Çatlasın düşmanlar

Sürekli Söyleşi | | Aralık 13, 2023 at 7:35 am

Kredi derecelendirme kuruluşları 2023 yılının ilk notlarını geçenlerde açıkladı. ABD’nin Credit Rating’i düşerken bizimki yükseldi naaber? Almanya da bizi kıskanıyor.

Şaka bir yana, hakikaten geçtiğimiz hafta (hükümetin şiddetli protestolarına karşın) S&P ABD’nin kalübeladan beri koruduğu zirvedeki koyu yeşil AAA pozisyonunu çağla yeşiline (AA+) indirdi.

Fransa ve Avusturya da AA+ ya düştü. Slovenya, Slovakya İspanya, Malta, İtalya, Kıbrıs, Portekiz hepsinde düşüş var.  Ama bilakis Almanya bizi kıskanmıyor. Çünkü Almanya, Danimarka, Hollanda, İsveç, Norveç, İsviçre, Lüksemburg, Singapur ve Avustralya zirvedeki AAA konumlarını hala koruyorlar.

Tabii Türkiye’nin B- konumunun “durağan”a çevrilmesini “yükselme” olarak tanımlamak demagojik gerçekten. “Yatırım yapılamaz ülke” konumu rütbelerinin iki altı olan iflas konumuna çok yakın ülke konumumuz hiçbir iyileşme olmadan sürüyor.

Ekonomist başkanın henüz Ergenekon muhalifi küreselci liberal ve koyu AB’ci ve ABD’ci olduğu bu milenyumun başlarında (yatırım yapılabilir sarı seviyenin en altı olan) BBB- konumuna yükseldiğimizi ve bu konumumuzu 2013 Mayıs’ına kadar koruduğumuzu hatırlıyorum. Uzun zamandır ülke ilk defa AB kriterlerine uyacağı taahhüdünü de vermesi üzerine yatırım yapılabilir ülke statüsü kazanmıştı.

Yenikapı Ruhu İttifakı – Siyasi Kuvvetler Birliği (Artık kuvvetler ayrılığı yok, kuvvetler tek merkezde toplu)

İşte tam o sıralarda başkan kendini “usta ekonomist” başkan ilan etti. Her tarafımızdan döviz akıyor. Ucuz döviz bol hale gelince rantlar da çok yükseldi. Saraylar yaptırmaya, uçan otobüsler alınmaya başlandı. Sanırım o yıl (2013) İhale Yasası’nın AB uyumlu olmaktan çıkarıldığı, Medyanın el değiştirmesi için havuzun kurulduğu ve tüm ihalelerin belirli bir komisyon yüzdesi ile belirli adreslere teslim edilmeye başlandığı iddiaları da başlamıştı. Haziranda Gezi Direnişi, 17-25 Aralıkta da yolsuzluk soruşturmasının başlaması üzerine hemen o sıralarda tarihi muarızımız “Ergenekon” ile ittifak da başlatıldı. Birlikte 2014 yılında kuvvetler ayrılığına son verilerek otoriter rejime geçişin en önemli hamlesi olarak “Yargıda Birlik Platformu” kuruldu ve bürokraside tensikat listeleri belirlenerek olası operasyonlara hazırlanıldı. Tam otoriter, mutlakiyetçi bir rejime geçilmesi hem Başkan hem de yeni ittifakları için ortak bir varoluşsal ihtiyaç idi. Başarılı oldu ve rejimde küreselleşme karşıtı değişim gerçekleşti.

Öte yandan ihtiyaç duyulan bu mutlakiyetçi rejimin küreselleşen bir dünyada sosyoekonomik siyasal varlığını sürdürmesi mümkün müdür?  Peki, küreselleşmenin ulaştığı şu aşamada küreselci görünümle ortaya çıkıp sonradan o düzenin dışına çıkan ülkelerin ekonomik varoluşlarının sürdürülebilirliği nedir? Bu soru Putin Rusyası ve ŞiCinPing Çin’i için de ayniyle vaki.

