek bile aslında onun adına bir şey yapmak anlamına gelmez. Sadece insanlara doğru olanın kazanmasını istediğinizi çelimsizce ifade etmiş olursunuz. Bilge kimse, doğru olanı ne şansın merhametine terk eder ne de onun çoğunluğu gücü sayesinde galip gelmesini diler, Insan kitlelerinin davranışlarında azıcık erdem bulunur ancak. Veley ki çoğunluk nihayetinde köleliğin kaldırılması yönünde oy kullandı, bunun nedeni ya köleliğe kayıtsız olmaları ya da onlann oyu yia ortadan kaldırılması gereken pek bir köleliğin kalmamış olması olacaktır. O vakit tek köle kendileri olacaktır. Sadece oyuyla kendi özgürlüğünü beyan eden kimsenin oyu köleliğin kaldırılmasını hızlandırabilir.

 Baltimore ya da başka bir yerde başkanlık adayının belirlenmesi için bir toplantı düzenleneceğini duydum, toplantı üyeleri başlıca editörlerden ve mesleği siyaserçi olan kimselerden oluşmaktaymış; bana göre herhangi bağımsız, akıllı ve saygıdeğer bir kimse için çıkacak kararın ne önemi var, öte yandan bu kimsenin bilgeliğinden ve dürüstlüğünden istifade etmeyecek miyiz? Bağımsız oylarının bir kısmına bel bağtayamaz mıyız? Ülkede bu toplantılara katılmayan çok sayıda insan yok mu? Ancak hayır: Bu sözde dürüst kimsenin hemencecik konumundan saptığını ve ülkeden umudunu kestiğini görüyorum,oysaki ülkenin ondan umudunu kesrnek için daha fazla nedeni var. Bu kişi böyle biryolla seçilen adayı tek kabul edilebilir adayolarak derhal betıimsiyoi, dolayısıyla özünde kendisinin demagogun her tür amacı için hazır ve nazır olduğunu ortaya koyuyor. Onun oyu ahlaksız bir yabancının herhangi bir oyu ya da paragöz bir yerlinin satılmış oyu kadar bir değerdedir. Keşke insan gibi insan ya da komşumun dediği gibi eğilip büküIemeyecek sağlam bir omurgaya sahip biri olsaydı, nerede! İstatistiklerimiz hatalıdır: Nüfusu olduğundan daha fazla gösteriyorlar. Bu ülkede bin mil kareye kaç kişi düşüyor? Zor bela bir kişi. İnsanların buralara yerleşmesi için Amerika herhangi bir yönlendirmede bulunmuyor mu? Amerikalı, tuhaf bir tipe dönüşmüştür, sürü halinde yaşama organizasyonlarının gelişmişliğiyle bilinen zekave içten bir özgüven tezahüründen yoksun; dünyaya gelişinin ilk ve temel amacı düşkünler için ayrılan evlerin iyi durumda olduğunu görmek ve hatta kudret giysisini meşru olarak giymeden evvel, dulları ve öksüzleri desteklemek için fonlar toplamak olan, kısacası, sadece onu da uygun bir biçimde gömmeyi vaat eden Karşılıklı Sigorta Şirketinin yardımlarıyla yaşamayı göze alan bir acayip kişi olup çıkmıştır.

 Elbette, hiçbir yanlışın, hatta en büyüğünün bile kökünü kurutmaya kendini adamak kişinin bir ödevi değildir, kendisini meşgul edebilecek başkaca önemli uğraşıları olabilir; ancak en azından vicdanını temiz tutması onun görevidir, şayet bu konu üzerinde bir düşüncesi yoksa ve buna temel bir destek vermiyorsa. Kendimi başkaca uğraşılara ve düşüncelere adayacaksam öncelikle en azından bir başkasının sırtına binerek onların peşinden gitmediğime emin olmalıyırn. Eğer birinin sırrındaysam ilkin onu serbest bırakmalıyım ki o da kendi tasavvurlarının peşinden gidebilsin. Apaçık bir tutarsızlığın nasıl da hoş gör’üldüğüne bakın. Bazı hemşerilerimin şöyle dedikleri kulağıma geldi, “Hele köle ayaklanmalarından birini bastırmak ya da Meksika’ya girmek için bana emir versinler, bak ~idiyor muyum. Öte yandan aynı kimseler apaçık bağlılık göstererek ya da dolaylı olarak en azından paralarıyla bir yedeklerine teçhizat sağlarlar. Savaş açan insafsız bir hükümeti idame etmeyi reddetmeyen kimselerin haksız savaşında hizmet etmeye itiraz eden askerler alkışlanır, askerler eylemlerini ve otoritelerini görmezden geldikleri ve önemsemedikleri kimselerce takdir edilir; sanki Devlet yaptıklarından o denli pişmandır ki kendisi günah işlerken sırf cezalandırmak için birini tutmuştur, ancak hiç de aynı oranda günah işlerneyi de elden bırakmaz. Dolayısıyla; Düzen ve Sivil Hükümet adı altında, hepimiz nihayetinde kendi aiçaklığrrmza saygı göstermek ve onu desteklemek zorunda bırakıhnz. Günah işlemeden kaynaklı ilk utanç duygusundan sonra kayıtsızlık gelir; kişi ahlaksızlıktan  çıkıp bir bakıma soysuzlaşır ve neticede oluşturduğumuz yaşam biçimi için gerekli bir şeymiş gibi olur.

En kapsamlı ve yaygın hatanın ihtiyacı en önyargısız erdemdir. Sıklıkla vatanseverlik erdeminin sorumlu olduğu en ufak bir ayıba, yüksek ihtimalle soylu olanlar maruz kalır. Hükümetin karakterinden ve ölçütlerinden memnun olmadıkları halde ona bağlılıklarını ve desteklerini sunanlar kuşkusuz hükümetin en bilinçli yandaşlandır, üstelik reformların önünde sıklıkla beliren en ciddi engelleri teşkil ederler. Bazılan Devlete başvurup Birliği dağıtması, Başkanın isteklerinin görmezden gelinmesi talebinde bulunuyor. Ne diye kendileri, Devletle kendi aralarında olan- birliği bozmaz, devlet hazinesine kendi vergi kotalarını ödemeye itiraz etmezler? Devletle olan ilişkileri, Devletin Birlikle olan ilişkisinin aynısı değil midir? Devletin Birliğe direnmeme nedenleri, onların Devlete direnmeme nedenleriyle aynı değil midir?

