Güvercin Stratejisi

Hikayeler / İnsanlık Halleri | | Haziran 24, 2023 at 12:21 pm

İzninizle 40 yıl kadar önce gördüğüm ve çok etkilendiğim bir olayı anlatmakla başlamak istiyorum;

… Yaşadığım yerde bir banka şubesinin önünde ilkokul vardı. Bir gün okul dağılırken bankadaki görevli, kapının önüne içinde, hepsinin üzerinde bankanın adı yazan, küçük plastik toplarla dolu bir çuval çıkardı. Okuldan çıkan çocuklar eşantiyon topları görünce (ve görevli alabileceklerini söyleyince) sevinerek birer tane alıp gitmeye başladılar. Dağıtımı yapan görevli, bir ara içeri geri döndüğünde çuvalın henüz yarısı boşalmıştı ki tombalak bir çocuk geldi ve çuvalın üstüne atladı. Almak isteyenlere vermiyor, ısırıyor tekmeliyordu. O sırada bir teyze geldi ve tombalak oğlana “ver bakiyim” diyerek çuvaldan iki tane top aldı. Ardından, yaşı büyük bir iki “atölye çırağı” geldi ve onlar da “ver lan” deyip ikişer üçer tane top alıp gittiler.

Ancak, toplar eksildikçe tombalak çocuk daha da vahşileşiyor; özellikle yaşıtı ve daha küçük çocuklara yumruk atıyor, ısırıyor, tekmeliyordu… 

Sizce tombalak orada neden ciddi bir hayat mücadelesi veriyordu? Onlarla ne yapacaktı ki? O topları neden o kadar çok istiyordu?

Tombalak, o yaşta öğrenmişti ki o top aslında bir “güç kapısı” dır. Onu ele geçiren top oyununu, oyuncuları ve oyun kuruculuk konumunu ya da birçok benzeri şeyi ele geçirebilir. Bu da, Tombalak oğlana göre hayatta her türlü mücadeleye değerdi.

Bence, Devleti anlamak için de bu tombalak çocuğun psikolojisini doğru anlayıp çözebilmek gerek. Neokorteks kafamızda her şeyi algılamamız için daha önce görüp öğrendiklerimizden belirli kalıplar oluşturuyor ve yeni algılamaya çalıştığımız şeyi illaki daha önce kafamızda oluşmuş bu kalıplardan birine oturtmaya çalışıyoruz. Bunu bazen kullanılan sözcükler yapıyor. (Mesela örgüt, teşkilat, organizasyon… vb sözcükler kafamızda çok farklı yapıları çağrıştırıyor.)

Tıpkı tombalak çocuk için “top” kavramı gibi demokratiklik, şeriatçılık, Atatürkçülük vb hepsi birer “güç kapısı” sembolüdür. Özdeki “işlevselliği” dışında herhangi bir anlam ve değere sahip değildir. Pragmatik Makyavelist yaklaşımın kendi öz değerleri, prensipleri olmaz. Biat etmeye, kılı/kulu olmaya çalıştığı yapının/kişinin “güç kapısı” niteliği kaybolduğu anda onu ilk tekmeleyen kişi de o olabilir.

Tüm mafyöz yapılarda da böyle değil midir? Kendisini besleyen, elini öptüğü reisi bir gün öldürüp çetesinin başına geçebilir. 

“Tombalak çocuk ve toplar” tüm medeniyet yolculuğunun bir sembolü. Bu yolculuğun amacı o çocuğu  daha erdemli kılmak üzerine belki de. Tüm modeller bu çocuğu nasıl doyururuz üstüne biraz da…

Peki, ya o tombalak çocuk sadece insanın kendi genlerinde mevcut olan bir şey yapıyorsa? Tüm bu bunlar kimi zaman simit için, kimi zaman balon için, kimi zaman Napolyon kompleksi sebebiyle tetiklenen biyolojik bir mekanizmanın eseri ise? ( İnsanın ve tüm canlıların diğerlerini sömürme hırsı, tahakküm isteği…)

Ya insanlığın ilerlemesinin lokomotifi de insanın insana yaptığı tüm zulmün yegane sebebi de olan o iştaha, kendi sınırları içinde ne varsa sömürme güdüsüne önüne geçilemiyorsa?

“”Tahakküm ve diğerlerini sömürme hırsının” insanlığın ilerlemesinin lokomotifi olduğu düşüncesi size sahiden inandırıcı geliyor mu?