Ben, Rusya ve Çin gibi kaynakları muazzam büyük ülkelerin bile küresel dünyanın sosyoekonomik siyasetlerinden koparak mutlakiyetçi siyasi varlıklarını sürdürebilecekleri kanısında değilim. Ukrayna savaşının fetihçi bir askercil nihai zaferle sonuçlanması belki sonucu değiştirebilir. O zaman dünya bitmez tükenmez savaşlar ve kaosla ve mahvolmaya sürüklenebilir.  

Günümüzde hala Amazon Ormanlarının derinliklerinde hala günlük yemeğini okla yakalamak konumunda küresel dünyadan habersiz ve uzak kalabilmeyi başarmış kabilelerin olduğu söyleniyor. Ama kısmen de olsa endüstrileşmeye başlamış bir ülke, küresel dünyanın dışında kalmayı nasıl başarabilir?

Yerli ve Milli sanayi” diye, kendi yağıyla kavrulmak diye bir şey mümkün müdür? Bu bilinen en zengin (ABD’nin 4,5 katı) petrol rezervlerine sahip Venezüela gibi bir ülke için bile hiç mümkün değil. Küresel pastalardan pay alabilmek için ortak bir temel ahlakın konsensus kurallarına uymak lazım.

İçeride ülke insanının gırtlağına basıp ağzından lokmasını alabilirsin ama dışarıdan öyle değil. Sen onun şartlarına uymazsan o senin şartlarına niye uysun ki. Eğer mümkün olabilse idi Venezüela gibi bir ülke misery (acınası sefalet) endeksinde Zimbabwe ile birlikte en tepeye güreşebilir miydi?  Misery Endeksi; esas olarak belirli biçimde ağırlıklandırılmış 3 temel parametreye göre hazırlanıyor:

1. İşsizlik
2. Enflasyon
3. CDS (Kredi risk primi)

Bu üç parametre birbirinden tam bağımsız da değil. Bir ülkede küresel rekabetçi mal/hizmet tasarımı üretimi azalınca mecburen döviz kıtlığı oluyor. Döviz kıtlığı olunca (eğer zorunlu sanayi ara malları da ithal edilemezse) diğer üretimler de azalıyor. Maliyet yükseliyor enflasyon oluyor, pahalılaşınca talep azalıyor üretim daralıyor, bu da işsizliği ateşliyor. Ekonomik durgunluk(stagnasyon) durumunda enflasyon yükselmeye devam edince (Stagflasyon) zincirleme reaksiyon faktörlerin üçünü birden tırmanışa geçiriyor. Venezüela’da aylık ücretlerin ABD’deki bir saatlik ücretler seviyesine düştüğünü duyunca inanamamıştım. Ülkedeki doktorların üçte ikisi yurt dışına kaçmış. (Kalanların halini düşünün)

Hiperenflasyon; esas itibariyle çalışanların reel gelirini düşürme üzerine bir aksiyon ama sonuçta bazılarınınki (özellikle hiçbir şey üretmeyen hükümet insanlarının) azalmıyor hatta artıyor. Bizde mesela oranı bir ara %16’ya kadar yükselmiş (şimdi düşmekte olan) böyle bir kesim de var.

Paul’un maaşını ödemek için Peter’i soyan bir hükümet, Paul’un desteğini her zaman arkasında hissedecektir.” George Bernard Shaw’ın lafını bilirsiniz. Tamam, ama Peter’in de kaynakları sınırsız değil ki, bir noktada deniz bitecektir. Bunu kuyruğu kopmuş uçağın döne döne çakılmaya gidişi (viril) hadisesine benzetebilirsiniz. Ama öyle çarçabuk olup bitmez, bir dip buluncaya kadar on yıllarca sürebilir. Kaynakları hiç de eksik olmayan böyle bir ülkenin bu gidişini durdurmanın (ve geri döndürmenin) konvansiyonel (ortodoks) yöntemleri de vardır kuşkusuz. Ama işte sorun şu ki çözüm yöntemlerinin hepsi ama hepsi iktidar sahibi siyasi iradenin varoluşsal ruhuna terstir.