 İnsan nasıl sadece tek bir fikirle oyalanmalda yetinsin ve bunun keyfini sürsün? Haksızlığa maruz kaldığını düşünüp nasıl bundan haz alsın? Diyelim ki komşurıuz sizi kandırıp bir dolannızı aldı, kandırıldığınızı bilerek öyle kenarda durmakla ya da kandırıldığınızı söylemekle veya hakkınızı size geri vermesi için ona yalvarmakla kalmazsınız, bilakis tüm paranızı almak için derhal etkili adımlar atıp bir daha kandırılmamaya bakarsınız. Prensiplerden hareket etmek –doğru olanın idrak edilip İcra edilmesi- işleri ve ilişkileri değiştirir; bu esasında devrimci bir tavır olup tamamen bir ayağı geçmişte olan herhangi bir şeyi içermez. Sadece devletleri ve kiliseleri bölmekle kalmaz, aileleri dahi ayırır; hatta şeytani yanlannı kutsal yanlanndan ayırarak bireyi de ikiye böler.

 Adil olmayan yasalar mevcut; onlara biat etmeye razı mı olalım veya onları değiştirmeye gayret edip bunda başarılı olana dek boyun mu eğelim onlara yoksa onları derhal çiğneyip atalım mı? Bunun gibi hükümetlerin yönetimi altında yaşayan insanlar, genelde bu tür yasaları değiştirmek üzere çoğunluğu ikna edene kadar beklemeleri gerektiğini düşünür. İsyan ederlerse devanın dertten beter olacağına inanırlar. Ancak devanın dertten beter olmasının tüm suçu hükümetin kendi kabahatidir. Hükümet çareyi daha fena hale getirir. Hükümet ne diye olabilecekleri öngörüp reformlarının gereğini yapmaz? Bilge azınlığını neden bağrına basmaz? Daha kuyruğuna bile basılmadan ne diye bağırıp direniyor> Neden hatalarını ona göstersinler diye vatandaşlarını tetikte olmaya ve kendisinin yapabileceğinden çok daha iyi iş çıkartmaya teşvik etmiyor? Neden Mesih’i her seferinde çarmıha geriyor, Kopernik ve Luther’i aforoz edip Washington ve Franklin’i isyancı ilan ediyor?

 Otoritesinin kasıtlı ve pratik bir şekilde inkâr edilmesinin hükümet tarafından asla öngörülemeyen tek suç olduğu düşünülebilir; aksi türlü ne diye kesin, uygun ve aynıyla orantılı cezalar belirlememiş olsun ki? Malı mülkü olmayan bir kimse Devlet adına dokuz şilin kazanmayı hele bir kez reddetmeye görsün, bildiğim hiçbir yasayı esas almayan ancak sadece onu oraya koyanların takdir yetkisine göre belirsiz bir süre hapse atılır; ancak Devletten doksan kere dokuz şilin çalarsa, en kısa sürede tekrardan özgürlüğüne kavuşur.

 Şayet haksızlık hükümet makinesinin gerekli bir sürtünmesinin bir parçasıysa varsın olsun: Belki de zamanla pürüzleri kaybolur, üstelik bu durumda makinenin aşınacağı da kesindir. Adaletsizliğin salt kendine ait bir yayı, makarası veya ipi ya da manivelası varsa, belki de o vakit devanın dertten daha fena olup olmayacağına kafa yorabilirsiniz; ancak sizin de bir başkasına haksızlık etmeniz için kendisinin bir unsuru haline getirebilecek bir yapıdaysa o zaman onu çiğneyin derim. Yaşamınız, makineyi durdurmak için bir karşı sürtünme yaratsın. Yapmamın elzem olduğu şey, ne olursa olsun itham ettiğim yanlışlığın bir parçası haline gelmemektir.

 Kötülüğe deva olsun diye Devletin gösterdiği çareler mevzubahisse, öyle çareler olduğundan haberim yok. Bu çareler fazla zaman alıyor, oysa İnsanın hayatı bunları görmeye yetmez. Uğraşınam gereken başka meselelerirr var. Bu dünyaya sırf burayı yaşanacak güzel bir yer yapmak için gelmedim, İster iyi olsun ister kötü yaşamaya geldim. İnsan her şeyden ziyade bir şeyler yapabilir; ayrıca her şeyi yapamıyor diye de illa yanlış bir şey yapması da gerekmiyor. Nasıl ki Vali ya da Yasama Meclisine taleplerde bulunmak benim işim değilse, onların da benden taleplerde bulunma vazifeleri yoktur; şayet taleplerimi işitmiyorlarsa ne yapayım? Ancak bu durumda Devlet başka bir yol bırakmadı: Onun Anayasası esasında kötülüğün kendisidir. Bu sert, inatçı ve uzlaşmaz bir tavır olarak görünebilir ancak sadece kıymetini bilene veya hak edene en yüksek nezaket gösterilmelidir. Dolayısıyla her değişim daha iyiye götürmektedir, bedeni kıvrandıran doğum ve ölüm gibi.

Kendilerini köleliğin kaldırılması yanlısı olarak ifade I edenler, hem kişisel hem de maddi olarak Massachusetts  hükümetinden desteklerini etkin şekilde çekmeli, bir çoğunluk elde oluşturup onlar aracılığıyla haklarını kazanmanın ceremesini çekene kadar beklememelidirler demekten çekinmiyorum. Tanrı’nın onların yanında olması yeterlidir, diye düşünüyorum, bir başkasını beklemeye gerek yoktur. Dahası, komşularından daha haklı olan kimse zaten bir çoğunluk oluşturmuştur.