Tarihten günümüze bana bir tek örnek sadece bir tek örnek gösterilsin ki insanlığı ilerleten ama “tahakküm ve diğerlerini sömürme hırsının” sonucu gerçekleşmiş olsun. Tombalak çocuk, Jozef Stalin ya da MaoZedung sayesinde insanlık hangi ilerlemeleri yaşadı ki? 

Arapça’daki asıl kökeni “”göze mil çekme, el ayak kesme şeklindeki bedensel cezalar”” olan “”Siyaset”” kavramının insanlığın ilerlemesinde “eğer varsa” en küçük, küçücük bir katkısını bilen var mı?

Bugün Türkiye’de ezici çoğunluğun hâlâ “olmazsa olmaz” diye düşündüğü “Devlet” teorisinin felsefi temellerini kuran Thomas Hobbes De Cive (1642) isimli eserinin bir yerinde her ikisinin de yurttaşlar arasındaki ilişkiler için “doğru” olduğunu düşündüğü (Latince) iki söze atıfta bulunuyor: “Homo homini deus”(İnsan İnsanın Tanrısıdır) ve “homo homini lupus” (İnsan İnsanın Kurdudur).

Oysa temel yanlış burada, çünkü bir insan ne kadar zeki veya aptal olursa olsun diğer bir insanın ne kurdu olabilir ne de tanrısı…

“Homo” sözcüğünü “status” ile değiştirelim. “Devlet, insanın tanrısıdır…. Devlet, insanın kurdudur…”  Evet… işte o zaman taşlar yerli yerine oturuyor. Kutsallaştırılan tanrı veya toplum kavramları tam olarak “devlet-i ali” nitelemesinde kendini buluyor.

Eğer Devlet-i Ali diye bir şey olmasaydı tombalak çocuğun yetişkinliği olan  Stalin veya Mao) nasıl DekaMegaMurderer (OnMilyonlarınKatili) ünvanını kazanabilirdi ki?  Onca şenî insanlık suçuna rağmen şerefli saygın insan statüsünde toplum içine nasıl çıkabilirlerdi?

Leo Tolstoy’un dediği gibi…. “Devlet, insanları birbirine bağlayan veya yöneten bir ip veya zincir veya kırbaç, insanların uzuvlarını, burunlarını, kulaklarını veya kafalarını kesen bir balta veya bıçak – bu araçlarla tehdit edilmelerini sağlayan bir uygulamadır.

Richard Dawkins, Selfish Gene adlı kitabının “Aggression” bölümünde anlattıkları ile “topların tümünü isteyen çocuk” ve “yanında yem yiyen kardeşinin kafasına vuran” güvercin örneklerinin “evrimsel stabilitesini” destekleyebilir mi?

Belki yeterince dikkatli okuyamamış olabilirim ama orada da gördüğüm kadarıyla mücadele ve agresyon daima doğal rakip veya birbirine yem olabilen türler arasında geçiyor. Ayni türün (same species) ESS (Evolutionary Stable Strategy)leri arasında yamyamlık ve agresyon’un yeri yok. Bunlar istisna, arıza durumlar. Terrritorial savunma mücadeleleri de var ama bir de insanların “boks maçları gibi” formel turnuvalar olduğundan söz ediliyor ve deniyor ki “Animals fight with gloved fists and blunted foils”. Yani kardeşinin yemesini engelleme veya gasp ile malına çökmenin sosyal survival stratejileri arasında bir yeri yok.

Aklıma iki anekdot daha geldi: Birisi, yarım yüzyıl kadar öncesinin bir gazete haberi. Hindistan Cumhuriyeti’nde geçiyor. Bu coğrafyadaki altı yüzden fazla farklı dili konuşan binlerce kabileden oluşan insan toplulukları sömürgeci İngilizler sayesinde birbirleriyle konuşabilir (İngilizce), uzak mesafelere ulaşabilir (demiryolları ağı) ve sosyalleşebilir hale gelmişler. Basın, yasalar, ticaret ve ortak bir hukuk oluşmuş.

Bir gün bir gazeteci köyün birindeki bir yamyamlık hadisesini yazıyor. Kentteki savcılar hemen durumdan vazife çıkartıp olaya res’en el koyuyor. Yaşlı adamı köyünde yakalayıp kente getiriyor ve hâkimin huzuruna çıkartıyorlar.