Şu dünyada tanrının bize hazır sunduğu, kullanıp şükredebileceğimiz hazırda duran hiçbir nimet göremiyorum. İhtiyaç ve istek duyduğumuz her şeyi kendimiz insanlık olarak bizzat yaratıp üretmek zorundayız. Para, bir mübadele (değiş tokuş) aracıdır. Ortada değiş tokuş edilecek ürünler ve onları üretecek insanlar olmazsa para da var olamaz. Para aslında birbiriyle iş yapmak isteyen insanların değere karşı değer verme ilkesinin maddi biçimidir. Ürününüzü gözyaşları karşılığında isteyen mızmızların ya da onu elinizden zorla alan yağmacıların aracı değildir para. Onu ancak “üretebilen insanlar” mümkün kılmıştır.

Liyakatsiz Deli Dumrullar

Peki, Osmanlı’yı düşünelim. Mutlakiyetçi Osmanlı saltanatı esas olarak bir hanedan sülalesi ile İlmiye(ulema) ve seyfiye(asker) olmak üzere iki sınıf bürokrattan oluşan bir temsil gücüne sahip idi. Bunlar ne üretiyordu? Hiçbir şey. “Osmanlı atının ayak bastığı yerde ot bitmez” denilmiştir. Temsil ettiği hikâyenin yasal güçleri daima birilerine (belki de herkese) zarar verici niteliktedir. Tufeylidir. Yarattığı ürettiği ve size rızanızla satabileceği hiçbir şey ama “hiçbir şey” yoktur. Peki, hayatta hiçbir şey yaratma ve üretme kabiliyeti olmayan tufeyli ilmiye ve seyfiye sınıfı insanları nasıl suyun başında tutulabilir. Liyakatsiz Deli Dumrul’lar nasıl ihya edilebilir?

Türkiye’de Elon Musklar türemesin” diyenler ne üretebilirler ki? Bana kendi rızamla paramı takas edebileceğim neyi satabilir? TOGG mu? Peki; kendim katma değer üretme kabiliyetimi yitirmişken bu devletten geçinmeli Deli Dumrulları beslemeyi nasıl sürdürebilirim? (Çetin Altan 1994’de yazmış. https://liberteryen.org/2015/02/toplum-hazineden-gecinenleri-artik-odeyemiyor/.)

Şurası bir gerçek ki icra makamında bu zihniyetin hakim olduğu bir yerde Elon Muskların türemesi zaten İMKANSIZ. İkisi arasında varoluşsal bir çelişki mevcut.  Küresel rekabetçi bir TOGG otomobilin üretilebilmesi de imkânsız. Ancak “mış” gibi yapılabilir. Kandırma- Korkutma- Kışkırtma (KKK) sürdürülebilir, görünüş kurtarılır. Bu bir zekâ marifeti değil. Her zaman destek alabileceği Pauller oldu, afyonlanmış bir kitle de olabilir . Ama Pauller yok, gittikçe azalıyor. Felaketler ötelenir ama yok edilemez.

Biz bunlarla boğuşurken dünyanın başka bir yerinde…

Bu Geoff Hinton, benle yaşıt. Tıpkı Ray Kurzweil gibi… Ray Kurzweil farklı bir yoldan giderek OCR gibi ilk işe yarar AI örneklerini ve “körler için (sesli) kitap okuma makinesi, müzik sentezleyici gibi mucize ürünleri ortaya çıkartırken; Hinton Yapay Sinir Ağları yolunu seçiyor. O sıralar;  o farklı yoldan uzun süre hiçbir yere varılamaması düş kırıklığı yaratmış ve o yolun çıkmaz sokak olduğu söylenmişti. Hinton; ilk olarak 2012’de, öğrencisi Ilya Sutskever’le birlikte farklı objeleri ayırt etmeyi kendi kendine öğrenen bir sinir ağı tasarlama mucizesini başardı. Hinton’un kendisini bile şaşırtan bu başarı yapay zeka çalışmalarının o ana kadar seçip ilerlediği ana yolu da değiştirdi.