Amerikan hükümetiyle ya da onun temsilcisi Eyalet hükümetiyle. doğrudan yüz yüze yılda sadece bir kere görüşürüm, vergi memuru olarak karşıma çıkar; bu benim durumumdaki bir adamın onunla mecburen görüşmek zorunda olduğu tek yoldur; sonra açıkça beni tanı der; bu yönde onunla müzakere etmenin en basit, en etkili ve işlerin mevcut vaziyeti gereği en kaçınılmaz şekli ondan duyduğunuz memnuniyetsizliği ve onu pek sevmediğinizi ifade edip, sonrasında onu reddetmektir. Uğraşmam gereken kişi benim edepli komşum, vergi görevlisinin kendisidir, zira belgelerle değil insanlarla tartışırım, üstelik bu kişi hükümetin bir unsuru olmayı gönüllü olarak seçmiştir. Bana, yani saygı duyduğu komşusuna, bir komşu ve nazik biri gözüyle mi bakacak yoksa bir manyak ve huzur bozucu olarak görüp ona göre mi muamele edecek, buna karar verip, eylemine uygun olan daha kaba ve sertbir düşünce ya da konuşma olmadan komşuluğuna engel teşkil eden bu durumun üstesinden gelip gelmeyeceğini çözene kadar bu kişi ne olduğunu ve hükümetin bir memuru ya da bir insan olarak ne iş yaptığını nasıl bilebilir ki? Şunu adım gibi biliyorum ki eğer bin, eğer yüz, eğer adını sayacağım on kişi, sadece on dürüst kişi, hadi eğer tek bir DÜRÜST kimse, bu Massachusetts Eyaletinde köle sahibi olmaktan vazgeçip, bu ortakhktan gerçekten çekilseydi ve bu yüzden hapishaneye atılsaydı bu Amerika’da köleliğin kökünü kuruturdu. Başlangıcın ne denli küçük olduğu önemli değildir, zira bir kere doğru yapılan ebediyen doğru yapılır. Ancak bu konuda konuşmayı daha çok seviyoruz, bunun görevimiz olduğunu söylüyoruz. Reformun hizmetinde sayısız gazete var ama tek bir kişi bile yok. Saygıdeğer komşum, günlerini Meclis Salonunda İnsan hakları meselesinin çözümüne adayan Eyaler temsilcisi, Carolina hapishanelerinden korkmak yerine, kölelik günahını kardeş eyalete –ki şu an bu eyaletle tek çekişme nedeninin aralarındaki bir soğukluk olduğunu  düşünse de- yayma derdinde olan Massachusetts’in mahkümlarıyla bir araya gelse. Yasama Meclisi meseleyl ertesi kışa bile erteleyemezdi.

 İnsanları haksız yere hapse atan bir hükümetin idaresinde olan bir yerde, adil kimsenin yeri de bir hapishanedir . Bugün, Massachusetts’in daha özgür ve daha az bıkkın canları için sağladığı tek yer hapishaneleridir, onları Eyaletin dışına atmak ve kilit altına almak peşirıdedir: zaten bu kişiler de kendi prensiplerinden ötürü kendilerini ondan ayırmışlardır. Kaçak kölenin, şartlı tahliye edilen Meksikalı rnahkümun, ırkının hatalarını savunmaya çalışan Kızrlderili’nin bu insanları bulacağı yerdir orası; o ayn, ama Devletin kendisinden yana değil, kendisine karşı olanları koyduğu daha özgür ve onurlu bir yerdir –bir köle- eyaletinde özgür bir kişinin onunıyla ikamet edeceği tek ev orasıdır. Orada tesirlerinin kaybolacağını, seslerinin Devletin kulaklarını artık rahatsızlık vermeyeceğini ve devletin dört duyan arasında olduklarından artık onlara düşman gözüyle bakılmayacağını düşünen varsa eğer, bu kimseler hakikatin yalandan ne derece kudretli olduğunu ya da haksızlığı azıcık da olsa deneyimleyen kişinin ne denli ikna edici ve etkili şekilde haksızlıkla savaşacağını da bilmiyorlar demektir. Oyunuzu verin ama sadece bir kağıt parçası olmasın o, tüm etki gücünüz olsun. Azınlık çoğunluğa riayet ettiğinde güçsüz kalır; o vakit ona azınlık dahi denemez ama tüm gücüyle karşı koyduğu an karşı konulamaz olur. Diyelim ki devlet tüm adil kimseleri hapse atmak veya savaşla köleliğe son vermek arasında iki seçenek arasında kaldı, neyi seçeceği konusunda bir tereddüt yaşamayacaktır. Şayet bin kişi bu seneki vergilerini ödemezse, bu saldırgan ve kanlı bir eylem olmaz ancak öderse Devletin şiddete sapıp masum kanı dökmesini sağlar. Aslında bu tam da barışçı devrimin tanımıdır, öyle bir şey mümkünse tabii. Eğer bir vergi memuru ya da başka herhangi bir devlet memuru, onlardan birinin daha önce sorduğu gibi, “Ama ben ne yapabilirim?” diye soracak olursa cevabım, “Hakikaten bir şeyler yapmak istiyorsan, görevinden istifa et,” demek olacaktır. Tebaa bağlılığı reddeder, memur istifa ederse o zaman devrim amacına ulaşır. Kan gene akacaktır tabii. Vicdan yara aldığında da bir çeşit kan dökülmez mi zaten? İşte o vicdan yarasından İnsanın gerçek insanlığı dıımr HaJihazırda durur. Halihazırda o kanın aktığını görüyorum.

Kabahat işleyenin, mallanna el koyulmasından ziyade hapse atılıyor olması –her ikisi de aynı amaca hizmet ediyor neticede– üzerine derinliğine düşündüm, zira en an hakikatin peşindekiler doğal olarak yoz bir Devlet açısından en tehlikeli kimseler olup, mal mülk biriktirmeye zaman harcamamışlardır. Devlet böylesi kimselere nispeten daha az bir hizmet sunduğundan, en ufak bir vergi bile fahiş görünür, özellikle bu kimseler geçimlerini el işleriyle sağlamak durumundaysalar. Hiç paraya ihtiyaç duymadan yaşayan biri olsaydı, Devletin kendisi bile ondan vergi almaya çekinirdi. Ancak zengin kimse ise – kişisel olarak birini öne sürmüyorum– onu zengin eden kuruma her daim kendisini satmıştır . Açıkça söylemek gerekirse; para ne çoksa haysiyet de o kadar azdır, zira para kişiyle amaçları arasına girip onları onun adına satın alır; parayı elde etmek kesinlikle büyük bir fazilet değildir. Para, varlıklı kimsenin cevap vermesi durumunda vergiye tabi tutulacağı pek çok soruyu geçiştirir; paranın ortaya çıkardığı gereksiz olsa da zor olan tek sorun onun nasıl harcanacağıdır. Bu noktada da varlıklı kimsenin ahlaki zemini ayağının altından kayar gider. Yaşam fırsatları, “mal-mülk” dediklerinin artış oranına bağlı olarak azalır. Zengin olan kimsenin kültürü açısından yapabileceği en iyi şey, yoksulken tasarladığı planları gerçekleştirmeye gayret etmektir. İsa, Hirodes yanlılarının sorduğu bir soru üzerine şöyle cevap vermiştir: “Vergi öderken kullandığınız parayı gösterin bana!” içlerinden biri cebinden bir dinar çıkardı; Eğer üzerinde Sezar’ın resmi olan, onun geçerli ve değer li kıldığı parayı kullanıyorsanız, yani şayet Devletin vatandaşı olup, Sezar yönetiminin nimetlerinden memnuniyetle istifade ediyorsanız, o vakit Sezar kendisine ait olanı talep ettiğinde ona ait olanın bir kısmını ona geri vermelisiniz; Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin,” deyip neyin ne olduğu konusunda onları önceki hallerine nazaran daha bilgili hale getirmedi, zira onların zaten bilmek gibi bir niyetleri yoktu.