Hâkim soruyor “Sahiden yedin mi? Nasıl yedin vicdansız?” Tabii tercümanın çevirmesi gerekiyor (ama benim tahminim ayni kavram ve sözcüklerin köylünün dilinde muhtemelen bulunmaması nedeniyle) herhalde tam bir çeviri olamamıştır. Köylü de (şaşırmış halde) cevap veriyor: Evet, ama söz konusu çocuk benim kendi akrabam olur. Sizle olan rölasyonu nedir? Siz (onun nesi olarak bu konuya muhatap olmaktasınız ki?)

Bu hikâyedeki yaklaşım bende nedense AIHM’in Osman Kavala davası gibi durumlardaki müdahale ihtiyaçlarına iktidarın cevaplarını çağrıştırıyor. (Ayni durum İspanya’da general Franko’nun 5 solcu genç öğrenciyi idam etme kararına karşı Avupalı başkanların şahsen kendisini arayarak devreye girmelerinde de söz konusu olmuştu.) Siz kimsiniz? Bağımsız bir ülkenin iç işlerine siz nasıl /ne hakla karışırsınız? Çünkü ilkel eski dünyada insan, insana mülktür. Şahsa ne yapılıp yapılamayacağı ile ilgili kararlara o insanın (ulus adına) “”sahibi”” her kimse o karar verebilir. Hiyerarşi içinde herkes birilerine zimmetlenmiştir. (Allah sahibine bağışlasın) Küreselciler işte bu kadim geleneği bozmaya çalışır. Onları diğerlerinin gözünde korkunç yapan temel nokta işte bu. Bir insan “sahipsiz” nasıl var olabilir? (Hele bir kadın mesela… eğer babasının veya kocasının malı değilse sahipsiz öyle nasıl? Orta malı mı olacak? )

Aklıma gelen ikinci anektod Papua Yeni Gine’den: Papua aslında antropologların hesaplarına göre en az 60 bin yıllık bir medeniyet. (Medeniyet demek zorundayım çünkü siyasal doğruculuk “Gayri Medenî” sözcüğünü yasaklıyor. İnka Medeniyeti, Maya Medeniyeti, Etiyopya Medeniyeti, İslam Medeniyeti. Ayni şekilde hiçbir ülkeye geri kalmış az gelişmiş diyemiyoruz, ancak “gelişmekte olan” diyebiliyoruz. Her neyse)

Papua (orta dünyanın uzağında /mezrasında kaldığı için) taa 1940’lara kadar bilinmiyor, dünyanın geri kalanıyla hiç irtibatı olmayan 300’den fazla kabileden oluşuyor. Kabilelerin territorial integritesi var. Bir kabilenin savaşçısı yanlışlıkla diğer kabilenin alanına girer ve yakalanırsa pişirilip afiyetle yenmesi söz konusu. Hatta söküp kalbini (şifa için) yeme hakkı onu yakalayan savaşçıya ait.

Kabilede, bir reis bir de büyücü var. Büyücü; hem dini otorite hem doktor hem de mühendis inşaatçı. Doğada hazır bulunan malzemelerle ağaçların üstüne muhteşem evler yapabiliyor, suların üstüne çalıları dizerek köprüler kurabiliyor. Sanırım tarım (hiç ihtiyaç olmadığı için) yok. Avcı toplayıcı olarak refah içinde yaşayıp gidiyorlar. Derken günlerden bir gün(1940’lar) ellerine diğerlerinden çok farklı (beyaz tenli acayip kıyafetli) bir esir düşüyor. (Sergüzeştperest bir sivil, İngiliz öğretmen) Onu yemeyip beslemeye karar veriyorlar. O da itimatlarını kazanıp dillerini öğrenince diğer kabilelerle de irtibat kuruyor, yeni teknolojiler getiriyor ve…. İşte bir süre sonra ortaya çıkan kocaman yeni bir bağımsız devlet olan Papua Yeni Gine Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı oluyor. İşte şimdi kısa sürede küreselleşti, kocaman binaları ve üniversiteleriyle halen “şık” bir ülke oldu.

Şunu söylemek istiyorum. Yaşam formlarının içinde kendi türüne karşı saldırı (mala çökme, yamyamlık vb) stratejilerin hayatta kalmanın evrimsel dayanıklı stratejileri(ESS) arasında yeri yok. Ayrıca genlerin hayatta kalma stratejileri o genlerin oluşturduğu yaşam formunun stratejileri ayni değil. Mesela genlerim “üreyebildiğin kadar üre” dese de bu benim hayattaki amaçlarımla örtüşen bir şey değil. Yani, her yaşam formu kendi genlerinin telkin ettiğinden farklı amaçlar edinebiliyor.
Güvercinin stratejisi, “ yem buldun ye, düşman gördün kaç’tır. Yemi yiyeceğine yemekte olan kendi türüne karşı saldırganlık yapma ona herhangi bir hayatta kalma başarısı getirmez. Bir çocuk için de “doğa halinde” kendi türüne karşı saldırganlığın başarı getireceği bir hal düşünemiyorum.