Sonra Rusya doğumlu İsrail ve Kanada vatandaşı harika çocuk İlya; işi oradan devralarak GPT, CLIP, DallE, Codex gibi çağ değiştiren mucize yaratıları ortaya çıkartıyor. Bugün Hinton’a “Godfather of AI” denmesi oradan. Tabii İlya da bu başarısını ayni alanda başkalarının gerçekleştirdiği derin öğrenme algoritması (sinir ağı mimarisi) Transformer gibi ürünler ile bunları donanımlara entegre eden yaratıcı NVIDIA tasarımları gibi ürünlere borçlu. Sektörde; Google, OpenAI, DeepMind gibi süper şirketler ile onlara bu başarıları sağlayan diğer süper organik beyinler (Demis Hassabis)  var. Ama bu muazzam çığır açıcı gelişmelerin gerisindeki anahtar kişi sayısı toplamda belki 100’ü zor bulur. İşte onların yaptıkları ile önünü açtıkları bir alt kademedeki (hepimizin görüp yaşadığımız mucizeleri yaratarak 8 milyar insanın hayatını bir şekilde etkileyen ve olumlu yönde değiştiren) farklı sektörlerden belki bir 50-100 bin kişi daha vardır. Ama hepsi bu..  Bence bugün tüm dünya aslında onların sırtında ilerliyor. 

Geoffrey Hinton, Yann LeCun, Yoshua Bengio ve Demis Hassabis

Öte tarafta; insan sürülerine çobanlık etme işini kendi tekellerinde gören İlmiye ve Seyfiye sınıfı bürokrat ve siyasetçilerden oluşan çok geniş bir kitle bulunuyor. Tüm dünyada bunların toplam sayısı yukarıda anlattıklarımın belki de bin katıdır. 50 milyon diyelim. Çobanlık edilecek kitlenin toplam 8 milyarı geçmediğini hesaba katacak olursak bu sayı çok fazla. Yani mutlakiyet idaresinin tam başarıyla sürdürüldüğü orta çağlarda bile hükmetme işinin çok daha az sayıda çobanla yürütülebildiğini biliyoruz.

Mesela, Osmanlı’nın şimdiki Türkiye’nin 30 katından büyük (24 milyon Km2) topraklara hükmettiği Yavuz Sultan Selim zamanında elindeki toplam eksekütif sayısının 1000 kişiyi bulmadığına inanamazsınız. Tabii İlmiye ve Seyfiye yani sipahiler, kadılar, ağalar hepsi dâhil en alttaki erler hariç. Ama aslında onların da sayısı düşündüğünüz kadar fazla değil.

Mesela 2. Viyana Muhasarası’na götürülen asker sayısının toplamda 15 bini geçmediğini biliyor muydunuz? Yani Kenan Evren’in 12 Eylül’de tüm kent sokaklarına 100 m arayla dizdiği milyonu aşkın asker sayısıyla hiç kıyas bile kabul etmez.  TSK, asker mevcudu bir zamanlar 3 milyonu geçmiş, toplam Avrupalı asker sayısını 3’e katlamıştı, şimdi 355 bine inmiş. Yani neredeyse 10 kat azalmış. Buna mukabil kamudan maaş alan nüfus 5 milyonu geçmiş. 83 milyon olan nüfusa oranlayınca bu gelişmiş Avrupa ülkelerinden çok daha fazla değil gibi görünüyor. Ama konuyu “devletten geçinmeliler” olarak ele alınca sayı birden çok artıyor ve görünmez hale geliyor. Elimde rakam yok ama benim tahminim meblağ olarak bu maliyetin en az 3 katını bulacağı yönünde.

Şöyle düşünelim; Üretilen toplam katma değerin 2/3’den fazlası, hatta neredeyse %80’e varan oranı bir şekilde (emme basma tulumba gibi hem kazanırken hem de harcarken küçük küçük dilimler halinde) kamuya ödeniyor. Ama kamunun bunun karşılığında kimseye kendi rızasıyla satın alabileceği herhangi bir mal veya hizmet sunduğu yok.

Geniş bir nüfusun katma değer üretimi imkânından mahrum olduğu dolayısıyla mecburen kamu tarafından beslenmek zorunda olduğu ve kamu gelirlerinin de esasen bunun için harcandığı (Universal Basic Income) düşünülecek olursa bu size çok makul de görülebilir.  Ama durum öyle değil.