En özgür düşünceli komşularımla sohbet ettiğim vakit, meselenin çapı ve ciddiyeti ile alakalı ayrıca
halkın huzuruna ilişkin ne derlerse desinler, işin özü mevcut hükümetin korumasından vazgeçmediklerini ve itaatsizliklerinin malları ve aileleri açısından olabilecek sonuçlarından korktuklarını gözlemledim. Kendi açımdansa, Devletin korumasına güvenebileceğimi asla düşünmüyorum. Ancak, eğer bana vergi makbuzunu uzattığında Devletin otoritesini hiçe sayarsam, hemencecik tüm malıma el koyup harcar, üstüne beni ve çocuklarımı sonu gelmez bir şekilde bezdirir. Bu oldukça çetin bir durumdur. Dahası kişinin hem dürüst olup hem de maddi açıdan rahat yaşamasını da imkânsız kılar. Tekrardan elden gidecekse mal mülk edinme zahmetine girmeye değmez. Siz de bu durumda en iyisi bir yerleri kiralamak ya da izinsiz bir şekilde yerleşip azıcık bir ürün yetiştirmek ve hemen onu yemek zorunda kalırsınız. Ayağınızı kendi yorganınıza göre uzatır, sadece kendinize bel bağlar, her daim yeni bir başlangıç için neyiniz varsa toparlanmış olarak hazır olur ve çok sayıda işin peşinde koşmazsınız. Kişi eğer Türk hükümetinin her açıdan i yi bir tebaası olursa, Türkiyede bile zengin olabilir. Konfüçyüs şöyle der: “Eğer bir Devlet aklın ilkeleri tarafından yönetilirse yoksulluk ve sefalet birer utanç vesilesi olur; ancak eğer bir Devlet aklın ilkelerine göre yönetilmezse, zenginlik ve şeref utanç vesilesi olurlar.” Evet: Özgürlüğümün tehlike altına girdiği uzaklardaki Güney limanına, Massachusetts’in himayesinin uzanmasını ya da barışçı bir girişimle memleketimde bir mülk inşa etmeyi aklıma koyuncaya kadar, Massachusetts’e biat etmemeyi ve onun malım ve hayatım üzerindeki hakkını reddetmeyi göze alabilirim. Devlete biat etmemenin götürüsü, ona itaat etmenin getirisinden daha azdır. İtaat edersem sanki değerim düşmüş gibi hissederim.

Birkaç yıl önce, Devlet kilise adına karşıma çıkıp, babamın katıldığı ama benim asla dahil olmadığım vaazları veren vaizleri desteklemek üzere belirli miktarda bir ödeme yapmamı emretti. “Öde” dedi, “yoksa hapsi boylarsın. Ödemeyi reddettim. Ama ne yazık ki bir başka adamın benim adıma ödeme yapacağı tuttu. Bir öğretmenin, bir papazı desteklemek için ne diye vergiye tabi tutulduğunu, bunun aksi türlüsünün neden yapılmadığını aklım almıyor; Devlete bağlı bir öğretmen olmasam da gönüllü yapılan bağışlarla geçiniyordum. Liselerin neden vergi toplamadıklarını, kilisenin yaptığı gibi taleplerinin arkasına Devleti almadığını merak ediyorum. Bununla birlikte belediye meclisi üyelerinden birinin ricası üzerine bunun gibi bir ifadeyi yazmaya tenezzül ettim: “İşbu belgeyle herkes bilmelidir ki ben Henry Thoreau katılmadığım herhangi bir tüzel topluluğun bir üyesi olarak sayılmak istemiyorum.” Bunu sicil memuruna verdim, o da onu kayda geçirdi. Böylece, o kilisenin bir üyesi olarak sayılmak istemediğimi öğrenen Devlet bir daha benden benzeri bir talepte asla bulunamadı o zamandan beri; ancak esas karinelerine bağlı kalacağını belirtmekten de geri durmadı. Şayet isimlerini bilseydim, daha o zamanlar hiçbir zaman katılım imzası vermediğim tüm topluluklardan tek tek ayrılırdım; lakin böylesi tam bir listeyi nerede bulacağımı bilmiyordum.

Altı yıl boyunca kelle vergisi ödemedim. Bu sebepten ötürü bir seferinde bir gece hapse atıldım. O sert taşlardan oluşmuş, iki ya da üç fit kalınlığındaki duvarları, tahta ve demirden ibaret bir fit kalınlığındaki kapıyı ve ışığı büken demir parmaklıkları durup incelerken beni kilit altına alan, bana sadece etten, kandan ve kemikten oluşmuşum gibi davranan o kurumun ahmaklığına şaşırmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Nihayetinde benden istifade etmenin en iyi yolunun beni hapse atmak olduğu sonucuna varıp varmadığını, herhangi bir yolla ona bir faydamın dokunup dokunmayacağını hiç düşünüp düşünmediğini merak ediyordum. Anladım ki benimle hemşerilerim arasında taştan bir duvar olsa da benim kadar özgür olabilmeleri için tırmanılması ya da parçalanması gereken daha çetin bir duvar vardı onların önünde. Bir an için bile kendimi hapsedilmiş gibi hissetmedim, duvarlar için boşu boşuna o kadar taş ve harç ziyan etmişlerdi. Tüm hemşerilerim arasında sanki sadece bir tek ben vergi vermişim gibi geliyordu. Bana açıkça nasıl davranacaklarını bilmiyor olsalar da görgüsüz kimseler gibi muamele etmişlerdi. Her tehditlerinde, her güzel sözlerinde bir sakarlık vardı; zira tek isteğimin taş duvarın öbür tarafında olmak olduğunu düşünüyorlardı. Nasıl bir gayretle fikirlerimi kilit altında tuttuklarını gördükçe gülümsemeden duramıyordum, fikirlerim herhangi bir mani ile karşılaşmadan peşleri sıra onları izliyorlardı, üstelik her şeyden öte düşüncelerim gerçekten de tehlikeliydi. Bana erişemediklerinden, bedenimi cezalandırmaya karar vermiş gibiydiler. Tıpkı çocuklar gibi, zira onlar da öfke duydukları birine karşı gelemedikleri zaman gider onun köpeğini incitirler ya aynen öyle. Devletin yarım akıllı, aileden kalan servetinin çalınmasından çekinen yalnız bir kadın kadar ürkek olduğunu, dostunu düşmanından ayırt edemediğini anladım, böylece ona kalan tüm saygımı kaybedip, haline üzüldüm.