Ama işte esas gelmek istediğim nokta burası. Genlerimin temsil ettiği stratejilerle bir üst konumda bulunan “benim” stratejilerim nasıl epey farklılaşıyorsa, bireylerin temsil ettiği amaç ve stratejiler (ahlak) ile onlardan oluşan toplum modelinin (devlet) temsil ettiği amaçlar ve stratejiler (ahlak) tümüyle farklılaşabiliyor.

Leo Tolstoy şöyle demiş; Sizin ve çocuğunuzun doğru yoldan ayrılmasından bahsedeceğim. Bu yolu izlemenizin bir sonucu olarak devlet düzeni denilen bir şeyin içinde yaşıyorsunuz. Devlet düzeni insanların bağlılığından fazlası değildir. Bu düzende insanlar farkında olmaksızın acı çekerler, mahvolurlar, ruhlarını kaybederler… Kötüyü iyi, iyiyi ise kötü bellerler. Şunu anlamanız gerek. Otorite saydığınız, büyüklük saydığınız şeyler hayatınızı mahveden, sadece fiziksel değil manevi yaşamınızı da mahveden en korkunç haydutluklardır. Yoksul olduğunuzu söylüyorsunuz, özgür olmadığınızı söylüyorsunuz. Savaşa sürüklendiğinizi ve düşmanlığa itildiğinizi söylüyorsunuz. Ne söylerseniz söyleyin, nasıl bir kötülük içinde olursanız olun bunun tek ama tek bir sebebi vardır. İçinde bulunduğunuz devlet düzenidir.

Tombalak çocuk Jozef Stalin’i düşünelim. İnsanları ezmeye çalışmasıyla, onlara ait olan tüm güçleri kendi eline geçirmeye çalışmasıyla (eğer devlet diye bir yapı mevcut olmasaydı) toplum içinde birey olarak nereye varabilirdi? Tüm zekâsını dişlerini tırnaklarını, cebir şiddet kullanma ve kandırma korkutma kışkırtma güçlerini devreye soksa sizce en fazla kaç kişiyi ezebilir yok edebilir, güçlerini kendi namı hesabına kullanabilirdi?
Dayanamazdı kesinlikle, muarızlarından belki ilki veya ikincisi önünde sonunda onu yok eder, varlığına (veya siyasetine) tümüyle son verirdi. O stratejileriyle hayatta başarılı olma şansı aslında hiç yoktu. Ama tersine işte işte devlet dediğimiz yapının tam da böyle bireylere ihtiyacı var. Böyle bireyler “devlet” adı verilen “exploitasyon makinesinin”” içinde girdiğinde bambaşka bir canavar haline geliyorlar. Birey olarak onun aslında ESS uyumlu olmayan (survival şansı pek sınırlı olan) kişiliği devlet için katlanarak büyüyüp bir canavara dönüşüyor. Düzen, Onu en başta can güvenliğinden sorumlu olduğu kendi vatandaşı 50 milyonun katili haline getiriyor.

Stalinleri erken yaşta bulup yok ederek canavarlıktan kurtulmak diye bir şey bence söz konusu değil. Eğer SSCB gibi bir yapı kurulmuşsa o nasılsa kendi Stalinlerini, Lavrentiy Beria’larını, General Vasili Mihailoviç Blokin’lerini bulacak, yoksa yoktan yaratacak.

Aslında “erdemlilik” yönünde evrimleşmesi gereken şey bizim genlerimiz değil, onların oluşturduğu bireyler (eugenics) de değil. Evrimleşmesi gereken şey, kendi yarattığımız köhne siyasi toplum düzenlerimiz. Eğer bu konudaki anlayışımız değişirse bunu kesinlikle başarabilecek teknolojilerimiz halen var. Yani fantastik bir “meritokrasi” arayışı içinde de değilim. Sadece teknolojiyi yerli yerinde kullanarak siyaseti (siyasetin güç yapılarını / mülkiyetini) yok etmek bile bize kendiliğinden meritokrasiyi getirebilir.

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.