Kamu gelirlerinin nasıl dağıldığına bakılırsa, bu gelirden pay alanlar arasındaki Gini katsayısı çok yüksek olmalı. Yani mafya düzenlerinde olduğu gibi gelirin çok büyük bir oranı pek az kişi arasında dağılmakta, geri kalan ise sefalet yaşamaktadır.

Para aslında birbiriyle iş yapmak isteyen insanların değere karşı değer verme ilkesinin maddi biçimidir.  Yani eğer bir yerde bir köprüye ihtiyaç varsa birileri o köprüyü yapacak ve daha sonra onun üstünden geçenler de seve seve parasını ödeyecektir. Köprüyü yapan sunduğu değerin karşılığını üstünden geçen de ödediği paranın karşılığını fazlasıyla alabilmelidir. Bu manada bir ihtiyacın olup olmadığı da ehliyet sahibi girişimci tarafından “rekabetçi biçimde” önceden öngörülebilir bir durumdur. Girişimci ile üretebilen insanlar üretecekler tüketici de bedelini rızasıyla seve seve ödeyecektir.

Peki, hiçbir bilgi ve becerisi olmayan Dumrul’a kimin ihtiyacı var ki?

Oysa Deli Dumrul hükümdar olduğunda ihtiyaç olmayan bir yere 1 Liraya mal olacak bir köprüyü 5 Liraya yaptırır. Çünkü esas konu halkın köprüye olan ihtiyacı değil… Dumrul’un halktan onu göstererek 4 Lira da haraç alma ihtiyacıdır. Ve Dumrul’un bu aldığı 4 Lira haracın önemli bir kısmını “kendisinin iktidarını korumasına yardım edenlere” ödemesi gerektiği açıktır.

Bugüne kadar siyaset dünyasının ulu önderlerinin hayatımıza getirdiği KKK’dan, savaş, kıtlık, hastalık ve ölümlerden başka ne var ki?

Eğer tüm bürokrasiyi, medyayı, akademyayı, kolluk kuvvetlerini ve yargıyı tam kontrolü altına almayı başarmış, sivil toplum örgütlerini sivil olmaktan çıkarmış ve tüm aydınları susturmayı başarmışsan…  Vatanın böğrüne hançerini dayayıp vatandaşa her ne istersen yaptırabilirsin.  Ama endüstri ve ticaret?  İşte orada dur… Orada çarklar eskisi gibi döndürülemiyor. Yüksek katma değerli sanayi üretimi için mutlaka hiyerarşik olmayan küresel rekabetçi desantralize bir yapı gerekiyor. Dumrul varsa bu yapıyı unutun. Orada Hinton, Sutskever, Hassabis yok. Eğer onlar varsa orada da Dumrul’un ve adamlarının işi yok.  Onların Hikayesi 20. yüzyılda bitmişti. Şimdi uzatmaları oynuyorlar. Yeni hikayede onlara yer yok.

Bir zamanlar Necmettin Erbakan “değişim; kanlı mı olacak kansız mı?” diye sormuştu. Kast ettiği şey Dumrul’u tek başına askerlerin oynaması durumunun sona ermesi, İlmiye sınıfının da kamu rantlarından payını alır hale gelmesi idi. Nitekim İran’da askere dayalı bir iktidar yapısı olan Şah devrilmiş, mollalar subaylara büyük kıyam yapmışlardı. Ama 21. yüzyılın küresel düzeninde acaba Osmanlıdaki gibi mütegallibe olarak İlmiye ve Seyfiye sınıflarının varlığına olan ihtiyaç sürecek midir?  Sutskever’in dünyasında Erbakan’a kim ihtiyaç duyabilir ki?

Oysa hayatımıza giren ve değer katan İYİ her şey ama her şeyin TECH dünyası insanları tarafından hiç yoktan var edilip bize sunulduğunu biliyoruz değil mi?

Yorum gönder

Yorum göndermek için giriş yapmalısınız.