Sonuçta Devlet kimsenin sağduyusuyla, aklıyla veya ahlaki kaideleriyle kasıtlı olarak uğraşmaz, ancak bedeni ve duyularıyla uğraşır. Devletin üstün bir zekâsı ya da şerefi yoktur, onun üstün fiziksel bir gücü vardır. Bu dünyaya baskı altında yaşamaya gelmedim. Kendi isteklerime göre yaşayacağım. Görelim bakalım kimmiş güçlü? Bir kalabalığın ne gücü var ki? Onlar, beni sadece benden daha üstün olan bir kudrete itaat etmeye zorlayabilirler. Onlar gibi olmam için beni zorluyorlar. İnsan yığınlarının insanları şu ya da bu şekilde yaşamaya zorlamalarını aklım almıyor. Ne biçim bir hayat olur ki öylesi? Bana, IlYa paran ya canın,” diyen bir hükümetle karşı karşıya geldiğim zaman ne diye hemencecik paramı ona vereyim. Hükümet büyük bir darboğaza girmiş ve ne yapacağını bilmiyor olabilir. Ona ben yardım edemem. Ancak kendi kendisine yardım edebilir, yaptığımı yapabilir. Bunun için ağlayıp sızlanma zahmetine değmez. Toplum makinesinin başarılı bir şekilde çalışmasından mesul değilim. Mühendisin oğlu değilim. Şunu bilir şunu söylerim: eğer bir meşe palamudu ile kestane yan yana düşerse, biri ötekinin gelişmesini beklemez, bilakis her ikisi de kendi yasalarına uyup, ellerinden gelenin en iyisini yapıp filizlenir, büyür ve gelişirler ta ki şans eseri biri ötekini gölgede bırakıp yok edene kadar. Şayet bir bitki doğasına göre yaşarnazsa, ölür; aynısı insan için de geçerlidir.

Hapisteki gecem benim açımdan kafi derecede farklı ve ilginçti. İçeri girdiğimde mahkumlar üzerlerinde sadece gömlekleriyle sohbet ediyor, hava kararıyordu. O esnada gardiyan, “Hadi çocuklar, hücrelere dönme zamanı,” diyordu; bunu duyunca dağılmaya başladılar, onlar giderlerken o boş hücrelerine dönen ayaklarının sesini duyuyordum. Hücre arkadaşımı gardiyan, “Birinci sınıf bir ahbap ve zeki bir adam,” diye tanıttı bana. Kapı kapandığında, şapkamı nereye asacağımı gösterdi, ardından orada meseleleri nasıl hallettiklerini anlattı. Hücreler ayda bir kere beyaza boyanıyormuş; bu hücre ise içlerindeki en beyaz olanıydı en azından, basitçe döşenmiş olup, muhtemelen kasabadaki en tertipli odaydı. Doğal olarak nereden geldiğimi ve beni buraya neyin getirdiğini merak ediyordu; ona bunların cevabını verip sıram geldikten sonra, onun buraya nasıl geldiğini sordum, tabii ki dünyanın telakkisine uyarak onun masum bir kimse olduğunu varsaydım, öyle de olduğuna inanıyorum. “Çünkü” dedi, “Bir ahırı yakmakla suçladılar beni, oysa asla öyle bir şey yapmadım.” Anlayabildiğim kadarıyla muhtemelen sarhoşken bir ahıra uyumaya gitmiş, orada piposunu tüttürmüş; böylece de ahır yanmış. Zeki bir adam olmakla nam salmıştı, yaklaşık üç aydır da duruşmaya çıkmayı bekliyordu, daha da beklemek zorundaydı ama oraya uyum sağlamıştı ve bundan da hoşnutttı. Zira bedava yiyecek vardı ve kendisine iyi davranıldığını söylüyordu.

O bir pencerenin, ben de ötekinin önünde duruyordum; anladım ki biri uzun süre orada kaldığında, pencereden dışarı bakmak temel uğraşı oluyordu. Kısa sürede orada bırakılan tüm dini kitapçıkları okudum, önceki mahkumların nereden kaçtıklarını, bir parmaklığın neresinden testereyle kesildiğini inceleyip durdum, bu odada kalan çeşitli kimselerin hikayelerini dinledim; burada bile hapishane duvarlarının ötesine asla çıkamayan bir tarihin ve dedikoduların olduğunu fark ettim. Büyük olasılıkla burası kasabada bestelerin yapıldığı, ardından elden ele dolaştığı ama basılmadığı tek yerdi. Bana, bazı genç adamlar tarafından yazılan oldukça uzun bir beste listesi gösterildi, kaçmaya çalışırken yakalanan bu gençler bunları şarkılara döküp söyleyerek intikamlarını almışlardı.

Onu bir daha göremem korkusuyla, hapis arkadaşımdan ne öğrenebilirsem öğrenmeye baktım; nihayetinde ise bana yatağımın hangisi olduğunu gösterip, Iambayı söndürme işini bana bıraktı.

 Uzak bir ülkeye seyahat etmek gibiydi, böylesi bir ülkeye gelmeyi ve orada bir gece uyumayı hiç mi hiç ummazdım. Daha önce kasabadaki saat kulesinin vuruşlarını ya da köyden gelen akşam uğultularını duymamış gibiydim; pencereyi açık bırakarak uyuduğumuz için tüm o sesler hücrenin içine akıyordu. Sanki Ortaçağ’ın ışığında kendi memleketimi görüyor gibiydim, bizim Concord kasabası Ren Nehri’ne dönmüş, gözümün önü sıra şövalye ve kale görüntüleri geçiyordu. Onlar sokaklarda duyduğum eski kasaba sakinlerinin sesleriydi. Komşu köyün mutfağında her ne yapılıyor ve söyleniyorsa onların istemsiz seyircisi ve dinleyicisiydim, bu da benim için tamamen yeni ve nadir bir tecrübeydi. Memleketimin yakından bir görüntüsüydü. İyice içine girmiştim. Kurumlarını daha önce hiç görmemiştim. Bulunduğu yer bir ilçe olduğundan burası da oraya has kurumlardan biriydi. Buranın sakinlerinin nelerle meşgul olduğunu kavramaya başlamıştım.

Sabahleyin kahvaltılarımız kapıdaki delikten içeriye gönderildi, kahvaltı dikdörtgen teneke kaplarda olup delikten geçecek şekilde yapılmıştı, bir parça çikolata, kara ekmek ve demir bir kaşık vardı yanında. Kapları almaya geldiklerinde, arta kalan ekmeği onlara geri vermeye çalışacak kadar saftım ancak yoldaşım ekmeğe el koyup, bunu öğlen ya da akşam yemeği için saklamam gerektiğini söyledi. Kısa bir süre sonra hücre arkadaşım yakınlardaki bir tarlada ot toplamak için dışarı çıkarıldı, her gün nereye gidiyorsa gitsin öğlene kadar dönmüyormuş: bu yüzden de çıkarken bana, beni bir daha beni görüp görmeyeceğinden emin olmadığını söyleyip iyi günler diledi.

Hapishaneden çıktığımda –biri araya girip vergiyi ödemişti– gündelik yaşamda öyle büyük değişimler göremedim, yani gençken hapse girip, saçlarına aklar düşmüş bir adam olarak çıkıldığında görülecek türden farklılar yoktu; öte yandan –kasaba, Devlet ve ülke hakkında– sadece zamanın etkisiyle oluşabilecek türden büyük bir değişim gözlerimin önündeydi. İçinde yaşadığım Devleti daha belirgin görüyordum artık. Aralarında yaşadığım insanların, iyi komşular ve dostlar olarak ne dereceye kadar güven verdiğini anladım. Onlar sadece iyi gün dostlarıydı. Doğru olanı yapmak gibi bir amaçları yoktu. Önyargıları ve batıl inançlarıyla benden büsbütün farklı bir ırktılar, tıpkı Çinliler ve Malaylar gibi. İnsanlık adına herhangi bir riske girmiyorlardı, malları söz konusu olduğunda bile, nihayetinde pek öyle soylu falan da değildiler, hırsızlar onlara nasıl davranıyorsa onlar da hırsızlara öyle davranıyorlardı, üstelik birkaç göstermelik ayinle ve bir iki duayla, işe yaramaz ama dümdüz belirli bir yolda yürüyerek ruhlarını kurtarmayı ümit ediyorlardı. Belki de komşularımı çok sert yargılıyorumdur, zira pek çoğunun kasabalarındaki hapishane gibi bir kurumun varlığından bihaber olduğuna inanıyorum.

Kasabamızda eskiden şöyle bir adet vardı: Borcunu ödeyemediğinden hapse düşmüş bir yoksul hapishaneden çıkınca, tanıdıkları hapishane penceresinin parmaklıklarını simgeleyecek şekilde parmaklarını çaprazlayarak, “Nasıl geçti?” deyip selam verirlerdi. Komşularım beni böyle selamlamadılar, önce bana sonra da birbirlerine baktılar, sanki uzun bir yolculuktan dönmüşüm gibi. Hapse atıldığım gün, ayakkabı tamircisindeki bir ayakkabımı almaya gidiyordum. Ertesi gün serbest bırakıldığımda, doğrudan yarım kalan işimi halletmeye yöneldim. Ardından tamir edilmiş ayakkabılarımı giydikten sonra bir böğürtlen partisine katıldım, oradakiler sabırsızlıkla onlara rehberlik etmemi bekliyorlardı; yarım saat içinde, koşum takımları ata zaten takılmış olduğundan, çok geçmeden iki mil uzakta olan en yüksek tepelerden birinin üzerinde böğürtlen tarlasının içindeydim; orada artık Devlet görüş alanımdan tamamen çıkmıştı.

“Hapishane Tecrübemin” tüm hikayesi bu kadar.

Yol vergisini ödemekten hiç kaçınmam, çünkü ne kadar kötü bir vatandaş olursam olayım o denli de iyi bir komşu olmak arzundayım; ayrıca, okullara destek verme konusundaysa hâlihazırda hemşerilerimin eğitimi adına üstüme düşeni yapıyorum. Kelle vergisini ödemek istemeyişimin nedeni ona dâhil olan özel bir mesele değildir. Sadece Devlete biat etmek istemiyorum, bir etki yaratacak şekilde ondan kaçınmak ve uzak yaşamak istiyorum. Elimden gelse dahi dolarımın nereye gittiğini araştırıp bulacak değilim, tabii dolarımla bir kişiyi ya da birini vurmak üzere misket tüfeği alıyorsa işler değişir –dolar masum bu işte– ancak Devlete olan sadakatimin sonuçları beni ilgilendirir, onlardan ötürü endişeliyim. Aslında, her ne kadar Devletin imkânlarından istifade ediyor ve ondan alabileceğimi alıyorsam da –bu böylesi durumlarda son derece olağandır– kendi yöntemlerimle Devlete sessizce savaş ilan ettim.

Şayet benden talep edilen vergiyi, Devlete duydukları duygudaşlıktan ötürü başkaları öderse, zaten kendileri için yaptıkları gibi bir şeyi yapmış ya da daha ziyade Devletin talep ettiğinden de fazla haksızlığa sahip çıkmış olurlar. Eğer vergiyi, vergi cezası alan kişiye karşı duydukları hatalı bir ilgiden ötürü, onun mallarını korumak ya da onun hapse girmesini önlemek için onun adına ödüyorlarsa, şahsi hislerinin kamu menfaatlerine ne denli karışmasına izin verecekleri konusunda akıllıca kafa yormamışlardır.

Mevcut durumum bu şekilde. Ancak kişi davranışları fikirlerine gereksiz bir ehemmiyet verdiğinden, böylesi bir durumda çok da tetikte olamaz. Kişi sadece kendi tabiatına ve zamana uygun olanı yapması gerektiğini kavramalıdır.

Bazen, bu insanların iyi niyetli olduğunu düşünüyorum; sadece bilgisizler; nasıl yapacaklarını bilselerdi daha iyisini yaparlardı: Komşularını, sana içlerinden gelmediği şekilde davranma zahmetine niye sokuyorsun? Ancak sonra tekrardan düşünüyorum, bu yüzden de onların yaptığını yapmam gerekmiyor ya da başkalarının başka türden daha büyük acılara maruz kalmasına izin vermem de. Gene bazen kendime şöyle derim; öfke, kötü niyet ve herhangi bir kişisel duygu olmadan milyonlarca insan, sizden sadece birkaç şilin istese –ki anayasaları böyle olduğundan mevcut taleplerini geri çekmek ya da değiştirme ihtimalleri de yok– sizin de herhangi bir başka milyonlarca kişiye müracaat etme olasılığınız yokken ne diye kendinizi bu taşkın vahşi gücün önüne seresiniz? Böylesi bir inatla soğuğa, açlığa, rüzgârlara ve dalgalara karşı koymuyorsunuz: benzeri binlerce gerekliliğe sessizce boyun eğiyorsunuz. Kafanızı ateşin içine sokmazsınız. Bunu tamamen kaba bir güç gördüğüm oranda kısmen de insani bir güç varsaydığımdan ve sadece vahşi ya da cansız şeyler olmayan milyonlarca insanla olduğu gibi bunların milyonlarcasıyla da ilişkide olduğum göz önüne alındığında, öncelikle onların yaratıcılarına, ardından da doğrudan kendilerine karşı koymalarının mümkün olduğunu görebiliyorum. Ancak kendimi kasıtlı olarak ateşe atacaksam; ateşe ya da ateşin yaratıcısına karşı koymanın bir yolu yoktur, bu durumda sadece kendimi suçlayabilirim. Eğer insanları, isteklerime, onlardan ve onların ne olması gerektiğine dair beklentilerime göre değil de oldukları gibi kabul etmem, onlara ona göre davranmam gerektiğine kendimi ikna edebilseydim iyi bir Müslüman ve kaderci gibi, her şeyi olduğu gibi kabul etmeye çabalar ve bunun Tanrı’nın iradesi olduğunu söylerdim. Ayrıca her şeyden evvel, uğraştığım bu şeyle tamamen vahşi veya doğal olan bir güç arasında şu fark vardır: Bununla uğraşmamın bazı etkileri olur; Orpheus’ gibi kayaların, ağaçların ve hayvanların tabiatını değiştirmeyi umamam.

Herhangi bir kimseyle ya da ulusla kavga etmek istemiyorum. Ufak ve önemsiz detaylarla uzun uzadıya uğraşmak ya da kendimi komşularımdan daha iyi biriymişim gibi göstermek de istemiyorum. Bilakis, ülkenin kanunlarına riayet etmek için kendime bahaneler bile aradığımı söyleyebilirim. Onlara itaat etmeye dünden razıyım. Hatta bu konuda kendimden şüphe etmek için nedenlerim bile var; her sene vergi memuru geldiğinde, itaat etmek için bir bahane arayan insanların ruhunu anlamaya, genel ve eyalet hükümetinin hareketlerini ve konumlarını incelemeye kendimi vermişken bulurum.

Devletin pek yakında bu türden tüm işlerimi elimden alacağına inanıyorum, o vakit de vatanseverlikte hemşerilerimden bir farkım kalamayacak. Aşağıdan bakılınca Anayasa tüm kusurlarına rağmen oldukça iyi bir şey gibidir, yasalar ve mahkemeler pek saygındır, pek çok açıdan bu Devlet ve bu Amerikan Hükümeti takdire şayan olup, pek nadir bulunur şeylerdir. Çoğu kişinin onları betimlediği gibi pek yücedirler, buna şükretmek gerekir; öte yandan yukarıdan, en yukarıdan bakıldığında ise onların ne olduğunu ya da bakılmaya veya üzerine düşünmeye değer olup olmadıklarını kim söyleyebilir ki?

Bununla beraber hükümet beni çok da ilgilendirmiyor, aklımı ona daha az vereceğim. Bu dünyada bile, öyle her an bir hükümetin denetiminde yaşadığım yoktur. Şayet kişi asla kalıcı olamayan şeyleri düşünmüyor, istemiyor ve hayal etmiyorsa akılsız yöneticiler ya da reformcular onu sekteye uğratamaz.

Çoğu kimsenin benden farklı düşündüğünü biliyorum ancak meslekleri gereği bu veya buna benzer konuları çalışmaya kendilerini adamış kimselerin yaşamından çok az haz alırım. Devlet adamları ve kanun koyucular kurumlarıyla öyle özdeşleşmişlerdir ki ona asla dışarıdan ve apaçık bir şekilde bakamazlar. Toplumu dönüştürmekten bahsederler ama o kurum olmadan da nefes alacakları bir yer yoktur. Bu kimseler oldukça tecrübeli ve ince ayrımlan görebilecek türden kimseler olup, yaratıcı hatta faydalı sistemler icat etmiş olabilirler buna hiç şüphem yok, bunun için onlara samimiyetle minnettarız ancak tüm o yaratıcılıkları ve faydaları oldukça geniş kapsamlı olmaktan ziyade belirli çizgiler dâhilindedir. Dünyanın politika ve menfaatle yönetilmediğini genelde unuturlar. Webster’i asla hükümetin ardından gitmediğinden, hükümet hakkında yetkin biri gibi konuşamaz. Onun sözleri, mevcut hükümette herhangi bir temel reform düşünmeyen vekiller için bilgelik taşır ancak düşünürler ve her zaman geçerli yasalar koyanlar açısından bir defa dahi konuya bakmış bile sayılmaz. Bu konuya dair açık ve bilge tahminleriyle Webster’in aklının sınırlarını ve anlayışını ortaya çıkaracak bazı kimseler tanıyorum. Yine de çoğu reformcunun boş uğraşlarıyla kıyaslandığında, ayrıca politikacıların genel olarak daha da boş olan bilgeliğine ve lafazanlıklarına bakıldığında onunkiler neredeyse tek mantıklı ve değerli laflardır, bu yüzden de onun adına Tanrı’ya şükrediyoruz. O, nispeten her zaman güçlü, orijinal ve her şeyden de öte pratiktir. Ancak onun asıl vasfı bilgelik değil, sağduyudur. Avukatın hakikati hakikat olmayıp daha ziyade tutarlılıktır ya da tutarlı bir çaredir. Her daim kendi kendisiyle uyum içinde olup, haksızlığa dayanan adaleti ortaya çıkarmak hakikatin ana mevzusu değildir. Webster, hali hazırda anıldığı üzere Anayasanın Koruyucusu adını hak etmektedir. Aslında ondan bir saldırı beklenemez, sadece savunma halindedir. O bir lider olmaktan ziyade takipçidir, Onun liderleri 87’nin kuşağıdır. “Hiçbir çaba sarf etmedim,” der, “Eyaletleri bir birlik halinde bir araya getiren anlaşmayı aslından uzaklaştıracak bir gayret sarf etmeyi asla teklif etmedim; asla böyle bir çabaya da izin vermedim, böyle bir çabaya İzin vermeyi düşünmeye de.” Öte yandan Anayasa’nın kölelik yaptırımlarını düşündüğünde, şöyle der;
“Asıl anlaşmanın bir parçası olduğundan, bırakın kalsın.” kendine has uyanıklığı ve yeteneğine rağmen, bir hakikati basit politik ilişkilerden ayırt edememektedir, gözünün önündekini aklıyla irdeleyemiyor; mesela köleliğe dair bugün Amerika’da bir kimsenin yapması gereken nedir diye sorarsanız ona, bunu cevaplamak yerine aşağıdaki gibi acınası bazı cevaplar vermeye yönelir, ya da sürüklenir, o kişiselolarak fikrini böylesine tamamen itiraf ederken acaba bundan nasıl yeni ve eşsiz sosyal sorumluluklar çıkarılabilir? “Tavrı,” der, “köleliğin mevcut olduğu Eyaletlerin hükümetleri belirleyecektir, bu onların bileceği bir iştir, seçmenlerinin, genel mülk yasalarının, insanlığın, adaletin ve Tanrı’nın sorumluluğundadır bu. Başka yerlerde ortaya çıkan ilişkilerin, insanlık hissivatından doğan hislerin ya da başkaca bir nedenin bununla bir ilişkisi yoktur. Asla onları desteklemedim, desteklemeyeceğim de.” (Bu alıntılar, konuşma okunduğu için buraya alınabilmiştir –HDT)

 Kutsal Kitap ve Anayasa dışında hakikatin daha temiz bir kaynağını bilmeyenler, hakikatin akışını bundan daha yükseklerde aramayıp Kutsal Kitap ve Anayasaya bağlı olarak bilgece durup o hakikat nehrinden saygı Ve insanlık çerçevesinde içerler; ancak hakikatiri bu göle ya da havuza damla damla döküldüğünü görenler paçalarını sıvayıp, onun kaynağına doğru olan hac yolculuklarına devam ederler.

Kanun yapıcılık konusunda Amerika’da herhangi bir deha peyda olmamıştır. Bu kimseler dünya tarihinde de nadirdir. Hatipler, siyasetçiler ve belagati kuvvetli olan binlerce insan var ancak günümüzün en çetin sorunlarını çözebilecek olan kimse henüz konuşmak için ağzını açmamıştır. Bizler belagati, dile getirebileceği herhangi bir hakikat için değil belagat aşkına ya da ilham verebileceği kahramanlık aşkına severiz. Kanun yapıcılarımız serbest ticaretin, özgürlüğün, birliğin ve dürüstlüğün bir ulus için olan mukayeseli değerini henüz öğrenmiş değildirler. Vergilendirme, finans, ticaret, üretim ve ziraatla alakalı nispeten naçizane sorunları çözmek için gerekli olan basiret ve yetileri yoktur. Çağın gerektirdiği tecrübeler ve halkın etkin şikayetlerince doğrusunu sağlamasaydı ve bizler sadece Kongredeki üyelerin sözde aklına kalsaydık, Amerika şu anki uluslararası konumuna erişemezdi. Belki söylemeye hakkım yoktur ama Yeni Ahit yazılalı bin sekiz yüz yıl oldu ancak kanun yapma ilmine dair onun gösterdiği yoldan istifade edebilecek bilgelikte ve pratik hünerde bir kanun yapıcı yoktur ortada.

Bu yazının tamamı H. D. Thoreau’nun 1849 tarihli “Sivil İtaatsizlik Görevi Hakkında” isimli makalesinden alınmıştır.

Benim bile itaat etmeye istekli olduğum hükümet gücü –ki benden daha iyi bilen ve daha iyi yapanlara, hatta pek çok konuda benden o kadar da iyi olmayanlara bile memnuniyetle riayet ederim– yine de gayri ahlakidir: Kelimenin tam manasıyla adil olabilmesi için yönetilenlerin onayına ve rızasına sahip olmalıdır. Kişiliğim ve mallarım üzerinde benim ona tanımadığım bir hakka asla sahip olamaz. Mutlak monarşiden meşruti krallığa, meşruti krallıktan demokrasiye doğru olan ilerleme, bireye karşı hakiki bir saygıya giden bir ilerlemedir. Hatta Çinli filozof bile bireye imparatorluğun temeli gözüyle bakacak kadar bilgeydi. Demokrasi, anladığımız haliyle, devlet yönetiminde olası son ilerleme midir? İnsan haklarını tanıma ve organize etme yönünde atılabilecek daha fazla adım yok mudur? Devlet, bireyi daha yüce ve bağımsız bir güç olarak tanıyıp, tüm gücünü ve yetkisini ondan aldığını kabul edip, bireye ona göre davranana kadar asla özgür ve aydın bir Devlet olamaz. Herkese adil davranabilecek, bireye bir komşuya gösterdiği nezaketi gösterebilecek bir Devlet hayal ederek kendimi avuturum; öyle bir devlet ki bu ondan kaçınan, onun işlerine karışmayan ya da ona kucak açmayanların bile onun duruşuyla bağdaşmadığını düşünmeyen, komşularına ve vatandaşlarına karşı olan tüm görevlerini yerine getiren bir devlettir. Böylesine bir meyve veren, oIgunlaşır olgunlaşmaz onların yere düşmesine katlanan bir Devlet, daha kusursuz ve görkemli bir Devlete ön ayak olacaktır ki bunu da hayal etmiş olsam da henüz hiçbir yerde görülmedi.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.